30 Haziran 2017 Cuma




KLASİK YUNANDA SEVGİ: EROS, PHILOS VE AGAPE



Eros

Matematik, mantık, etik, estetik ve diğer birçok keşif ve gelişmeleri Batı medeniyetini ve dolayısıyla bu küresel köyü temelinden etkileyen eski Yunanlılar, sevgi ve sevginin insan ruhuyla ilişkisi konusuna hayati önem veriyordu. Bu Hıristiyanlık öncesi dönemde Yunanlılar paganizme inanıyordu. Bu yüzden ruha ilişkin görüşleri hayaletler ya da periler gibi dini unsurlar barındırmaz. Platon ve diğerleri sevginin ruhta yaşadığını ve ruhun (dolayısıyla sevginin) üç bölümü veya boyutu olduğunu düşünüyorlardı. Bu boyutlar mide, zihin ve kalbe denk geliyordu. Yunanlılar sevginin bu üç farklı türüne eros, philos ve agape adını vermişti.

Her ne kadar bugün "erotik" kelimesini cinsellik anlamında kullansak da eski Yunan'da eros insanın tüm fiziksel iştahlarına gönderme yapıyordu. Cinselliğe olduğu kadar yemek ve içmeye olan iştah da erotikti (mide bölgesine aitti). Bu görüş açısıyla seks de yemeğe verilen değer yargılarından fazlası içermeyen bir başka iştahtı. Ancak dinler insanların sosyal davranışlarını kontrol etmeye başlamasından sonra cinselliğe diğer bedensel iştahlardan farklı yaklaşıldığını görüyoruz. Bu yaklaşım erosun anlamını daraltmış ve bugünkü durumunu getirmiştir. Bugünün tabiriyle "erotik aşk", cinsel sevgi demektir ve albeni, cazibe, gizem, kimya ve hayvani çekim gibi çağrışımları vardır. Önemini inkar edemeyiz ama sevginin daha üstün yönlerini de kabul etmeliyiz.

"Philos", birine ya da bir şeye karşı duyulan entelektüel çekimin bir tür sevgiye dönüşmesidir. Kökü "philos" kelimesinden gelen felsefenin "bilgi sevgisi" anlamına gelmesi iyi bir örnektir. "Philos", insanları, nesneleri ya da fikirleri cinsellik içermeyen bir biçimde sevmek demektir. Bir öğrenci ve öğretmeni arasındaki ilişki ya da bir arkadaşa, şiire, manzaraya, matematik teorisine, ahlak teorisine, çalışma alanına ya da sosyal bir amaca duyulan çekim bu türden bir sevgi olabilir. İşlerini seven insanların kariyerleriyle aralarında bu tür bir sevgi vardır. Hayatı seviyor ve kutluyor musunuz? Bu da bir "philos"tur. "Philos"un en güçlü dışavurumlarından biri ise arkadaşlıktır.

"Arkadaşlık söz konusu olduğunda ego, diğerininki içinde yok olmaz; tersine gelişir. Aşk ilişkisinin aksine arkadaşlık bir artı birin yine bir ettiğini söylemez; bir artı bir iki eder. Bu ikinin her biri, diğeriyle birlikte ve diğeri için zenginleşir."
-----Elie Wiesel

"Philos"un diğer bağlılık türlerinde olduğu gibi kötü bir tarafı da olabilir. Bir şeye bu tür bir sevgiyle aşırı bağlanırsanız tıpkı aşkta olduğu gibi körleşebilirsiniz. Ya da "philos" karşıtına, korkuya ya da tiksinmeye dönüşebilir. Çoğu fobi ters giden bir "philos"tan kaynaklanmaz ama benzer bir duygudan bahsedersek çekimin tiksinmeye dönüştüğünü söylemiş oluruz.

Aynı zamanda "philos"a eros karıştırmamaya da dikkat etmemiz gerekir. İkisini birbirine karıştırmak genellikle ikisini birden yok eder. Bazen mantık ve tutku birbirinden ayrılmalıdır. Yine de yakın bir iş ilişkisi yaşayan iki kişinin birbirine karşı erotik hisler beslemesi nadir görülen bir durum değildir. Ama erotik ilişki "philos"a zarar verebilir. Entelektüel benzerliklerini bir aşk ilişkisine ya da evliliğe dönüştüren bir yüksek lisans öğrencisi ve bir profesörün ilişkisi, profesörün öğrencinin gelişimini denetlemesini riske atmadığı ya da üzerine gölge düşürmediği sürece diğer birçok ilişkiden daha başarılı olabilir. Bu türden ilişkiler arasında toplumsal olarak en kabul göreni de büyük olasılıkla profesör-öğrenci ilişkisidir. Doktor-hasta, avukat-müvekkil ilişkileri türünden ilişkilerin erotik ilişkiye dönmesi, profesyonel açıdan haklı olarak kabul edilmez.

