25 Aralık 2023 Pazartesi

 



YENİ BİR YILA GİRERKEN




İnsan yeni bir şey aldığında sevinçlidir, yeni bir hayata başlarken umutludur, yeni sevdalara tutulurken mutludur. Yeni olan ne varsa değerli ve kıymetlidir onun için. Yeninin bir gün sonra eskiyeceğini, bir başka yeni elde edildiğinde elindeki yeninin eski duruma düşeceğini bilmeden hep yeniler peşinde koşar durur. Bu koşuda istek ve arzuları yenilenirken, aslında kendisi eskir farkında değildir! 

Yeni bir yıla girmeye az kalmışken, yılın başına eklediğimiz yeni sözcüğü hakkında birazcık düşündüm. 2023'ü yolcularken adı eski yıl, 1 Ocak  itibarıyla aynı zaman dilimi saat 24'ten sonra 60 saniye geçince, ansızın "yeni yıl" oluveriyor. Aslında ezelden beri hiç değişmeyen zamanı insan kendisine uydurmak için dilimlere ayırmış ve adlandırmış. Zihnimizde bu adlandırmalarla uyumlanmış ve geçip gittiğini varsaydığı zamana eski, geleceğini varsaydığı zamana da yeni demiş. Yani insanoğlu/kızı kendini zamana uyduramayınca, zamanı kendine uydurmuş! Böylece  zamanı kaybetmediğini sanırken zaman çoktan onu kaybetmiş!

John Steinbeck Cennetin Doğusu kitabında zamana ilişkin şöyle yazar: "Zaman aralığı, zihinde garip ve çelişkili bir meseledir. Rutinle geçen bir sürenin ya da olaysız bir sürenin insana bitmez tükenmez geleceğini varsaymak mantıklıdır. Öyle olması gerekir, ama değildir. Hiçbir süresi olmayan zamanlar, sıkıcı ve olaysız zamanlardır. İlgiyle renklenmiş, trajediyle yaralanmış, sevinçle bölünmüş zamanlar ise hatırada uzun görünen sürelerdir. Düşünülürse öyle de olması gerekir. Olaysızlığın direği yoktur ki üzerine bir süre asabilesiniz. Hiçbir şeyden hiçbir şeye geçen zaman sıfırdır." Bu nedenle zaman denilen kavram ayrım yapmaz; takvim düzeni ve saat dilimleri herkes için aynıdır ve adildir.

2023 yılı nasıl geçti anlayamadım. Acaba hiçbir şeyden hiçbir şeye geçen zaman olduğu için mi? Bunu düşünmeyi erteleyip, alışılageldiği üzere yeni bir yıl için sizlere güzel  dileklerimi sunayım. 

Bu yazımı okuyan siz değerli okurlara, 2024 yılında mutluluklar (göreceli ve öznel olsa da) diliyorum. Ve de evlerinize "Huma Kuşu" girsin ya da üstünüze bu kuşun gölgesi düşsün diyorum...

Not: 

- Efsanevi bir kuş olan Huma Kuşunun yükseklerde uçması ve asla yere inmemesi nedeniyle ayaklarının olmadığına inanılır. Huma (Dilimize Farsçadan gelmiştir) kelimesinin anlamı "mutluluk getiren" olarak bilinmektedir. Huma kuşunun olduğu yerde mutluluk ve huzur olduğu söylenegelmektedir. Türk Mitolojisinde Huma kuşu  Umay Ana olarak bilinmekte, Umay Ana'nın bereket ve huzur getirdiğine inanılmaktadır. Efsaneye göre diğer bir adı "Devlet Kuşu" olan Umay (Huma Kuşu), yeryüzüne kanatlı bir kuş olarak inmekte,  gölgesine erişebilen kişinin devlet yöneteceği ya da padişah olacağı da söylenmektedir.

- Dileğimdeki mutluluk kelimesi, psikolojide kullanılan "öznel iyilik durumunu" ifade etmektedir. 



15 Aralık 2023 Cuma

 



ADI MASKELİ AMA MASKESİZ, BALO AMA ŞATAFATSIZ, OPERA AMA SİNEMA. HANGİSİNİ İZLEDİM ACABA?



11 Aralık 2023 Pazartesi gecesi Ankara Devlet Opera ve Bale salonunda, Verdi'nin "Maskeli Balo" operasını izledim. Sadık bir opera izleyicisi olarak hayal kırıklığına uğradım diyebilirim. Önce kısaca Maskeli Balo operasının konusunu ve tarihsel süreçte operanın librettosunun değişime uğrama nedenlerini de kısaca yazmalıyım. 

G. Verdi tarafından bestelenen Maskeli Balo'nun (Un ballo in maschera) librettosu , Antonio Somma tarafından yazılmış olup gerçek bir olaya dayanmaktadır. Dünya prömiyeri Roma'da 17 Şubat 1859'da yapılmış. Ülkemizde ise ilk kez 1946-47 sezonunda sergilenmiş. 

Operanın konusu gerçek bir olaya; 1792 yılında İsveç Kralı III. Gustav'ın bir maskeli baloda suikast sonucu öldürülmesine dayansa da, libretto defalarca sansüre uğradığından (bir kralın suikasta uğrayarak öldürülmesi Avrupa'daki diğer kralların ve Aristokratların hedef olabileceği düşüncesiyle sansürlenmiş) libretto değiştirilmiş ve böylece operanın sahnelenmesi sansürden kurtulmuş. Librettoda yapılan değişikliğe göre; operanın konusu Boston 'da (Amerika) geçmektedir. Boston Valisi Ricardo, sağ kolu ve en yakın arkadaşı Renato'nun karısı Amelia'ya aşık olur. Önceleri karşılıksız olduğunu düşündüğü aşkın karşılıklı olduğunu öğrenir. Amelia da Ricardo'ya aşıktır. Bir gün, Vali Ricardo, ünlü büyücü ve falcı Ulrica'nın mağarasına  gizlice tebdili kıyafet giderek saklanır. Amelia ünlü büyücü Ulrica'dan yasak aşkına çare bulmasını istemektedir. Amelia, mağaradan çıktıktan sonra Ricardo da ünlü büyücüden kendi falına bakmasını ister. Ulrica, Ricardo'ya elini sıkan ilk kişi tarafından öldürüleceğini söyler ama bu kehanet Ricardo'yu sadece eğlendirir. Ve sonunda dostu, arkadaşı Renato tarafından maskeli baloda öldürürlür.

Üç perdelik operayı rejisör Ayşe Dağıstanlı Parlar sahneye koymuş. Dekor tasarımı Özgür Usta, kostüm tasarımı Aydan Çınar, video prodüksiyon ise Ahmet Şeren tarafından yapılmış. Rejisör Ayşe Dağıstanlı Parlar bu klasik operayı, modern şekle getirerek ve de yaratıcılığını kullanarak sahnelemiş. Emeğine sağlık olsun ama iyi  bir opera izleyicisi olarak operada uygulanan tekniği (video prodüksiyon), dekor ve kostümleri hiç beğenmedim. Dekor ve kostümler sanki bütçe azlığından baştan savma tasarlanmış ve dikilmiş hissi uyandırdı bende. Son sahnedeki baloya dek tüm giysiler siyah, beyaz ve gri renkteydi. Adeta opera değil de siyah-beyaz bir film izliyor gibiydim. Bunda üç perde boyunca, sahnedeki sanatçıları gölgede bırakan video prodüksiyonun da katkısı oldu şüphesiz. Sahnedeki sanatçıların hareketsizliği karşısında videodaki sanatçıların bale mi, modern dans mı olduğunu kestiremediğim danslarıyla "ne alaka yaa" durumundan bir türlü kurtulamadım. Üst yazıyı mı okusam, sahneyi dolduran ve bir film şeridi gibi akan videodaki dansları mı izlesem, yoksa sahnedeki sanatçıları mı dinlesem üçlüsü arasında gidip gelerek bir türlü oyuna odaklanamadım.

