27 Aralık 2018 Perşembe




MANDALİNALAR


Hollywood filmlerini izlemekten vazgeçeli çok oldu. Los Angeles'teki yapımcı ve yönetmenlerin dev prodüksiyonlarla saçma sapan senaryoları bize yutturmaya çalışmalarından bıktım da diyebilirim. Hele son zamanlarda vizyona sürdükleri filmleri izleme gafletinde bulunup, "Eee, ne anlatmak istiyordu bu film?" diye kendi kendime sormaya başladıktan sonra izlememeyi tercih etmemle ne kadar isabetli karar verdiğimi daha iyi anladım. Benim için bir filmde nefis bir görsellik, şatafatlı sahneler, dudak uçuklatan çekim tekniklerinin yer alması, o filmi izlemem için yeterli değil, hiç olmadı da. Filmde mevcut olan sağlam bir senaryo, iyi oyunculuk, topluma kazandıracağı bilinç ve verdiği mesajlar o filmi izlenmeye değer kılar. Benim için böyle. Siz farklı düşünebilir, yazdıklarıma katılmayabilirsiniz ama yazdıklarımda gerçeklik payı olduğunu kabul edersiniz belki.

İşte bu nedenledir ki, çoğunluğun izlenmeye değer bulmadığı  yani gişesi düşük filmleri izlemeyi seviyorum. Son yıllarda her ne kadar böyle filmleri beyaz perdede izlemek güç olsa da, bir sinemasever olarak, kültür abidesi kızımın tavsiyesiyle evde izleme olanağı buluyorum iyi ki.

İzlediğim Mandalinalar filminin yönetmeni Zaza Urushadze. Estonya, Gürcistan ortak yapımı bir savaş filmi. Yönetmen  savaşı, savaşın getirdiği çatışma ortamındaki iki ihtiyarın çaresizliğini ve vicdanlı  insan olarak kalabilmenin erdemlerini ihtiyar İvo üzerinden öylesine ustalıkla anlatmış ki,filmi izlerken İvo'yu bağrınıza basmak geliyor içinizden. Yönetmenin izleyiciler üstünde duygu sömürüsü yapmak gibi bir derdi yok: Olayları gayet yalın ve insani değerleri sorgulatacak bir şekilde anlatıyor. Bir savaş filmi izlemiyor,  bir filozofu dinliyorsunuz sanki. Film boyunca, iki yaralı düşman askerinin acılarını, kinini, nefretini, öfkesini iliklerinizde hissediyorsunuz adeta. Kanlı savaş sahnesi göstermeden yönetmenin bunu nasıl başardığına şaşırdım doğrusu.

Film, 1992 yılında Abhazya'da başlayan Abhazya-Gürcü savaşını anlatmakta. Abhazya'daki köyde yaşayan Estonyalılar savaşın yıkımından kurtulmak için varını yoğunu satıp, artık özgür bir ülke olan Estonya'ya göç ederler. Köyde kalan iki ihtiyar İvo ve Margus'un kalış nedenleri farklıdır. İvo, doğup büyüdüğü topraklardan ayrılmak istememiş ama ailesini Estonya'ya göndermiştir. Margus ise savaşla birlikte gelen maddi sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalmış. Hayali olan Estonya'ya gidebilmek için tek umudu, o yıl çok verimli olan  bahçesinden toplamakta olduğu mandalinaları bir an önce  satabilmektir. Marangoz olan İvo da kendisine yardım etmektedir. Artık savaş kapılarına dayanmıştır. İki ihtiyar tarafsızlıklarını koruyarak, hayatta kalmaya çalışsalar da savaşın acımasız yüzünü çok geçmeden göreceklerdir. Margus'un evinin önünde karşılaşan  iki çeçenle(paralı asker) birkaç gürcü askerin çatışması sonucunda iki ihtiyar da savaşa dahil olmuşlardır ister istemez. Bu çatışmada, Çeçen Ahmed ile Gürcü Niko ağır yaralanmıştır. İvo iki askere değil, iki insana yardım ederek onları evine alır ve titizlikle  tedavilerini yapar. İki düşman asker İvo'nun evinde birlikte kalmak zorundadırlar. 

Filmi izledikten sonra düşündüm; savaşta birbirini tanımayan ama düşman olan askerler hiç düşünmeden birbirlerini öldürüyorlar. Ya birbirlerini tanısalardı, yine de öldürebilirler miydi?

Nedensiz savaş olmaz diye düşünürsek, her savaşın bir amacı vardır; toprak kazanmak, petrol kuyularına sahip olmak, politik güç elde etmek v.b. Margus'a göre savaşın amacı, mandalinalarına kimin sahip olacağıydı. İvo'ya göre ise toprağına kimin el koyacağının. Nedeni ne olursa olsun tüm savaşların değişmeyen ortak özelliği; ölüm, gözyaşı ve  yıkımdır. Yönetmen  bu yıkımı tek bir sahneyle belleğimizden silinmeyecek bir şekilde ölümsüzleştirmiş. O sahne; İvo'nun "ölümün şerefine" kadeh kaldırdığı sahnedir. 

"Mandalinalar" filmi, savaş karşıtlığını, sıcak savaş eleştirisini parmağını gözümüze sokmadan anlatan, hissettiren ve yaşatan bir baş yapıt bence. Mutlaka izlemelisiniz.

Ve unutmamamız gereken: "Aslında hepimiz yaşadığımız dönemin ve mekanın kurbanlarıyız."*

*Reds, 1981 filminden bir replik.



25 Aralık 2018 Salı




   ABANT GÖLÜ'NDE DOĞA YÜRÜYÜŞÜ





Uzun zamandır doğada yürüyorum. Güzel ülkemizin dağlarında, ovalarında, vadilerinde, göl kıyılarında, antik yollarında, tozlu topraklı kıraç tepelerinde neredeyse dört bir yanında keyifle yürüdüm,  yürümeye devam edeceğim, sağlığım el verdiğince. Çünkü, doğayı ve açık hava sporlarını seviyorum. Doğada yürümek, kamp atmak insanın bağışıklık sistemini güçlendiriyor, heyecanlandırıyor ve ruhsal gelişimine katkıda bulunuyor. En önemli katkısı ise insanın kendi gücünün farkına varması, sınırlarını zorlaması, doğada kendi olabilmesi(doğa maske kabul etmez çünkü) ve zoru başarabilmenin verdiği hazzı tadabilmesidir, ki bu hazzı zirveye çıkanlar ya da yürüyüşün sonuna varanlar çok iyi bilirler. Doğada bir kez yürümek bile alışkanlık yaratıyor, inanın. Ve ben bu alışkanlığımdan çok mutluyum...Kitap okumayı tutku derecesinde seven biri olarak, "Doğa, her yaprağında en derin yazılar olan biricik kitaptır." diyen Goethe gibi doğayı da  okumaya, anlamaya çalışıyorum.

Yaşadığımız çevreye, yeryüzüne ve evrene ait bilgileri yalnızca okuyarak ya da anlatılanlara kulak vererek öğrenemeyiz. Gezerek, seyahat ederek de öğrenebiliriz. Hani bir söz vardır; "Çok gezen mi daha çok bilir yoksa çok okuyan mı" diye. Bence, kitap okuyarak gezen daha çok bilir. Yani ben.  :) 

Yaşadığımız en uzun gecenin ardından 23 Aralık Pazar sabahı, sokak ve caddeler karanlıkla boğuşurken, gece henüz güne dönmeden erkenden  kalktım ve hazırlandım. Her seferinde olduğu gibi heyecanım tavan yapmıştı. Çünkü,  Yol Arkadaşımla birlikte en sevdiğim göle; Abant'a  gidecek, yürüyecek ve anılarımı geri çağıracaktım;  fazla silikleşmeden.

Belirtilen duraklardan doğasever arkadaşları topladıktan sonra yola koyulduk. Yol üstünde kahvaltı molası verdikten sonra devam ettik ve yaklaşık üç saat sonra cennetin kapısına vardık. Tabii ki cennet bedava değildi, giriş ücretliydi. İstenen bedeli ödeyerek Abant Tabiat Parkı'na giriş yaptık. Bu arada yol boyunca çiseleyen yağmur, "ne iyi ettiniz de geldiniz" der gibi lapa lapa yağan kara dönüştü. Anlayacağınız hava,  altı köşeli kar  kristallerini bize sunuyor ve  "hoş geldiniz" diyordu. Biz de hazırlıklarımızı tamamlayıp on iki kilometre sürecek yürüyüşe başlamadan önce   "hoş bulduk, güzel göl, yeşil dağlar ve muhteşem doğa" dedik. Hava öylesine soğuktu ki, zor çıkan sesimizi duyabildiler mi emin değilim. :)

Öncelikle Abant Gölü'nün oluşumuyla ilgili yanlış bir bilgiyi düzeltmem gerek. Çünkü bu olağanüstü güzellikteki doğal göl, bunu hak ediyor, güzelliği nedeniyle.