Eski Yunan'da sevginin üçüncü ve en üstün boyutu "agape"dir. "Agape", karşılık beklemeyen sevgidir. Sevginin en nadir ve değerli çeşididir. "Agape"ye sahip kişiler tamamen kişisel nedenlerle hareket eder: Dünya kocaman bir kalp tarafından sevilmeye ihtiyaç duyan insanlarla doludur ve "agape" böyle bir kalbin sevgisidir. "Agape" insanların ilahi sevgiyi kendi içlerinde yaşamalarını ve başkalarına gösterebilmelerini sağlar. Çünkü "agape" bencil değildir; dışavurumu başkalarına her zaman yardım eder, hiçbir zaman kötülüğü dokunmaz. Eros flört ve aileyi, "philos" arkadaşlığı ve toplumu mümkün kılarken "agape" ibadeti ve insanlığı mümkün kılar. "Agape" ayrıca eros ve "philos"a izin verip güçlendirebilir.

Agape"yi eros ve "philos" tan  farklı kılan bencillikten uzak oluşudur. Eros insanın kendisini bir başkasında bulmaya ya da kaybetmeye çabalamasına sebep olur. "Philos" insanın kendisini ötekiyle özdeşleştirmek istemesine yol açar. "Agape" kişiden bağımsız olarak kendini gösterir ve kişisel amaçların önüne geçmesine izin vermez. "Agape" sevgisi almak, güneşin üzerinize yansıması gibidir. Başkalarına da yansımasına aldırmazsınız, onların da bunu hissetmesini istersiniz. "Agape" sevgisi vermek ise güneş ışığı yaymak gibidir.

"Agape"den yararlanıp başkalarının da fayda görmesini sağlamanın birçok yolu vardır. Bazıları bunu ibadetle, bazıları meditasyonla, bazıları hayatın zorlu dersleriyle ve bilgeliğin getirdiği kabullenmeyle, bazıları da zor mistik maceralar yoluyla yapar. Hayatınıza nasıl girerse girsin, önemli olan "ben"i denklemden çıkarmaktır. Freud için bu bir problemdi. Sevgi üzerine teorilerinin zayıf tarafı da budur. Freud iştahın, erotik ruhun yatıştırmasıyla sağlanabilecek varoluş halleri ve "mistizm" hakkında biraz okumuştu. Egolarını geçici olarak yok ederek evrenle bir olabilen ya da "şey"lerle birleşebilen insanların deneyimlerini dinlemişti. Bunları yaşayanlar genellikle deneyimlerinin verdiği hissi, okyanusa dönen bir damla ile tarif ediyordu. Bu hisse genellikle görsel his olarak ilahi bir ışık, işitsel his olarak ilahi bir müzik, tat hissi olarak ilahi bir nektar ya da ilahi bir sevgiyle yıkanmak gibi dokunma hisleri eşlik ediyordu. Freud biraz hayal kırıklığı içinde, "O 
okyanus duygusunu keşfedemedim" diye itiraf etmişti. "Agape" "ben"in içinde ya da psikoanalitik haritadaki herhangi bir yerde bulunmadığı için bunda haklıydı. Ne ego, ne süper ego, ne de id "agape" alamaz ve veremez. Bunlar sadece güneşin altında biraz yanabilirler.

Hem eros hem de "philos"u yaşamak kesinlikle güzeldir. Böylece faydalarını, yararlarını ve sınırlarını kendiniz keşfedebilirsiniz. Ve hazır olduğunuzda "agape" sizi bekliyor olacaktır.

LOU  MARINOFF - Felsefe Hayatınızı Nasıl Değiştirir? (s:172-175)


Not: Sevginin üç farklı türünün din olgusu ortaya çıkmadan önce nasıl değerlendirildiğini yalın ve anlaşılır bir şekilde anlattığı için kitaptan doğrudan alıntı yaptım. Yoksa, sevgi üstüne herkes bir şeyler söyleyebilir ve de yazabilir. Benim de yazılarım var sevgi üstüne, sevginin gücü üstüne. Önemli olan sevginin kaynağı ve boyutlarının keşfidir diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum? 





20 Haziran 2017 Salı




DÖRTDİVAN (BOLU) YAYLALARINDA 
TARİHE KISA BİR BAKIŞ 

VE 

DOĞA YÜRÜYÜŞÜMDEN NOTLAR



Taşı, toprağı, havası, suyu kısacası dört bir yanının güzelliği ve acısı, tatlısı, sevinci, hüznüyle birlikte efsanelerde, destanlarda, şiirlerde dizelere dökülmüş  Anadolumun, hangi güzelliğini anlatsam kelimeler kifayetsiz kalır, anlatamam; ama "Anadolu" şiiriyle anlatan Ahmed Arif'in yardımıyla anlatırım ben de.

Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadolu'yum ben,
Tanıyor musun?
......
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım, 
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?
......

Dörtdivan yaylalarında doğa yürüyüşü yapılacağının ilanını okuyunca heyecanlandım. Heyecanım hem yeni bir rotada yürüyeceğimden; hem de "Ne şah ne sultan ne de Bolu Beyi" ni takan Ruşen Ali'nin (Köroğlu) doğduğu ve at koşturduğu topraklarda  bulunacağımdandı. Köroğlu'nun çıkıp dağlarına yaslandığı bu yöreyle ilgili bir araştırma yaptım. Tarihi yerlerde yürüyeceksem ben bunu hep yaparım. Bilerek yürümek isterim çünkü..