Oyunda, ilk hayal kırıklığını heyecanla beklediğim perdenin açılmasıyla yaşadım. Perde açıldı. Sahnede kalabalık bir oyuncu topluluğu, hiç kıpırdamadan taş kesilmiş gibi duruyor. Kıyafetleri istisnasız tek tip; kaba ve zevksiz öylesine özensiz dikilmiş. Bana Mao dönemi Çin'deki tek tip kıyafetlerin sitilini hatırlattı! Hani oyunun konusunu bilmesem, bu kıyafetler nedeniyle olay Çin'de geçiyor diyebilirdim. Bunu geçtim diyeyim, videodaki jenerikte akan isimlerin sahnedeki sanatçıların isimleri olduğunu düşünürken, isimlerin elimdeki listeyle benzerlik taşımadığını görünce videodaki dansçıların isimleri olduğunu tahmin ettim. Burada da bir açıklık yoktu ne yazık ki. Üstelik sahnede hiç kıpırdamadan duran ve jeneriğin bitmesini sabırla bekleyen sanatçılara saygısızlık yapıldığı kanaati de uyandı bende. Eminim böyle düşünülmemiştir ama seyirci olarak bende uyandırdığı his bu oldu.

İkinci perdede soprano Amelia'nın detone olmasını insanlık hali diye geçiştirebilir, olur bazen böyle şeyler diyebilirim, ki aslında iyi çalışılmış bir operada olmamalı. Ancak üçüncü perdede öyle bariz hatalar vardı ki, bu durumu da seyirciye saygısızlık olarak görmeme neden oldu. Yani nasıl olsa seyirci anlamaz; madem librettoyu değiştiremiyoruz, biz de kostümleri değiştiririz mantığıyla konu işlenmiş. Dikkatli bir seyircinin gözünden kaçmayacak iki örnekle ne demek istediğimi anlatayım: Öncelikle üçüncü perdede siyah, beyaz ve griden renkli tonlara geçen kostümler (maskeli balo olduğu için mecburen) renkli çuvallardan, dikilmeden öylece sanatçıların tek tip elbiselerinin üzerine geçirilmiş gibiydi. Kumaş ince olduğu için altından elbiseler seçilebiliyordu. Hele sahne ışıklarında bunu görmemek imkansızdı. Vali Ricardo'nun kostümü ise balo için değil de sanki evinde yeni  banyodan çıkmış beyaz renkli bornozu sırtına geçirmiş gibiydi. En azından balodaki kıyafeti özenli olabilirdi. Bir başka örnek valiye suikast düzenleyecek olan Samuel ve Tom'un kıyafetlerindeki renk uyumsuzluğuydu. Üst yazıda, maskeli baloda Samuel ve Tom "gök mavisi elbise ve sol yanında  şerit gibi bağlanmış kırmızı eşarplar" giyinmeye ve birbirlerini bu kıyafetle tanıyacaklarına karar veriyorlar ama sahnede kırmızı eşarpsız koyu gri kostümlerle dolaşıyorlar. Yine üst yazıda Oscar, suikastçılara Vali Ricardo'nun maskeli baloda "göğsünde pembe bir kurdele olan siyah bir pelerin" giydiğini söylerek valiyi bulmalarının ipucunu veriyor. Ama Ricardo'nun kostümü bembeyaz! Bunları düşünürken " Eyvah! Neredeyse yanlış birine suikast düzenleyecekler diye içimden geçti. Üst yazıda karar verilen kıyafetlerle sahnedeki sanatçıların kostümleri birbirini tutmayınca da Ricardo'yu kimin öldürdüğünü anlayamadım.  Önceki sahnelerden karısıyla yasak aşk yaşadığına inanan Renato'nun, Vali Ricardo'dan öç alma duygusuyla onu öldüreceğini söylemesiyle katili tahmin ettim sadece. O sırada videoyu izliyordum herhalde. Zihnim, üst yazı, video ve de sahne üçlemesi arasında sürekli gidip gelmekle bitap düşmüş olmalı!!

Opera bittiğinde ilk kez yazık oldu üç saatime dedim. Evde You Tube'den Verdi'nin "Maskeli Balo" müziğini dinlemekle, opera sahnesinde orkestradan canlı dinlemekle aynı keyfi alırdım diye düşünmeden edemedim. Sahi ben opera sahnesinde gerçekte ne izledim? Opera mı, bale mi, modern dans mı, yoksa sadece Verdi'nin müziğini mi dinledim?

Notlar:

- İlk kez opera izlemeye gelenlerin bu operayı izledikten sonra, ikinci kez opera izlemek için geleceklerini düşünmüyorum.

- Eğer operaya ayrılan bütçe yetersizse, baştan savma bir opera sahneye konulmasındansa, hiç sahnelenmemesini yeğlerim.

- Eskiden eseri tüm ayrıntılarıyla anlatan kitapçıklar basılır ve ücretli olarak satılırdı. İzleyicilerden isteyenler bu ücreti seve seve öderlerdi ve perde açılmadan önce okuyup nasıl sahnelendiğini, oyunun hangi aşamalardan geçtiğini okurlardı. Şimdi kısacık bilgi veren broşürler bedava ama oyun hakkında yetersiz bilgiye sahip. Örnek: 24 Nisan 2004 Cumartesi günü prömiyerini izlediğim üç perdelik "Yevgeni Onegin" operasının kitapçığı (tabii kitapçık denilebilirse, adeta kitap) tam 76 sayfa.

- Opera binasındaki tuvaletler çok pisti. Tuvalet kağıdı yoktu. Sensörlü sifonlar bozuktu ve işlemiyordu. Tabiri caizse petrol istasyonlarındaki umumi tuvaletler bile buradakinden daha temizdir. Bu durumla ilgilenileceğini ve gereğinin yapılacağını umuyorum. Ankara Devlet Opera ve Bale binasına hiç mi hiç yakışmıyor çünkü.



Görseller tarafımdan çekilmiştir.



 



REMARQUE'IN İNSANLARI SEVMELİSİN ROMANINDAN 11 ALINTI



Özellikle güzel ülkemiz ve Avrupa devletleri mülteci sorunlarıyla uğraşırken ve mülteci akınını durdurmak için topu birbirlerine atarken iki dünya savaşı ve sonrasında, hiçbir yerde istenmeyen mültecilerle ilgili devletlerin tavrına ilişkin pek bir değişiklik olmadığını Remarque'ın kitabını okuyunca anlıyor insan. Romanda, savaşın alevlerinin sönmeye başladığı yıllarda mültecilerin sınırdan sınıra kovalanması ve çektiği sıkıntılar anlatılmaktadır. Sığınmacılar kendi ülkelerinin vatandaşlığından atılmış, kimliksiz, pasaportsuz hiçbir ülke tarafından kabul edilmemektedir. Romanı okurken; sığınmacıların sığınamadığı dünya, günümüz dünyası için de çok tanıdık geldi doğrusu.

Romandan seçtiğim alıntılar:

-"Kötü bir çağdayız. Barış toplarla, bombardıman uçaklarıyla korunuyor. İnsanlık ise, toplama kamplarıyla, toptan öldürmelerle. Bütün değer ölçülerinin altüst edildiği bir zamanda yaşıyoruz Kern. Bugün saldırgana barış koruyucusu, kamçılanana ve kovalanana ise dünya düzenini bozan deniyor. Üstelik bir sürü millet de buna inanıyor." (s: 110)

-"Yanı başında birisi ölürken sen bunu duyamazsın. Dünyanın bahtsızlığı da budur işte. Acımak ıstırap değildir. Acımak, başkasının felaketi karşısında duyulan gizli bir sevinçtir. Bu felaket kendimize veya sevdiğimiz birisine gelmediği için aldığımız rahat bir soluktur." (112)

-"Kötüler daha sert oluyor, bu yüzden de daha çok dayanıyorlar." (s:114)

-Kern suratını asarak, "Kimi zaman şu mülteci lafını duymak bile sinirimi bozuyor," dedi. Marill güldü. "Saçma. Toplulukların en iyisinin içine girmişsin. Dante bir mülteciydi. Schiller yurtdışına gitmek zorunda kalmıştı. Heine ile Victor Hugo da öyle. Bunlar sadece birkaçı. (s:117)

