29 Ocak 2013 Salı




AĞLAMA
Ağlama, gözleri kızarmış çocuk!
Tek damla yaşın düşmesin yere.
Bak, tek güzelliğimiz yokluk,
Sana bir öğüt; ağlama boş yere.
Ne olursa olsun hiçbir şey değmez,
Senin bir damla göz yaşına.
Ağlayana kimse boyun eğmez.
Kimse bakmaz kimsenin yaşına.
Ne kadar kötülük, pislik varsa;
Sen herşeyi tertemiz öğren.
Eğer yüzüne gözyaşı yağarsa;
Seni garip sanır her gören.
Ağlama sakın çocuk ağlama!
Korkmayana zarar gelmez,bunu bil.
Sevgini hep söyle, saklama.
Aklından korkuyu, gözlerinden yaşı sil."

 Ahmet Hamdi Tanpınar
Çocuklar ağlamasın, şeker ve çikolata da yiyebilsinler! Tatlı yesinler, tatlı dilli olsunlar, sevgilerini saklamadan söyleyebilsinler...
      

27 Ocak 2013 Pazar




NARAYAMA  EFSANESİ  VE  KÜLTÜR  FARKLILIĞI  ÜZERİNE



Kültür farklılığı, bize ters gelen bir davranışın, adetin, örfün başka ulusların kültüründe normal karşılandığı ve olumlandığı anlamına gelir. Nesilden nesile aktarılan kültürün gerçekte ne olduğunu çoğu kez düşünmeyiz bile. Sadece biliriz.
TDK sözlüğüne göre, kültürün 6 ayrı anlamı var.Ben, ilk anlamını yazacağım, çünkü yazımın içeriği bunu gerektiriyor: "Kültür, tarihi, toplumsal, gelişme süreci içinde yaratılan maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada , sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin"demektir.
İletişim araçları, uluslararası ilişkiler, ticaret nedeniyle toplumdan topluma kültür akımı olması kaçınılmazdır. Günümüzde gelişen bilim ve  teknoloji sayesinde bu akım çok daha güçlenmiştir.

Japonlara ait Narayama Efsanesini okurken,Kızılderilileri anlatan bir filmde, Japonlarla Kızılderililerin ortak bir geleneğini  fark ettim; bir toplumun kültüründen bazı ögelerin başka bir kültüre geçişini, kültürel etkileşimini .
Narayama Efsanesine göre:"Kıtlık ve yoksulluğun kol gezdiği Japonya' daki bir dağ köyünde 70 yaş ve üzerindekiler gönüllü olarak Narayama Dağı' na götürülüp,ölüme terk edilirler. Toplumun örf ve adetlerine uyum için sofradan bir boğaz eksilsin diye ailenin güçlü, kuvvetli fertleri tarafından karlı dağa götürülüp, açlık ve soğuktan ölmeleri için bırakılırlar.Büyükanne Orin, dağa götürüldüğünde kar yağdığı için şanslı sayılır; açlıktan uzun süre acı çekerek ölmek yerine, soğuktan donarak ölmek daha az acı çekmesine neden olacağı için." Kısaca efsane böyle.
Kızılderililerin geleneğinde de, yaşlı olanlar ailelerine haber vermeden kendi iradeleriyle kutsal kabul ettikleri yerlere çekilip,tek başlarına ölümü beklemeye giderler.Biri Amerika kıtasında yaşayan bir topluluğun diğeri Asya kıtasında yaşayan bir ulusun, ufak tefek ayrılıklara rağmen aynı geleneğe sahip olması,"kültür göçü" ne bir örnektir.Bu göç, kıtaları ve coğrafyaları aşarak toplumlara ulaşıp yer edinmiştir.

Narayama Efsanesi' nde yaşlılara yapılan muamele bize yanlış gelebilir.. Çünkü kültürümüzde, yaşlılara saygı gösterilip, evin baş köşesinde yer verilir, ölünceye kadar da bakılır.Anadolu' da şaka yollu da olsa kadına "kaşık düşmanı" denildiğini unutmadan, bir boğaz eksilsin diye, gelecek nesillere(doğacak bebeklere) yer açmak için yaşlıları Narayama Dağı' na götürenleri vicdansızlıkla suçlayabilir miyiz? Ya da, üretmeden tüketmemek için ölümü beklemeye giden yaşlıların davranışını fedakarlık olarak nitelendirebilir miyiz? Bunu ön yargısız değerlendirebilmemiz güçtür; çünkü içine doğduğumuz kültürün etkisinde kalırız ister istemez.

Her insan kaçınılmaz bazı kimliklerle doğar. Bir insanın kendi iradesi dışında, doğumda edindiği kimlikler vardır: (Aile kimliği, Coğrafya kimliği, Din ya da mezhep kimliği, Irk ya da milliyet kimliği, Vatandaşlık kimliği gibi.) Ne zaman kültür farklılıklarını ve farklı kimlikleri kabul edip onlara saygı duymayı öğrenirsek ve "kültür çevresi"ni genişletirsek, o zaman dünyada bir çok sorunun çözüldüğünü de görebiliriz. İnanın! Dünyanın buna çok ihtiyacı var...


Görsel, www.sinemalar.com' dan alınmıştır.




25 Ocak 2013 Cuma





ANTİ-KIRILGANLARIN KUDRETİ

20 Ocak 2013 tarihli Habertürk Gazetesinde çıkan Elif Şafak' ın"Anti-kırılganların kudreti"yazısını okudum ve beğendim. Konu ilgimi çektiği için ben de yazmak istedim.

Elif Şafak yazısında; Nassim Nicholas Taleb adlı Lübnan asıllı Amerikalı yazarın son kitabındaki yeni teorisinden bahsetmiş:" Taleb' e göre yeryüzünde 3 temel kategori var.Bunlar insanlar için de geçerli, kurumlar için de, toplumlar ve hatta devletler için de:1-Sağlamlar. 2-Kırılganlar. 3-Anti-kırılganlar." Ve Elif Şafak' ın yorumuyla kitabın içeriği gayet yalın ve anlaşılır bir dille anlatılmış.

Taleb' in 3 temel kategorisini okurken aklıma eskiden ilköğretim Türkçe kitaplarında yer alan"Meşe ağacı ve göl sazının hikayesi"geldi. Hikayeye göre; Göl kenarında bulunan meşe ağacı,büyüklüğü ve gücüyle göldeki sazlara hava atarmış: En ufak bir esintide eğilip bükülüyorsunuz diye.Bana bakın dermiş dimdik ayaktayım.Bir gün çok kuvvetli  bir rüzgar esmiş, meşe ağacı rüzgarın gücüne dayanamamış, önce dalları kırılmış,rüzgar gücünü artırınca da ağacı köklerinden söküp atmış.Gölde ki sazlar ise kuvvetli esintiyle yapraklarını göl sularına kadar eğmişler, ama rüzgar dinince tekrar doğrulup eski hallerine dönmüşler."Yani sazlar fırtınadan etkilenmemişler, çünkü onlar anti-kırılganlarmış. Sağlam olan meşe ağacı ise düşünce,kalkamamış ve bir daha eski haline dönememiş.