Pazar sabahı erkenden yola koyulduk, "Yol Arkadaşım" grubuyla birlikte. Kahvaltı molasından sonra, iki saat yol gittik ve Dörtdivan' a vardık. İlçe girişinde bizi karşılayan Köroğlu Heykeli oldu. Sazıyla, sözüyle zalim Bolu Bey'ine baş kaldıran, zenginden alıp fakire dağıtan ve bu yönüyle Bolu ve çevresinin Robin Hood'u diye adlandırdığım  Köroğlu.
Köroğlu kavganın, özgürlüğün sembolüdür halk arasında. Halk onu sever; çünkü zalim Bolu Beyi'ne baş kaldırmıştır. Baş kaldırı sebebi, babasının intikamını almak için önce kişisel olsa da, sonrasında zenginden alıp fakire dağıttığı için toplumsal ve siyasal bir boyuta dönüşmüştür. Ruşen Ali'yi 'Köroğlu' olarak ünlendiren de sanırım bu dönüşüm olmuştur. 




DÖRTDİVAN

Tarih:

Bu şirin, küçük ilçenin tarihi çok eski; kendisi küçük ama tarihi büyük! Merak ettim ilçenin adı neden Dörtdivan diye ve araştırdım. İlginç bir hikayesi var.

Malazgirt Savaşı ile Anadolu'ya gelen Oğuz Türklerinin Kayı boyundan bir bölümü 1074-1076 yıllarında Dörtdivan ve çevresine yerleşmişlerdir. Yerleştikleri yerlere Oğuz boylarına özgü isimler vermişlerdir. Bu durumu ilçedeki köylerin isimlerinde sıkça görmek mümkündür. (Adakınık, Dülger, Bünüş, Çalköy, Cemaller, Çardak, Göbüler, Gücükler...) Dörtdivan'ın bir yerleşim birimi olarak kurulmasının 1197'de I. Alaaddin Keykubat zamanında olduğu tahmin edilmektedir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde, Sultan I. Alaaddin Keykubat'ın Bolu Bey'i iken fethettiği dağlarda Divan kösü çaldırdığı, bu nedenle de bu yerlere "DİVAN" denildiğini yazmaktadır. Bu yerlerin önce 7 adet olduğu, fakat bunlardan, 3'ünün küçük olduğu için kapatılıp 4'ünün kaldığı ve bu yüzden de adının "DÖRTDİVAN" olduğu belirtilmektedir. Ayrıca Ankara Savaşı'nda yenilen Osmanlı ordusunun geri çekilmesi sırasında Timur'un Ordusu tarafından takip edilmiş, Gerede ve Dörtdivan halkı Osmanlı askerlerini savunarak Osmanlıların yeniden toparlanmasında önemli rol oynamıştır. Halk şairi Köroğlu Dörtdivan ilçesinin Aşağısayık Köyü Hesinler mahallesinde doğmuştur. 
(dortdivan.gov.tr)

Aracımızla ilçeyi boydan boya geçerek yürüyüşümüzün başlayacağı köye doğru yola koyulduk. Aracın camından gördüğüm yeşilin her tonundaki diz boyu otlar ve ağaçlarla mor, sarı, krmızı, mavi ve beyaz renkli çiçeklerle kaplı tarlalara bakmaya doyamadım. Özellikle gelincikler, hiç görmediğim kadar kocamandılar. (Yürüyüşe geç başlamamak için aracımız durmadı ve ben bu kocaman gelinciklerin fotoğrafını çekemedim.) Çalköy' de kısa bir mola verdik. Diğer çevre köylere nispetle büyükçe ve çok güzel bir köydü. Köyden hareketle yaklaşık 5 kilometre sonra yaylalara doğru yürüyeceğimiz Aydıncık Köyü'ne vardık, hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra yürüyüşe başladık. Hava kapalı ve ince ince yağmur serpiştiriyordu. Öğleden sonra hava bulutluydu ama yağmur dinmişti. Tırmanışımız meşe ağaçlarının yoğun olduğu orman yolunda başladı. Yol boyunca "binbir çeşit çiçek" derler ya adeta bu tanıma uygun olan çiçek tarlasında yürüdük. Ve bu çiçekler arasında biri vardı ki, doğada ilk kez görüyordum ve sevinçten havalara uçtum. Hangi çiçek mi? Kokusu ve güzelliği dillere destan mavi süsen çiçeği. Üzerine basmamak için çevresinden geçtiğim, elimle başını okşadığım, okşarken kokusunu içime çektiğim bu çiçeği doğada ilk kez görsem de süs bitkisi olarak kendisini ve mitolojik öyküsünü iyi biliyordum. Latince adı "cennetin gözü" anlamında olan İris, renkleri ve çizgileri göz simgesine benzediğinden ismini İris Tanrıçasından (Mitolojide, Zeus, insanlara mutlu haberleri ileteceğinde hep İris'i kullanırmış) almaktadır. Eski Yunanda da her insanın cennetten bir parça taşıdığına inanılmasının sebebi tüm insanların "gözbebeğine" sahip olmasıdır.
Arkadaşlarımdan bu güzel çiçeğe zambak diyenleri uyarmayı ihmal etmedim. :)


Süsen Çiçeği (İris)

Diz boyu otlar, mis kokulu çiçekler ve yabani kekikler arasında  tadına doyamadığım bir yürüyüş gerçekleştirdim. Yer yer küçük dereleri aştım, dere kıyısında uzanıp gözlerim kapalı akan suyun sesini dinledim. Bu özel anlarda ben Alice'tim ve "Harikalar Diyarı"ndaydım. Aldığım keyfi başka türlü anlatamam çünkü.