-"Blöf çağında yaşıyoruz, sizin ise bunu hala öğrenmediğiniz anlaşılıyor. Demokrasinin yerine demagoji geçmiş bulunuyor. Bu da doğal bir sonuçtur."(s: 190)

-"Yargıç omuzlarını kaldırdı. "Size ben yardım edemem. Ceza vermek zorundayım. En az ceza da on dört gün hapistir. Kanun böyle. Mülteciler selinden yurdumuzu korumak zorundayız." (s: 286)

-"Yeryüzündeki en korkunç şey nedir bilir misiniz? Yine aramızda kalsın, sonunda her şeyin alışkanlık halini almasıdır. Karşısında kendimizden geçtiğimiz şeylerde bile bu böyledir." (s: 292)

-"İnsan kendi aşırılıkları içinde büyüktür. Sanatta, aşkta, budalalıkta, kinde, bencillikte ve fedakarlıkta da bu böyledir. Ama dünyada çok kimsede olmayan şey, orta derecede de olsa, iyilik duygusudur." (s: 361)

-"İyi bir hafıza, dostluğun temeli ve aşkın mahvolmasıdır." (s:362)

-"Kağıdın verdiği tiksinti duygusunun şerefine içelim Huber. Kağıdın insan üzerinde böylesine bir egemenlik kurmuş olması doğrusu şaşılacak şey. Atalarımız gök gürültüsünden, yıldırımdan, kaplandan ve depremden korkardı. Daha yakın atalarımız kılıçtan, haydutlardan, salgın hastalıklarla Tanrı'dan korktular. Bizse, ister banknot olsun, ister pasaport basılı kağıtların karşısında titreşip duruyoruz. Mağara adamı koca sopalarla, Romalı kılıçla, ortaçağ insanı vebayla yok edilirdi., bizleri ise bir kağıt parçasıyla imha ediyorlar." (s: 368)

-"Yaşasın fertçiliğin yok edilişi! Eski Yunan'da, düşünmek bir üstünlük belirtisiydi. Sonra bir mutluluk oldu. Daha sonra da bir hastalık. Bugün ise cinayet sayılıyor. Uygarlığın tarihi, onu yaratmış olanların ıstıraplarının da tarihidir." (s:380)

Not: Nansen pasaportu: 1917 devriminden sonra yurtlarından kaçan Beyaz Ruslara ünlü kutup kaşifi Nansen'in aracılığıyla Birleşmiş Milletler tarafından verilen pasaporttu. Bu sayede Rus mültecilerin hepsinin Nansen pasaportu ve çalışma izni vardı. Ama diğer ülke mültecilerinin Nansen pasaportu yoktu. Çalışma izinleri de olmadığı için açlıktan ölüyorlardı.




8 Aralık 2023 Cuma

 


GRILLZ (DİŞ MÜCEVHERLERİNİN) BİLİNMEYEN TARİHİ




"Geleneği Yaşatmak" adlı bir belgeselde, Kırgızistan'da yüzlerce yıldır devam eden kartal avcılığı ve ok atma geleneğinin günümüzde de sürdürüldüğünü ve kültürel aktarımın nasıl yapıldığını izledim. Geleneksel ok atmayı, çocuklara öğreten, ödüller almış Kırgız kadının altın dişini görünce, aklıma Anadolu'da altın dişe yazılan türkü geldi; altın dişli Heyriye, gel beriye beriye diye söylenen. Altın dişin sadece Asya kıtasındaki halklara özgü olup olmadığını merak etmem de altın dişin tarihini araştırmama vesile oldu. :)

Arkeologlar 20. yüzyılın başlarında Giza'da diş mücevherlerine sahip iki mumya keşfetti. Bu keşif diş mücevherlerinin en eski örneğiydi. Bu buluntular M.Ö. 2500 yılına tarihlendirildi. Yapılan araştırmalar sonucunda Etrüsk kadınlarının M.S. yüzyılına kadar diş mücevherlerini kullandığını gösterdi. Etrüskler, İtalya'nın Tiber ile Arno nehirleri arasında yer alan Etruria bölgesinde yaşamış ve M.Ö. 6. yüzyıla dek varlığını sürdürmüş, döneminde ileri bir uygarlığa sahip bir halktı.

Etrüsk kadınlarından bazıları, altın diş taktırabilmek için ön dişlerini çektiriyorlardı. Etrüsk kadınları, kendilerinden sonra gelen Yunan ve Romalı kadınlardan daha fazla medeni haklara sahiptiler. Mülk sahibi olabilirler ve kocalarıyla kamusal alandaki toplantılara katılabilirlerdi. Kadınların altın dişleri de aslında bu cinsiyet eşitliğini temsil ediyordu. 

Benzer biçimde, okyanus ötesinde Mayalar da diş aksesuarlarını kullanıyorlardı. Ancak diş mücevherleri sadece elmas ve altından yapılmamıştı. Yeşim taşı gibi değerli taşlar da diş aksesuarı olarak kullanılmaktaydı. Maya toplumunda, üst sınıfa mensup olanlar üst dişlerine yaklaşık üç milimetre çapında delikler açar ve bu delikleri yeşim taşıyla doldururlardı.

Bernardio de Sahagun (1492-1590) adlı bir keşişin yaptığı araştırmalara göre Aztekler de Mayalar gibi dişlerine muhakkak kıymetli taşlar yerleştirerek  çürüğün sebebi olan diş kurtlarından korunmuşlardır. 



Dişlerin görüntüsünü değiştirme arzusu Antik Yunan ve Roma dönemlerinde de devam etti. Ancak bu dönemde kadınlar Etrüsk kadınları gibi özgürce diş mücevheri kullanamıyorlardı. Çünkü pahalı ürünler kullanmak ve zenginliği göstermek erkeklere özeldi. Daha sonra, özellikle Orta Çağ'da Avrupalı soylu kadınlar, tekrar altın diş kullanmaya başladı.

Güneydoğu Asya'da altının insanları kozmolojik güçlere bağladığı düşünülüyordu. Filipin mitolojisine göre dünyanın yaratıcısı Melu'nun dişleri saf altındandı. Bu nedenle Filipinliler de dişlerini oyup altınla dolduruyorlardı. Filipinlerdeki en eski buluntular M.S. 1300 yılına tarihleniyor.

Eski insanlar dişlerini altınla kaplatarak hem diş sağlığını korumuş hem de altın diş sayesinde zenginliğini ve gücünü göstermiştir. Bugün Türkmenistan'da altın diş sahibi olmak halen itibar ve zenginlik göstergesi sayılmaktadır. 

Eski inanışlara göre insan, eşyaları, kıyafetleri ve değerli sayılan mücevherleri ile diğer dünyada yaşamlarını sürdürebilmektedir. Dişlerini altından yaptırarak öteki dünya için de bir nevi hazırlık yapıyorlardı.  

90'ların sonlarında altın dişler Tacikistan'da büyük bir trenddi, ta ki artan altın fiyatları ve Batı etkisi popülaritesini düşürene kadar. Altın dişler Özbekistan'da ise hala popülerliğini koruyor. Türkmenistan'ın ilk Cumhurbaşkanı Saparmurat Niyazov'un, Türkmen halkına zorunlu hale getirdiği "yasaklardan" biri de Türkmen gençlerin altın diş kullanmasını yasaklamasıydı. Altın diş yerine gençlerden dişlerini korumalarını istemişti. 

4500 yıllık kökeni olan altın dişlerin tarihi incelendiğinde neyi simgeledikleri önem taşıyor: Güç, statü ve zenginlik. 21. yüzyılda hala altın diş yaptıran sporcular ve sanatçıların varlığı bu geleneğin ya da modanın hiçbir zaman kaybolmayacağının kanıtı değil midir?

Grillz olarak adlandırılan diş mücevherleri, Kanya West'ten Kylie Jenner'a, Lady Gaga'dan Madonna'ya kadar birçok ünlü tarafından kullanılıyor. Dişlere takıp çıkarılabilen bu aksesuarlar ilk başta 1980'li yılların New York'unda hip-hop sanatçıları tarafından kullanılmaya başladı. Daha sonra ise tüm dünyada popüler hale geldi.

