28 Şubat 2014 Cuma




DUNNING-KRUGER SENDROMU
Cahil Cesareti

Bir süredir İzmir' deyim. Türkiye' nin aydınlık yüzü güzel İzmir' de. Ankara' nın kasvetli, soğuk havasından ve kaotik ortamından uzakta. Dağlarına bahar gelmiş, kırları, bayırları çiçeklerle donanmış. İzmir' in havasını solumak bile insana huzur veriyor. Ve bu solukla, kendinizi apayrı bir coğrafyada, apayrı bir dünyada hissediyorsunuz. Körfez' in derin, mavi sularını izlerken kafanızı boşaltıyor, rahatlıyorsunuz. Bu rahatlama, akşam haberlerini izleyinceye kadar sürüyor. Haberleri izlediğinizde artık, nerede, hangi şehirde olduğunuzun bir önemi kalmıyor ve gerçeklerle yüzleşiyorsunuz; içiniz daralıyor, ruhunuz sıkılıyor ama ne çare? 

İşte, bu duygularla, 2000 yılında Psikolojide Nobel Ödülü alan Dunning-Kruger' in çalışmalarını yeniden okumak ihtiyacı hissettim, azıcık rahatlamak için.  

Psikologlar Justin Kruger ve David Dunning' in tarihe geçen çalışmalarının özeti şu: " Cehalet gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır." Ülkemizde bu durum "cahil cesareti" diye adlandırılsa da, literatür' de "Dunning-Kruger Sendromu" olarak geçer. Dunning ve Kruger' in yapmış olduğu bu çalışmalar; metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılmış ve şu bulgulara ulaşılmıştır:

- Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
- Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
- Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
- Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Uzman psikologlar Dunning ve Kruger, bu teorilerini test etme fırsatı da bulurlar. Cornell Üniversitesi' nden 45 öğrenciye bir test yaparlar, çeşitli sorular sorarlar. Ardından öğrencilerin "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını, tahmin etmelerini" isterler.
En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60' ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70' e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıkar.
En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçak gönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70' ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görülür. 
(Dr. Serra Menekay Öncel'in yazısından kısaltıldı.)

İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan" yetersiz, haddini bilmez ama cesur" insanlar, her işte öne çıkmaktan, kendi bilgi birikimini aşacak görevlere talip olmaktan en ufak bir rahatsızlık duymayacaklardır. Çünkü bunu kendilerine "hak" olarak göreceklerdir. Onlar için görevde yükselmede "liyakat" ın bir önemi yoktur, kendilerine güvenleri tamdır.
Bilgili, yetenekli olanlar ise, bir üst göreve kendiliğinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler, beklentilerinin gerçekleşmediğini gördüklerinde de kırılacaklar ve çalışma şevkleri azalacak, hatta küseceklerdir. Bu yetenekli ve bilgili insanlar, cesur olmadıkları için mi yüksek görevlere talip olmazlar? Tabii ki hayır. Onlar, içleri dolu olan başakların başlarını eğmesi gibi, mütevazi olduklarından, dolu fıçının az ses çıkarması gibi az çıkan seslerini duyuramadıklarından yüksek görevlere talip olmazlar. Elbet bir gün, kıymetimizi bilen, bilgiye, yeteneğe değer veren birileri çıkar diye bekleyip dururlar. Oysa bu bekleyiş nafile bir bekleyişten öteye gitmez ne yazık ki...

Şöyle bir çevrenize baktığınızda, örneklerini çokça görebileceğiniz bu durum değişir mi? Bilmiyorum, ama değişmesini umut etmekten vazgeçmiyorum...




