27 Eylül 2017 Çarşamba




TÜRK MİTOLOJİSİNDE KUTSAL KABUL EDİLEN BİR AĞAÇ: KAYIN AĞACI




Kayın ağaçları 


Çok bilinmese de kültürümüzde "kayın motifi", çok önemli ve yaşamsal ögeleri temsil eder ve Türk Mitolojisi'nde en önemli "köken mit"leri arasında yer almaktadır. Kayın ormanında yürürken bu köken mitini düşündüm. Ve çocukluğumun en güzel anılarını çağırdım zihnime; kayın sakızı yapılışını sabırsızlıkla beklediğim ve sonrasında keyifle çiğnediğim günleri...

Bilindiği gibi "mit"ler, özellikle de "yaşayan mit"ler, bir kültürün ve dolayısıyla bir dilin kendini idrakiyle başlayan süreçte ortaya çıkan dış dünyayı algılama ve kendini onun içinde kendince anlamlı bir yere oturtarak yorumlama alışkanlıkları olarak gelenekselleşen dünya görüşü veya halk felsefesi doğrultusunda bütün yenilenmelere rağmen tamamen ve kolayca ortadan kalkmazlar ve bir ölçüde hayatiyetlerini yeni oluşumlarda yer alan izleriyle devam ettirirler.

Bu bağlamda, Türk Mitolojisi'nde, Türklerin ortaya çıkışına dair köken mitlerinden birisi olarak yer alan "ağaçtan yaratılma" veya "kayın ağacı tarafından doğurulmuş olma" motifi ve buna bağlı olarak kayın ağacının "kutsal" kabul edilerek başta "adak" veya "dilek bezleri"yle dilek dilenmesi, kainatın kökleriyle "yeraltını", gövdesiyle "yeryüzünü" ve dal ve yapraklarıyla da "gökyüzü" şeklindeki "üçlü" tasnifini şahsında birleştiren bir yaşam sembolü ve kutsalı belirleyen, merkezi oluşturan axis mundi olarak "hayat ağacı" şeklindeki kabullerin "kayın ağacı" etrafında toplanması sonucunun nedenleri üzerinde yeterince durulmamıştır.

Kayın kelimesinin bütün Türk dillerindeki yaygınlığı, eskiliğinin ve erken dönemden itibaren Türk düşüncesindeki öneminin kolay kabul edilebilecek bir göstergesidir. Aynı şekilde "kayın" kelimesinin "kadın" anlamına gelmesi de onun doğurganlığının, dolayısıyla bir köken mitinin kaynağına dönüşmesinin doğal sonucudur. Ancak, asıl cevaplanması gereken soru; "neden kayın ağacı veya niçin kayın ağacı bu şekilde adlandırılarak etrafında söz konusu köken mitleri ve buna bağlı olarak çeşitli ritüeller ortaya çıkmış ve bu ağaç mitik zamanlardan beri gittikçe büyüyen bir kültün objesi olmuştur?" şeklindeki soru olmalıdır. 

Bu sorunun cevabını ve makalenin devamını merak ediyorsanız, okumak için linki tıklayınız: 


Kayın ağacının pek bilinmeyen bir yüzü de, kabuk ve yapraklarıyla şifa dağıtmasıdır. Adeta tek başına bir eczanedir. Şimdi bu yeşil eczaneden şifa niyetine bir ilaç alalım. İlacımızın adı kayın sakızı olsun.

Kayın Sakızı
Sakız fabrikalarında üretilen ve çiğnendikçe lastik gibi uzayan sakızların haricinde, doğal yöntemlerle üretilen ya da doğadan ağıza  aracısız ulaşan sakızlar vardır; kenger  sakızı (kenger bitkisinden elde edilir), sakız ağacından elde edilen damla sakızı ve çam sakızı. Peki kayın ağacından elde edilen kayın sakızını duydunuz mu hiç? Duymadıysanız eğer yazımı okumaya devam. Benim için kayın sakızı ve çam sakızı demek, çocukluğumun en güzel yıllarını hatırlamam demek, çocukluğumun geçtiği cennet yerlerde yeniden  yaşamam demek...