 

Yararlandığım Kaynaklar:

-mecmuaistanbul.com

-huffpost.com

-listelist.com

-gzt.com

Görseller: listelist.com

14 Kasım 2023 Salı

 



CUMHURİYETİMİZİN 100. YILINDA DOĞA YÜRÜYÜŞÜM

"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." 

Mustafa Kemal ATATÜRK



Ne kadar şanslıyım ki, Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına tanıklık edebildim. Ulusça 29 Ekim 1923'te kurulan Cumhuriyetimizin 100. yaşını kutluyoruz. Bazı yöneticilerin "bu en büyük bayramın" sanki  sıradan bir bayrammış gibi  yaptıkları açıklamalara ve alternatif tarih oluşturma çabalarına  rağmen, halkımız cumhuriyete sahip çıkmıştır. Halkımızın kendi olanaklarıyla 100. yıl kutlamalarını coşkuyla yapması ve kutlamalara yüzbinlerin katılması, Anıtkabir'e milyonların akması çok sevindirici ve gelecek için umut vericidir... Türk milleti cumhuriyete sahip çıkmakla, ATA'sına da sahip çıkmış, O'na bağlılığını göstermiş ve emanetini ilelebet yaşatacağını tüm dünyaya olduğu gibi dosta-düşmana da göstermiştir. Yıllar yılı kamu kurum ve kurumlarınca yapılan ve desteklenen Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını bu kez -100. yılda- halkımız üstlenmiş ve tarihe geçecek ve asla unutulmayacak coşku ve şenliklerle kutlamıştır. Dahası hafta boyunca kutlamaya devam etmektedir. Kısacası cumhur, Cumhuriyete sahip çıkmakla, aslında kendi özüne ve de kendi kendini yönetme iradesine sahip çıkmıştır... Bundan daha büyük ve daha anlamlı bir şey olabilir mi? Sağol, varol TÜRKİYE'M...Kalbimiz senin aşkınla dolu. Ve diyoruz ki hep bir ağızdan; Başka bir aşk istemez / Aşkınla çarpar kalbimiz / Ey vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz..

Atatürk'e ve silah arkadaşlarına sevgi, saygı ve minnet duyan her Türk vatandaşının yaptığı gibi ben de 29 Ekim Cumhuriyet bayramlarını şevk ve coşkuyla kutladım. Kutluyorum ve yaşadığım sürece de kutlayacağım. Bu bireysel kutlamalarımdan biri, 29 Ekim 2019'da yapmış olduğum "Atatürk ve İstiklal Yolu" yürüyüşümdür. Milletimizin istiklaline giden bu yolu yürüdüğüm için gururluyum. Neden gururluyum? İşte cevabı: Kurtuluş Savaşı'nda; işgal ordularının el koyduğu Osmanlı silah ve cephanesi İstanbul'dan kaçırılarak güç koşullarda tekne ve takalarla İnebolu'ya getirilmiş, kayıklarla sahile boşaltılmıştır. İnebolu Limanı güvenlidir, çünkü Karadeniz Bölgesi işgal edilmemiştir. 23 Nisan 1920'de Ankara'da kurulan T.B.M.M. ve Ankara Hükümeti'nin düşmanla savaşmak için silah ve cephaneye ihtiyacı vardır. İşte bu silah ve cephaneler İnebolu sahiline boşaltıldıktan sonra elden ele, yaşlı, genç, çocuk-kadın demeden omuzlarda ve kağnılarla, İnebolu-Küre-Seydiler-Kastamonu yolu ile bağımsızlık savaşı veren Kuvay-i Milliye güçlerine Ankara'ya ulaştırılmıştır. İnebolu halkının gönüllü olarak yapmış olduğu bu hizmet üç yıl boyunca durmaksızın devam etmiştir. İnebolu'dan Ankara'ya uzanan bu zorlu yola, İstiklal Yolu denmesinin nedeni budur. Bu yolu yürüdüğüm için kendimle gurur duymam doğal değil mi?

Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlamak üzere bu kez, Abant Gölü Milli Park'ı ve Samat Yaylası'na gitmek üzere kız kardeşimle beraber bir hiking grubuyla yola koyulduk. Abant'a 1940'larda yapılan eski İstanbul yolundan gittik. Dolayısıyla Beypazarı, Nallıhan/Davutoğlan Kuş Cenneti (fotoğraf çekimi ve müzeyi gezmek için mola verdik burada), Mudurnu üzerinden Çepni/Abant'a vardık. Çepni'den Samat Yaylası'na tırmandık ve yaklaşık 1700 metreye ulaştık. İnişten sonra Abant Dağları üzerinde oluşmuş bir krater ve birikinti gölü olan 1262 hektarlık alana sahip Abant Gölü çevresinde tur attık. Etraf çam, köknar, kayın, meşe, kestane, gürgen, kavak, yabanıl meyve ağaçlarından oluşan zengin bir bitki örtüsüyle çevriliydi. Ve en güzeli de lila renkli güz çiğdemlerinin oluşturduğu alanları görmekti. İlkbaharda bile bu kadar yoğun bir çiğdem tarlasıyla hiç karşılaşmamıştım. Güz çiğdemleri sanki cumhuriyetimizin 100. yıl kutlamalarının coşkusuna eşlik edercesine açıldıkça açılmışlardı...





Güz çiğdemlerinin güzelliğini hayranlıkla izlerken aklımda Mustafa Kemal Atatürk'ün şu sözleri vardı: "Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz." Rahat uyu ATA'M. İnanıyorum ki, yükselen yeni nesil onlara bıraktığın cumhuriyetin kıymetini bilecek, onu yükseltecek ve yaşatacaktır...

CUMHURİYETİMİZİN 100. YILI KUTLU OLSUN...
















Fotoğrafların tümü tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan paylaşılamaz.



6 Kasım 2023 Pazartesi

 



KISACA ANTİK FİLİSTİN TARİHİ


Filistin (M.Ö. 1000 - M.S. 636)




Son bir aydır Dünya gündeminde İsrail-Filistin(Gazze) savaşı yer almakta. Binlerce  yıldır devam eden İsrail-Filistin çatışmaları, uluslararası platformda bir sonuca bağlanmazsa, daha uzun yıllar devam edecek gibi görünüyor. Filistin(Palestine) adı verilen bölge, nereden başlıyor, nerede son buluyor? Bu bölgenin ilk yerleşimcileri kimlerdi? Ve neden bu topraklar bir türlü paylaşılamıyor? İşte bu soruların cevabını verebilmek için kısa bir araştırma yaptım.

Antik Filistinliler ya da Filistler (Asurca Palastu veya Pilistu), M.Ö. XII. yüzyılda İsrailoğulları ile yaklaşık olarak aynı dönemde Filistin'e yerleşmiş ve bölgeye bugünkü ismini vermiş olan Ege kökenli halk. Kitabı Mukaddes'e göre Kaftor'dan (muhtemelen Girit) gelmişlerdir. Antik Mısır kayıtlarında bu halkın adı prst olarak geçer.(4)

Filistin adını, M.Ö. XII. yüzyılda Kavimler Göçü sırasında deniz yoluyla buraya gelen Filistler'den alır. Tarih öncesi devirlerden itibaren Filistin toprakları, Arap coğrafyası içinde sahip olduğu zengin doğası ve stratejik konumuyla ve üç büyük semavi dinin doğuşu nedeniyle barındırdığı kutsal yerler sebebiyle, dönem dönem istila ve fetihlere maruz kalmıştır. Dolayısıyla bölgenin sınırlarını çizmek kolay değildir. Bununla birlikte uzmanların üstünde görüş birliğine vardığı sınırları şöyle tanımlamak mümkün: "Filistin denen topraklar esas itibariyle, Suriye ile Mısır ve Akdeniz ile Şeria nehri arasında kalan topraklardır. Şeria nehrinin döküldüğü Ölüdeniz de (Lut gölü) Filistin'in doğu sınırına dahildir. Bu sınırlar içinde de Filistin toprakları coğrafi bakımdan Akdeniz kıyı şeridi, kuzeyden güneye doğru uzanan dağ silsilesinin bulunduğu ortadaki yayla bölümü ve en doğuda da Şeria vadisi olmak üzere üç parçaya ayrılır. Bu üç parçalı coğrafi ayırım hemen bütün kaynaklarca benimsenmiştir. Ortadaki dağlık kesim veya yüksek yaylalar kısmı, genellikle kuzeyden güneye olmak üzere dört kısma ayrılır."