20 Şubat 2014 Perşembe




REKLAM  ÖNEMLİDİR


TV' de güzel bir film, dizi, belgesel veya sevdiğiniz bir programı izlerken araya giren reklamlara gıcık olmayanınız var mı? Ben gıcık olanlardanım. Reklamlar devreye girdiğinde "hop" kanal değiştiririm o derece yani. Ancak bu davranışım, reklamın önemli olduğu konusundaki düşüncemi etkilemez. Çünkü biliyorum ki, ticaret ve satışın temelinde pazarlama ve reklam faaliyetlerinin önemi çok büyüktür. Öyleki, iyi bir ürüne sahip olmanız, o ürünü kolayca satabileceğiniz anlamına gelmez.

Reklam ve pazarlama konusunda yaratıcı düşünceye sahip olanlar, hedef ürünün varlığını, hedef tüketiciye bildirerek amaçlarına ulaşırlar. Bu bildirimi, TV, Dergi, Gazete, İnternet, v.s gibi iletişim araçlarıyla yaparlar. Bazen de araçsız, direkt olarak yapılan bildirimler vardır. Aşağıda anlatacağım öykü buna güzel bir örnektir.

Bir bahar günü, Brooklyn Köprüsü' nde kör bir adam dilencilik yapıyormuş. Dizlerinin dibine bir tabela koymuş. Tabelanın üzerinde, "doğuştan kör" yazılıymış. Herkes dilencinin önünden geçip gidiyor ama para vermiyormuş. Oradan geçen bir reklamcı bunu görmüş. Tabelayı alarak, arkasına bir şeyler yazmış; olduğu yere tekrar bırakmış.

Ne olduysa ondan sonra olmuş...Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yazıyı okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkaya, habire para atmaya...

Bir cümle yetmiş, onca kişiyi etkilemeye ve dilencinin şapkasının kısa sürede ağzına kadar parayla dolup taşmasına...

Tabelada: "Güzel bir bahar günü...Ama ben ne yazık ki baharı göremiyorum." yazıyormuş.

Kıssadan hisse: Önemli olan, söylenenin ne olduğu değil, nasıl söylendiği ve söylenenin  nasıl anlaşıldığıdır.



15 Şubat 2014 Cumartesi




LADY  MACBETH




İnsan olup da, ihtirası olmayan var mı? Eğer varsa, bu insanların yaşamdan beklentilerinin olup olmadığı sorgulanabilir; çünkü, ihtirası olmayan canlılar yalnızca bitkiler ve hayvanlardır. İnsan, doğası gereği, takdir edilmek, saygı görmek, sevmek ve sevilmek ister. Bu ihtiyaçları karşılandıktan sonra da, ideallerini ve yeteneklerini gerçekleştirmek ister. İşte tüm bu ihtiyaçlar, insanın davranışlarına yön verir. İdealleri ve yetenekleri gerçekleştirebilmenin yolunun başlangıcında ise ihtiras vardır ki, bu güçlü istek olmazsa yolun tamamına ulaşmak neredeyse olanaksızdır. İş ki, başarının kıvılcımını ateşleyen ihtiras "hırs"a dönüşmesin...İhtiras, hırsa dönüşürse eğer, sonu gelmeyen istekleri, öfke ve kızgınlığı da beraberinde getirir çünkü. Bu öfke ve kızgınlıkla, amacınıza ulaşmak için, her yolu mübah sayarsınız. Hırs ve açgözlülük öylesine bürümüştür ki gözlerinizi, insana ait saf duygular da sona ermiştir içinizde. 

Shakespeare ünlü oyunu "Macbeth" de insan hırsının nelere yol açabileceğini, bu uğurda cinayet işlemekten bile sakınmayacağını anlatırken, aynı zamanda evrensel ve ahlaki değerler açısından bakmamızı da sağlıyor Macbeth' e. Oyunun kısaca özeti şöyle: Norveç ordusunu yenip bir isyanı bastıran Baron Macbeth, ülkesine dönerken yolda karşılaştığı üç cadı, onu kral olarak selamlar. Bundan etkilenen Lady Macbeth, kocasını kral yapmaya karar verir ve İskoçya Kralı Duncan' a bağlılık yemini etmiş olan kocasını ikna etmeyi başarır. Karı koca iktidar hırsıyla önce Kral Duncan' ı öldürürler ve Macbeth, İskoçya Kralı olur. Hırs için işlenen cinayet, başka cinayetlere de neden olur. Ancak, bu hırslarının sonucu onlara mutluluk değil, felaket getirecektir.