Yürüyüşün sonlarına doğru, bulunduğum yerin karşısında diğer ağaçlardan farklı gibi duran, ağır havasıyla kendini hissettiren ve kendisine bakmaya adeta zorlayan bir orman dikkatimi çekti. Sanki, özellikle ayrılmış bir alandı. Yürüyüşü Aydıncık Köyü'nde sonlandırdık. Ben, bir köy evinin bahçe duvarında oturup dinlenirken yanıma "Hoş geldiniz" demek için gelen köylü kadınlarla yaptığım sohbette bu garip ormanın  adının "Erenler Çamlığı" olduğunu öğrendim. Bu ormandan tek bir dal ağaç bile almazmış köylüler. Bir dal alanın ve bunu evine koyanın ya da yakacak olarak kullananın evinden bir cenaze çıkarmış. Bu ormandan elde edilen odunlar yalnızca camide ve köyün ortak işlerinde kullanılırmış. Köylülerin bu inanışlarının doğru olabileceğine inandım, bana hissettirdiklerini düşününce.

Dörtdivan İlçe ekonomisinin tarım, hayvancılık, orman işçiliği ve buna dayalı sanayiye dayandığını bildiğimden köylü kadınlara; "Neden bu cennet gibi yaylalarınız bomboş?" diye sordum. Aslında cevabı biliyordum ama onlardan duymak istedim. Tahmin ettiğim gibi cevap şöyleydi; "Gençlerimiz okumak ya da çalışmak için büyük şehirlere gittiler. Köyde yaşlılar kaldı ve çoğu hasta. Artık yaylacılık yapamıyorlar. Bizde köyde beslediğimiz birkaç ineğin sütünü fabrikaya gönderiyoruz. Fabrikada peynir, tereyağı yapılıyor, satın alıyoruz." Ben de ''Desenize dedim; biz şehirde yaşayanlardan bir farkınız yok, farkınız sadece yaşadığınız çevrede.'' 
Bu güler yüzlü, konuksever köylülerle sohbete öylesine dalmışım ki, rehberin "Gidiyoruz" çağrısına benim yerime kadınlar hep bir ağızdan cevap verdiler: "Siz gidin, bu akşam bizim misafirimiz olsun. Yarın biz göndeririz." Gönlü zengin bu güzel insanlara teşekkür ederek "kürkçü dükkanı"ma dönmek üzere araca bindim. Bir gün daha sona ermişti. Elimde olsaydı günün bitmesini hiç istemezdim.

Bu güzel yürüyüşü düzenleyen "Yol Arkadaşım Grubu"nun rehberleri Aytekin Gültekin, Zekeriya Korana ve Mesut Uğurlu'ya teşekkürler.

Fotoğrafların sonundaki notları okumayı unutmayın lütfen.















 Taş Yastıkta Dinlenme. Photo: Aytekin Gültekin









Notlar: 
1- Köroğlu Destanı, kahramanı Ruşen Ali'nin ve babası Koca (seyis) Yusuf'un Bolu Beyi ile mücadelelerini ele alır.Kahramanı 16. yüzyılda yaşamış Halk Ozanı Köroğlu'dur (Ruşen Ali). Bu destan Yaşar Kemal'in "Üç Anadolu Efsanesi" kitabında anlatılmaktadır. Köroğlu'nun atı "Kırat" da ünlüdür.

2- İris çiçeği kokusu dillere destandır. Güzel kokusundan dolayı ünlü parfümlerde kullanılır. Lancome - Tresor parfümünde gül, kehribar ve sandal ağacının yanı sıra iris de yerini alır. Bazı bölgelerde bahar bayramı olan nevruz çiçeği olarak da bilinir. Eskiden, kitap veya defter sayfaları arasında kurutularak uğur getirdiği inancıyla evlerde saklanan bir çiçekti. Benim de süsen çiçeği kurutmuşluğum vardır.

3- Kösler tokmaklarla vurularak çalınan, üzerine çoğunlukla deve derisi gerilmiş, bakır gibi bir madenden yapılmış, büyük ve derin bir kase ve kazandan ibarettir. Kösün genellikle kaidesi ve deri gerilmiş yüzü daire şeklindedir.

Kösler hükümdarlık alametlerinden biri kabul edilir ve savaş alanında askerleri coşturur, düşmanları top gürültüsünü andıran sesiyle yıldırır ve ürkütürdü. Barış zamanında ise elçilerin kabul merasimleri, şehzadelerin doğumu, sünnet ve düğün törenleriyle bayram günü ve geceleri gibi çeşitli vesilelerle vurulurdu.
(diyanetislamansiklopedisi.com)











13 Haziran 2017 Salı




HAZİRAN'DA ÖLMEK ZOR


Ölüm için "Her ölüm erken ölümdür/ Biliyorum Tanrım" demiş, Cemal Süreya. Ve eklemiş: "Aldığın şu hayat fena değildir/ Üstü kalsın." 