Bölgede yapılan arkeolojik kazı ve araştırmalara göre ilk buluntular, günümüzden 14.000 yıl önce yaşanan Mesolitik Natuf kültürüne aittir. Neolitik çağın yerleşik toplum hayatına ait en eski kalıntılar ise M.Ö. 5000'lere tarihlenen Eriha'da (Jericho) bulunmuştur. Bu dönemden sonra bölge Arabistan dolaylarından gelen Sami kavimlerin işgaline uğramıştır. Bu toprakların adı bilinen ilk yerleşimcileri, Tevrat'a göre dünyanın en eski halkı olan  Arap tarihçileriyle ve bazı araştırmacılar tarafından Arapların atası olduğu kabul edilen Amalika kavmidir.

M.Ö. III. bin yılından itibaren yine Sami kavimlerinden olan Kenanlılar ve sahil kesiminde Fenikeliler, ardından Aramiler görülmeye başlar. Çeşitli bulgular, Kudüs şehrinin Kenanlıların bir kolu olan Yebüsiler'ce kurulduğunu göstermektedir; nitekim bazı eski metinlerde Kudüs'ün bir adı da Yebüs olarak geçer. Zaman zaman Mısır işgali altında kalan bölge, M.Ö. 1200'lerde meydana gelen  Kavimler Göçü sırasında "deniz kavimleri"nden Filistler bölgeye gelmiş ve bugünkü Gazze Şeridi ve civarında beş büyük şehir kurarak burayı yurt edinmişlerdir.

Bir başka kaynağa (worldhistory.org) göre; "Filistinler, Doğu Akdeniz sahilinin güney kıyı düzlüğü boyunca(tahminen bugünkü Tel Aviv'in güneyi) yerleşmişlerdir. Bronz Çağı sonunda genel olarak "Deniz Kavimleri" göçlerinin bir parçası olarak bu bölgeye gelmişler, beş ana şehir kurup yaşamışlardır. Asdod, Askelon, Ekron ve Gazze şehirleri. Tarihsel olarak, her ne kadar Filistinler özel olarak kıyı ovasıyla ilişkilendirilseler de, Klasik Çağlar'da "Filistia"(Filistin Ülkesi) tanımlaması daha genel olarak Doğu Akdeniz sahilinin tüm güney sınırını belirtmek için kullanılmıştır. Kısacası İngilizce'deki "Palestine" tanımlaması, sonuç itibarıyla "Filistia" teriminden türetilmiş olduğu anlaşılıyor."

Aynı kaynağa göre; "Tarihçi yazar Herodot'un M.Ö. 5. yüzyılda yazdığı eserinde Filistin terimini kullanmasının ardından diğer yazarlar da bu terimi benimsemiş ve bundan sonra bölgenin adı giderek artık "Kenan" yerine "Filistin" olmuştur."

TDV İslam Ansiklopedisi'nde yazdığına göre; "Filistler'in Akdeniz kıyılarına yerleştiği yıllara yakın bir tarihte ise Mısır yönetimi altındaki topraklarda yaşayan ve Firavun'un zulmünden kaçarak Hz. Musa'nın öncülüğünde arz-ı mevud'a doğru büyük bir göç başlatan İsrailoğulları geldiler. İsrailoğulları, tarihi kesin bir biçimde tesbit edilemeyen bu göç sırasında başta ezeli düşmanları ve bu toprakların ilk sahipleri Amalika olmak üzere çeşitli Sami kavimlerle ve Filistler'le savaştılar. Daha sonra bölgenin büyük kısmını ele geçirerek M.Ö. XI. yüzyılın sonlarında ilk İsrail devletini kurdular."

İlk İsrail Kralı Saul'ün (Talut) yerine tahta geçen Hz. Davud, Kudüs'ü fethederek bir saray yaptırdı ve burayı devletin başşehri haline getirdi. Otuz üç yıl Kudüs'te hüküm süren Hz. Davud zamanında başta bölgenin gerçek sahibi Amalika olmak üzere burada yaşayan bütün kavim ve kabileleri boyunduruk altına aldılar.

Kral Davut ve Kral Süleyman 

Unkown Artist (Public Domain)


Hz. Davud'un ardından gelen Hz. Süleyman'ın dönemi (M.Ö. 972-932) krallığın altın çağı oldu. Sınırların bugünkü Lübnan, Ürdün ve Suriye'nin bir kısmına kadar uzandığı bu devirde Hz. Süleyman, başta Mısır olmak üzere çevredeki devletlerle anlaşmaya vardıktan sonra Kudüs'te kendi adıyla anılan ilk Yahudi mabedinin (Süleyman Mabedi) yanı sıra savunma amaçlı çeşitli yapılar inşa ettirdi. Hz. Süleyman'ın ölümünden sonra birlik dağıldı ve devlet ikiye bölünerek Kuzeyde İsrail, Güneyde Yahuda krallıkları kuruldu. İsrail'in başşehri Samiriye(Samaria), Yahuda Krallığınınki Kudüs'tü (Jerusalem). Her iki devlet de uzun ömürlü olmadı. İsrail krallığı M.Ö. 721'de Asurlular, Yahuda krallığı da M.Ö. 586'da Babil hükümdarı Bahtunnasr (Nebukadnazar) tarafından yıkıldı.

Asur ve Babiller bu iki krallığı yıkmakla kalmayıp aynı zamanda burada yaşayan halklardan binlercesini Mezopotamya'ya sürmüşlerdir. İşte Tevrat'ın Yahudi kültüründe merkeze oturmasına neden olan tarihi olay "Babil Sürgünü" olarak anılan bu sürgünle başlar. Babil sürgünü, Yahudilerin Babil'de sürgünde kaldığı dönemdir ve yaklaşık 50 yıl sürmüştür.

Babil sürgünü, M.Ö. 586'da Babil Kralı Nebukadnazar'ın İsrail'i işgali ve son kral Zedekiah'ın tahttan indirmesiyle başlar ve M.Ö. 538'de Pers Kralı Kiros'un Babil'i İşgal etmesine kadar sürer. Kiros'un fermanıyla Yahudiler, İsrail'e dönüş hakkı kazanırlar. Ayrıca Kudüs'teki tapınağın ve kentin yeniden inşasına bu fermanla izin verilir. Ancak M.Ö. 538'de Babil'de bulunan tüm Yahudiler İsrail'e dönmezler. Bu tutum Yahudi diasporasının başlangıcı sayılır. Babil Talmud'u Mezopotamya'ya yerleşen Yahudiler tarafından hazırlanır. 

Esaret döneminin başlangıcı: Kenan'dan Babil'e sürülen Yahudiler

(1896, James Tissot)



Babil sürgünü döneminde Yahudi toplumsal hayatının yeniden düzenlenmesinde etkin rol oynayan bilgeler ve katipler (ferisiler, ezra, nehemya, ezekiel) ortaya çıkmıştır. Ve Tevrat, Yahudilerin hayatının merkezi olmuştur. Yahudi olmayanlarla ilişkileri düzenleyen sert ve katı önlemler alınması da bu sürgün döneminde gelişmiştir.

Büyük İskender'in, Pers krallığına son vermesinin ardından ve İskender'in  ölümünden sonra Mısır'daki Helenistik krallıklardan Ptolemaioslar ile Suriye'deki Selevkoslar bölgede egemenlik kurdular. Özellikle bu dönemde İbranilere karşı katı bir kültürel ve dini Helenleştirme uygulandığı görülür. Bunun üzerine çıkan büyük isyan sonucunda Selevkoslar Kudüs'ten atılarak Hasmonlu hanedanı kuruldu. Böylece 70 yıl kadar sürecek bağımsızlık sürecine girildi (M.Ö.164).