Şimdi, halk arasında kara sakız da denilen kayın sakızının nasıl yapıldığını, çocukluktaki gözlemlerime dayanarak anlatabilirim. :)

Kayın ağacının üst kabuğunun altındaki ikinci kabuk soyularak bir kapta biriktirilir. Bu işlem yapılırken ağaca zarar vermemek için özen gösterilir. Toplanan ağaç kabukları (kalın talaş halindedir), ateşte kızdırılmış ve içinde tereyağı bulunan toprak güveçlere konulup karıştırılır. Kayın ağacı kabukları siyah renge dönüşene kadar kavurmaya devam edilir. Siyah renge dönüşen (katran karası) ve sakız haline gelen kabukların üstüne biraz su ilave edilerek soğutulur ve güveçten alınır. Kayın sakızımız çiğnenmek üzere hazırdır artık. 

Kayın sakızının iltihaplı yaraların üstüne konularak, kısa sürede iltihabın dışarı akıtılmasında kullanıldığı, eklem ve romatizma hastalıklarına da iyi geldiği (ağrıyan bölgeye kayın sakızı yapıştırılır) hatıralarım arasında yer almaktadır.


Kayın sakızı yapılması. (arsiv.kuzeyanadolugazetesi.com

Doğadaki doğal sistemin korunması ve bozulmaması için kayın ağaçlarına gereken ilgiyi göstermeliyiz. Bu sayede etkili bir oksijen kaynağı olan kayın ağaçlarından en verimli şekilde yararlanabiliriz. Kayın ağaçları aldığımız nefestir, diğer tüm ağaçlar gibi...


Not: Thomas Adams ve oğlu Küçük Tom, 1869 yılında tekerlekler için yeni bir lastik üretme umuduyla Meksika'dan ağaç özsuyu getirtti. Thomas, dalgınlıkla reçineden bir parça kopardı ve çiğnemeye başladı. "Hey, hiç de fena değilmiş!" dedi. Kısa bir süre sonra New York'un bir numaralı Adams Sakızları'nı üretmek için fabrika kurdular.
( www.ensonhaber..com 5 adımda sakız nasıl yapılır)









18 Eylül 2017 Pazartesi




BOZKIRIN ABDALLARI
Neşet Ertaş




Neşet Ertaş'ı bilmeyen, tanımayan yoktur sanırım; türkülere gönül vermiş olsun ya da olmasın. Asırlardır yaşatılan Türkmen geleneğinin bir garip abdalıydı O. Ölünce defnedildiği yer, Garipler mezarlığıydı. Kendisini rahmetle anıyorum bu vesileyle. 

Türküleri dilden dile dolaşan bu Halk Ozanı hakkında bilinmeyenleri bilir kılmak, Abdalların kim olduklarını, nereden geldiklerini ve yaşatmaya çalıştıkları gelenekleri tanıtmak için okuduğum güzel bir yazıdan derlediklerimi sizlere aktarmak isterim. Çünkü Neşet Ertaş bir Abdal'dı ve yaşamı süresince bir yandan   Abdalları toplumumuza, dünyaya tanıtmaya ve onları sevdirmeye çalışırken bir yandan da Abdal geleneğinin sürdürülmesine yönelik çalışmalar yaptı.   

Ey garip gönüllüm, dertli yoldaşım
Niye belli değil, baharın kışın
Var mıdır sormazlar, ekmeğin aşın
Zengin isen ya bey derler ya paşa
Karaysan ya aptal derler, ya cingan haşa...

Neşet Ertaş "Dertli bir yoldaş" türküsünde, Abdalların tüm derdini bir dörtlüğe sığdırmış. Asırlarca horlanmış, hatırı sorulmamış, iş verilmemiş, hakarete uğramış bir kavim Abdallar...