"Bolu'nun resmi belgelerinde, yıllıklarında, brifing dosyalarında, Turizm İl Müdürlüğü tarafından hazırlanmış broşürlerde, Abant Gölü kenarında bulunan otellerin Türkçe ve yabancı dillerde basılmış tanıtım broşürlerinde Abant Gölü'nün hep bir krater gölü olduğu şeklinde ifadelere rastlanıldığını söyleyen İzzet Baysal Üniversitesi Rektör Danışmanı ve Bolu Meslek Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Yusuf Tatar, 'Abant Gölü'nün bir krater gölü olduğuna dair yapılan bu yorumun, kim tarafından ve ne zaman yapılmış olduğu bilinmemektedir. Ancak; bölgenin jeolojik yapısını yeterince bilmeyen biri, daha çok Abant Gölü çanağının yuvarlakça olan biçiminden hareket ederek böyle bir yorum yapmış olabilir' dedi.

Yapılan jeolojik araştırmalardan ; Abant Gölü'nün bir krater gölü değil, bir tektonik göl (yer kırıklarına bağlı olarak oluşmuş göl) olduğunu ortaya koyduğunu belirten Tatar, 'Bu husus, eski yıllarda yapılmış jeolojik incelemelerden bilindiği gibi, son zamanlarda yapılan araştırmalarla da doğrulanmıştır. Bayındırlık Bakanlığı Deprem Araştırma Merkezi Afet İşleri Genel Müdürlüğü Jeoloji Mühendisi Dr. Ramazan Demirtaş, Ankara Üniversitesi bünyesinde 2000 yılında hazırlamış olduğu doktora tezinde de bu görüşü doğrulamıştır' dedi."*

Bu düzeltmeyi okuyunca ister istemez aklıma şu atasözümüz geldi; "Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış." Güleyim mi, üzüleyim mi bilemedim. Sizler, yol arkadaşlarım şanslısınız; gerçeği buradan okuyabildiğiniz için. :)

Coğrafyasıyla insana huzur veren Abant Gölünün çevresini turlamadan önce yaklaşık 1700 metre yükseklikteki Keltepe'ye doğru tırmanışa geçtik. Yerde çok az kar vardı ama biz yürüyüşe başladığımızda kar yağışı devam ediyordu. Yürüyüş güzergahında manzara muhteşemdi; sarıçam, karaçam, kayın, meşe, dişbudak ve gürgen ağaçlarından oluşan ağaç tünelinden geçiyorduk sanki. Yükselti arttıkça sis yoğunlaşmaya başladı. Ara sıra görüş mesafesi iki metreye kadar düştü. 53 kişilik grup 1532 metre yükseltiye ulaştığımızda, neredeyse sisten göz gözü görmüyordu. Dağlarda, yüksek yerlerde sis çok tehlikeli olabilir yürüyüşçüler açısından. Çünkü siste kaybolma riski vardır. Bir kişinin kaybolması, tüm grubu riske sokar. Bu bağlamda, rehberimizin bir karar vermesi gerekiyordu; ya geri dönecektik ya da zirveye doğru devam edecektik. Deneyimli rehberimiz doğru bir kararla döneceğimizi söyledi. O anda aklıma gelen şuydu: Everest'te zirveye doğru tırmanırken fenalaşarak olduğu yere çöken, arkadaşlarının onu gördükleri halde yardım etmeyerek zirve yoluna devam etmeleri nedeniyle donarak ölen bir dağcının ölümünün ardından, dünya basınında yer alan ünlü bir dağcının söylediği "Hiçbir dağın zirvesi, bir insanın hayatından daha önemli değildir" sözüydü ve bu sözü sesli olarak dile getirdim orada.




Geri dönüşümüzle birlikte beş kilometre yürümüştük. Tabii bize az geldi ve yedi kilometre olan gölün çevresini, kar yağışı altında turladık. Çok keyifli bir yürüyüş oldu. Gölde ünlü Abant Ala'sını(alabalık) gördüm. Avlanmadıkları için oldukça iriydiler. Biz yürürken yanımızdan geçen gelin gibi süslenmiş faytonlara binenlerin keyfi de yerinde görünüyordu. At binenler de, sanırım araba trafiğinin yoğunluğundan olsa gerek asfalt yolu değil, yürüyüş parkurlarını kullanıyorlardı, ki  bu durumda tehlike yarattıklarını söyleyebilirim.

Abant Gölü'ne ilk kez 28 yıl önce gitmiştim ve görür görmez çok sevmiştim. Ondan sonra da her yıl en az bir kere gider olmuştum. Coğrafyacıların ve turizmcilerin haricinde doğru dürüst kimsenin Abant'ı bilmediği yıllardı. 1970'li yıllarda çevrilen romantik filmlerin gözde adresiydi Abant Gölü. Sahneye yeni çıkan birinin starlığa doğru yol alması gibi, Yeşilçam filmleriyle birlikte yıldızı da parlamaya başladı Abant'ın. Keşke parlayan yıldız olmasaydı, belki doğallığını koruyabilirdi. Dört mevsimini bildiğim bu cennetten artık eski keyfi alamıyorum. Göl çevresine kurulan mangal yerleri, yöre köylülerine yardım maksadıyla kurulan köy pazarı, asfaltlanan yolda İstanbul trafiğini aratmayan trafik akışı ve tıklım tıkış  olan araç otoparkı o eşsiz doğa harikasının güzelliğini almış götürmüş. Mangalcıların çevreye saçtıkları toplanmayan çöpleri saymıyorum bile. İzlediğim kadarıyla, göl, sanki her yıl gittikçe uzaklaşıyor  kendi doğal yapısından. Çok üzücü bir durum. Tabiat Parkı girişinde yapılmış olan  ve ücretsiz girebileceğiniz Ziyaretçi Tanıtım Merkezi ve Doğa Müzesi bile tüm bu olumsuzlukları görmemi engelleyemiyor. Benim sevdiğim Abant, artık bir piknik alanı; her bir yanından mangal dumanları tüten, her çeşit kokuyla haşır neşir olan sıradan bir yer olmuş adeta. Eğer Abant'ı görmediyseniz, vakit geçirmeden gidin derim; bu insan ve araç kalabalığına, çevre kirliliğine daha ne kadar dayanır bilinmez çünkü. Ayrıca, gölün kuzey tarafları bataklık olduğundan, ilkbaharda o bataklıkta açan sarı ve beyaz nilüferleri, yeşil yamaçları süsleyen çiğdemleri görmelisiniz mutlaka...Eğer konaklarsanız, sabah çok erken kalkıp Abant'a özgü su samurlarını görebilirsiniz göl kıyısında.

Yürüyüşümüzün sonunda, dünyaca ünlü Bolulu aşçılardan birinin hazırladığı mangalda pişirilmiş (Ele verir talkını, kendi yutar salkımı diye düşünmeyin sakın.Ortama uyum sağlama diye düşünürsek biraz olsun yumuşatabiliriz mangal  durumunu sanırım :)) köfte, karlı soğuk havaların vaz geçilmezi sucuk ve tavuktan oluşan menümüzü buz gibi ayran eşliğinde yedikten sonra yaş pastadan tattık. Arkadaşların hazırladığı sıcak şarap eşliğinde Uğur Yüksekdağ'ın bağlamasıyla icra ettiği türküleri dinledik ve çok eğlendik. Çöplerimizi toplayıp yaktıktan ve ateşi söndürdükten sonra aracımıza binip, güzel anılarımızla birlikte Ankara'ya doğru yola koyulduk.

Kendi adıma söyleyebilirim ki, karlı ve soğuk havada yapmış olduğum bu  doğa yürüyüşü, varlığıma bir anlam katmama ve kendimi geliştirmeme minicik de olsa bir katkı sağladı. Tıpkı diğer yürüyüşlerimde olduğu gibi. Ve Nasuh Mahruki'nin şu söylemini  tüm doğa yürüyüşçülerinin okumasını diliyorum. 