 Yazıda cevaplanması istenen soru şu:" Sizce sağlamlar mı bu hayatta daha iyi ve emin bir şekilde ilerler, kırılganlar mı, yoksa anti-kırılganlar mı? "
Taleb' e göre diyor Elif Şafak" doğa ana aslında sağlam falan değil, anti-kırılgan. Ve dayanıklılığını tam da bundan almakta."

Hikayede ki sazın anti-kırılganlığı hayatta kalmasını sağlamıştır. O zaman düşüp düşüp kalkmasını bilmeli insan ve bundan vaz geçmemeli.





24 Ocak 2013 Perşembe





SONSUZLUK İÇİN YEDİ GÜN
(Zofia ve Lucas)


Latince anlamı mutluluk demek olan Faust, Goethe' nin yaşamı simgelerle anlattığı, iyilik ve kötülüğü irdelediği ve insan iradesinin üstünlüğünü ortaya koyduğu bir tragedyadır. Bu tragedyada Faust, bilgi ve bilim uğruna dünyanın bütün zevklerinden vaz geçen, zamanın hızla akıp geçtiğini görünce de acı çeken bir insandır.İyiliği temsil eder. Mefisto ise insanları kolayca baştan çıkarıp, sapkınlığa sürükleyebileceğini, haz veren zevkleri tattıklarında ruhlarını şeytana bile satabileceklerini iddia eden şeytandır. Kötülüğü temsil eder.

Gökte, Tanrı ile şeytan bahse tutuşurlar: Tanrı insanın yaradılışı gereği iyi olduğunu, dünyadaki eylemleri nedeniyle hatalar yapsa da sonunda ruhunun iyiliğinin baskın geleceğini ve doğru yoldan sapmayacağını bilmektedir. Şeytan ise insanları baştan çıkarabileceğini iddia etmektedir. Sonuçta bahsi Tanrı kazanır: Faust şeytana ruhunu satmaz ve yenilmez.Kısaca özetlediğim Goethe' nin" Faust"u anlaşılması ve okunması zor bir kitap.

  Akıcı bir dil kullanması nedeniyle okunması ve anlaşılması daha kolay olan ve bana göre Faust' u çağrıştıran Marc Levy' nin Can Yayınlarından çıkan "Sonsuzluk İçin Yedi Gün" kitabını günümüzü anlatması nedeniyle ilgiyle okudum. Kitabın konusu kısaca şöyle: Günümüz San Francisco şehrindeki devasa gökdelenin en üst katında duvarları ortak olan iki ayrı ofiste Tanrı ile şeytan bahse girdikleri iddiayı gerçekleştirmek üzere temsilcilerini seçerler. İddianın konusu: "...gelecek bin yılda yeryüzünü yönetmekle görevli olacak kişinin meşruiyetini kanıtlamaktır." Tanrı iyiliği temsil eden ve bir melek olan Zofia' yı seçer. Şeytan ise kötülüğü temsil eden ve iblis olan Lucas' ı seçer. Zofia ve Lucas görevlerini yapmak üzere şehre inerler.

Yazar, kitapta yirminci yüzyılın katlanılır gibi olmadığından bahisle; politika, ekonomi ve iklimle ilgili tüm analizlerin yeryüzünün cehenneme dönmekte olduğunu ortaya koyuyor.Zofia ve Lucas' ın bahse konu görevleri; insanlığı daha fazla iyiliğe ya da kötülüğe yönlendirmektir. Bunu başarabilen kendi tarafına zafer getirecektir. Yeni dünyanın idari yetkisi galip gelende olacaktır. Süre yedi gündür.
Melekle iblis yani Zofia ve Lucas birbirlerini tanımadan bir restaurantta karşılaşırlar ve aralarında müthiş bir çekim oluşur; zıt kutupların birbirini çekmesi gibi. Ve aşık olurlar. Sonuçta bu karşılıklı sevgi, kötü olan iblisi bile yola getirir ve bahsi sevgi kazanır.Tanrı, Zofia' ya"Kendi yarısını bulanın tüm insanlıktan daha bütün olacağını söyler. Kendi içinde biricik olan insan değildir; böyle olmasını isteseydim onu tek yaratırdım; ancak sevmeye başladığında tek olur insan. İnsan yaratısı belki kusurludur, ama evrende birbirini seven iki insandan daha kusursuz hiçbir şey yoktur"der.

Kitabın sonunda şeytan Tanrı' ya"tamamen kusursuz ya da tamamen kusurlu bir dünya olsaydı sıkılırdık"der. Gerçekten de Tanrı, insanoğlunun kusursuz olmasını isteseydi melek olarak yaratmaz mıydı? İnsana iradesini kullanarak seçim yapma hakkı tanıması insana verdiği değeri göstermez mi?


KAYNAK: Marc Levy, "Sonsuzluk İçin Yedi Gün"

 

 

22 Ocak 2013 Salı




SİZİN  ÇOCUKLARINIZ

"Çocuklarınız sizin çocuklarınız değildir.Kendini özleyen Hayat'ın oğulları ve kızlarıdır.Size gelirler ama sizden gelmezler, sizinle birlikte olmalarına rağmen size ait olmazlar. Onlara sevginizi verebilirsiniz, ama düşüncelerinizi değil, çünkü onların kendi düşünceleri vardır. Vücutlarına bir yuva verebilirsiniz, ama ruhlarına değil, çünkü ruhları sizin rüyalarınızda bile ziyaret edemeyeceğiniz yarının yuvasında oturur. Onlar gibi olmaya çabalayabilirsiniz, ama onları kendinize benzetmeye uğraşmamalısınız."
Halil Cibran (Lübnanlı şair ve filozof )

Bebek dünyaya geldiği andan itibaren aile içinde kendi kimliğini oluşturmaya başlar.Çocukluğunda buna okul ve çevre de eklenir. Kimliğini oluştururken, yavaş yavaş olgunlaşır. Anne, babaların görevi; çocukların kimliklerini oluştururken onlara baskı yapmak değil, sorumluluk üstlenmelerini sağlamak olmalı. Sonra, ergenlik dönemi başlar; çocukluk ve yetişkinlik arasında bocalama dönemi,

Ergenlik döneminin sıkıntılarını yaşayan gençler, bir an önce reşit olmayı beklerler; kendilerini özgür hissedebilecekleri, kendi kendilerini yönetebilecekleri, kendi kararlarını tek başlarına verebilecekleri günleri. Deli dolu oldukları bu ergenlik döneminde, gençlere, ancak sevgiyle yaklaştığımızda yardımcı olabiliriz. Sevginin iyileştiremeyeceği, onaramayacağı hiçbir şey yok dünyada.