Abdallar, 11. yüzyıl sonundan itibaren, Moğol baskısıyla Ortaasya'dan Anadolu'ya gelip yerleşmiş bir Türkmen aşireti...Bir dönem misyonları, erenlerin hikmetini dervişler aracılığıyla en uzaktaki Türk topluluklarına ulaştırmaktı. Zamanla bu işi saz çalarak yapmaya başladılar.

Gün gelip sazı "şeytan işi" sayanlar ortaya çıkınca, zındıklıkla, inançsızlıkla suçlandılar; lakin yine de sazlarını elden bırakmadılar.

Asırlar sonra bugün bile o önyargılarla, asılsız suçlamalarla, aşağılamalarla baş etmeye çalışıyor Abdallar...Kırşehir'de, Yozgat'ta, Kaman'da, Keskin'de, Hacıbektaş'ta, yılın üç-dört ayında düğün çalıp, kazandıkları parayla yıl boyu geçiniyorlar.

Göçtükleri yerlerde sepet örüyor, kulunç kırıyor, temizliğe gidiyor, sünnet yapıyorlar. Ve dertlerini de, sevdalarını da saza dökerek, asırlık bir Türkmen geleneğini yaşatmaya çabalıyorlar.

Bulduk ve Yusuf ustayla başlayıp, Muharrem Ertaş'a, Hacı Taşan'a, Çekiç Ali'ye intikal eden o geleneğin son bayrağı Neşet Ertaş oldu.Onun sayesinde Abdallar önce gönüllere kuruldu, sonra adını dünyaya duyurdu, sonunda da Çankaya sofrasına oturdu.

Neşet, sadece Abdalları her kesime sevdiren bir örnek değil, aynı zamanda Abdalların, bozlakların ve onun ardındaki toplumsal damarın yaşatılması mecburiyetini kanıtlayan bir efsaneydi.

Yine onun sayesinde ve onun girişimiyle 2001'de Kırşehir Ustalar Müzik ve Oyun Topluluğu kuruldu; Abdal geleneğini yaşatacak bir okul oldu.

Neşet Usta, onlara el verip gitti; efsanevi bir halk sanatçısı olarak, halkın ve devlet erkanının elleri üzerinde, babasının dizinin dibine defnedildi.

Defnedildiği yer, Garipler mezarlığıydı.

Neşet gitti, garipler yetim kaldı.

Yiten gariplerin evlatları, boşalan köylerde, org çalınan düğünlerde, müziğin, içkinin yasaklandığı yerlerde, işlerini, mesleklerini kaybediyor bugün...

Yerleşik düzeni, düzenli bir işi özlüyorlar. Artık mezar taşlarında "Garip" yazmasın, Abdallık işsizlikle, yoksullukla, cahillikle birlikte anılmasın, bir koca gelenek yok olmasın istiyorlar. *

Neşet Ertaş'tan 'Veda'

Tükendi ömrümün çoğu gidiyor
Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi
Sevdiğim uzaktan seyir ediyor
Beni görüp bakınıyor el gibi

Geçti günler, yıllar, ömürse doldu
Giden gitti bilmem geri ne kaldı
Ömrümün baharı sarardı soldu
Yandı kaldı garip bağrım çöl gibi

Veren, geri almak için gözlüyo
Her an her saniye beni izliyo
Garip bağrım için için sızlıyo
Sazımda inleyen sırma tel gibi

Uzun yoldan gelmiş gibi yorgunum
Ne kimseye küskün ne de dargınım
Bir ahu gözlüye candan vurgunum
Garip gönlüm kapısında kul gibi



Belki dikkatinizi çekmiştir; yazımın başındaki fotoğrafta Neşet Ertaş'ın fotoğrafının yerine heykelinin fotoğrafını paylaşmam. 6 Eylül 2003 tarihinde Kırşehir'de törenle açılan bu heykelin ilk tasvirine Neşet Ertaş'ın kendisinin bir itirazı olur. Ertaş'ın İtirazının nedenini okuyunca, sadece insanlara değil, hayvanlara da ne kadar değer verdiğini gördüm ve bu heykeli paylaşmaya karar verdim. İtirazı ise şöyle imiş:

"Heykelin ilk tasvirinde, İç Anadolu'yu eşeğinin sırtında gezen Muharrem Ertaş ve onun ardında yürüyen oğluyla ilgili bir anlatım vardı. Hatta heykelin önemli bir kısmı tamamlanmış, açılış tarihi de belirlenmişti. Fakat Neşet Ertaş, dönemin Güzel Sanatlar Genel Müdürü Bayram Bilge Tokel'i bir gece yarısı arayıp, "eşeğin de bir can olduğunu, canın cana eziyet etmemesi gerektiğini ve babasının eşeğinin sırtından indirilmesinin daha doğru olacağını" söyleyince, heykeltraş Tankut Öktem tarafından yeni bir çalışmaya başlandı. Bu kez, uzun bir yolculuğun ardından mola vermişti baba oğul...Yol arkadaşlarının yanına oturan baba sazını çalıyor, oğul Neşet Ertaş da babasına kulak veriyordu." **


Neşet Ertaş'ın sazıyla, sözüyle dile getirdiği gibi; "Yalan dünya. Ah!Yalan dünya"yı dinlemeden olmaz. Hepimiz bir yalanın ortasında yaşıyoruz ama "yalan"ın yalan olduğunu ya unutuyoruz ya da gerçekten bilmiyoruz...

Neşet Ertaş - Yalan Dünya [ Hata Benim © Kalan Müzik ] - YouTube


Kaynak:  - BİZ Kültür Yolcuları, Türkiye'nin yaşayan, solan renklerinin peşinde.
DenizKültür Yayınları No:32 (s: 126)

** a.g.e (s:133)

Fotoğraf: Prof. Tankut Öktem'in web sayfasından alındı.




7 Eylül 2017 Perşembe




GELEN AĞAM, GİDEN PAŞAMDAN 
PRENS'E  GÖNDERME!




"Gelen ağam, giden paşam" sözü, sadece hayatta kalmaya odaklı ve bu amaç için her türlü ahlaki yargıyı çiğnemeye hazır  bir Anadolu söylemi... Çocukken bu sözü duyduğumda hiçbir anlam veremezdim, ne anlama geldiğini de bilmezdim. Büyüyüp, gözlem yeteneğim gelişince çevremdekilerin siyasi iktidarlar değiştikçe çıkarlarını korumak için  bir bukelamunun renk değiştirmesini kıskandıracak bir biçimde görüş ve yaşam tarzlarından çark ettiklerini gördükçe "Gelen ağam, giden paşam" sözünün ne anlama geldiğini de kavradım. Hem de somut bir biçimde. 

Anadolu'da bu sözün hayat bulmasının ve günümüze kadar ulaşmasının nedeni, üzerinde yaşadığımız toprakların çok kültürlü olmasından ve tarih boyunca işgal ve savaş görmesinden kaynaklanıyor olabilir mi? diye düşünmeden edemiyor insan. Belki de egemen kimse, ona boyun eğme zorunluluğundan... Yoksa dönemin siyasi iktidarlarının yaptığı zulümlere baş kaldıran nice yiğitlerin vatanıdır bu topraklar. Neden böyle bir söze ihtiyaç duyulsun ki? Bu söz, kanımca kişisel ve toplumsal hayatta  ikiyüzlülüğe, kaypaklığa davet ediyor insanları. Korku ve hayatta kalma içgüdüsü ağır basıyor ve sonuçta "gelen ağam, giden paşam" oluyor.

Bu sözü neden hatırladım ve neden üzerinde düşündüm? N. Machiavelli'nin "PRENS" ini kaçıncı kez okuduğumu hatırlamıyorum bile. Aklıma takılan bir konuyu Prens'ten yeniden okumak istediğimde, kitapta gözüme takılan bir cümleyle aklıma geldi bu Anadolu deyişi. Bir farkla ki, Prens'te yöneticiler (prens, kral) için söylenenler, Anadolu'da halk tarafından yani yönetilenler tarafından söyleniyor: Yöneteni ve yönetilenleri sözünden dönmeye, gerektiğinde iki yüzlü olmaya iten amaca ulaşmak için aşındırılan yollar. 