"Bilinçli bir doğa sporcusu, doğada girdiği bu mücadelede, mücadele ettiğinin doğa değil de kendisi olduğunu bilir. Doğayla savaşılmaz, onunla ancak bir uyum yakalanabilir; sizi sadece seyreden bir şeyle nasıl savaşabilirsiniz ki? Savaş kişinin kendi içinde, ruhunda, bedenindedir. Çünkü dağcının, kişinin yenmesi gereken kendisidir. Dağcı, her zirveye ulaştığında kendini aşmış, geliştirmiş olur, bu gelişim sürecinde bir de dost kazanmıştır; O dağ."
(BİR DAĞCININ GÜNCESİ, sayfa 52)


Bu keyifli yürüyüşü düzenleyen "Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Yürüyüş Grubu" yöneticisi ve rehberimiz Aytekin Gültekin'e, yardımcı rehberler Dilek Gültekin ve Hakan Aydın'a çok teşekkürler.

Bolu'nun çok sevilen bir türküsünü "Beyaz Giyme Toz Olur"u yürüyüşe katılan tüm doğaseverlere armağan ediyorum. Türküyü dinlemek için linki tıklayınız:

https://www.youtube.com/watch?v=5TkPvbJKFuY




* m.bianet.org-abant-krater-golu-degil




15 Aralık 2018 Cumartesi




KİTAPÇIDAN ALDIM BİR KİTAP, OKUDUM BİN KİTAP


Büyük küçük hemen herkes tarafından bilinen bir bilmece vardır; "Çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane". "Nedir?" diye, sorulur ardından. Cevap hazırdır; "Nar."

Uğradığım kitapçılarda raflardaki her bir kitaba bakarken nedense bu bilmece gelir aklıma ve kendi kendime gülümserim. Yine mi? diye. Sanırım kitabı nara benzeten ender insanlardan biriyim. Nar sayılamayacak kadar çok yararı ile bedenimizi besler, kitap da beynimizi. Böyle düşününce absürd bir durum yok ortada değil mi? Öyle ya beynimizin de bedenimiz gibi beslenmeye, açlığının doyurulmasına ihtiyacı var. Bu açlığı gidermenin en iyi yolu da  olabildiğince fazla kitap okumaktan geçer.

Ben, "zarfa değil, mazrufa bakmak gerek" diye düşünenlerdenim. Nice bedenler gördüm besili, sapasağlam ama bu bedenlerdeki beyinler  aç ve sefil. Nereden mi anlıyorum? Konuşmalarından, oturup kalkmalarından yani davranışlarından tabii ki. Ne tehlikelidir bu aç beyinler, bir bilseniz. Bunların çoğu nöronlarının yetersizliğinden, var olanların da her gün öldüğünden haberdar bile değildir, öylesine göbek şişirmeye dalmışlardır ki. Hayal edin lütfen; dev bir vücutta, minik bir beyin. Çok komik durmuyor mu sizce de?

İnsanların kıskançlığından, ikiyüzlülüğünden, boş sohbetlerinden kaçmak istediğimde kitaplarım sığınağım olur.  Tam da bu anlarda Montaigne'i ve kütüphanesini düşünmekten alıkoyamam kendimi. Kitaplara olan düşkünlüğü bilinen Montaigne, Bordeaux Parlamentosu'nda 13 yıl danışman olarak çalıştıktan sonra kendini kitaplara adamak için emekliye ayrılır. Okumak hayatının tesellisidir ve şöyle der:
"Okumak beni çekildiğim bu inzivada avutuyor; hem aylaklığın ağırlığından hem de sohbetleriyle canımı sıkan misafirlerden kurtarıyor. Eğer çekilen acı, altından kalkılamayacak kadar ağır değilse okumak acının açtığı yaraları da iyileştiriyor. Tatsız, düşüncelerden kurtulmak için tek yapmam gereken kitaplara başvurmak."

Kitapla ilgili duygularımı yazmama  neden olan, yeni aldığım bir kitap oldu, ki gerçekten de okumaya başladığımda içindeki bilgiler, bir narın parçalanmasından sonra ortaya saçılan tanelerinden çok daha fazlaydı. :) Bu kitabı okuduğumda sanat ve bilim dünyasının görünmeyen yüzünü gördüm, dönem filmi izler gibi kahramanları hayalimde canlandırdım. Dağılan nar tanelerine bakınca çokluğunu görüyoruz, bir kitabı okuyunca da bilginin sonsuzluğunu. Bakmak ve okumak. İkisini bir arada yapabileceğimiz bu  eylemin tek öznesidir kitap...

Sanırım kitabın adını merak ediyorsunuz. Heyecanı artırmak için adını sona sakladım. Ahmet Altan'ın "bir hayat bir hayata değer" adlı  deneme kitabından söz ediyorum. Bakın kitabın  içinde neler var?

-Beethoven tek bir kadını çok sevdi hayatında. Ona mektuplar yazdı, onun için besteler yaptı. Adını hiç kimseye söylemedi. Kimse bilmedi onun sevdiği kadının adını.

-Juan Ramon Jimenez, karısı Zenobia'ya aşıktı. Karısı hastalandı, ölüm döşeğine düştü. Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığını, sırf Zenobia ölmeden öğrenebilsin diye Nobel Komitesi zamanından önce açıkladı. Zenobia öldü sonra. Jimenez bir daha tek satır yazmadı.

-Oğul Alexsander Dumas, pahalı bir fahişeye aşık olmuştu. Aslında bütün Paris bu veremli genç kadının peşindeydi. O kadın ise sadece Lizst'i sevdi. Onu terk eden tek erkek de Lizst oldu. Oğul Dumas, sevdiği kadın ölünce Kamelyalı Kadın'ı yazdı. Verebileceği en büyük armağanı verdi ona.

-Dünyanın en ünlü mimarlarından Louis Kahn, bencil ve çirkin bir erkekti. Bir tren istasyonunun tuvaletinde 74 yaşında ölü bulunduğunda, arkasında kendisine aşık üç kadın bıraktı. Oğlu, babası gibi birisini onların neden sevdiklerini merak edip o kadınları tek tek dolaştı.
(Arka kapak yazısından)

Kitaptan Notlarım:

- Kitaba adını veren Bir Hayat Bir Hayata Değer bölümünde, Turgenyev'in unutulmaz eseri Babalar ve Oğulları'nın  güçlü karakteri  Bazarov anlatılıyor. Bir nihilisttir bu genç tıp öğrencisi. Her türlü siyasal düzeni, ahlakı, aileyi reddeder, sadece bilimin ve aklın doğruyu bulabileceğine inanır. Benim de çok severek okuduğum yazarlardan biri olan Turgenyev, Dostoyevski'nin ve Tolstoy'un da edebiyat anlayışını etkilemişti. Hatta, Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'daki Raskolnikov (bu hukuk öğrencisini çok sevmişimdir) karakterini yazarken, Bazarov karakterinden etkilendiği hep söylenir.

-Kadınlara karşı epey insafsız davranan, tıpkı yonttuğu mermerler kadar sert ve dayanıklı yapısı olan ve insanlık tarihinin en büyük heykeltraşlarından biri olarak kabul edilen Rodin, ancak altmışlı yaşlarına yaklaştığında ünlü olur. Hatta yaptığı Balzac heykeliyle bütün Paris alay eder. Ya sonra? Rodin, kendisinden yirmi dört yaş küçük bir heykeltraşla Camille Claudel'le tanışır. Paris'in entelektüel sosyetesini uzun yıllar konuşturan, kitaplara, filmlere konu olan, kadınlarla erkekler arasında hala tartışılan en dramatik aşkını Camille ile yaşar. Rodin'in en ünlü heykellerinden biri olan "öpüşme"nin bu aşktan doğduğu söylenir. Ve bu gel-gitli aşkın sonunda Rodin sanat tarihinin en erişilmez başarılarına doğru yürür, Camille ise akıl hastanesine doğru. Ve Camille bir daha o hastaneden çıkamaz, orada ölür.