"Haziran'da Ölmek Zor" adlı şiirinde şu şekilde dizelere dökmüş ölümü, Hasan Hüseyin Korkmazgil- Orhan Kemal'in anısına ve Nazım Hikmet'in ardından:

Gece leylak ve tomurcuk kokuyor
Yaralı bir şahin olmuş yüreğim
Uy anam anam Haziran'da ölmek zor
.....
Gece leylak ve tomurcuk kokuyor
Uyarına gelirse tepemde birde çınar demiştin
Yıllar önce
Demek ki on yıl sonra,
Demek ki sabah sabah,
Demek ki manda gönü
Demek ki Şile bezi,
Bir de Memedin yüzü,
Bir de saman sarısı,
Bir de özlem kırmızısı,
Demek ki göçtü usta.
Kaldı yürek sızısı
Yıllar var ter içinde taşıdım ben bu yükü
Bıraktım acının alkışlarına
ÜÇ HAZİRAN ALTMIŞ ÜÇÜ
.....

Gerçekten de Haziran, sanki Türk Edebiyatı için bir yaprak dökümü ayı olmuş. Yaz mevsiminin bu ilk ayı, sonbaharın ilk ayına dönüşmüş; ünlü yazar ve şairlerimizin bu ayda ebediyete yolculuklarıyla. Hazan'ın hüznü, Haziran'a yapışmış kalmış, üç ay evvelinden...

İşte, bugün Haziran ayında ölen ünlü yazar ve şairlerimizi anacağım, saygıyla. (sıralama; ayın ilk gününden son gününe doğru olacak.)

--ORHAN KEMAL - 2 Haziran 1970

Mehmet Raşit Öğütçü veya kullandığı adıyla Orhan Kemal (15 Eylül 1914, Adana - 2 Haziran 1970, Sofya), toplumcu, gerçekçi, Türk romancısı ve oyun yazarı.



--AHMED ARİF - 2 Haziran 1991

Asıl adı Ahmet Önal olan Ahmed Arif (21 Nisan 1921, Diyarbakır - 2 Haziran 1991, Ankara) şair ve gazeteci.





--NAZIM HİKMET - 3 Haziran 1963

Nazım Hikmet Ran ya da kısaca Nazım Hikmet (15 Ocak 1902, Selanik - 3 Haziran 1963, Moskova), Türk şair, oyun yazarı, romancı ve anı yazarı.



--AHMED HAŞİM - 4 Haziran 1933

Ahmed Haşim (1884, Bağdat - 4 Haziran 1933, İstanbul), sembolizmin öncülerinden Türk şair.




--CAHİT IRGAT - 5 Haziran 1971

Cahit Irgat (21 Mart 1915, Lüleburgaz - 5 Haziran 1971, İstanbul), Türk tiyatro ve sinema sanatçısı, şair.




--CAHİT ZARİFOĞLU - 7 Haziran 1987

Abdurrahman Cahit Zarifoğlu (1 Temmuz 1940, Ankara - 7 Haziran 1987, İstanbul),Türk şair ve yazar.





--ABDÜRRAHİM KARAKOÇ - 7 Haziran 2012

Abdürrahim Karakoç (Nisan 1932, Ekinözü - 7 Haziran 2012, Ankara), Türk şair ve gazeteci.




--HALİDE NUSRET ZORLUTUNA - 10 Haziran 1984

Halide Nusret Zorlutuna (1901, İstanbul - 10 Haziran 1984, İstanbul), Türk şair, yazar, öğretmen. "Kadın yazarların annesi" olarak anılır. Hece ölçüsünde hamasi şiirleri ve konuşulan Türkçe ile yazılmış romanları vardır. Romancı Emine Işınsu'nun annesi, Pınar Kür'ün teyzesidir.




--CEMİL MERİÇ - 13 Haziran 1987

Hüseyin Cemil Meriç (12 Aralık 1916, Reyhanlı - 13 Haziran 1987, İstanbul), Türk yazar, çevirmen ve düşünür. Başta dil, tarih, edebiyat, felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında araştırma yapmış ve yazılar kaleme almış bir düşünce adamı.




--MİNA URGAN - 15 Haziran 2000

Mina Urgan (1 Mayıs 1915, İstanbul - 15 Haziran 2000, İstanbul), Türk, İngiliz edebiyatı profesörü, yazar, filolog ve çevirmen. İngiliz edebiyatının en önemli eserlerini Türk edebiyatına kazandırdı.




--PEYAMİ SAFA - 15 Haziran 1961

Peyami Safa (2 Nisan 1899, İstanbul - 15 Haziran 1961, İstanbul), Türk yazar ve gazeteci. Psikolojik türdeki eserleriyle Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında ön plana çıktı.





--PERİDE CELAL - 17 Haziran 2013

Asıl soyadı Yönsel olan Peride Celal (10 Haziran 1916, İstanbul - 17 Haziran 2013, İstanbul), türk yazar. Yazın hayatının ilk on beş yıllık döneminde popüler aşk romanları kaleme almış; 1950'lerde yazarlığında bir dönüşüm geçirerek daha gerçekçi, bireyin içsel sorunlarını derinlemesine irdeleyen romanlar yazmıştır.






--HASAN İZZETTİN DİNAMO - 20 Haziran 1989

Hasan İzzettin Dinamo (1 Ocak 1909, Akçaabat - 20 Haziran 1989, İstanbul), Türk yazar. 