Çocuklarımıza olan sevgimizi hissettirelim, sevgiyi vermeyi öğretelim ve bırakalım yuvalarından, almış ve öğrenmiş oldukları sevgiyle uçsunlar: Uçtukları ve kondukları her yere sevgi tohumları saçsınlar ve sabırla bu tohumların fideye dönüşmesini beklesinler.




20 Ocak 2013 Pazar




CESARET  ANA  VE  ÇOCUKLARI

Karla karışık yağan yağmur altında ve soğuk bir Ankara gününde; Devlet Tiyatrolarında sergilenen Bertolt Brecht' in yazdığı"Cesaret Ana ve Çocukları"oyununu izlemeye gittim. İyiki de gitmişim. Ayşe Emel Mesci yönetmenliğinde sahneye konmuş güzel bir oyun izledim.

Oyun; 1618-1648 yılları arasında Protestanlarla Katolikleri çatıştıran ve  hemen hemen tüm Kıta Avrupası' nı saran "Otuz Yıl Savaşları"nda 1624-1636 zaman dilimindeki olaylardan çok, savaşı yaşayan insanların savaştan nasıl etkilendiklerini anlatır: Gezgin kadın tüccar, aşçı, rahip, hayat kadını, köylüler, askerler gibi sıradan insanların savaşta farklı davranışlarını ve olaylar karşısındaki tepkilerini incelikle ortaya koyar.Bazı sahnelerde çıplak gerçek sert bir tokat gibi insanın yüzüne çarpar: Bir annenin çıkarı uğruna oğlunun ölüsünü tanımamazlıktan gelip onun hayvan mezarlığına gömülmesine razı olması. Aynı annenin mal almak için şehre gönderdiği dilsiz kızına askerlerin saldırıp bir gözünü oymalarına rağmen getirdiği malların tamam olup olmadığına bakması gibi.
Oyunda; savaştan kim ne bekler, savaşı kim kazanır ya da kim kaybeder sorularıyla bize savaşı tüm yönleriyle sorgulatmayı hedefler yazar.

Cesaret Ana(Anna Fierling), arabasıyla gezgin tüccarlık yaparak savaşın sırtından geçimini sağlayan, dahası savaştan çıkar sağlayacağına inanan iki oğlu ve bir kızı olan kadındır. Anna Fierling' e Cesaret Ana denmesinin sebebi gerçekten onun cesur olmasından değil, içinde 50 ekmek bulunan arabasını Riga' daki cephede top ateşi altından geçirmesidir. Bunu cesaretinden yapmadığını; "başka çarem yoktu, geçmeseydim ekmekler küflenecekti" demesinden anlıyoruz. Yani ticari kaygı nedeniyle tehlikeyi göze alır. Oyun süresince Cesaret Ana' nın ironik bir şekilde değişen koşullara uyum sağladığını, Protestan olmasına rağmen Katoliklerce kuşatıldığında katolik bayrağını astığını ve arabasının saldırıya uğraması karşısında bile hakkını aramaktan vaz geçtiğini görüyoruz. Kazancının savaşa bağlı olmasına ve savaşın sürmesini istemesine rağmen, kendisini ve çocuklarını savaştan korumak için çaba sarfeder. Bir başçavuş oğlu Eilif' i askere göndermek istemeyen Cesaret Ana' ya"savaşın sırtından geçinmek isteyen, ona bir şeyler vermek zorundadır"der. Kurnaz ve dilbaz Cesaret Ana, anneliği ve ticareti arasında ikilemde kalır.

Eilif, Cesaret Ana' nın delifişek oğludur. Cesaret Ana' nın gözdesidir. Çünkü anasının yetiştirmesiyle onun kadar fırsat düşkünüdür. Para ve mevki kazanmak için askere yazılır, komutanın kahraman askeri olur. İsveç Kralı Gustav Adolf, savaşta vurulunca barış rüzgarları eser.Delifişek oğlan barışa alışamaz ve savaşta yaptığını yapar: Koyun çalarken yakalanınca koyunun sahibi olan kadını öldürür, tutuklanır. Lanetli bir son için askerler tarafından götürülürken, kendisine eşlik eden rahibe, annesine iletilmek üzere söylediği söz manidardır:"Anama söyleyin; Eilif, savaşta yaptığını yaptı."

İsviçre Peyniri lakabıyla çağırdığı oğlu Schweizerkas' ın anası gibi koşullara uyum sağlama yeteneği yoktur. Anası tarafından dürüst ve namuslu olmaya koşullandırılmıştır. Anası, oğlunu korumak ve beladan uzak tutmak için yapmıştır bunu.Ancak bu dürüstlük İsviçre Peynirinin başına bela açar: Düşmandan kaçan askerlerin komutanı muhafaza etmesi için Alay Kasasını ona verir. Düşman da kasanın peşindedir ve İsviçre Peynirini yakalarlar. Kasayı vermeyi reddeden oğlunu ölümden kurtarmak için Cesaret Ana"Tanrı için merhamet neyse, insan için de rüşvet odur" diyerek komutana aracı vasıtasıyla rüşvet teklif eder.Ancak analık-ticaret ikileminde kalıp süreyi uzatınca rüşveti vermekte gecikir, oğlu kurşuna dizilir. Ve Cesaret Ana "Büyük Teslimiyetin Türküsü"nü" söyler. Ardından soru gelir: Haksızlığa insan ne kadar dayanabilir? Asıl mesele bu.Cevap, ananın söylediği"Oturan kımıldayamaz, hareket edemez. Eyleme geçmek için ayağa kalkmak gerekir" sözündedir.

Cesaret Ana' nın kendisine yük olduğunu düşündüğü dilsiz kızı Kattrin, iyi yürekli ve merhametlidir. Dilsiz olması, onun anası gibi iş yapamayacağı anlamına gelir."Erbabı için savaş nimettir"diyen ve savaşı ticaret olarak gören Cesaret Ana' nın vicdan rahatsızlığıdır bu.Anası Kattrin' i ninnilerle uyutur hep, sanki vicdanını susturmak ister! Kattrin, düşman askerleri tarafından kuşatılan ancak uykuda olan Halle şehrini uyandırmak için trampetini var gücüyle çalar. Şehir uyanmış, karşı koymaya başlamıştır ama Kattrin düşman askerleri tarafından tüfekle vurularak öldürülmüştür. Nihayet insanlar için iyi bir iş yapmıştır.