-Gustav Flaubert'in  "Madam Bovary" adlı romanı yayımlandığı tarihten itibaren  tüm dünyada tutuldu ve çok sevildi. O roman binlerce yıldan beri tekrarlanan bir kederi, bir yalnızlığı, çaresizliği, hayallerinin peşinden giden bir kadını toplumun yalnızlaştırıp cezalandırmasını anlatıyordu.
Üstelik insanlığın en unutulmaz kitaplarından birini yazan  G. Flaubert, yazdığı kitaptan dolayı eleştiriliyor, tutuklanıyor ve yargılanıyordu. 
Kendini yapayalnız hissediyordu.
Dostu Turgenyev'e yazdığı bir mektupta, "Ne kadar yalnız olduğumu bir bilsen! Konuşacak kim var ki? Zavallı ülkemizde edebiyatı hala umursayan kim var? Belki de yalnızca bir kişi? Ben! Kaybolmuş bir ülkenin enkazı ve romantizmin eski fosili," diyordu.

-Ve kitapta en beğendiğim bölüm; Edward R. Murrow'un anlatıldığı bölüm oldu. Ünlü sinema sanatçısı George Clooney, "Amerikan yayıncılığının en büyük azizi" diye anılan Murrow'un hikayesini anlatan bir film çevirdi. Bir tür "efsane" olan Murrow gerçekten de insanlara anlatılmayı hak ediyordu. Çünkü o dürüst ve cesurdu. Merak ediyorsanız eğer, bu bölümü kitaptan okumalısınız. :) 

-Oğul Dumas'ın "Kamelyalı Kadın" romanını temel alan G. Verdi "La Traviata" operasını besteledi.








SADAKO VE KAĞITTAN BİN TURNA KUŞU EFSANESİ


Sadako Sasaki

Bilindiği üzere II. Dünya Savaşı'nın son aşamasında Amerika Birleşik Devletleri Japonya'ya iki atom bombası attı:  Kod adı Little Boy olan uranyum tipi atom bombasını 6 Ağustos 1945'te Hiroşima'ya, üç gün sonra 9 Ağustos 1945'te kod adı Fat Man olan plütonyum bombasını da Nagasaki'ye attı. Bu iki atom bombası, hedeflerini tamamen imha etti, onbinlerce ölü ve yüzbinlerce yaralı bıraktı ardından. 

Hiroşima'ya atom bombası atıldığında, Sadako Sasaki  henüz bir yaşında bir bebekmiş.  Bomba, Hiroşima'daki evlerinin bir mil uzağında patladığı için yaralanmamış. Ancak Sadako on bir yaşına geldiğinde birdenbire hastalanmış. Doktorlar, Sadako'ya "atom bombası hastalığı" adı verilen kan kanseri(lösemi) teşhisi koymuşlar.

Hastanedeki doktorlar, çaresizce küçük kızın ölümü için gün sayarlarken Sadako yüzünde gülücüklerle hastane koridorlarında koşup oynuyormuş. Hastanede en sevdiği kişi ise seksen yaşlarında kendisi gibi kanser olan yaşlı bir kadınmış.

Yaşlı kadın ölmeden hemen önce yanında bulunan Sadako'ya "Benim için çok geç ama, bizim inanışımıza göre; eğer bir kişi kağıttan 1000 tane turna kuşu yaparsa, her istediği kabul olur. Ben yapamadım ama sen yap ve kurtul" demiş ve son nefesini vermiş.

Bunun üzerine Sadako hastalığını cesaretle karşılayıp, kağıt turnaları katlamaya koyulmuş. Turnalar tüm dünyada uçabilsinler diye de her bir turnanın kanatlarına "huzur"  diye yazmış.

Bu hazin öykü önce yerel, sonra da uluslararası basında yer almış. Dünyanın dört bir yanından insanlar Sadako'ya kağıttan turna kuşu göndermeye başlamışlar. 25 Ekim 1955 günü Sadako son saatlerini 644. kuşu yaparak geçirmiş.

Hemşireler ve hastabakıcılar postadan gelen yüzlerce origami kuşu ile odasına girmişler. Fakat Sadako yüzünde hafif bir gülümseme ile çoktan hayata veda etmiş. Postacılar aylarca kağıttan turna kuşu taşımışlar hastaneye. Sadako'nun arkadaşları da eksik kalan 356 turnayı katlayıp onunla birlikte gömmüşler.

Sayısı milyonlara ulaşan turna kuşları, bu gün Japonya'da bir müzede sergileniyor.

O günden bu yana turna kuşu barışın ve nükleer silahsızlanmanın simgesi olur. Arkadaşları Sadako'nun ve atom bombasından ölen bütün çocukların anısına bir anıt diktirebilmek için ülkenin dört bir yanından para toplarlar. Ve toplanan paralarla yapılan anıt, 1958'de Sadako Sasaki anısına Hiroşima'da Barış Park'ında törenle açılır. 




Ayrıca Sadako'nun ABD'de Seatle Barış Park'ında da bir heykeli bulunmakta.

Her yıl  Barış Günü olan 6 Ağustos'ta dünyanın dört bir yanından çocuklar yaptıkları kağıttan binlerce turna kuşunu Sadako'nun Hiroşima'daki anıtına gönderirler.

Nazım Hikmet Sadako'nun hikayesinden çok etkilenmiş ve 1956'da kaleme aldığı "Kız Çocuğu" şiirini onun için yazmış. Nazım Hikmet şiirinde Sadako Sasaki'nin yedi yaşında olduğunu yazmış; ses uyumuna uysun diye. Oysa Sadako öldüğünde on bir yaşındaymış. Nazım'ın "Kız Çocuğu" şiiri, savaş karşıtı bir mesaj olarak büyük başarı kazanmış ve bir çok sanatçı tarafından bestelenmiştir.

İşte o bestelerden birini dinlemek için linki tıklayınız:

Joan Baez
https://www.youtube.com/watch?v=G3I4OnAuZIo





Not: Sadako Sasaki'nin kısa yaşamı ABD'li yazar Eleanor Coerr'in 1977 yılında yazdığı "Sadako ve Kağıttan Bin Turna Kuşu" kitabı ile tüm dünya tarafından tanınır.


Kaynaklar
-- Osman Balcıgil - İpek Sabahlık, s: 366 (Destek Yayınları)

--1000kitap.com

Görseller, Google görsellerden alınmıştır.





13 Aralık 2018 Perşembe




FARK YARATAN ÜNLÜLERİN ÖLDÜKTEN SONRA ÇALINAN ORGANLARI

Onlar için ünlü olup da sıradan insanlar gibi yaşamak zorken, öldükten sonra da sıradan insanlar gibi mezarlarında sükun içinde  yatmalarına izin verilmemiş; insanoğlunun merakı, onlar gibi olabilme isteği veya bencilliği yüzünden. Ya organları çalınmış ya da cesetleri mezardan çıkarılmış, başka yerlere götürülmüş.

Bizim buralarda ; "Ölüden şeytan bile vazgeçmiş" derler. Şeytanın bile vazgeçtiği ölüden, insanlar neden vazgeçmiyorlar ki, diye düşünmedim değil; Milan Kundera'nın "Kimlik" romanını okurken. Kundera, "Aşk"ı irdelediği bu romanında aynı zamanda  kimlik sorununu da  işlemiş. Sayfalarda ilerledikçe  yazarın, Haydn ve Einstein'in ölümüne ilişkin yazdıkları, ilgimi çekmişti. Satırların altını çizip, "araştır" diye not düşmüştüm. İşte altını çizmiş olduğum o satırlar:

"Haydn'ın ölüsü daha soğumadan başını bedeninden ayırmışlar; kaçık mı kaçık bir bilgin, beynini çıkarıp, müzik dehasının nerede yer aldığını saptasın diye! 
Ya Einstein'in başına gelen? Vasiyetini titizlikle yazarak, öldükten sonra kendisini yakmalarını istemiş. Bu isteğini yerine getirmişler, ne var ki ona yürekten bağlı, özverili çömezi, ustasının bakışlarını üstünde duyumsamadan yaşamaya katlanamayacağını düşünmüş. Yakılmadan önce, cesedin gözlerini çıkararak alkol dolu bir şişenin içine koymuş, böylelikle, kendisi de ölünceye kadar ustasının ona bakmasını sağlamış."

Öldükten sonra, Einstein'in beyninin incelenmek üzere cesedinden çıkarıldığı çok yazılıp çizilmişti ancak gözlerinin çıkarıldığını ilk kez okumuştum. Keza Haydn'ın başının kesildiğini de. Hem Mozart'ı hem de Beethoven'i etkilemiş olan ve "Baba Haydn" olarak da tanınan Avusturyalı ünlü besteci Joseph Haydn'dan söz ediyorum.