Filistin toprakları, M.Ö. 63'te Romalıların istilasına uğradı. M.S. 70'te Roma veliaht prensi Titus, Kudüs'ü tahrip ederek bütün zenginliklerini yağmaladı. 115-117'deki ikinci büyük ayaklanmadan sonra, 132-135 yılları arasında meydana gelen üçüncü ayaklanma Kudüs'ten tekrar sürülmeleriyle son buldu. Bu tarihten sonra Romalılar Kudüs'ü bir Roma şehri gibi yeniden imar ettiler ve adını Aelia (Ar. İliya) Capitolina koyarak Syria Palestina dedikleri Filistin'in başşehri yaptılar. Roma döneminde Filistin'in Nasıra kasabasında  doğan Hz. İsa'nın Hiristiyanlığı getirmesinden ve özellikle İmparator Konstantinos'un 312'de bu dini kabul etmesinden sonra Kudüs bir defa daha kutsallık kazandı.

395'te Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılmasından sonra Bizans'ın payına düşen bölgede Hristiyanlık daha büyük bir hızla yayılmaya başladı ve Yahudiler'e karşı baskılar arttı. Bölge 611'de Sasanilerin istilasına uğradı. 614'te de Kudüs'te büyük bir katliam yapıldı. 629'da ise İmparator Herakleios tarafından Kudüs dahil bütün Filistin tekrar Bizans egemenliğine girdi. 

İslam Halifesi Hz. Ömer'in ordusunun Bizanslıları yenilgiye uğrattığı Yermük Savaşı'ndan (636) sonra Müslümanlar Filistin bölgesinde sağlam bir şekilde yer edindiler ve Kudüs'ü kuşattılar. Halkın Halife Hz. Ömer'den aman dilemesi üzerine, haraç ve cizye ödemeleri karşılığında Kudüs barış yoluyla alındı (637). Ve böylece Filistin'de İslami Dönem başladı. 

Filistin, Yavuz Sultan Selim zamanında Mercidabık Savaşı'ından(1516) sonra Osmanlı idaresine girdi. Kanuni Sultan Süleyman da  çevresiyle birlikte bölgenin fethini tamamladı. Böylece Kudüs'te ve Filistin topraklarında Osmanlı Dönemi başladı.

Filistin toprakları I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı yönetiminden çıktı. II. Dünya Savaşı sonrasında 1948 yılında Birleşmiş Milletlerin desteğiyle bu topraklarda İsrail Devleti kuruldu. İsrail Devleti, Antik Çağda olduğu gibi, günümüzde de tartışmalı ve  sıkıntılı olmaya devam ediyor. 21. yüzyıldayız ve halen Filistin-İsrail çatışması sürüyor. Taraflar arasında barış sağlanamazsa ya da iki devletli çözüm kabul edilmezse, çatışmalar sürgit devam edecek gibi görünüyor. Bölge stratejik bir öneme sahip olmasının yanı sıra Doğu Akdeniz ticaretinde de etkin rol oynamakta. Enerji kaynaklarına (kara altın/petrol) yakın bir bölge olması da cabası. Ne yazık ki,  bölgenin coğrafi konumu bu topraklarda çatışmayı hiç eksik etmiyor.


Bu Derlemeyi Yaparken Yararlandığım Kaynaklar: 

(Ayrıntılı bilgi için linki tıklayabilirsiniz)

1-https://islamansiklopedisi.org.tr/filistin

2-https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-192/filistin/

3-eksiseyler.com/babil surgunu

4-tr.wikipedia.org

Görseller, yukarıda linki verilen kaynaklardan alındı.

25 Ekim 2023 Çarşamba

 



PEK BİLİNMEYEN BİR AYRINTI; CUMHURİYETİN İLANINDAN ÜÇ GÜN ÖNCE OYNANAN BİR FUTBOL MAÇI



1923 yılının ilk günleri...Başkumandanlık Meydan Savaşı'nı zaferle sonuçlandıran Mustafa Kemal, çıktığı ilk yurt gezisinde, 16 Ocak günü İzmit'te dönemin önde gelen gazetecileriyle buluşur. Bu gazetecilerin içinde kendisine muhalifler olduğu gibi, sonuna kadar yol arkadaşlığı yapacak kalemler de vardır...

O gün Gazi Mustafa Kemal Paşa, zaferin coşkunluğunu yaşarken aynı zamanda hüzünlüdür de. Çünkü annesi Zübeyde Hanım'ı kaybetmiştir!.. Tarihe geçen o ünlü basın toplantısının sonlarına doğru Mustafa Kemal, gelecekte kurmak istediği yönetime dair ilk işareti verir...Şöyle seslenir gazetecilere: "Esaslı bir program yapmaya mecburuz... Halk Fırkası bu program üzerine teşekkül edecektir..." Bir sonraki gün ise, İzmit halkına hitaben bir konuşma yapacak ve Hilafet'e karşı en sert mesajını verecektir: "Türkiye Büyük Millet Meclisi halifenin değildir ve olamaz..."

Bu sözler, istiklaline kavuşmuş topluma, yeni bir devletin kurulacağının habercisi gibidir.

Ve Cumhuriyetin ilanından birkaç gün önce İstanbul'da Taksim'de bulunan Topçu Kışlası'nın avlusunda, göğüslerine ay yıldız dikili on bir insan arka arkaya sıralanır. Topçu Kışlası'nın avlusu, futbol sahası olarak kullanılmaktadır. Ve o gün sahaya çıkanlar ilk ulusal maçını oynayacak olan futbolculardır...

Rakip Romanya'dır ancak, ev sahibi takımın resmi adı bile henüz tam olarak konulmamıştır... Çünkü maçın oynanacağı gün 26 Ekim 1923'tür. Ayyıldızlı futbolcuların soyunma odasında asılı ceketlerinde bir kimlik dahi yoktur. Zeki Sporel'li, Kelle İbrahim'li, Baron Fevzi'li, kaleci Nedim'li o takım maçı centilmence tamamlamış ve dünya ülkelerine olan kardeşlik duygusu tabelaya "2-2" olarak yansımıştır...

O gün, maça ev sahibi olarak çıkmak üzere sıralanan oyuncuların başında kalpaklı bir adam görülür. Takımın idarecisi olan o adam Ali Sami Bey'dir... Zaten Galatasaray takımının da kurucusu, adı efsaneleşmiş, stadyumlara verilmiş, Kuva-i Milliyeci geçmişi olan bir spor adamıdır. Ali Sami Bey'in ayyıldızlı takıma saha yolunu göstermesinden tam üç gün sonra, Ankara'da Mustafa Kemal, ülkenin gideceği yolu açıklayacaktı... Yani dünyanın tüm haber ajanslarının geçtiği, Asya ile Avrupa arasındaki bu topraklara dair haberde Cumhuriyet'in ilan edildiği duyuruluyordu...

O gün (29 Ekim 1923'te), o ayyıldızlı takım da, savaş yorgunu Anadolu insanı da Mustafa Kemal'e koşulsuz sadakat gösteren yol arkadaşları da, yürekleri yıllar süren işgaller karşısında umutlarla dolu olan milyonlar da bir devlete kavuşuyordu...O devletin başkanı Mustafa Kemal olacaktı...

Aradan kısa bir süre geçtikten sonra Sarayburnu'nda, denizin hemen kıyısına bir heykel konulacaktı. Gazi'nin oluruyla tasarlanan bu heykel, aslında hem o günlere hem sonraki zamanlara hem de bu günlere dair ipuçları taşıyacaktı...Bu ilk Gazi heykelinde Mustafa Kemal'in sırtı Osmanlı'nın Topkapı Sarayı'na  çevrilmiş olarak tasarlanacak ve bakışları Cumhuriyet'e el vermiş, kanat germiş Anadolu insanlarını simgelercesine Anadolu'dan yükselen güneşe yönelecekti...Çünkü o güneşin ardında insan öyküleri vardı... Ki bu öyküler yıllar boyu Cumhuriyet'le örülecek, Türkiye Cumhuriyeti'ni örecekti... 