--CAHİT KÜLEBİ - 20 Haziran 1997

Cahit Külebi (20 Aralık 1917, Zile - 20 Haziran 1997, Ankara), Türk şair. Halk şiirinden, türkülerden yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturmuş, konu olarak yurt, insan ve doğa sevgisini işlemiştir. Şiirlerinde çocukluğunun ve gençlik yıllarının geçtiği yörelerden izlenimlerini yansıtmıştır.




--AHMET MUHİP DIRANAS - 27 Haziran 1980

Ahmet Muhip Dıranas (1909, Sinop - 27 Haziran 1980, Ankara), Türk şair, yazar. Lisedeki edebiyat öğretmenleri Faruk Nafiz Çamlıbel ve Ahmet Hamdi Tanpınar, şiir sevgisinin gelişmesinde etkili oldular. Hece şiirinin son kuşağı denilebilecek şairler arasında Ahmet Muhip Dıranas, çağdaş Batı şiirine (Baudelaire, Verlaine) en yakın, kendinden bir iki kuşak sonrası şairler üzerinde, az sayıda şiirle bile olsa, uzun süre etkili olan bir şairdir.
(turkedebiyati.org)



--TAHSİN SARAÇ - 29 Haziran 1989

Tahsin Saraç (1 Ocak1930, Muş - 29 Haziran 1989, İzmit), Türk şair ve çevirmen. Özenli bir dil ve titiz bir kurguyla oluşturduğu toplumsal içerikli şiirleriyle tanınmıştır. Yunus Emre, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Orhan Asena, Sermet Çağan gibi Türk şiir ve oyun yazarlarının eserlerini Fransızca'ya çevirdi. Bazı Fransızca eserleri de Türkçeleştirdi.
(antoloji.com)








Altına not düşmediğim şair ve yazarlara ait bilgiler ve fotoğraflar Vikipedi'den alınmıştır.





8 Haziran 2017 Perşembe




YEMEN'DE KADIN OLMAK




Bir gezgin olarak dünyayı gezdim; kah ulaşım araçlarıyla gerçekte, kah okuduğum kitaplardaki coğrafyaları, kültürleri hayallerimde canlandırarak. Çok zenginim çok! Zenginliğim hayallerimin genişliğinden kaynaklanıyor, cüzdanımın kalınlığından değil. Yanlış anlaşılmasın. Yeni bitirdiğim bir kitap sayesinde kuş uçmaz, kervan geçmez Yemen çöllerinde gezindim, durdum: Çöllerinde üç yüz bin şehit bıraktığımız, "giden gelmiyor, acep nedendir?" diye türkü yaktığımız, türküyü dinlerken hüzünlendiğimiz ve düğünlerde "Kahve Yemen'den gelir" le halay çektiğimiz o uzak, egzotik ülke Yemen'de.

Yemen Ortadoğu' da Arap Yarımadası'nda yer alan bir ülke. Kuzeyinde Suudi Arabistan, doğusunda Umman olmak üzere iki komşusu bulunmakta. Güneyinde Aden Körfezi, Arap Denizi ve batısında Kızıldeniz ile çevrilidir. Petrol, balık, kaya tuzu, mermer, kömür, altın, kurşun, nikel, bakır ve batıdaki verimli araziler başlıca doğal kaynaklardır. Yemen'in başlıca gelir kaynağı tarımdır. Ülke topraklarında petrol bulunmasına rağmen çıkarılmadığı için gelir içindeki payı düşüktür. Ülkede çöl iklimi etkilidir ve yıl içinde toz ve kum fırtınaları görülür. Yemen 1517'de Memlüklüler'den Osmanlı yönetimine geçmiştir. 1918'de İmam Yahya'nın yönetimine giren ülkede 1962' de Cumhuriyet ilan edilmiştir.

Yemen'le ilgili bu kısa bilgiden sonra, kitabı anlatmaya geçebilirim. Şunu özellikle belirtmeliyim: Çünkü yazımı okuyanlar, kitabın taraflı yazıldığını düşünebilirler. Yemen'de çağdaş köleliğe zorlanan iki kız kardeş Zana ve Nadia babaları Yemenli olan bir ailenin kızlarıdır ve çift pasaportludurlar. Zana ve kardeşi Nadia, Birmingham'da doğmuşlar ve 14-15 yaşlarına kadar  İngiltere'de yaşamışlardır. Ta ki, babaları onları bir oyunla Yemen'e gönderene dek. İkisi de öğrencidir, üstelik.




"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti."* demeyeceğim ama "Bir gün bir kitap okudum ve dehşete düştüm." diyeceğim. Beni dehşete düşüren kitabın adı: Bir kadının yürek parçalayan, çağdaş köleliğinin gerçek öyküsü; Zana Muhsen'in yazdığı "ANNEMİ BİR KEZ DAHA GÖREBİLSEM" 

Kitabın neredeyse kısa bir özeti olan "Giriş" bölümünden alıntı yapıp, ardından Zana'nın yaşadıklarından aldığım ve önemli gördüğüm notlarımı paylaşacağım sizinle. Böylece bir kadın olarak neden dehşete düştüğümü anlatabilirim sanırım.

Bu öykü, çağdaş dünyamızda hala hüküm süren en ilkel bazı unsurlarla dünyadaki en nitelikli bazı insanlar arasındaki çatışmayı anlatır. Öykünün odak noktası, trajik kaderleri hükümetlerin istifasına, ailelerin parçalanmasına ve iki kültürün birbirine düşmesine neden olan Birminghamlı iki genç kızdır.