J. Haydn(1732-1809)

A. Einstein(1879-1955)

İki yıl gecikmeli de olsa konuyla ilgili araştırma yaptım. Araştırma sonucunda gördüm ki, organları çalınan birçok ünlü vardı. Saçlar, beyin, kalbin çalınması bir yana, çalınan organlar arasında sol göğüs(meme), penis ve üç parmak gibi ilginç organların yer alması çok şaşırttı beni.

Beethoven'in Saçları




Ludwig van Beethoven'in omuzlarına dökülen dalgalı saçları vardı.1827'de Viyana'da öldüğünde, o tarihte henüz 15 yaşında bir piyanist olan Frdinand Hiller, Beethoven'in saçlarından bir tutamını kesip, bazı saç tellerini de koparıp, maun bir kutunun ortasına oydurduğu camdan özel bir haznede yıllarca sakladı (Beethoven'in saçlarından hatıra örnekleri alan sadece Hiller değildir. Gömülürken, bir aslan yelesini andıran saçlarından neredeyse hiçbir şey kalmamıştı). Hiller maun kutuyu Avrupa'nın dört bir yanında verdiği konserlere hep yanında götürdü. 1883'te, oğlu Paul Hiller'e emanet etti. O da arkasına "Bu saçlar, Beethoven öldükten bir gün sonra, 27 Mart 1827'de babam Dr. Ferdinand v. Hiller tarafından kesilmiş ve bana 1 Mayıs 1883'te doğum günü hediyesi olarak verilmiştir" diye yazdı.*

Einstein'in Beyni Bira Soğutucusunda

20. yüzyılın en önemli fizikçilerinden Albert Einstein 17 Nisan 1955 akşamı göğüs ağrısı şikayeti ile Princeton Hastanesi'ne yatırıldı. 76 yaşındaydı.Ertesi sabah, karın boşluğundaki en büyük atardamarın yırtılmasından(abdominal aort anevrizması) kaybedildi. Cesedine dokunulmaması ve yakılarak küllerinin denize serpilmesini vasiyet etmişti. Bu isteği kısmen yerine getirildi. Gerçi cenazesi yakıldı ve külleri savruldu ama, daha önce hastanenin patoloğu Thomas Harvey, dehasının sırrını çözmek istedi ve otopsisini yaptı. Bu işlemin izinsiz olması bir yana, beyni çıkartıp sakladığını da kimseler bilmiyordu. Otopsinin yapıldığı hemen ortaya çıktı elbette. Ama oğlu Arthur, "Einstein'in beyni bizim evde" diyerek, durumu sınıf öğretmenine söylemeseydi, beynin çalındığı ortaya çıkmayabilirdi. Harvey sadece beyni almakla yetinmedi. Gözlerini de çıkarttı ve Einstein'in göz doktoru Henry Abrams'a teslim etti. Halen New York'ta bir kasada durmaktalar.

Dr. Harvey, bütün ısrarlara rağmen beyni teslim etmeyince hastaneden kovuldu. Philadelphia'ya taşındı. Bir laboratuvar'da gerekli ön işlemlerden sonra beyni 240 kadar parçaya ayırdı, iki kavanoza dağıttı, üzerlerine formalin doldurdu. Önce bir tahta kutuya, kutuyu da bira soğutucusunun alt rafına yerleştirdi. Zaman zaman gazeteciler araştırma sonuçlarını sordular. O da bir yıl içinde yayınlayacağını söyleyip durdu.Böylece otuz yıl geçti.**

Bu araştırmanın sonucunu merak ediyorsanız eğer (* ve **) linki tıklayınız:
http://www.hurriyet.com.tr/beethoven-in-saclari-einstein-in-beyni-ve-baska-onemli-seyler-4836367

Yukarıda okuduğunuz üzere Kundera, "Kimlik"te Einstein'in gözlerini çıkartan kişinin onun çömezi olduğunu ve ustasının  gözlerinin kendisini izlemeden yaşayamayacağını düşündüğü için bunu yaptığını yazmıştı. Sevil Atasoy'un yazısında ise, Einstein'in beynini ve gözlerini çıkartan kişinin hastanenin pataloğu Thomas Harvey olduğu yazılı. Hangisi doğru veya değil bilmiyorum. Ama doğru olan şey, izinsiz ve vasiyetine aykırı olarak Einstein'in organlarının çalındığı olgusudur, ki yaşarken rahat yüzü göremeyen dahiye, ölümünde de rahat verilmemiştir.



8 Aralık 2018 Cumartesi





SUAT DERVİŞ: BAŞI EĞİLMEZ KADIN



Fosforlu Cevriye türküsünü duymayanınız var mı? Hani "karakolda ayna var" diye başlayan türküyü. Yoktur herhalde. İşte bu türküden esinlenilerek yazılan romanın adı çok bilinir de, bu hikayeyi kaleme alan yazarın adı pek bilinmez. Oysa bu romanın yazarı Suat Derviş, hayata kafa tutan, mücadeleci, zorluklar karşısında asla yılmayan, baş eğmeyen, ne pahasına olursa olsun doğru bildiği yoldan şaşmayan cesur bir kadındır ve bir kadın olarak güzel yurdumuzda "ilk"leri başarmıştır. Suat Derviş hakkında yazılan iki biyografi kitabını okuduğumda kendisine olan hayranlığım bir kez daha arttı diyebilirim. 

Suat Derviş: Aristokrat bir Osmanlı ailesinin kızı, Osmanlı Devleti'nin son, Cumhuriyet Dönemi'nin ilk yıllarının önemli kadın gazetecilerinden ve yazarlarından biri. Nazım Hikmet'in çocukluk arkadaşı ve ilk aşkı, sonrasında sırdaşı ve dava arkadaşı olan Suat Derviş'i Nazım'ın onun için yazdığı "Gölgesi" başlıklı şiiri  çok güzel anlatmaktadır. Nazım, bu şiirini ona ithaf ettiğinde Suat Derviş henüz on altı yaşındadır. İşte o şiir:

Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme.
Ya bu kadın delidir
Yahut ben çıldırmışım.
(...)
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yolda mağrur uzanan gölgesini çiğnedim.

Suat Derviş'in aşkına karşılık vermemesi üzerine de Nazım Hikmet "Bence Sen de Herkes Gibisin" başlıklı şiirini yayımlamıştı. Şiirin son dörtlüğü şöyleydi:

"Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin..." 


Nazım Hikmet ve Suat Derviş

Ağzında altından kaşıkla doğan ama bir hastahane köşesinde son nefesini yoksulluk içinde veren bu güzel ve özel kadının hayat hikayesini merak ediyorsunuzdur sanırım. Onun hayat hikayesini okumak, aynı zamanda yakın tarihe yapılacak kısa bir yolculuk olacak; kah sevindiren kah üzen... Öyleyse başlayalım.

Suat Derviş, Osmanlı'nın ünlü paşası Müşir Mehmet Emin Derviş Paşa'nın torunu olarak hayata merhaba dedi. Derviş Paşa, Osmanlı'da çağdaş kimya derslerini başlatmış ve Usul-i Kimya adıyla Osmanlı'da ilk ders kitabını da yazmıştı. Derviş Paşa öldüğünde, oğlu İsmail Derviş(Suat'ın babası), devletin desteğiyle Avrupa'ya gitmiş ve Fransa'nın Lyon kentinde tıp okumuştur. 1890'ların sonunda yurda döndüğünde o artık kadın-doğum uzmanı bir doktordur. Daha sonraları müderris olan İsmail Derviş, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Profesörlük unvanını alacaktır. Suat'ın annesi Hesna Hanım ise, Mabeyinci Kamil Bey ile saraylı Perensaz Hanım'ın küçük kızıdır.

Suat Derviş, Küçük Çamlıca'da bulunan konakta 10 Ağustos 1901'de doğdu.Küçük kıza Hatice Suat adını koydular. Hatice, erken doğan kız; Suat ise mutluluk anlamında...Ailenin, ikinci kızına (Ablası Hamiyet, üç yaşındaydı, Suat doğduğunda) daha çok erkek adı olarak bilinen Suat ismini koyması, muhtemelen  ikinci bebeğin erkek olmasını istemesindendi. 