Rahip din eğitimi aldığı için ruhlara hizmet ettiğini düşünerek elleriyle ve bedeniyle çalışmayı küçümser.İyi bir vaizdir.Ancak savaşın acımasızlığı, açlık ve sefalet rahibi Cesaret Ana' nın hizmetine sokar: Aç kalma korkusu ağır basar, küçümsediği işleri yapmaya başlar.Savaşa karşıdır ve onu inkar eder.Cesaret Ana' nın savaşın sürmesini istemesi karşısında onu"savaş alanı sırtlanı"diye niteler.Rahibin, menfaati için savaş isteyenler ve savaşın sırtından geçinenler için söylediği"Şeytanla sofraya oturanın kaşığı uzun olmalı"sözü savaş hakkındaki düşüncesini net bir biçimde açıklar.

Aşçı komutana yemek pişirerek dolaylı olarak savaş sayesinde geçimini sağlayan sinsi, bencil ve uyanık biridir.Cesaret Ana' ya çekici gelmektedir.Çünkü özellikleri nedeniyle onu kendisine benzetmektedir.Aç kaldıklarında"Bilge Süleyman"ın türküsünü söyler,papaza duyurmak için. Papaz türküyü duyar ve onlara çorba verir.

Askerler ise "savaş düzeni sağlar, savaş yoksa düzen de yoktur" a inandıklarından paralarının ödenmemesine rağmen" din uğruna yapılan savaşta para alınmaz"diyerek savaşmaya devam ederler.

Oyunun sonunda; üç çocuğunu da savaşta kaybeden Cesaret Ana, açlık ve yoksulluğa rağmen yeniden ticari yaşamını düzeltebileceği inancıyla tek başına arabasını çeker ve askerlerin peşinden cepheye gider.Hala savaştan kazançlı çıkacağını düşünmektedir. Sanki, cesaret ölmek değil, cesaret yaşamaktır der gibidir giderken...

"Önce ekmek, sonra ahlak" diyen Brecht' in bu söylemini oyunda aşçıya söylettiği "erdemler karın doyurmaz. Hırsızlar ve katiller aç kalmaz"sözüyle doğrulattığına tanık oluruz.

Nedeni ister din, ister siyaset, ister para ve güç kazanmak olsun savaş savaştır. Kimileri savaşı siyasetin devamı olarak görse de, savaş demek açlık, sefalet, yıkım ve ölüm demektir.Dün de böyleydi, bugün de böyle, yarın da böyle olacaktır.



Dip Not:Oyuncuların hepsi başarılıydı ama özellikle Cesaret Ana rolünü oynayan Sükun Işıtan' ı çok beğendim.Epik Tiyatroyu sevenler için kaçırılmaması, mutlaka izlenilmesi  gereken bir oyun.

 Aşçının mutfağında alüminyum tencereler kullanıldığı dikkatimi çekti.17.yüzyılda alüminyum daha mutfak gereçlerinde kullanılmıyordu. Bakır ya da toprak kapların kullanıldığını biliyoruz. Böyle bir ayrıntı nasıl gözden kaçabilir?








18 Ocak 2013 Cuma




BUNLARI  BİLİYOR MUSUNUZ?
 
 
1-On altıncı yüzyılda aşıkların camlara romantik yazılar kazımak için kullandıkları elmaslı yüzüğe" yazı yüzüğü" dendiğini,I.Elizabeth ve İskoç Kraliçesi Scots' un bu tür yazı yazmaktan hoşlandığını,
 
2-Atina' daki Platon Akademisi' nin kapısında"Geometriyi bilmeyen hiç kimse bu kapıdan içeri alınmaz!" levhasının asılı olduğunu,
 
3-Düşünce ve duyguların kalpten değil, beyinden kaynaklandığını ilk ortaya atan kişinin ve zatürre, sara hastalıklarının belirtilerini ilk tanımlayan hekimin Hipokrat olduğunu,
 
4-Gökkuşağının ve üzerindeki renklerin nasıl oluştuğunu açıklayan ilk alimin İbn Heysem olduğunu, Astronomideki bulguları nedeniyle Ay yüzeyine inen Apollo Astronotlarının, Ay' daki kraterlerden birine onun adını verdiklerini,
 
5-A.B.D.' de New York şehrinin lakabının "Büyük Elma" olduğunu biliyor musunuz?
 
 
 


14 Ocak 2013 Pazartesi




ANNA  KARENİNA  2012




Leo Tolstoy' un klasikleşen dev eseri Anna Karenina' nın uyarlaması olan 2012 yapımı filmi izledim. Joe Wright yönetmenliğinde çekilen film, teknik olarak sanat yönetmeninin hayal gücünü ortaya koysa da,ben sinema filmi izleyeceğimi düşünürken tiyatro izliyormuşum hissine kapıldım.Hatta bazı sahnelerde Dario Marianelli' nin bestelediği muhteşem müziğin ve dans koreografisinin güzelliği karşısında  operadayım sandım.
Filmin bir çok sahnesi, gerçek hayattan tiyatro sahnesine, tiyatro sahnesinden gerçek hayata dönen mekan ve dekorlarla desteklenmiş.Duygusal sahnelerde müziğin baskın olarak kullanılması ve bir anda tiyatro sahnesine dönen dekorlar bende rüya ile gerçek arası bir duygu yarattı.  
Keira Knigtley' in oynadığı Anna Karenina' yı duygulu. sevgi dolu, aşkı için her şeyi göze  alabilecek kararlıkta bir kadın olarak göremedim. Oynadığı rol beni etkilemedi, filmin sonundaki trenin altına atlayarak intihar etmesi bile duygulandırmadı:Belki  Sophie Marceau' nun oynadığı Anna Karenina'yı sevdiğim ve hissettiklerini hissettiğim için, belki de genel olarak filmi beğenmediğim için. Bu arada, Alexsi Karenin rolüyle Jude Law Oscar' lık oyun sergilemiş bana göre.
Romanın, dolayısıyla filmin kahramanı  kadın olduğu ve Tolstoy insan karekterini çok iyi çözümlediği için yazarın eşi Sofya' nın" Eğer Tolstoy, kadınları yazdığı kadar iyi tanımış olsaydı, onunla çok mutlu bir hayatımız olurdu" dediğini yazmadan edemedim.Çünkü Tolstoy evliliğinde mutlu değildir ve bunalıma girmiştir. Ve bunalımı onun kurtuluşu olur:1910 yılının Ekim ayında kendisiyle yaptığı hesaplaşmadan sonra evden ve karısından kaçar. Geldiği tren istasyonunda hastalanır ve istasyon şefinin kirli yatağında 82 yaşında hayata veda eder.
1874 yılında yazdığı romanın kahramanı Anna Karenina' nın hayatını bir tren altında sonlandırırken, kendi hayatının da bir tren istasyonunda sonlanacağını nereden bilebilirdi büyük yazar? Ölüm şekli farklı olsa da. Kaderin cilvesi bu olsa gerek.