Macbeth, hırsının esiridir artık ve kötülüğe giden yolda, işlediği her cinayetten sonra azap çekmekte, ahlaki değerlerden ne denli uzaklaştığını bile bile yoluna devam etmektedir. Hırslı, tabuları olmayan, gözü doymayan, başarı için her yolu zorlayan, Kral' ın öldürülmesinden hemen sonra,kocasından daha soğukkanlı olan Lady Macbeth' in de bir vicdanının olduğu oyunun sonunda delirerek, canına kıymasından anlaşılır; O soğukkanlı kadının vicdanı, onu için için kemirir ve uyurgezer olmasına neden olur. Uykusunda gezerken, cinayet gecesini sürekli yaşayan Lady Macbeth, ellerindeki "kan kokusundan" ve aslında var olmayan" kan lekelerinden"  rahatsızdır. Ondaki bu değişim, onun da bir insan olduğu ve sadece hırslarına ve insani zaaflarına yenildiğinin göstergesidir. Şu replik bunu çok güzel açıklar:

" kendini boşa harcamış olur insan
  dilediğine erer de sevinç duymazsa
  yıktığın hayat kendininki olsun daha iyi
  yıkmakla kazandığın şey kuşkulu mutluluksa"

Lady Macbeth' in vicdanına yenik düştüğü o uyurgezer sahnesini  izlerken, Shakespeare' den iki yüzyıl sonra yaşamış olan Dostoyevski' nin "Suç ve Ceza" romanındaki Raskolnikov' u hatırladım ister istemez. Bu romanın baş kahramanı Raskolnikov da, Macbeth' den farklı nedenlerle, kendisine göre,toplumsal amaçlı olarak cinayetler işler. Raskolnikov' un tefeci kadını öldürme nedeni; toplumu kan emici "bit"lerden kurtarmak, kötü birini ortadan kaldırmak ve onun paralarını alarak yoksul insanlara yardım edeceğine olan inancıdır. Cinayeti gören tefeci kadının masum olan kız kardeşini de kendisini ele verir korkusuyla öldürür. Aylarca vicdan azabı çeken Raskolnikov, vicdan azabına dayanamayarak, suçunu itiraf eder ve cezasını çekmek üzere Sibirya' ya sürgüne gider.Lady Macbeth, kendi cezasını kendisi vererek canına kıymış, Raskolnikov ise cezalandırılmasını ve cezasını çekerek huzura ereceğine inanmıştır.Macbeth' deki cinayetler, bireysel hırs için, Suç ve Ceza' daki cinayetler toplumsal amaç için işlenmiş olsa da sonunda, vicdan azabına dayanamayan insanın vicdanı galip gelmiştir. Çünkü  vicdan, dünyadaki tüm yasalardan, değerlerden üstündür ve çok etkilidir...Her insanın içinde bir "Lady Macbeth" vardır. Akıllı olanlar, vicdan azabı çekmemek için, içindeki "Lady Macbeth" i, dizginleyebilenlerdir.



Görsel, fineartamerica. com adlı web sitesinden alınmıştır.




11 Şubat 2014 Salı




İCAT  EDİLMESELERDİ, HAYAT  NASIL  OLURDU?


Günlük hayatımızda sıklıkla kullandığımız şeylerin kim veya kimler tarafından icat edildiğini ya da ilk kez kimler tarafından kullanıldığını merak etmeyiz bile.Kullandığımız o şeylerle kaynaşmışızdır veya kanıksamışızdır onların varlığını. Bu yazımda icatlardan söz edeceğim; yaşamımızı kolaylaştıran, insanoğlunun ilerlemesine itici güç sağlayan icatlardan. Tabii ki fazla bilinmeyen, basit ama, bence önemli olanlardan. Okuyunca, kendinize şu soruyu sorup düşünmelisiniz: Bunlar icat edilmeselerdi, gerçekte hayatımız nasıl olurdu?