Ailesi dahil, herkes tarafından Suat diye çağrılmasına rağmen, resmi evraklarda adı Hatice Saadet olarak geçecekti Suat Derviş'in.

Yazın Çamlıca'da, kışın Moda'da geçen özgür ve neşeli çocukluk yıllarından sonra Hamiyet ve Suat, evde özel hocalardan eğitim aldılar, Fransızca öğrendiler. Okuma tutkusu Suat'ın hayatına erken yaşta girmiş, bu tutkuya bir süre sonra da yazma tutkusu eklenmişti.

Suat Derviş'in  on altı yaşındayken yazdığı "Hezeyan" başlıklı  şiirinin Nazım Hikmet tarafından kendisinden izin alınmadan Alemdar gazetesinde yayımlatmasıyla yazarlığa ilk adımını atmış oldu.(Suat Derviş'in "Hezeyan adlı ilk şiiri Alemdar gazetesinde 1918 yılında yayımlandı).

İlk şiirinin yayımlanmasından sonra Suat, Babıali'den yükselen mürekkep ve kağıt kokusunu sevdi. Babasına ait Remington daktilo makinesiyle, durmadan yazmaya başladı. Sonra içine sinen yazı, şiir ve öykülerini çantasına atıyor, haftada birkaç kez Babıali'nin yolunu tutuyordu. O aralar ablası Hamiyet de Telefon İdaresi'nde çalışmaya başlamış, Osmanlı'nın çalışan ilk kadınlarından biri olmuştu ablası.

Suat'ın en büyük zevkiydi ablasıyla Kadıköy'den şehir hatları vapuruna binerek çay eşliğinde Eminönü'ne gitmek. İşte bu gidiş gelişlerde genç bir adam dikkatini çekti Suat'ın. Gazetede fotoğrafını görünce de bu genç adamın kim olduğunu öğrendi. Bu genç adam, Türk İdman Cemiyetleri İttifakı'nın kurucularından, güreşçi Seyfi Cenap Bey'di. Tanışmaları ve flört etmeye başlamaları fazla zaman almadı. Seyfi Cenap Bey Almanya'dan yeni dönmüştü ve Ticaret Odası'nda katiplik yapıyordu. Güreşiyordu ve ava gitmeyi çok seviyordu. 

Suat Derviş ve Seyfi Cenap Bey evlendiler ve Derviş ailesinin konağında yaşamaya başladılar. Evliliklerinin ilk gününden itibaren Suat çalışmaya devam etti ve ilk romanını bitirdi.

Çiçeği burnunda yazar ilk romanı "Kara Kitap"ı Garabet Matbaası'na götürdü, bastırmak için. Kitabı basılacaktır. Alemdar gazetesi'nin genç editörü Yusuf Ziya Ortaç'tan da romanın tanıtımı için destek sözü almıştır Suat.

Alemdar gazetesi, Kara Kitap adlı romanıyla ses getiren Suat'ı, 19 Ekim'de Ankara Hükümeti'ni temsilen İstanbul'a görüşmelerde bulunmak için gelecek olan Refet Paşa ile "özel bir röportaj" yapmak üzere görevlendirdi. Refet Paşa'yla  röportaj yapmayı başaran Suat Derviş, bu röportajla gazeteciliğe de başlamış oldu.Böylelikle, ülkenin ilk kadın gazetecilerinden biri olarak rüştünü ispatlamış oluyordu. Henüz on dokuz yaşındaydı genç gazeteci. Bu arada Suat Derviş  eşi Seyfi Cenap'tan boşandı.

Kara Kitap'tan sonra yayımladığı ikinci romanı "Ne Bir Ses Ne Bir Nefes"le de büyük ses getirdi Suat. Henüz yirmi bir yaşındaydı ama ülke çapında gazetecilik ve yazarlıkla uğraşıp da adını duymayan kimse kalmamıştı.

11 Kasım 1922'de İsviçre'nin Lozan kentinde başlamış olan görüşmeleri yerinde izlemek üzere, çok iyi derecede Fransızca ve Almanca konuşan Suat'ı gazetesi Lozan'a gönderdi.

"Suat, Lozan heyetini hummalı bir çalışma içinde görünce, davulun sesinin sadece uzaktan iyi geldiğini bir kez daha idrak etti.
Ülkenin yeni kurmayları, kanla, irfanla kurdukları genç Türkiye Cumhuriyeti'nin tezlerini, tıpkı cephede olduğu gibi burada da ölümüne savunuyorlardı. 
İsmet İnönü başkanlığında çalışmalarını sürdüren heyetin her bireyi, yapılacak her yanlışın, vatanı uğruna savaşırken şehit düşmüş kardeşlerine ihanet olacağının farkındaydı. Hepsi, sırtlarında taşıdıkları bu büyük sorumluluğun bilinciyle uğraşıp didiniyordu.
Bütün bu gördüklerini, gazetesi için kaleme aldığı yazıda da gayet iyi dile getirmişti Suat."*

Suat Lozan'dan döndükten sonra aşk romanları yazarı, gazeteci ve çevirmen Selami İzzet'le ikinci evliliğini yaptı. İlkinde olduğu gibi bu evlilikte de damat, Derviş ailesinin konağına taşındı. 

İkdam gazetesi, basın dünyasında bir ilki başlatmak istiyordu.  Suat Derviş'e bir kadın sayfası hazırlama teklifi götürüldü. Teklifi kabul eden Suat tarafından yayıma hazırlanan İkdam'ın kadın sayfası çok beğenildi, büyük sükse yaptı. Genç gazeteci mesleğinde hızla ilerlerken ikinci evliliği de sona erdi. Selami İzett'en boşandı.

Boşandıktan sonra, babası tarafından ablası Hamiyet'le birlikte konservatuvarda eğitim almak üzere Berlin'e gönderildi. Ablasının sesi güzel, kendisi de piyanoda gayet başarılıydı. İki kardeşin Berlin hayatı hızlı başladı; önceden kiralanmış eve yerleştiler, okula kayıtlarını yaptırdılar. Suat piyano çalmayı seviyorsa da asıl sevdiği ve yapmak istediği işten, yazmaktan uzak kalıyor olduğu için huzursuzdu. 

Ablasının desteğiyle ve cesaretlendirmesiyle önceden yazmış olduğu hikaye ve gazete yazılarını alarak Almanya'nın basın yayın hayatında önemli bir kuruluş olan Ullstein'in editörüne gitti, görüştü. Artık, yazılarını, öykülerini "Suzet Doli" imzasıyla Almanca olarak yayımlayacaktı. Suat editöre şöyle demişti:" Almanya'da daha kolay kabul görmemi sağlayacaksa, müstear(takma) isim kullanabilirim."
Bir süre sonra da, babasından gizlice konservatuvardan ayrılıp Berlin Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Fakültesi'ne kayıt yaptırdı. 

Suat'ın yazdığı "Sultan'ın Karıları" adlı öyküsü Ullstein'de yayımlandı ve beğenildi. Suat yazadursun, ablası Hamiyet Danimarkalı mühendis Vigo ile evlenip Kopenhag'a gitti. O artık, Berlin'de yalnızdır. Bu yalnızlığı uzun sürmez. Hastalanan babasını tedavi ettirmek üzere Berlin'e getirdi. Babasına refakat etmek için annesi Hesna Hanım ve kardeşi Ruhi'yi de. Ancak Derviş Paşa'nın oğlu İsmail Bey, 3 Mart 1932 günü kanserden öldü. Parasızlıktan Prof. Dr. İsmail Derviş Bey, Berlin'deki Müslüman mezarlığına bir zavallı gibi gömüldü. Yanında bulunan annesi ve on dokuz yaşındaki erkek kardeşi Ruhi'yle birlikte okulunu bitiremeden yurda döndü Suat. Bundan sonra ailenin geçimini kendisi sağlamak zorundaydı.

Suat yurda döndükten sonra Ankara, İstanbul gazetelerinde yazıları yayımlandı, romanları tefrika edildi. Sabiha ve Zekeriya Sertel'in yönettiği Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı. 1936 yılında Son Posta gazetesinde çalışırken, gazetesi adına Montreux Konferansı'nı (Lozan'da çözülememiş olan Boğazlar sorununu çözmek üzere toplanan konferans) izlemeye gitmesi Suat Derviş'e "Yurt dışına giden ilk kadın gazeteci" unvanını getirdi.