10 Ocak 2013 Perşembe




KENDİNE  YOLCULUK
ANKA KUŞU (SİMURG' UN HİKAYESİ)

"Dibe vurmadan yüzeye çıkılmaz." Dibe vuran insanlara umut vadeden bu güzel sözden sonra, insanın kendine güveni gelir ve o güvenle Zümrüd-i Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğacağına inanır. Ben öyleyim. Nesiller boyu anlatılan masalda ki bu kuşun varlığını işaret eden ögelere inanmışımdır: Belki çocukluğumun hayal dünyasını süslediği için, belki de inanmak istediğim için.

Cahit Ülkü' nün "Suların Getirdiği Padişah-II.Selim" adlı kitabında anlatılan, Zümrüd-i Anka Kuşu masalını okurken çocukluğumun o güzel günlerine döndüm: Masalı, sadece masal olduğu için dinleyen.Oysa, bu masalın derin anlamlar içerdiğini, almasını bilenler için önemli mesajlar verdiğini ve masalın sembolize ettiği şeyleri (bilgi, hayret, kibir, aşk, özlem, hırs, şüphe,ölüm, doğum, kendine güven) yetişkinliğimde fark edebildim.Tabii daha önceleri sadece dinlediğim bu masalı ilk kez okuduğumda.

Masal şöyle:" Farsçada Zümrüd-i Anka Kuşu' nun adı Simurg' dur. Ravilere göre Simurg' un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı' nın zirvesinde bulunan en yüksek ağaçta, yani "Bilgi Ağacı"nın en üstteki dalındaymış.Simurg' un bilgi ağacında yuvasının olmasının nedeni; dünyanın yıkılışına üç kez tanıklık ettiğinden, çok yaşadığından tüm zamanların bilgisine sahip olmasıymış. Başı insana benzer, gökkuşağındaki ve dünyadaki tüm renkleri kanatlarında taşırmış. Simurg öleceği zaman, üzerinde tünediği ağacı, sonra kendini yakar, ardından da küllerinden kendini ve ağacını yeniden yaratırmış. Her ölümün doğum, her doğumun da ölüm olması gibi...

Kuşlar, Simurg' un kendilerini her türlü felaketten kurtaracaklarına inanırlarmış ve her terslikte Simurg' u çağırmak isterlermiş.Ama aralarındaki güngörmüş kuşlar, ufak tefek sıkıntıları çözmek için her sıkıştıklarında Simurg' u çağırırlarsa bir gün gerçekten ihtiyaç duyduklarında Simurg' un gelmeyeceğini söyleyerek onları yatıştırırmış. Derken öyle bir an gelmiş ki terslikler, kötülükler, adaletsizlik son raddeye varmış; kin ve nefret sevgiyi yok etmiş; bilgisizlik çalışmaları durdurmuş, yalan doğruların önüne geçmiş, ansızın kuşlar dünyasını kaplayan hırs ve şüphe herkesi birbirine düşürmüş! Daha kötüsü kuşların Simurg' a olan inançları kaybolmuş, çağırdıkları halde gelmeyen koruyucularının aslında var olmadığını yüksek sesle söylemeye başlamışlar. Tam da bu sırada, kendilerine benzemeyen bir kuş görmüşler.Kuşun gagasında Simurg' un kanatlarından bir tüy varmış.Kuşlar şaşırmışlar, çünkü tüy olduğuna göre Simurg gerçekten varmış! Kuşlar haberciye Simurg' un neden gelmediğini sormuşlar. Haberci, Simurg' un ancak kendisine varana görüneceğini ve yardım edeceğini söylemiş. Bunun üzerine kuşlar haberciden kendilerini Simurg' a götürmelerini istemişler. Haberci kuş kabul etmiş ama onları uyarmış: Simurg' a varmak cesaret, fedakarlık, istek, dayanıklılık ve kararlılık gerektirir. Ayrıca, yeri geldiğinde Simurg nasıl kendini yakıp küllerinden yeniden doğabiliyorsa, onlar da böyle bir yanışı ve yeniden doğuşu göze almalıymışlar.

Kuşlar  kabul etmişler ve  hep birlikte yola koyulmuşlar. Başta hepsi gayretliymiş; çetin vadilere yaklaştıkça sürüyü sessizlik sarmış, artık başlangıçtaki gibi coşkulu değillermiş. Eskiye özlem duymaya başlamışlar ve dedikodular duyulur olmuş: Bu yolculuk bitmeyecek, Simurg bulunmayacaktır diye. Bülbül gülü özlemiş dönmüş, kartal, kuşlardan bir kuş olmayı içine sindirememiş dönmüş. Kaz, "aşk denizi" ni geçerken suya dalmış, çıktığında sürünün izini kaybetmiş.Kimi hastalanıp ayrılmış sürüden, kimi geçtikleri  vadinin güzelliğini seyrederken yolunu kaybetmiş.Bazıları ise,"hayret vadisi"nde gördükleri karşısında sonsuza dek bu güzelliği seyretmeyi seçmişler.

Kısacası, vadiler aşıldıkça kuşların da sayıları azalmış; Kaf Dağı' na vardıklarında göğü kaplayan o inançlı sürüden geriye yalnızca otuz kuş kalmış. Kaf Dağı' nda ki" Kutsal Yer"e vardıklarında, Bilgi Ağacı'na asılmış otuz parlak levha görmüşler. Bu levhaların hepsinin altında aynı söz yazılıymış: "Kendinize hoş geldiniz!" Levhalara yaklaşıp baktıklarında onların aslında birer ayna olduklarını ve orada gördüklerinin de kendileri olduklarını anlamışlar. Bir anda sırrı çözüvermişler; Farsçada "si"nin otuz, "murg"un ise kuş demek olduğunu fark etmişler! Yani simurg" otuz kuş " demekmiş. Belki de o zaman, gerçek yolculuğun kendine yapılan yolculuk olduğunu ve o zaman bekledikleri kurtarıcının aslında kendileri olduğunu anlamışlar. Bunu idrak ettiklerinde de; yıllarca taşıdıkları, var olduğunu sandıkları kimlikleri alev alıp yanmış. Bilgi Ağacı da onlarla birlikte yanmış. Ta ki küllere dönüşene dek..."