Machiavelli, Prens kitabında aslında açıktan açığa yazmadığı halde kısaca, politik amacın her türlü aracı mübah kıldığı denilebilecek "Makyavelizm" diye bilinen "devlet aklı" modeli ortaya çıkmıştır. Elbette, bu model çok tartışılmış ve tartışılmaktadır. 

Veysel Atayman, kitabın önsözünde bu tartışmalara yönelik şöyle yazmıştır:

"Metnin 3. bölümü (13-18) 'Makyavelizm' (Machiavelizm) tanımıyla politik literatüre giren, geçerli ahlaki normları, amaçlar karşısında geri düzleme itme, tezini karşımıza çıkartır. Yönetim ve egemenlik tekniklerini tanıttığı bu bölümde düşünür, politik bir buhranın önlenmesi ya da buhran ortaya çıkmışsa, aşılması için şart olması halinde, aldatmayı, kandırmayı, hileyi, verilen sözden dönmeyi ve şiddete, zora başvurmayı meşru çareler olarak görür. Ancak burada ince bir çizgiyi gözden kaçırmamak gerekir. Dikkatli okur, Machiavelli'nin tiranlığı sürdürmek değil de, toplumun varlığını daha iyi şartlara yöneltmek adına, gerektiğinde bu ahlakdışı yollara belli ve sınırlı bir süre içinde başvurmanın kaçınılmaz olabileceğini söylediğini gözden kaçırmayacaktır. Durum gerektiriyorsa prens, 'kurnaz tilki' ya da 'zorba aslan' gibi tepki göstermeyi bilmelidir. Machiavelli kötüyü güzelleştirmez, kötünün adını koyar ve amaca yönelik olarak nasıl kullanılacağını öğretir. Bu bağlamda yaptığı tavsiyelerin, verdiği öğütlerin, bir bakıma negatif bir antropoloji içinde anlaşılabileceğini söyleyebiliriz. Bu negatif antropolojide (ön işareti olumsuz insanbilimde) insanların, ancak ve sadece zorlandıklarında, ahlaki davranmaya razı oldukları anlayışı hakimdir. Çünkü erdemli kişinin öteki (tabiatı gereği kötü) insanlar arasında en ufak şansı bulunmamaktadır. Her ne pahasına ve her ne şart altında olursa olsun, iyiyi kollayan ahlaklı, erdemli davranmaya kararlı kişi iyi olmayan öteki çok sayıda insan arasında yok olup gitmekten kurtulamayacaktır. Bu nedenle, kendini kabul ettirmek ve tebasına hakim olmak isteyen bir prens, iyi olmama becerisini gösterebilmeli ve bu beceriyi duruma ve şartlara göre kullanmayı öğrenmelidir."

Bir söylemden yola çıkarak Anadolu'dan İtalya'ya bir yolculuk yapacağımı ve bu yolculuğun felsefi bir yolculuk  olacağını düşünmezdim. Ta ki Prens'i son okumama kadar. Ne diyebilirim ki? Ama unutmayınız, her yolculuk insana bir şeyler öğretir. Buna aracı olduysam ne mutlu bana.





2 Eylül 2017 Cumartesi




ELİA İLE YOLCULUKTAN ÖĞRENDİKLERİM
(Her yolculuk insana bir şeyler öğretir.)


Zülfü Livaneli'nin son kitabı Elia ile Yolculuk, bir solukta okunan, biraz deneme, biraz anılar, biraz biyografi, biraz sanat, biraz da yolculuk hikayesi içeren enfes bir mozaik sanki. Kitap da her rengi bulmanız mümkün; okurken bu renkleri izleyebilirsiniz de.