Ablası Hamiyet'le yaşıt olan, kendisinin de çocukluk arkadaşı  gazeteci Nizamettin Nazif'le üçüncü evliliğini yaptı Suat Derviş. Henüz yirmi dokuz yaşındadır. Nizamettin Nazif, arkadaşları arasında "Deli Nizamettin" diye anılır; uçarı, ele avuca sığmaz, aklına ne gelirse söylediği ve yaptığı için. İlk başlarda Nizamettin'in bu "deli"liği hoşuna gider Suat'ın.

Suat, 1936 yılında Tan gazetesinde çalışmaya başlar. Gazetede sokak röportajları yapar, kadın sorunlarına değinir ve dış siyasetle ilgili haberler yapar. Tan gazetesinde çalışırken Sovyetler Birliği'ne yaptığı bir gezi, Suat Derviş'in düşünce dünyasını derinden etkiler. Yurda döndüğünde Tan'da yayımladığı röportaj dizisi büyük tepki alır ve kendisi "Kızıl Komünist" olarak damgalanır. Tepkiler çığ gibi büyüyünce, Tan gazetesinden ayrılmak zorunda kalır. Gezinin yapıldığı 1937 yılında tefrika edilen "Bu Roman Olan Şeylerin Romanı"  Suat'ın siyasi görüşündeki değişimi yansıtır.

Nizamettin Nazif'le olan evliliği de uzun sürmez Suat'ın. Deli, bir motto haline getirdiği "Nizam'ın olduğu yerde intizam olmaz!" cümlesinin hakkını vermiş, Suat'la ve eviyle neredeyse hiç ilgilenmemişti. Oysa Suat, evlenince Nizamettin'in durulacağını sanmış, yanılmıştı. Suat evi terkeder ve boşanırlar. Artık annesi Hesna Hanım ve kardeşi Ruhi ile birlikte Şişli'de küçük bir apartman dairesinde yaşayacaktır.

1939 yılında dünya hızla büyük bir savaşa doğru sürüklenirken Hakkı Tarık Us'un önerisiyle Suat Derviş,  Ziraat Vekili'nin Moskova'daki bir ziraat sergisini ziyaretine eşlik etmek üzere ikinci kez Moskova'ya gider. Moskova'da defterler dolusu notlar alır ama o sıralar basına sansür uygulandığı için gazetede istediğini yazamaz. Ama çok sonra bu notlarını kitap olarak bastıracaktır.

II. Dünya Savaşı ortalığı kasıp kavururken, İstanbul'da esen rüzgarlardan hoşnut olmayan birkaç aydın bir araya gelip bir edebiyat dergisi çıkartmaya karar verdiler. Bu aydınların arasında Suat ve Neriman Hikmet Öztekin de vardı. Her ikisi de tıpkı öteki aydınlar gibi, savaşa karşı en iyi barışla, edebiyatla karşı durulacağını düşünüyorlardı. Çıkacak derginin adı "Yeni Edebiyat" olacaktı. Savaş yanlısı olanlar, Nazizme ve Faşizme övgü düzenler hariç, herkese, özellikle de genç kalemlere açık olacaktı derginin kapıları.

Dergi toplantılarına katılanlar arasında, yazılarını müstear(takma) isimle yazacağını söyleyen, herkesin "Reşat Ağabey" diye saygı gösterdiği bir katılımcı vardı. Adı; Reşat Fuat Baraner'di. Reşat Fuat, Mustafa Kemal Atatürk'ün teyzesinin oğluydu ve bu yakınlığını saklı tutuyordu. Herkesin iktidardakilerle araya bir yakın koyarak daha iyi imkanlar sağlamaya çalıştığı günlerde, Reşat Fuat tersine, Gazi'nin teyzesinin oğlu olduğunu söylemekten yanlış anlaşılma korkusuyla endişe duymuştu.

Reşat Fuat, Berlin'de kimya mühendisliği okumuş, sonra Moskova'ya gidip Lenin Akademis'ini bitirmiş ve 1924'te yurda dönmüştü. Başından üç evlilik geçmiş olan Suat, Reşat Fuat'tan etkilenmişti. O da Suat'tan etkilenmişti. 

Suat Derviş ve Reşat Fuat çok vakit geçirmeden evlendiler.  Yıl 1941'di. Suat bu kez sahiden çok sevecekti kocasını. Kocası, kendisi için değil de yoksul, çaresiz insanlar için yaşayan, tam anlamıyla feda edilmiş bir hayata sahipti çünkü. Ancak bir sorun vardı; Reşat Fuat, Türkiye Komünist Partisi'nin(TKP) genel sekreteriydi ve onun nerede, kiminle, ne yaptığının bilinmesi eşyanın tabiatına aykırıydı.

Zaman içinde, mesleğiyle ilgili, Yeni Edebiyat dergisinden kaynaklanan bir sıkıntısı daha olacaktı Suat Derviş'in. Türkiye Komünist Partisi genel sekreteri olduğu için yeraltında faaliyet gösteren Reşat Fuat Baraner'in yazdığı bir kısım yazıyı da sahiplenmek zorunda kalacak, eşinin "bir amaç doğrultusunda" yazdığı yazılara kendi imzasını koymaktan çekinmeyecekti.

Doğal olarak, altına girdiği bu sorumluluğun Suat açısından ağır sonuçları olacaktı. Suat Derviş farkında olarak ya da olmayarak, "Yeni Edebiyat"ta edindiği bu "yeni kimlik"le, hayli zor bir hayata doğru yelken açmıştı.

Türkiye'de toplumsal gerçekçi akımın ilk yayın organlarından sayılan "Yeni Edebiyat" dergisi 15 Ekim 1940-15 Kasım 1941 arasında yirmi altı sayı yayımlandı.

Suat Derviş, ikinci kez gittiği Moskova'da tuttuğu notları 1944'te "Niçin Sovyetler Birliği'nin Hayranıyım?" adıyla  yayımlar. Bundan sonra gazeteci olarak hiçbir yerde iş bulamaz. Takma isimlerle yazılar yazmaya başlar. Aynı yıl TKP soruşturmaları çerçevesinde eşi Reşat Fuat Baraner'le birlikte tutuklanır. Sorgu sırasında sekiz aylık hamiledir Suat ve bebeğini düşürür. Reşat Fuat'ı sakladığı ve yasadışı Türkiye Komünist Partisi'ne katıldığı gerekçesiyle yargılanır ve sekiz ay tutuklu kalır.

Hapisten çıktıktan sonra geçim sıkıntısı çeken yazar, geçimini sağlamak için ingilizce, Almanca, İtalyanca çeviriler ve editörlük yapar.

1945'te çok partili hayata geçilirken, sivil toplum örgütlerinin kurulması yönünde bazı kararlar alınmıştı. Kocasının isteği üzerine Suat Derviş, Yeni Edebiyat dergisini kurdukları günden bu yana birlikte çalıştığı arkadaşı Neriman Hikmet'le birlikte Türkiye'nin ilk basın sendikasını kurdular.

Eşinin 1951'de, tekrar tutuklanması üzerine, kendisinin de tekrar tutuklanma olasılığına karşı ülkeden ayrılarak ablası Hamiyet'le birlikte Paris'e yerleşti. Yerleşme işi tamamlandıktan sonra Suat, yazılarını ve "Zeynep İçin"  romanını da (Bu romanı, Fransızca olarak yeniden yazdığında adını Ankara Mahpusu koymuştu)  yanına alarak Europe dergisinin yolunu tuttu. Editörle görüştükten sonra Fransızca yazdığı "Turgut" öyküsünü ve Ankara Mahpus'unu  bıraktı editörün masasına. Editörün cevabı; "Değerlendireceğim" olmuştu.

Europe'un yayımlandığı gün öyküsünün basıldığını görünce çok sevindi Suat. Tam otuz altı yıldır yazıyordu. Bu kez Paris'te Suat Derwish adıyla Fransızların kalbini kazanmıştı.

Avrupa'da çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları yayımlanmaya başlar. 1957'de "Le Prisonnier d'Ankara adıyla yayımlanan Ankara Mahpusu, on sekiz dile çevrilir ve o kadar beğenilir ki eleştirmenler tarafından Ivo Andriç'in Drina Köprüsü'nden bile daha iyi bulunur.