Gülün özlemine dayanamayan bülbülü, kibirli kartalı, aşkın gözünü kör ettiği kazı,  gördükleri karşısında hayrete düşüp sonsuza dek bu güzelliklerle yaşamayı seçen kuşları seçimlerinden dolayı korkaklıkla, kararsızlıkla suçlayabilir miyiz? Ya da cesaret ve azimle yola devam eden kuşların kurtarıcılarına ulaştıklarını sandıkları anda aynada kendilerini görmeleri karşısında duydukları  hayal kırıklığını  hissedebilir  miyiz? Veya yeniden doğabilmek için, kendini yakan bir anlamda geçmişini yakan Simurg' u, cesaret, istek ve kararlılığından dolayı yüceltebilir miyiz? Zor günlerde, ihtiyaç duyulduğunda yardım alınacak, bizi kurtaracak bir kurtarıcının olmadığını; çarenin yine kendinde olduğunu düşünüp rahatlamalı mıyız? Cevaplar sizin seçiminizde tabii ki. Seçimlerinizden dolayı sizi yargılama hakkının hiç  kimsede olmadığını unutmayın ve özgür iradenizi kullanmaktan çekinmeyin!

İşte! Doğuya özgü masalları bu yüzden seviyorum; masalın içinden herkes istediğini alır, işine geldiği gibi kullanır. 



9 Ocak 2013 Çarşamba




AKINTIYA  KÜREK  ÇEKMEK
(Somon balığının yaşam döngüsü)


Somon balığının yaşam döngüsünü anlatan bir belgesel izledim. Somon balığı, tatlı sularda doğup tuzlu sularda büyüyen, okyanusta binlerce mil katettikten sonra doğduğu tatlı sulara geri dönen, büyüdüğü nehri veya nehrin kolunu bulabilen harika bir balık. Dünyada başka hiçbir canlı somon balığının sahip olduğu bir yön ve kimyasal algılara sahip değil. İlginç olansa doğdukları çukurları bulup yumurtalarını bu çukurlara yerleştirmeleri. Ve daha da önemlisi yetişkin, dişi somon balıklarının öleceklerini bile bile tuzlu sulardan( okyanus) tatlı sulara geçerek, türünü devam ettirebilmek için akıntıya karşı yüzüyor olmaları. Nehrin yukarısına doğru yüzerken verdiği kayıplara karşılık, doğduğu tatlı sulara kavuşmak için bu yolculuktan asla vazgeçmemesi. Başarma, hayatta kalma ve türünü devam ettirebilmek için zorluklarla mücadele etmenin gerektiğini öğreten en güzel örnektir somon balığı.

Somon balığının akıntıya karşı yüzdüğünü izlerken aklıma; olmayacak bir iş uğruna boşuna çabalamak anlamına gelen "akıntıya kürek çekmek" deyimi geldi. Sıkça kullanılan bu deyim, tasarlanan veya düşünülen bir işte sonuç alınamayacağını baştan kabul ederek pes etmemizi sağlayan, başarısızlığı kabul etmemize neden olan ve mücadele azmini yok eden olumsuz bir örnektir: Beynimizi imkansızlığa inandırarak, işin olmayacağına şartlandırıyor çünkü. İmkansızlığı kabul eden zaten başaramaz." İmkansız olduğunu bilmiyorlardı, bu yüzden başardılar" demiş Mark Twain. Çok doğru demiş.

Batının modasına, yaşam kültürüne  özenip onları taklit etmeye, onlar gibi olmaya çalışırız da (tanzimattan bu güne değişen pek bir şey yok), onların bilimine, edebiyatına, eğitimde kullandıkları yöntemlere gereken önemi vermeyiz. Eğer verseydik, başarısızlıklarımızın nedenlerini araştırır, bunları  başarıya çevirmenin yollarını öğrenirdik. Yeri ve zamanı geldiğinde, akıntıya karşı kürek çekmek gerektiğini de...





8 Ocak 2013 Salı




GÜN  EKSİLMESİN  PENCEREMDEN
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül tanrısına der ki:
-Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!
Cahit Sıtkı Tarancı
Bu kış günü; kapalı, gri bir gökyüzü insan ruhunu kendisine benzetse de, kimsenin bizi anlamadığını düşünüp kederlensek de umudun varlığını korumalı insan. Her kışın sonunun bahar olduğunu bilerek, sıkıntı ve üzüntülerin üstesinden gelebilmek için çabalamalı. Şair, şiire karamsar bir ruh haliyle başlayıp yaşamın kaynağı güneşe olan  ihtiyacıyla bitirmiştir.Hayatta kalma içgüdüsünün baskınlığını ve elemden korkmamayı bu kadar güzel başka hangi şiir anlatabilir ki?


6 Ocak 2013 Pazar




GYGES'İN YÜZÜĞÜ
Evrende, insan ömrünün kısalığı düşünüldüğünde, bir yılın insan için önemli bir zaman dilimi olduğunu söyleyebiliriz. Kimisi bunu fark eder dolu dolu yaşamayı seçer, kimisi bilmemezlikten gelir, kendini hayatın akışına bırakır.
İşte, bir yıl daha geçip gitti, yaşayanların ömründen.Her yılın ardından yılın muhasebesini yaparım; yaptıklarımı, yapamadıklarımı, eğrilerimi, doğrularımı sıralar, yeni yılda neler yapabileceklerimi düşünürüm. Geçmişte ki yanlışlarımı sorgularken, bir şeyin doğru ya da yanlış olduğuna karar verebilmenin zorluğunu yaşarım: Neye göre, kime göre yanlış veya doğru? Ve aklıma "Gyges' in Yüzüğü Efsanesi" gelir. Platon' un "Cumhuriyet" adlı eserinde; Glaucon ile Sokrates arasında geçen bir konuşmada, Glaucon tarafından anlatılan efsane.
Efsaneye göre:" Bir çoban, tesadüfen sahibine istendiğinde görünmezlik sağlayan sihirli bir yüzük bulur. Bu görünmezlik sayesinde her şeyi duyabiliyor, her yere girebiliyor, istediği, canının çektiği her şeyi alabiliyor, istediği kişileri öldürebiliyormuş. Bu gücün ona verdiği tüm imkanları kullanıp büyük bir servet edinir ve kraliçeyi baştan çıkarır, kralı öldürür ve ülkenin tek hakimi olur." Bütün bunları elde etmek için, yüzüğün sihrinden yararlanmış, istediği zaman görünmez olmuş, tüm yaptıkları(kralı öldürmek dahil) yanına kalmış ve sonuçta kral olmuştur. 
Bir düşünün; bu yüzüğe sahip olma imkanınız olsaydı, çobanın yaptığını yapar mıydınız yoksa yapmaz mıydınız? Cevabınız "evet" ise çobanın yaptığını doğru, "hayır" ise çobanın yaptığını yanlış buluyorsunuz. Size hayır cevabını verdiren kendi ahlaki değerleriniz mi, yoksa toplum ne der korkusu mu? Yani bir nevi toplumsal baskı mı? Aslında insan doğasında var olan hırs, daha fazlasını isteme arzusu bu soruya evet demeyi gerektirir, aksi ise ahlaklı, erdemli olmayı.Siz hangisini seçerdiniz? 
Ben, insanların, bireysel eylemlerini cezalandırılmaktan korktukları için değil, taşıdıkları sorumluluğun bilincinde yanlış oldukları için yapmamalarını yeğlerim. Bu benim doğrum. Ama benim doğrum başkalarının yanlışı olabilir. O zaman, doğru ve yanlışı nasıl ayırdedebiliriz? Cevabı Farabi' nin sözünde bulabiliriz: "Önce doğruyu bilmek gerekir, doğru bilinirse yanlış da bilinir, ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılamaz."
Dip Not: "Gyges' in Yüzüğü Efsanesi" hikayesi Lou Marinoff' un" Prozac' ı Bırak Platon' a Bak" kitabından alınmıştır.