Zana Muhsen, evden alınıp ilk önce köylülerin elleriyle kayalık toprakları kazdıkları bir yaşama sürüklenmiş; sonra da bireyin medya holdinglerini denetlediği ve dünyanın çevresinde hızlıca gezmek için uçaklarla gezdiği, Batı Avrupa'daki saraylara ve güçlü kişilere ulaşabildiği bir dünyaya geçmiştir. Bu öykü, Binbir Gece Masalları'ndan biri olabilirdi ama farkı, şu anda yaşanıyor olmasıdır. Ve bu düş, gerçek bir kabusa dönüşmüştür.

Yemen, dünyanın en yoksul ülkelerinden biridir. Halkın büyük bir çoğunluğu, bin yıl önce nasılsa, yaşamını hala aynı biçimde sürdürmektedir. Güçlü, kuvvetli, sağlam birçok erkek evine ekmek parası göndermek amacıyla ülke dışında çalışmaya giderken, peçelerinin arkasına saklanmış eşleri de köylerinde kalıp en ilkel koşullarda ailelerine bakar, durup dinlenmeden çalışırlar.

Bu dünya korkunç, tehlikeli, ilkel bir dünyadır. Erkeklerin baskın olduğu bu yerde, kadınlar yaşamın içinde kaybolduklarını kabul etmişlerdir. Dokuz yaşında tanımadıkları bir erkekle evlendirilebilir veya evlerine su getirmek için her gün kuyuya gitmek amacıyla kilometrelerce yürüyebilirler. Her yıl kıraç topraklara yalnızca küçük bir çapa yardımıyla tohum ekip ürün toplarlar.

İki Birminghamlı kız, Nadia'yla Zana Muhsen, Yemen'e babaları tarafından tatile gönderildiklerinde, onlara bir serüven yaşayacakları anlatılmıştı. Harika sahilleri görmeyi, eyersiz ata binmeyi ve deve yarışlarını izlemeyi umut etmişlerdi. Yerine, kendilerini on dört ve on beş yaşlarında, Mokbana bölgesindeki kabile köylerinden birinden iki delikanlıyla evlendirilmiş buldular.Bu Orta Çağ kurallarının hüküm sürdüğü dünyada, kadınların neredeyse hiç hakları yoktur; kesinlikle kendi yaşamları üzerinde kontrolleri bulunmamaktadır. Aileleri içinde, tümüyle erkeklerin baskısı altında yaşarlar. Erkekler, onların üzerinde yasadır. Dağlarda soru sorarak gezen yabancılarsa bir şekilde kaybolurlar.

İngiltere ve Amerika gibi ülkelerden kandırılarak getirilen, evliliğe ve Yemen'deki kölece yaşam koşullarına zorlanan kızlar yalnızca Nadia'yla Zana değildi. Ama Zana, annesinin ve İngiliz medyasının yardımıyla ilk kaçan kişiydi.

Annelerinin dağlarda saklanan kızlarını bulması altı yılını, Zana'nın oradan çıkması için bir yol bulmasıysa iki yılını aldı. Nadia ise, hala Mokbana'da tutsak yaşamını sürdürüyor.
(...)

Zana, hiç sevmediği, nefret ettiği kocasından boşanmak ve İngiltere'ye dönmek için oğlu Marcus'u terk etmek zorundadır. Yemen yasalarına göre oğul babada kalacaktır çünkü. Ne kadar acımasız bir seçim anne için değil mi? Zana, oğlunu babasına bırakıp İngiltere'ye özgürlüğüne döner. Kız kardeşi Nadia ise ya çocuklarımla giderim ya da burada kalırım diyerek ama bir gün mutlaka buradan kurtulacağım(anne ve ablasının yardımlarıyla) düşüncesiyle Yemen'de kalır. Kitap yazıldıktan sonra kurtarıldı mı diye merak ettim ve araştırma yaptım. Çünkü ablası bu kitabı uluslararası kamuoyu oluşturup kardeşini kurtarmak için yazmıştı. Ve araştırma sonucunda 2016'da basımı yapılan Zana Muhsen'in yazdığı "Nadia'ya Sözüm Var" kitabının tanıtım bülteninden okuduğum kadarıyla Nadia henüz kurtarılamamıştı. Kız kardeşlerin Yemen'e 1980 yılının Haziran ayında gönderildiklerini düşününce, Nadia'nın tam bir Yemenli kadına dönüştüğüne inanıyorum; İngiltere'ye dönebilse bile, uyum sorunu yaşayacağını da. "Kafeste doğan kuşlar, uçmayı hastalık olarak görürler." misali.

Bir anneyi, ya özgürlüğün, ya çocuğun diye seçime zorlamak çok insafsızca ve insanlık dışı. Bunu bilerek, kitabı bitirdiğimde kendime şu soruyu sordum: Zana mı doğru yaptı, yoksa Nadia mı? Bu sorunun cevabını bulamadım; bir anne ne özgürlüğünden ne de çocuğundan vaz geçebilir çünkü.