Suat Derviş, eşi Reşat Fuat Baraner'in hapisten çıkmasından sonra  1963 yılında yurda döner. Takma adlarla roman ve hikayeler yazmaya devam eder. Paris'e gitmeden önce kafasında şekillendirdiği "Fosforlu Cevriye" romanını tamamlar. Öğrenci ayaklanmalarının olduğu 1968 yılında May Yayıncılık tarafından Ankara Mahpusu ile birlikte yayımlanır. Fosforlu Cevriye romanı, Türk Edebiyatı'nda bir sokak kadınının hayatını konu edinen ilk eserlerdendir.
Suat, Cevriye'nin aşık olduğu esrarengiz adamı, kocası Reşat Fuat'ı model olarak alarak yazmıştı. 

Reşat Fuat, hapisten çıktıktan sonra hayatını çevirmen olarak kazanmaya karar vermişti. Arkadaşı Behice Boran'ın kocası Nevzat Hatko'nun tercüme bürosunda çalışmaya başlamıştı ama yorgun ve hastaydı. Daha fazla dayanamadı ve Reşat Fuat 12 Ağustos 1968 tarihinde hayata gözlerini yumdu. Cenazesi Feriköy Mezarlığı'nda toprağa verildi.

Hasta olan eşine sezdirmese de şeker hastalığı iyice ilerlemişti Suat'ın. Öyleki gözlerinden biri neredeyse  hiç görmüyordu. Eşinin ölümünden sonra hastalığı ilerledi, yazamıyordu, okuyamıyordu. Yine de ayakta durması, ablasıyla kendisini geçindirmesi gerekiyordu.

Yayınevlerinden alacakları vardı ama zamanında ödeme yapmıyorlardı. Bunun üzerine alacaklarını tahsil etmek için küçük mektuplar yazdı. Bu mektuplardan biri, Fosforlu Cevriye'nin senaryosundan kalan yüz elli lirayla ilgiliydi. Film şirketinin sahibinden, yüz elli lirasını ya da en azından bir kısmını ödemesini rica ediyordu Suat. 

Ünlü Derviş Paşa'nın torunu, Profesör Doktor İsmail Derviş ve saraylı Hesna Hanım'ın kızı, küçücük bir paranın peşindeydi. Üstelik bu paraları rahatlıkla kazanmıştı zamanında Suat. Hem Türkiye'de, hem Almanya'da, hem de Fransa'da.

Ablası Hamiyet'i de kaybettikten sonra Suat'ın sağlığı iyice bozuldu. Özellikle gözleriyle başı dertteydi. Ameliyat olması gerekiyordu. Kitapları SSCB'nin her yerinde okunan bir yazar olmasının sağladığı imkanı değerlendirdi ve Moskova'ya gitti ameliyat olmak için. Ameliyatı başarılı geçmedi. Daha iyi görmek şöyle dursun, ağrımaya da başlamıştı gözleri.

Moskova'dan Bulgaristan'a geçti. Sofya'da Bulgar Yazarlar Birliği tarafından ağırlandı. Daha önce Bulgaristan'da yayımlanan Fosforlu Cevriye romanının telif hakkını aldı. Trenle İstanbul'a döndü. 

Gözleri artık görmüyordu, bu nedenle de yazamıyordu. Ev kirasını ödeyemeyince evden çıktı. İstiklal Caddesi'nde bulunan Suriye Pasajı'nda bir izbe kiraladı. Burası bir evden ziyade bir sığınaktı onun için.

Bir gece yarısı sığınağa uğrayan İsmet Kür(Yazar Pınar Kür'ün annesi) ve Celal Sılay tarafından hastaneye kaldırılır Suat Derviş. Durumu ağırdır. 23 Temmuz 1972 günü, Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi'nde hayata gözlerini yumar. Ölmeden önce son isteği, annesi Hesna Hanım'ın yıllar önce kendisine aldığı ve çok sevdiği, asla yanından ayırmadığı ipek sabahlığın üstüne örtülmesi olur. 

Suat'ın cenazesi, otuz kadar dostunun katılımıyla Feriköy Mezarlığı'na defnedildi. İpek sabahlığa ne olduğu bilinmiyor.

Devrimci ve mücadeleci bir yaşamın hazin sonudur onunkisi. Yüreği kırgın, parasızdır ama son nefesine kadar asla pes etmemiş, kimseye boyun eğmemiştir. Suat Derviş, bu cesur kadın, eseri "Fosforlu Cevriye" den daha fazla tanınmayı ve bilinmeyi hak ediyor. Hakkını teslim etmek gerek.
Ruhu şad olsun... 


Kaynaklar:

* Osman Balcıgil- İpek Sabahlık Bir Suat Derviş Romanı, Destek Yayınları, 431 sayfa.

** Liz Behmoaras- Suat Derviş Efsane Bir Kadın ve Dönemi, Doğan Kitap, 364 sayfa. (Kitabın sonunda Suat Derviş ve ailesine ait fotoğraflar yer almaktadır.)






14 Kasım 2018 Çarşamba




SONBAHAR DÜŞÜNCELERİ

Sonbahar geldi yağmurla beraber
Boynu bükük duruyor kasımpatı
Ölümü düşündürür oldu geceler
Yaz güneşinde bıraktık hayatı
İnsan böyle de mahzun olurmuş meğer
Ansızın silindi renk saltanatı
Yaz güneşinde bıraktık hayatı

Ufuk yaslı, bahçeler kırık dökük
Geceler uzun, geceler korkulu
Ümitler savrulmada köpük köpük
Zamanı unutuyor insanoğlu
Dünya dediğimiz ne kadar küçük
Toprak endişeli, gökler buğulu
Zamanı unutuyor insanoğlu

Çiğ yağıyor, çiğ yağıyor camlara
Dualarla ağlamakta gökyüzü
Çıldırtıyor insanı bu manzara
Bu mevsim törpülüyor ömrümüzü
Selam gözü yaşlı hazin akşamlara
Artık düşünemez olduk gündüzü
Bu mevsim törpülüyor ömrümüzü

Belli değil nasıl yaşadığımız
Boşuna dönüyor yel değirmeni
Düşünceler yorgun, hayaller yalnız
Bu mevsim bu mevsim ağlatır beni
Mum aleviyle söndü varlığımız
Şu hava bambaşka, şu koku yeni
Bu mevsim bu mevsim ağlatır beni

Nereye güzel kırlangıç nereye
Ölümlerden ölüm beğenmeye mi
Gel, sonsuza açılan pencereye
Birlikte dolaşalım şu alemi
Ve bir daha dönmeyelim geriye
Kırlangıcım, beni de götür e mi
Birlikte dolaşalım şu alemi

Sevinci gül yaprağında bıraktık
Badem dalında kaldı gençliğimiz
Aynaya korkulu gözlerle baktık
Şimdi ömrün lezzetinde değiliz
Yeter ki bitsin şu uzun karanlık
Yeter ki sükunet bulsun şu deniz
Şimdi ömrün lezzetinde değiliz

Bir endişe var kalbin vuruşunda
Yere serildi alev gölgeler
Hayalin erişilmez yokuşunda
Sürüdü zamanı o dev gölgeler
Neden bu yas dağların duruşunda
Neden böyle perişan düşünceler
Sürüdü zamanı o dev gölgeler

Binbir üzüntüyle ettik sabahı
Haber yolladık ümitsiz güneşe
 Alıştık geceye, sevdik siyahı
Veda kalplerimizde yanan ateşe
Leylak dalında unuttuk günahı
Aşkı beraber götürdü menekşe
Veda kalplerimizde yanan ateşe

Bir keman çalınmada dokunaklı
Bir kema çalınmada hazin hazin
Nur yüzlü gelinler siyah duvaklı
Lezzeti kalmadı gençliğimizin
Toprağın altında bir alem saklı
Beklediği var şu hırçın denizin
Lezzeti kalmadı gençliğimizin

Kervansaray uzaklarda, yol uzun
Bütün kuvvetiyle esiyor rüzgar
Manası küçüldü artık sonsuzun
Bu mevsim, bu mevsim ilk ve sonbahar
Anladık geldiğini sonumuzun
Birbiri ardından çözüldü yıllar
Bu mevsim, bu mevsim ilk ve sonbahar

Ümit Yaşar Oğuzcan
Acılar Denizi, Özgür Yayın Dağıtım-7. Baskı, Ağustos 1992, s:38-40