4 Ocak 2013 Cuma




MÜSTEHCEN  VE  SAKINCALI  KİTAPLAR

03.01.2013 tarihli bir gazetede okudum. Bazı Milli Eğitim Komisyonları; "Şeker Portakalı" kitabını müstehcen, "Fareler ve İnsanlar" kitabını da sakıncalı bulmuşlar!

Brezilyalı yazar Jose Mauro de Vascencelos' un yazdığı Şeker Portakalında; fakir bir aile çocuğu olan Zeze' nin yaşadıkları anlatılır. Acı veren bir çok olay yaşayan Zeze, olgunlaşma sürecinde hayatı öğrenir, sevgisiz bir hayatın hiçbir anlamı olmayacağını da...

Kitap ilköğretim öğrencilerinin yaşına uygun olduğundan, öğretmenler tarafından okumaları önerilir. Çocuklar böylece yaşadıkları dünyanın sadece aile, çevre ve ülkelerinden ibaret olmadığını, kendileriyle aynı duygu ve düşünceleri taşıyan, hayatta aynı sıkıntıları, acıları, mutlulukları, sevinçleri yaşayan başkalarının da bulunduğunu öğrenirler. Dünyada başka ülkelerin, başka yaşamların da varlığından haberdar olurlar.Yani yaşadıkları dünyayı tanır ve onun bir parçası olduklarının bilincine varırlar.

Türk örf ve adetlerine aykırı, içinde argo ve küfür var diye kitabı müstehcen(açık saçık, edebe aykırı, yakışıksız) olarak gören birinin şikayetini ciddiye alıp kitabı müstehcen kabul ederseniz; tüp bebek uygulamasını, poligamiyi, kültürler arası farklılıkları veya okuma yazma bilmeyen küçücük çocukların argo ve küfürlü konuşmalarını nasıl açıklarsınız? Bu nasıl bir düşünce tarzıdır ki, çocuklara hayatın sadece gülen, eğlenceli, tatlı yüzünü göstermek, çirkin, acı, kötü taraflarından güya onları korumak ister. Çocuklara hayatla nasıl başa çıkılması gerektiğini, zorluklarla nasıl mücadele edileceğini öğretmek istiyorsak , onları gerçek hayattan uzak tutarak başaramayız. Aksine, onları hayatla tanıştırarak; hayatı, hayatın içinde yaşayarak öğrenmelerine yardım ederek başarabiliriz. 

John Steinbeck' in Fareler ve İnsanlar kitabı; yalnız insanların hayatını, insan ilişkilerini, dostluğu anlatır.Özellikle ırk ayrımına dikkat çekmesi bakımından önemlidir. Steinbeck, bu romanı Robert Burns' un bir şiirinde ki" İnsanlarla fareler hiçbir zaman hayallerini gerçekleştiremezler" mısrasından etkilenerek yazmış. Ve bu kitap komisyon tarafından sakıncalı bulunuyor. Demek isteniyor ki; bu kitaptan korkmalı, uzak durmalı, kitap okunduktan sonra olabileceği düşünülen kötülüklere karşı önlemler alınmalı, okuyanları koruyup, esirgemeli ve gözetmeli.Sakıncalının, sakınmanın anlamı budur kısaca.Kimi, kimden ve neden sakınıyoruz? Biz sakıncalı bulurken Avrupalı ne yapmış? 2006' da düzenlenen 4. Berlin Bienali' nin teması;" Fareler ve İnsanlar" dan feyiz alınarak; arkadaşlık, aşk, nefret, şiddet gibi hayatın temel gerçekleri üzerine kurgulanmış. Kitap, hayatla buluşmuş, bienalde sergilenen hayatın kendisi olmuş.

Bizse, kitapları terbiye etmeye çalışıyoruz.  Okumayı sevmediğimiz, aydınlanmayı istemediğimiz için, dünyadaki kötülüklerin, ahlaksızlığın v.s. kaynağı ve sebebi olarak kitapları görüyoruz. Bilmiyoruz ki  kitaplar kötü değildir; onu kötü gören gözler ve içeriğini algılayamayan  zihinlerdir. Bu zihinler "Zarfa değil, mazrufa bakmak"gerektiğini bir öğrenebilseler, kitaplar mahkûmiyetten kurtulacaklardır.


3 Ocak 2013 Perşembe




KEHRİBAR  ODA




Kehribar bir zamanlar diplomatik hediye olarak verilirdi. Kehribara en ünlü örnek, 1716' da Prusya Kralı Frederick William tarafından Rus Büyük Peter' e verilen armağandır.O zaman bundan pek söz edilmese de iki yüzyıl sonra bu değerli hediye ortadan kaybolunca tarihte adından en çok söz ettiren hediye oldu. Garip olan şudur ki bu bir mücevher değil, değişik bir duvar kağıdıydı; ya da Kehribar Oda denen şeydi.