Kitaptan yapacağım alıntılara geçmeden önce Elia Kazan'ı tanıtmalıyım, ki kitapta sözü edilen ve Elia'yı köylü bir yaşlı amca sanan lise öğrencilerinin konumuna düşmesin bu ünlü yönetmeni tanımayanlar. :)

Elias Kazancıoğlu ya da bilinen adıyla Elia Kazan, Amerikalı film yönetmeni, oyuncu, film yapımcısı, senarist, roman yazarı ve tiyatro yönetmenidir. Özellikle Tennesse Williams ve Arthur Miller'in oyunlarını sahneleyerek tiyatroda büyük başarı kazanmış, etkileyici filmleriyle sinema sanatının ustaları arasına girmiştir.

Elia Kazan 7 Eylül 1909 tarihinde, Kayseri kökenli bir Rum ailenin çocuğu olarak Kadıköy/İstanbul'da doğmuştur. Rum asıllıdır, babası George Kazancıoğlu ve annesi Athena Şişmanoğlu'da Kayserilidir. Annesinin köyü Kayseri'deki Germir köyüdür. Ailesi Elia henüz dört yaşındayken 1913 yılında Amerika'ya göç etmiştir. Yani anlayacağınız, pek çok oyuncuyu birlikte çalışmaya ikna ettiği "Anadolu gülüşü" dediği yetenegiyle   Elia, ya da İlyas veya Alia aslında bizden biridir.

Marlon Brando ve James Dean gibi efsane oyuncular yetiştiren Elia Kazan, 1952 yılında Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi'nce (HUAC) sorgulandı. Sinema sanayiinden komünist eğilimli sekiz arkadaşını ele vererek onların kariyerlerinin sona ermesine yol açmıştı. Kazan, Senatör McCarthy'yle işbirliği konusunda hiç geri adım atmadı. Zülfü Livaneli'nin yazdığı gibi; "Anadolu gülüşü yeteneği onu, hayatı boyunca taşıyacağı 'işbirlikçi' etiketinden kurtaramadı. McCarthy dönemindeki hataları, onu ömür boyu kovaladı."

Elia Kazan 28 Eylül 2003'te New York'ta 94 yaşında hayata veda etti. Anadolu topraklarında başlayan yaşamı Amerika'da son buldu.


Photo: twitter.com aydın_orak


Kitabı okurken neredeyse tüm satırların altını çizdim. İşte altını çizdiğim satırlardan seçtiklerim:

--Kos adasında bir çınar ağacı var, iki bin beş yüz yıllık. Altında Hipokrat ders verirmiş. Paramparça olmasına, taşıyamadığı ağır dalları demir direklerle desteklenerek güç bela ayakta durmasına rağmen, bir türlü ölemiyor duygusu veren, romatizma ağrıları içinde bir ağaç. Üstelik onu tedavi edebilecek Hipokrat da binlerce yıl önce ölmüş. (s:16)

--Kendisine Güneş Kral ünvanını veren, 21 santim yüksekliğinde topuklu ayakkabılarla gezen 14. Louis, 72 yıl tahtta kalarak Avrupa'nın en uzun hüküm süren tacidarı olması belki anlaşılabilir ama onca yıl 21 santim topuklu ayakkabı üzerinde gezmeye nasıl dayandığı bence meçhul. Hem de üzerindeki onca süse, püse ve büyük peruklara rağmen.

Güneş Kral her sabah iki kere uyanırdı. Bunlara Kralın Küçük Uyanışı ve Kralın Büyük Uyanışı derlerdi. Majestelerinin ilk uyanışlarında çevresinde soylu insanlar bulunurdu; prensler, üst düzey devlet görevlileri, bürokratlar, muhafızlar. Kral bu süslü püslü, bu şatafatlı insanlar arasında, tam ortada, altına uzatılan lazımlıkta hacet giderirken, onlar gündemi aktarırlardı. Kral bazen en önemli kararlarını o anda verirdi. Bu durum sindirim ve boşaltım sisteminin dünya politikasında taşıdığı büyük önemi ortaya çıkarıyor. Mesela Güneş Kral o gün kabızlık çekiyorsa, o sinirli haliyle bir savaşa karar verebilirdi. Kral doğrulduktan sonra, Güneş Kralın kıçını silme ayrıcalığına sahip en önemli saray görevlisinin vazifesi başlardı: Elindeki özel bir bezle -ipek ve işlemeli elbette- sonsuz bir hürmet içinde majestenin mabadına eğilen görevli, bu önemli görevini iç huzuruyla yerine getirir, bu görev dolayısıyla da "Güneş Kral'ın Baş Kıç Silicisi" olarak her yerde saygı görür, bütün soylularca kıskanılırdı. Yarım saat süren bu uyanışın ardından kral ikinci kez uyanırdı. Kralın ikinci uyanışı törenine 100 üst düzey saraylı katılırdı. (s:18-20)