Zana'nın kitabında bahsettiği Yemenli kadınların yaşamından ve Yemen'e ait geleneklerden seçtiklerim:

--Yemen'de erişkin erkeklerin %85'i bir tür uyuşturucu olan qat çiğnerler. Qat: Tütün gibi çiğnenebilen; çayı yapılan bir çeşit çalı olan Catha edulis bitkisinin yapraklarıdır. Hafif sarhoşluk veren bir çeşit uyarıcıdır. Kadınların qat çiğnemesi yasaktır.

--Bütün kadınlar, küçük kızlar bile geleneksel Arap giysileri giyerler ve yüzlerini peçeyle kapatırlar. Başları, saçlarını örtmek amacıyla eşarplarla çevrilidir. Çünkü Yemen'de kızlar, yürümeye başladıklarından itibaren namuslarını göstermek zorundadırlar. Batılı giyim tarzı giyinen kadınlara namussuz diye bakarlar.

--Erkekler yurt dışından köylerine döndüğünde, biriktirdikleri paraya bağlı olarak, genellikle altı ay ya da bir yıl kalıyorlardı. Yemen'deyken hiçbiri çalışmıyordu; onlar için yapacak hiçbir iş yoktu. Sadece oturuyor, çevrede sohbet ediyor ve qat çiğniyorlardı.

--Erkeklerin birçoğu sigara içiyor ama kadınların sigara içmesine izin verilmiyordu. Kadınların, içinde "tutan" adlı tütün kaynatılan nargile içmelerine izin vardı. Tutanı da ramazanda daha çok içerler.

--Mısır, kepek ve buğday gibi ürünlerin bakımı, tohumun ekilmesinden chapatisin (bir çeşit mısır ekmeği) pişirilmesine kadar kadınların sorumluluğundadır. Bu, bitmek tükenmek bilmeyen bir iştir.

--Bir kız Yemenli bir aileye gelin gittiğinde, evin işlerinin yükünü diğer kadınlarla paylaşması, ağır işleri yaşlıların elinden alması beklenir. Erkeklerin oğulları için sağlıklı ve güçlü kadınlar satın almalarının nedenlerinden biri de budur.

--Kuran akraba evliliğini desteklediğinden, köydeki birçok kadın kuzeniyle evliydi. Köyde hiçbir kadın, Nadia'yla benim dışında, gerçek anlamda zor kullanılarak evlendirilmemişti. Eğer onlar için seçilen erkek çocukla evlenmek istemiyorlarsa bunu yapmak zorunda değildiler.

--Yemen'deki evliliklerde, her zaman işin içinde para olur. Oğlanın ailesi, kızın ailesine kızı "satın almak" için para öder. Ne kadar ödeyecekleri ailenin zenginliğine, oğlanın kızı ne kadar çok sevdiğine ve ne kadar ödemek istediğine göre değişir. Kız babaları da kızları için bir değer biçerler ve anlaşana kadar pazarlık yaparlar. Bazı kızlar çok ucuza, bazılarıysa çok pahalıya satılır. Damadın da ayrıca kız için pahalı takılarla giysiler alması beklenir.

--Oğlan çocuğu evlense bile, babasının sözünden çıkamaz ve babası tarafından dövülen, şiddet uygulanan karısını  dahi koruyamaz. Babası ne derse o olur, aile içinde.

--Erkek bebekler yedi günlükken sünnet edilir. Sünnet çok pahalı bir iş olduğundan, bebeğin yaşayıp yaşamayacağını görmek için bir hafta beklerler. Sünneti yapan adamın tıp eğitimi yoktur ve bu iş babadan oğula geçer. Kız bebekler ise dört günlükken sünnet edilir.

--Boşanan kadın, çocuklarını kocaya verir ve kendisine bakması için ailesinin yanına geri döner. Koca, büyük olasılıkla bakmaları için çocukları kadın akrabalarına verecektir (anne veya kız kardeşler). Birçok kadının kocasına uzun süre katlanmasının en büyük nedeni, çocuklarını kaybetme korkusudur.

--Kadınların, çocukları öldüğünde bile cenaze töreninde mezarının başında durmasına izin verilmez. Bu erkeklerin işidir.

--Yemenli erkekler, idari yönetimde yetki sahibi olanlar bile verdikleri sözü tutmayıp, yalan söylüyorlar. Verdikleri kararı, duruma, kişiye göre anında değiştirebiliyorlar. Yani güvenilir değildiler.

Daha fazlası için kitabı okumanız gerek. 332 sayfalık bu öykü bir solukta okunuyor.


Not: 1- Yemen'in en önemli şehri olan ve denizden üç bin metre yükseklikte bulunan Sana'a, bir zamanlar "Arabistan'ın çatısı" olarak adlandırılmış. Bab el- Yemen, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmış. Kahve artık Yemen'den gelmiyor. Çünkü qat bağımlısı olan Yemenliler, kahve ve meyve ağaçlarını söküp, yerlerine qat bitkisini dikmişler: Eskinin kahve üreticisi, şimdinin qat üreticisi olmuş.

2- Amerikalı Betty Mahmudi'nin "Kızım Olmadan Asla" kitabını okuduğumda, bu kadar etkilenmemiştim. Belki Pers lerin uygarlığa katkılarını düşünüp bugünkü İran'ı umursamadığımdandı. Bu kitapla, zaten varolan Araplar hakkındaki olumsuz düşüncelerim  pekişti. 



* Bu cümle, Orhan Pamuk'un "Yeni Hayat" romanının ilk cümlesidir.