Alfabeyi, M.Ö. 1050 Yılında Fenikeliler(bugünkü Lübnanlılar) bulmuş, Yunanlılar tarafından yeniden gözden geçirilmiştir. Adını Yunan alfabesinin ilk iki harfinden alır: Alfa ve beta.

Aeolipil, ilk buharlı, tepkili makinedir. MS 80 yılında Heron bulmuştur. Bu makinenin yararı çok sonra, o zamanlar sayıları çok fazla olan tutsakların pek pahalı olmayan enerjileri bitip tükendiğinde ortaya çıkacaktır.

Müzik notaları Latince yazılmış bir ilahinin sözlerine göre, Benedikten Tarikatı keşişi Guido d'Arezzo tarafından bulunmuş bir sistemdir.
Do daha sonra ut' un yerine geçecektir. Anglo-Sakson ülkelerinde ise A, la' nın eşdeğeri olduğundan, A, B, C, D, E, F harf sistemi tercih edilecektir.

1607 yılında, Monteverdi müzik yazısını bulur ve beş çizgili porte üzerine Orfeo' yu (ilk opera) yazar.

1316 yılında çok iyi görmeyen yaşlı insanlar için yakını gösteren mercek bulunmuştur. Miyopların gözlük takabilmek için 1450 yılını beklemeleri gerekecektir. Aynı yıl, cam sırla kaplanarak ayna icat edilmiştir.

Matbaayı Çinlilerin 800 yılına doğru bulmuş oldukları söylenir. Avrupa' da, alfabenin harflerini ayrı ayrı ağaçtan oymayı tasarlayan Laurent Coster adlı bir Hollandalıdır. 1423' te, pazar dualarıyla birlikte alfabeyi doğru bir şekilde içeren sekiz sayfalık bir kitapçık basar. Ama ne var ki ismi anılacak olan Coster olmayacaktır.
Birkaç yıl sonra Gutenberg, erimiş kurşunla dökme harfler oluşturarak bu yöntemi geliştirir. Kollu baskı makinesini bulur, onunla 1448' de Mayence' da "kırk iki satırlı" o ünlü Kutsal Kitap' ını basar.

Mikroskop, 1610 yılında Hollanda' da Cornelius Van Drebbel tarafından bulunmuştur.

1658' de Banknot, Stockholm Bankası tarafından İsveç' te piyasaya sürülür. Fransa' da, 1914 yılına kadar altın karşısındaki değerine göre değiş tokuş edilecektir.


Klozet, 1778 yılında Joseph Bramah tarafından bulunmuş olup İngiltere' de patenti alınmıştır. Gündelik kullanıma ise 1860' da kanalizasyon tesisatından sonra Londra' da girmiştir. 


1846 yılında Boston' lu doktorlar William Morton ve John W. Jackson ameliyatlarda anestezi olarak eter kullanmışlardı. Otuz yıl sonra, Sigmund Freud adında 28 yaşındaki genç bir doktor lokal anesteziyi gerçekleştirecektir.

1946 yılında Eniac tarafından bulunan bilgisayar on basamaklı iki sayıyı üç mikronsaniyede çarpar. Ama buna karşılık, 30 ton ağırlığında olup, 18.000 lambayla çalışmaktadır.