--Elia Kazan'da, Maria Callas da Yunan soyundan geliyorlar ama Callas Ellas'tan, Elia ise Anatolia'dan. Birine Helen, ötekine Rum diyoruz, yani Roma'lı; Doğu Roma İmparatorluğu soyu. (s:29)

-- Yoksa aklıma"Her insan tekrar çocuklaşmak için yaşlanır." diyen Sophokles mi geldi? Bazı kız evlatlar yaşlı babalarına annelik ederler. (s:34)

--İstanbul'da evin bulunduğu semtin adına dikkatini çektim önce: Burası Tarabya! Rumcası Therapia; yani terapi. İstanbul'un birçok mahallesi gibi Rumca bir ad taşıyordu. (s:51)

--"1453'te Konstantinapol'ü Türkler aldığı zaman, Roma medeniyeti sona ermedi." diyerek ona tarihten, bugünümüzü belirleyen ilginç bir tarihten söz etmeye başladım. "Sultan Mehmet, yeni Doğu Roma imparatoru oldu. Zaten resmi ünvanı da Kayser-i Rum idi. Yani Roma Sezar'ı. Çok iyi Yunanca ve Latince biliyordu. Homeros okuduktan sonra Truva'ya giderek, Aşil'in mezarını ziyaret etmişti. Papa Pius'a, "Helenlere karşı Truva'nın ve Hektor'un öcünü aldığını" yazmıştı. Kendisini yetiştiren üvey annesi (Mara Brankoviç) ve karısı da Ortodoks'tu. Hiçbir zaman İslam'a dönmemişlerdi. Konstantinopol'ün adını değiştirmediği gibi, Aya Sofya ve Aya İrini gibi kiliselerin adlarına da dokunmadı. Aya İrini camiye de dönüştürülmedi. Yüzyıllarca kilise olarak kaldı. Yeni patrik seçimi yapıldı ve Mehmet ona saygı gösterdi. Ama daha da ilginç bir şey söyleyeceğim sana. Helen'in oğlu Konstantin'in kurduğu şehir, başka bir Helen'in oğlu, başka bir Konstantin tarafından kaybedildiğinde çok ilginç bir şey oldu. Savaşırken elde kılıç ölen Konstantin Paleolog'un iki yeğeni -ki zamanı gelince Bizans imparatoru olabilirlerdi- Mehmet tarafından vezir yapıldı. İkisi de yıllarca Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetim kademelerinde en üstte yer aldılar. Mehmet de ölünce kendisini Büyük Konstantin, Justinianos, Theodora, Zoe ve diğerlerinin yattığı yere gömdürdü. Hristiyan karısını da." (s:51-52)

--Daha doğrusu bir yanımız Doğu Romalı! 18. yüzyıla kadar Bizans diye bir şey yoktu. Alman bir profesör bu adı verdi. Bu şehrin resmi adı, Konstantin'in ilan ettiği gibi 'Nova Roma' yani Yeni Roma'ydı." dedim ama onun bu işe ne kadar aklı yattı bilmem. (s:55-56)