1699' da Prusya Seçici Prensi Frederick III, sarayının mahzenlerinde Germen Şövalyeleri tarafından bırakılmış tonlarca kehribar olduğunu öğrenince bir odanın duvarlarını "Baltık Altını" denen kehribarla kaplanmasını istedi. Frederick, ölünce  oğlu Frederick William, babasının kehribar odasını hiç sevmediğinden, kaplamaları söktürüp depoya koydurtttu. Daha sonra Frederick William, güttüğü siyaset gereği, kehribarlı panelleri Büyük Peter' e verdi. O dönemde kehribar altından on iki kat daha pahalıydı ve ayrıca bu hediyenin gizli bir mesajı da vardı: Rusya' nın imrendiği Baltık bölgesinin hala Prusya kontrolünde olduğu hatırlatılıyordu. Çar kehribarları alınca"Güzel hediye" dedi ve bunun karşılığında Frederick William' a, Prusya ordusu için hepsi de iki metrenin üzerinde boyları olan elli beş Rus askeri gönderdi, onun bundan hoşlanacağını biliyordu.

Kırk yıl sonra kızı İmparotoriçe Elizabeth" Kehribar Oda" yı hatırladı. Yıllarca uğraştılar, çok para harcandı. İtalya, Rusya ve Prusya' dan düzinelerce usta gelip çalıştı ama sonunda kaplamalar Çar' ın St. Petesburg yakınındaki Yaz Sarayında bir odaya döşendi ve burası büyük gömme ayakları, kapıları ve yaldızlı aynaları ile Kral Menelaus' un Eski Yunanistan' daki sarayının barok bir benzeri oldu. Burası artık ünlü "Kehribar Oda" idi ve dünyanın en lüks ve pahalı odası oldu.



Naziler İkinci  Dünya Savaşında Leningrad' ı hiçbir zaman tam olarak işgal edemediler ama çevre bölgeleri  ve o zaman müze olan Yaz Sarayını ele geçirdiler. Müze çalışanları kehribarları geçici kaplamalar altında saklamaya çalıştılar ama Almanlar kehribar kaplamaları bularak söktüler ve şimdiki Kalingrad' da bulunan Könisberg Şatosuna götürdüler. Müttefik bombardımanından korunmak için sandıklandığı Ağustos 1944 ve şatonun Kızıl Ordu eline geçtiği Nisan 1945 arasında Kehribar Oda ortadan kayboldu. O zamandan beri Doğu Alman Stasi teşkilatı ve KGB de dahil olmak üzere pek çok insan onu madenlerde, gemi enkazlarında, kiliselerde ve yeraltı mahzenlerinde aradı. Bazı kişilerin bu yüzden işkence gördüğü ve öldürüldüğü söylendi.

İki İngiliz araştırmacı gazeteci Catherine Scott- Clark veAdrian Levy üç yıl süreyle Rusya, Polonya, Almanya ve daha başka yerlerde ipuçlarını değerlendirerek Kehribar Odayı aradılar. Ve daha sonra yazdıkları Kehribar Oda adlı kitaplarında bu odanın artık var olmadığını açıkladılar; odanın kehribar duvar kaplamaları belkide 1945' teki Königsberg yangınında yanmıştı. Eğer yandıysa o kehribarlar müthiş alevler oluşturmuştur.
..............
Bu oda bir zamanlar krallar, çarlar ve imparatoriçelere aitti, şimdi ise iki totaliter rejim arasında ve birçok cinayetten sonra esrarengiz bir şekilde kaybolmuştur.

Ruslar 1978' de kehribar kaplamaları geri alamayacaklarını anlayınca başka bir yol seçtiler. Yabancı sponsorların yeni bir Kehribar Oda maliyeti olan sekiz milyon doları ödeyeceklerini söyleyince , yapımı yirmi beş yıl süren ve altı ton kehribarın kullanıldığı Kehribar Oda Mayıs 2003' te Başkan Vladimir Putin tarafından kırktan fazla dünya lideri önünde açıldı. Çoğu bunun çok güzel olduğunu söylese de sessiz eleştiriler de vardı; kehribarın büyük bir kısmı Yantarny Müzesindeki ayı bibloları gibi basınç altında işlenmişti. Bu sanat mıydı, yoksa Disney oyunu mu?
Belki de her ikisiydi; Kehribar Oda hiçbir zaman basit bir güzellik kutlaması olmadı. Frederick kral olarak otoritesini kanıtlamak için istedi onu; oğlu Frederick William ise Baltık' ta kimin söz sahibi olduğunu göstermek için kullandı onu. Soğuk Savaş döneminde Ruslar onu tekrar yapmaya kalktıklarında Sovyet gücünü kanıtlamak istiyorlardı, ama Putin onu 2003' te açtığında oda artık yeni Rusya için bir PR( halkla ilişkiler) gösterisi oldu.

 Victoria Finlay -  "Mücevherlerin Gizli Tarihi"

İki fotoğraf tarafımdan kehribar odada çekilmiştir.




1 Ocak 2013 Salı




BUNLARI  BİLİYOR MUSUNUZ?
 
 
1-Pürüzlü inciye barok dendiğini, 17.yüzyılda yeni ve coşkulu bir mimari tarzının doğduğunu ve bunu eleştirenlerin bu tarza "barok" adını verdiğini,
 
2-Bir zamanlar, İskoçya' nın pembe incileri, Cumbria' da Ennerdale siyah incileri ve İrlanda' nın beyaz incilerinin yüzyıllar boyunca tüm Avrupa' da satıldığını,bu çok güzel incilerin insanları savaşa sürüklediğini,( Sezar' ın inci tutkusu olmasaydı, belki de İngiltere Romalılarca alınmazdı.)
 
3-Güneş yılını, en son bulgulara oranla çok az bir sapmayla 365 gün, 5 saat, 46 dakika,24 saniye olarak hesaplayan ve Orta Çağ Batı dünyasında eserleri Latinceye çevrilen ilk Müslüman bilim adamının Battani(858-929) olduğunu,
 
4-Bugün kullandığımız takvim sisteminin Kopernik' in dünyanın ve gezegenlerin hareketi üzerine yaptığı çalışmalar sonucu şekillendiğini,
 
5-Ömer Hayyam' ın Rubai' lerinden; kapağı mücevherlerle kaplı  kopyalarından birinin 1912' de ünlü Titanic transatlantiği ile battığını, Fransız yazar Amin Maalouf' un "Semerkant" adlı kitabında bu konuyu işlediğini,
 
6-Ünlü Alman besteci Richard Wagner' in orijinal "Nibelungen Yüzüğü" librettosunu bir ithafla A. Schopenhauer' e gönderdiğini,
 
7-Bugünkü bilgisayar sistemi ve dijital elektroniğin temeli olan 2' lik sayı sistemini ve 0(sıfırı), Cebir kelimesini matematiğe kazandıran kişinin İslam bilgini Harizmi(780-850) olduğunu biliyor musunuz?