Kaynak: Keşifler ve İcatlar, Jean - Louis Besson ( TÜBİTAK - Popüler Bilim Kitapları )


6 Şubat 2014 Perşembe




İNCİTME  BENİ


Başlığı okuduğunuzda, arkasından gelebilecek sözcüğün "ne olur" olabileceğini düşündüğünüzü tahmin etmek hiç de zor değil! Birinin ya da birilerinin sizi incitmemesi için yalvarış mahiyetinde söyleyebileceğiniz sözdür " incitme beni". Keşke, birinin herhangi bir davranışı yüzünden üzüntü duymakla, incinmekle,  kırılmakla kalsaydı anlamı. Ama bir diğer anlamı daha var ki, insan onun adını dahi duymak istemiyor. Halk arasında yaygın olarak kullanılan adıyla ve sözlük anlamıyla" incitme beni" yani kanserden söz ediyorum, çağımızın hastalığından. Kimse, yakınlarına, sevdiklerine uğramaz sanır bu hastalığı. Oysa, herkese o kadar yakındır ki. Kansere yakalanan kişi bile konduramaz kendine bu hastalığı. Ama, aynı kişi tedavi süreci başladığında, artık kanıksamış ve kabullenmiştir durumu. Ve amacı; bu hastalıkla mücadele edip, mücadeleden galip çıkmaktır. Mücadeleci ve yılmayan bir ruha sahip olanlar bunu başarırlar da...

Hızla gelişen bilimin dahi açıklayamadığı ya da açıklamakta zorluk çektiği şeyler de vardır. İşte size, anlatacağım olay, tıbbın açıklayamadığı gerçek bir olaydır: Sevgi üzerine bilimsel araştırmalar yapan bir Amerikan Üniversitesinde olağan üstü şeyler keşfedilmiş. Laboratuvarda kanserli hücre yetiştiren araştırmacılar, öğrencileri laboratuvara getirmeye karar vermişler.( A.B.D.' de öğrenciler çoğu zaman kobay olarak kullanılıyormuş.) Araştırmacılar, laboratuvara gelen öğrencileri kutunun etrafına toplamışlar ve kanserli hücrelere " sevgi göndermelerini" istemişler. Öğrenciler söyleneni yapmışlar ve araştırmacılar bu gösteriden sonra kanserli hücrelerin gerilediklerini bilimsel olarak kanıtlamışlar. Ancak bu olguyu açıklayamamışlar. Öğrencilerin sevgi göndermek için ne yaptıklarını da somut olarak söyleyememişler. Ama sonuç tartışmasız ortadaymış: Kanserli hücreler gerilemiş. ( Laurent Gounell-Mutlu Olmak İsteyen Adam )

Felsefi olarak bakıldığında sevgi bir gizemdir ve hala çözülememiştir.Bu gizem çözülememiş bile olsa, sevgiyle bakan gözlerin nelere kadir olabileceğini deneyimlememiş olanınız var mı? Sanırım yoktur. Sevgiyle bakan insanın gözlerinin ışık şaçtığını söyleyen Ahmet Maranki sözlerine şöyle devam eder: "İşte bu yüksek titreşimli enerjiler, enerji kalkanımızı güçlendirir, yani pozitifleştirir. Bu pozitiflik insan hücrelerinin enerjilerini arttırarak huzurlu bir hayata sevk eder."

Dünyadaki her şeyin, varlığın kaynağının "enerji" olduğu düşünülürse, içimizde bulunan potansiyel enerjiyi, kinetik enerjiye dönüştürmek için gözleriniz hep sevgiyle baksın! Baksın ki, gözleriniz ışık saçsın! Kim bilir, belki de, saçtığınız bu ışıkla farkında olmadan  kanserli bir hastaya yardım etmiş olursunuz... Ve ekliyorum;"sevginin gücü" karşısında hiç bir kuvvet , güç duramaz.  Çünkü sevgi, her zaman galip gelendir ve asla yenilmez...



Not: Sevgili Ahmet, yakalandığın hastalığı, mücadeleci ruhunla yeneceğine hiç şüphem yok. Buna inandığını biliyorum. İnanıyorum ki, bu hastalığın seni incitmesine izin vermeyeceksin. Unutma! Bana söz verdin: İyileşeceksin ve birlikte dağlarda, yaylalarda yürüyeceğiz. Hem o zaman bahar da gelmiş olur... Ve yine inanıyorum ki, bu yazımı okuyacak olan dünyanın dört bir yanındaki okuyucular sana" sevgilerini" gönderecekler, enerjiye dönüştürerek. Sen de bunu hissedeceksin ve iyileşeceksin...