--Yaşlanmakta olan erkek sanatçıların bir kısmında kadın düşkünlüğünün arttığı bilinir. Mesela Paris'te Rodin Müzesi'ni gezenler, üstadın son yıllarında hep genç kız heykeli yapmış olduğunu görürler. Bu genç kızlar öylesine uçucu, öylesine kırılgan, öylesine hayal gibidirler ki, insan onların yapıldığı malzemenin yüzlerce kilo mermer olduğunu aklına bile getiremez. Rodin, genç bir tenin yumuşak ve nemli dokusunu taşa geçirmeyi bilmiştir. Sevişen çiftleri gösterdiği heykellerinde, birbirine dolaşmış kollar bacaklar arasında erkek teniyle genç kadın teni rahatlıkla ayırt edilebilir. Oysa ikisi de aynı mermer blokundan oyulmuştur. Picasso'nun kadın düşkünlüğünü söylemeye bile gerek yok.  Roman Polanski, Roman adlı öz yaşam öyküsünde kendisini Lodz'daki okuldan dünya sinemasına taşıyan yolculuğun amacını sorar ve galiba her şeyi güzel kadınlara ulaşmak için yapmış olduğu sonucuna varır. Zaten, sanatın kökeninde iki cinsin birbirine kur yapması ve beğenilmek arzusu çok önemli bir rol oynamıyor mu? (s: 61-63)

--O anda kadını toplumdan çıkararak dışlayan İslam dünyasıyla, uygarlığı kadınla birlikte kuran Hristiyan kültürü arasındaki fark somut olarak belirdi gözümün önünde.İşte en temel sorun, en önemli farklılık buydu. Sadece erkeklerin rol aldığı, kadınların eve kapatıldığı ya da örtüler altında gizlendiği bir toplumda uygarlık kurulamıyordu. (s:64)

-- Ona diyorum ki, "Aramızdaki tek Osmanlı sensin!"
Bu sözüm bir şaka değil, gerçeğin ta kendisi. Elias Canetti, Yorgo Seferis, Mikis Theodorakis, Nicolas Sarkozy, Klaust Gülbenkyan, Charles Aznavour, hatta Kim Kardashian gibi onun da kökü Osmanlı'da. Çünkü Elia Kazan, 1909 yılında, Kadıköy'de dünyaya gelmiş. Yani o gün padişah efendimizin kullarına bir kişi daha katılmış. Gülüyor. "Doğru" diyor, "ben Osmanlıyım." (s:67)

--Yemekten önce Elia'yla bir Kayseri turu yapıyoruz. Meşhur Kayseri Kalesi'ni görüyoruz. Kaleyi MS 500 yılında Bizans İmparatoru Jüstinyen yaptırmış, diye anlatıyorum ona. Kayseri tarihine müthiş ilgi duyuyor, her şeyi öğrenmek istiyor. Hatta benim amatör bilgilerim ona yetmiyor, bu konuda bir uzmanla tanıştırmamı istiyor. "Tamam" diyorum, "böyle birini tanımıyorum ama araştırıp bulacağım, söz." Sadece şehrin adının Ceasarea, yani "Sezar şehri" olduğunu anlatıyorum. "Kayser, Sezar'ın Arapçası, biz de onu kullanıyoruz." Bu konuyu okumuş olduğum için Rus çarının da (tsare) unvanını aynı kökten aldığını, Almanların kayzerlerine kadar giden bağı anlatabilirim ama Elia'nın artık çok yorulduğunu görüyorum. Gözümüze ilişen güzel bir lokantaya giriyoruz. Kayseri'nin zengin mutfağından yemekler seçip, rakı söylüyoruz. Rakı işin olmazsa olmazı. Çünkü efkar dağıtır. (s:102)

Kitabı bitirdiğim zaman içimden şunları geçirdim: Teşekkürler Zülfü Livaneli. Zulme karşı dimdik durduğunuz, eğilmediğiniz için. Mazlumların sesini, kaleminizle, bestelerinizle dünyaya duyurduğunuz için. Ve güzel ülkemizi her platformda başarıyla temsil edip halkımızın aydınlık yüzü olduğunuz için. Bir sonraki kitabınızı merakla ve heyecanla bekliyoruz.