(Kaynak: Türkiye'nin Hatıra Defteri - 1923'ten Günümüze, Nebil Özgentürk. DenizKültür Yayınları No:25)

CUMHURİYETİMİZİN 100. YILI KUTLU OLSUN... Nice 100 yıllara...



21 Ekim 2023 Cumartesi

 


TARİH TEKERRÜR MÜ EDİYOR?




Cüneyt Arcayürek'in Çankaya kitabını okuyorum. Okuduklarımı yazıp yazmamakta kararsız kaldım doğrusu. Çünkü tarihin tekerrür ettiğini görmek üzüntü verici. Ve düşünüyorum; ders almadığımız için mi tarih tekerrür ediyor, yoksa ders alsak da almasak da tarih yine de tekerrür edecek midir?

Çankaya kitabında Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde cumhurbaşkanlığı yapmış 10 cumhurbaşkanının seçilmeleri ve dönemleri anlatılmakta. Günümüzde tartışma konusu yapılan bazı konuların geçmişte de yaşanıldığını hatırlatmak için yazıyorum.

Yeni seçilen 13. Cumhurbaşkanı, TBMM Genel Kurulu'na girdiğinde, kaybeden diğer Cumhurbaşkanı adayı ayağa kalkmayınca eleştirilere maruz kaldı. Ayağa kalkmama olayı geçmişte de yaşanmış. Yani yeni değil. 

14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti (DP), oybirliği ile Celal Bayar'ı cumhurbaşkanı seçti. Bayar frağını giymiş olarak TBMM Genel Kurulu'na girdiğinde, Demokrat Partililer oturdukları yerden yeni cumhurbaşkanını alkışlıyorlardı. Başta İnönü ve muhalefet partisi CHP grubu ise ayakta ama alkışlamadan yeni cumhurbaşkanını selamlıyordu. Bu gelenek yıllarca sürdü. Yani ayağa kalma geleneğini İnönü başkanlığındaki CHP başlattı.

Demokrat Parti, "gayri meşru" ilan ettiği 1946 seçimlerinden sonra İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığını da onaylamadığı için CHP grubunun seçtiği İnönü yeni cumhurbaşkanı olarak genel kurula girince ayağa kalkmamış, alkışlamamıştı.

Durum aynı olmadığı halde DP grubunun seçtiği yeni Cumhurbaşkanı Bayar'ı ayakta karşılamaması geleneğe uygundu. (Çankaya, s:85)

Çok az bilinen bir başka olayı da nakletmeliyim. Cumhuriyet tarihimizde tartışılan seçimlerden biri de 1946 yılında yapılan  seçimdir. 21 Temmuz 1946 yılında yapılan genel seçimde, yasa gereği oylar açık olarak verilmiş, oy sayımları kapalı(gizli) olarak yapılmıştı. Yani açık oy, gizli sayım.

DP, geniş bir kampanya ile bu seçime hile karıştırıldığını söyledi, açıkladı. DP, meclisin gayri meşruluğunu üzerinde dururken, böyle bir meclisin cumhurbaşkanı (İnönü'yü) seçemeyeceğini öne sürdü. 

Meclisteki milletvekilliği dağılımı şöyleydi: CHP 395, DP  64. Meclis'e 6 bağımsız milletvekili de girmişti. 

İşte bu Meclis, mevcut seçim yasasını değiştirdi ve 14 Mayıs 1950 seçimleri değiştirilen yeni yasaya göre yapıldı.

Ve 14 Mayıs 1950 yılında yapılan genel seçimden DP zaferle çıktı. Kansız, kavgasız sonuçlandığı için "beyaz ihtilal" diye adlandırılan bu seçim sonucunda gözler İsmet Paşa'ya çevrildi. Milli Şef, Atatürk'ten sonra ikinci adam, yıllardır cumhurbaşkanı. Kendi eliyle hazırlattığı seçim yasasıyla iktidarı üç beş yıl önce kurulan bir partiye bırakıyordu. 

İnönü, 15 Mayıs sabahı Celal Bayar'ı Köşk'e çağırdı ve görüştü. İnönü'nün bu görüşmede Bayar'dan iktidarlarında asla din sömürüsü yapmamalarını, laiklik ilkesinin korunmasını istedi ve iktidarı hemen devretmeye hazır olduklarını söyledi. Mutabık kaldıkları bir hafta sonra da İnönü, iktidarı Bayar'a devretti.

İnönü'nün 22Mayıs 1950 Perşembe günü, Amerika'da öğrenim gören oğlu Erdal İnönü'ye yazdığı mektupta "Fena nispette kaybettik" diye yazıyor ve şöyle devam ediyordu; "Niçin kaybettik? İnsaflı, insafsız bin bir sebebi var. Fakat en başta geleni değişiklik arzusudur. Bu da milletlerin hem masum hem tabii bir arzularıdır..."

Notlar: 

1--Falih Rıfkı Atay'ın Çankaya kitabında yazdığına göre, "Devlet Reisi Atatürk ile Başbakan İsmet İnönü'nün ayrılmasına sebep olan hadise Nyon Konferansı'dır." Konferans sonrası 1937 yılında Atatürk İnönü'yü görevden almış, Celal Bayar'ı Başbakan yapmıştı. Atatürk 10 Kasım 1938 yılında öldüğünde Başbakan Celal Bayar idi.

2--"1950'de 14 Mayıs seçimleri ile iktidarı yitiren İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Atatürk'e yakın olanları tasfiye ettiği, Atatürk'e kırgın olanları yücelttiği, daha önemlisi kimi uygulamalarla  Atatürk devrimlerinin törpülenmesine göz yumduğunu irdeleyen saptamalar ve yorumlarda doğruluk payı yüksektir." (Cüneyt Arcayürek, ÇANKAYA. s:55) 

3--Vatan Gazetesi  yazarı Ahmet Emin Yalman'ın haberine göre 14 Mayıs 1950 seçimini kazanan DP, TBMM'ni açacak ve başkanlık divanının arkasındaki duvara büyük harflerle demokrasinin kuralı "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir" sloganını astıracaktı. Slogan DP'nin tek parti iktidarına karşı kullandığı ve artık hiçbir zaman aklından çıkarmayacağı, çıkarılmamasına çalışacağı slogandı.

4--Konuyla ilgili ileri okumalar için naçizane iki kitap önerisi:

a) Şevket Süreyya Aydemir, İKİNCİ ADAM (2 Cilt), Remzi Kitabevi.

b) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Yayınları.



4 Ekim 2023 Çarşamba

 



DÜNYANIN BELKİ DE EN TARTIŞILAN YAZARI

KNUT HAMSUN KİMDİR?




Norveç'in dünyaca ünlü yazarı Knut Hamsun kadar tartışılan, bir o kadar da okunan başka bir yazar var mıdır bilemiyorum. Yazarı gizemli ve tartışılır kılan yazdıkları değil, onun siyasi görüşüdür, ki ölümünden sonra bile bu tartışmalar devam etmektedir.

Lise yıllarımda edebiyat öğretmenimizin okumamızı zorunlu tuttuğu iki kitabını okumuştum Knut Hamsun'un; Açlık ve Toprak Yeşerince. Aradan uzun yıllar geçti. Dün kitapçıda raflara göz atarken Can Yayınlarının Nisan 2023'te yaptığı yeni basımı görünce hiç düşünmeden aldım kitabı. Gayem; hem lise yıllarıma geri dönmek hem  kitabı yeniden okuyarak hatırlamak hem de kitabı şimdiki aklımla yeniden değerlendirmekti. "Açlık" bu! Dün de vardı, bugün de var, iklim krizi çözülemezse ve hızla artan dünya nüfusu kontrol altına alınamazsa yarın da var olacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Norveç'in Dostoyevski'si olarak anılan Knut Hamsun'un yazdığı "Açlık" adlı psikolojik ve yarı otobiyografik roman 195 sayfadan oluşuyor. Yazarın gençlik yıllarına dayanan hikaye, 19. yüzyılın sonlarında bugünkü adı Oslo olan Norveç'in başkenti Kristiania'da geçiyor. Yoksul ama gururlu bir adamın açlıkla iç içe geçen hayatını konu alıyor. Yazar, bu etkileyici hikaye ile bir insanın hayalleri ve gururu uğruna hem fiziksel hem de zihinsel olarak nasıl çöktüğünü çarpıcı bir şekilde anlatıyor.