3 Şubat 2014 Pazartesi




ŞAPKANIN  ALTINDAN  GÖRÜNEN...


Şapka deyip geçmeyin! Onun altından görünen, şapkanın sebep olduğu ne hikayeler vardır; absürd, hüzünlü, komik hikayeler. Benim anlatacağım ise ülkemizde yapılan "Şapka Devrimi" ne karşı isyan bayrağı açarak, ülkelerini terk eden devrim karşıtlarının hikayesi.

Kurtuluş Savaşı kazanılmış, 29 Ekim 1923' te Cumhuriyet ilan edilmiştir. Sıra, uygar ülkeler düzeyine erişebilmek için yapılması gereken yeniliklere ( devrimler) gelmiştir. Bu devrimlerden birisi de " Şapka Devrimi " dir. Ve bu devrim, çiçeği burnunda Cumhuriyet ülkesinde çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü, adı "Şapka devrimi" olan uygulamayla fes düşmüş, şapka görünmüştür. Mustafa Kemal Atatürk, şapka devrimiyle hem halkın nabzını ölçmeye karar vermiş hem de bu devrimin diğerlerine zemin hazırlayacağını düşünmüştür.

Düşüncesini uygulamak üzere Mustafa Kemal, 23 Ağustos 1925' te Kastamonu' ya düzenlediği gezide, şapkayla halkın arasına girer. Öyle ki, şapka evrensel medeniyete katılma simgesidir ve kafaların içini değiştirmeye işaret etmektedir. Aynı zamanlarda anayurdun dört bir yanında ve özellikle Kastamonu' da " şapka geldi, din elden gidiyor! " çığlıkları başlar. Bir yandan şapka giymek istemeyenlere hafif tedirginlik yaratmak amacıyla havaya sembolik atışlar yapan ve Karadeniz Limanı' na demirleyen Yavuz zırhlısına " Atma Yavuz atma! Vergi de vereceğum, şapka da giyeceğum! " diye tempo tutanlar... Bir yandan da " Gavurun serpuşunu giymek istemeyen arkamdan gelsin! " diyen Kastamonu Küre köyü imamının ardına takılan şapka karşıtları...

İmam ve beraberindekiler, pek çok bölgeden kendilerine katılan insanlarla birlikte Suriye' nin sınır kentlerine kadar uzanırlar. Zorlu bir yolculuktan sonra, önce Fransız himayesindeki Antakya' ya ( Hatay, 1939' da Türkiye sınırları içerisine katılmıştır.), ardından Suriye' ye varırlar imamın kafilesindekiler! İmam, varını yoğunu köylerinde bırakan taraftarlarına, " Padişahımız nasıl olsa geri dönecek, o zaman köylerimize döneriz." diye buyurur. Elbette, gidenler bir daha dönemeyecektir köylerine. Binlerce Cumhuriyet ve şapka karşıtı Anadolu insanı, Şam' ın Etrak, yani Türk mahallesinde o günden bugüne yoksulluk içinde yaşamaya devam ederler! Çocuklara, torunlara karışmış olarak. Şapkanın sürüklediği Osmanlı' nın çocukları olarak...

 Bir süredir, ülkemiz ve dünya gündeminden düşmeyen Suriye ile ilgili haberleri okuduğumda, izlediğimde nedense " Etrak mahallesi " nin hikayesini anımsıyorum. Şapka deyip geçmemek gerek, temsil ettiği simgesel değerler düşünüldüğünde.. Ve diyorum ki, şimdi " Şapkayı önümüze koyup, düşünmek zamanı."


Kaynak: " Türkiye' nin Hatıra Defteri- Nebil Özgentürk " Deniz Kültür Yayınları.No: 25