Knut Hamsun'un Hayatı

Knut Hamsun, 1859 yılında Norveç'in Gudbrandsdalen'de yoksul bir köylü ailesinin yedi çocuğunun dördüncüsü olarak doğdu, yoksulluk içinde büyüdü. Neredeyse hiç resmi eğitim almadı. 19 yaşında, kunduracı çırağı olarak çalışırken yazmaya başladı. Sonraki on yıl boyunca yol işçiliği, taş ustalığı gibi geçici işlerde çalıştı. İki kez Amerika Birleşik Devletleri'ne seyahat etti ve burada çoğunlukla küçük işler yaptı. Bu sırada kitaplarını yayımlatmaya başladı. 1890'da yayımlanan "Açlık" romanıyla büyük başarı elde etti. Bunu Pan, Gizemler, Victoria, Toprağın Bereketi gibi romanlar izledi. 1920'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman hayranlığı nedeniyle vatana ihanet suçlamasıyla karşı karşıya kaldı. Norveç'in büyük şehirlerinde kitapları yakıldı. Mallarına devlet tarafından el konuldu. Geçici olarak psikiyatrik gözlem altına alındı ve son yıllarını yoksulluk içinde geçirdi. 1948 yılında doğrudan Nazi bağlantısı bulunmadığı Norveç mahkemesi tarafından onaylandı ve hakkındaki suçlamalar düştü. 19 Şubat 1952'de 93 yaşında öldü. 

Yukarıda yazdığım kısa hayat hikayesi, "Açlık" romanının girişinde yazılan metindir.  Ancak Knut Hamsun hakkında İnternette yaptığım araştırmada neden yazıma dünyanın belki de en tartışılır yazarı başlığını attığımı açıklamak istiyorum. Bu nedenle, vatan haini olarak anılmasını ve sonuçlarını da yazmam gerek!

Knut Hamsun, hem Birinci hem de ikinci dünya savaşı sırasında Almanya'yı destekledi. Bir sempatizan mıydı, yoksa bir işbirlikçi miydi ya da ülkesini korumaya çalışan bir vatansever miydi? Gerçek olan şu ki,  ikinci dünya savaşı bittiğinde Norveçlilerin gözünde bir haindi...

Hamsun, 1945 yılında Nobel madalyasını Hitler'e verilmek üzere, Nazi Almanyasının 2. adamı Gobbels'e gönderdi. Adolf Hitler'in ölümünden bir hafta sonra 7 Mayıs 1945'te gazetede "İnsanlık Savaşçısı" olarak tanımladığı Nazi rejiminin liderini anan kısa bir metin yayınladı. 

14 Haziran 1945'te Norveç polisi tarafından yakalandı ve Alman yanlısı tavrı hakkında ifade verdi. Hukuk Profesörü Johns Andenaes'e göre, Hamsun 20-30 yaş daha genç olsaydı hapis cezasıyla karşı karşıya kalacaktı. Ama yaşından ve hastalığından ötürü başsavcı, adli psikiyatri gözlem kararı aldı ve 14 Ekim'de Oslo'da bir psikiyatri kliniğine yatırıldı. 119 gün boyunca orada kaldı. NS üyesi olduğu iddiasıyla aleyhine dava açıldı. Dava sonucunda NS üyeliğine istekli olma temelinde suç ortaklığı yapmaktan yüklü miktarda tazminat ödemeye mahkum edildi.

Norveçliler Hamsun'a karşı ne hakaret ettiler, ne bağırıp çağırdılar ne de intikam duygularıyla saldırıya geçtiler. Bir sabah, genç bir Norveçli kız, elindeki Hamsun kitabını yazarın evinin önüne bırakıp sessizce uzaklaştı. Bir süre sonra biri daha aynı yere kitap bıraktı. Sonra biri daha, biri daha, biri daha...Oslolular ellerindeki Hamsun kitaplarını yığdılar yazarın kapısının önüne. Ne bir arbede yaşandı, ne de kötü bir laf edildi. Kırgın Norveçliler kitapları sessizce bırakıp dağıldılar. Hamsun'un bahçesinde adeta kendi kitaplarından bir dağ oluştu.

Bu zarif tepki, yazara ömrünün en acı dersini verdi. Son günlerini büyük pişmanlıklar içinde geçirdi. 93 yaşında evinin banyosunda pişman, mutsuz ve utanç içinde ölü bulundu... 

BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?

- Knut Hamsun'un karısı Marie, Avrupa'yı Hitler'in propagandasını yaparak dolaşıyordu.

- Norveç Almanlar tarafından işgal edildiğinde Knut Hamsun, direnilmemesi gerektiğini söylemekle yetinmedi, teslim olunması için kampanya yürüttü. 

- Türkiye'nin, Almanya'nın ve daha birçok ülkenin en önde gelen yazarları tarafından "en büyük" ilan edilen Knut Hamsun hakkında, Thomas Mann şöyle demişti: "Nobel Ödülü'nü ondan daha çok hak eden biri olmamıştır."

- Sabahattin Ali, daha 1934'te Knut Hamsun için uzun bir yazı yazdı ve yüzyılın en büyük dahilerinden biri olarak onu selamladı. 

- "Açlık" romanıyla büyük üne kavuşan Knut Hamsun, böylece romanına ilham kaynağı olan açlıktan ve zorlu hayat şartlarından kurtulmuştu. 20'den fazla dile çevrilen roman, ilk kez Peyami Safa tarafından Türkçeleştirilip bir dergide yayınlandı. 1956 yılında Behçet Necatigil çevirisiyle Varlık Yayınları tarafından da basıldı.

- Açlık sinemaya da uyarlandı. Henning Carlsen yönetmenliğinde çekilen 1966 Danimarka, Norveç ve İsveç ortak yapımı "Sult-Açlık" filmini (IMDb:7.8) ve Maria Giese yönetmenliğinde çekilen 2001 ABD yapımı "Hunger" (IMDb:7.3) filmini izleyebilirsiniz. 

Sonuç olarak;

İnsan hafızası unutsa da tarih unutmuyor. Tarih, halkı için savaşını da, halkına ihanet edeni de yazıyor. Gerçekler ve ihanetler yaşandığı dönemde dile getirilmese bile önünde sonunda ortaya çıkıyor. Geride ne denli büyük eserler bırakmış olursanız olun, eğer vatanınıza ihanet etmişseniz, eserlerinizin büyüklüğü kendi halkınız için bir şey ifade etmiyor. Çünkü ihanet asla unutulmuyor...


Yararlandığım Kaynaklar:

- Açlık, Knut Hamsun. Can modern.

- wannart.com

- idefix.com

- politikyol.com




30 Eylül 2023 Cumartesi

 


İNSANLAR, MEŞE AĞACINI NEDEN ASLA EVCİLLEŞTİRMEYİ BAŞARAMADILAR?




Avcı/yiyecek toplayıcılıktan yerleşik hayata geçen ilk insanlar, yiyecek üretimini başlattılar. Bereketli Hilal (Mezopotamya) yiyecek üretimini başlatan yerlerin başında geliyordu. Bereketli Hilal'de yaklaşık 10.000 yıl önce evcilleştirilmiş olan buğday, arpa, bezelye gibi tarım bitkileri pek çok üstünlüklere sahip olan yaban bitkiler arasından çıktı. Çünkü bunlar yaban haldeyken bile çok fazla ürün veriyordu. Bu tohumları sadece ekmek ve dikmek yetiyordu. Birkaç ay sonra ürün veriyor ve biçiliyorlardı. Bu yiyecek üretimini ilk adımıydı.

Tarım bitkisi geliştirmenin ikinci adımı, M.Ö. yaklaşık 4000 yılında meyve ağaçları ile zeytinsi yemiş ağaçlarını evcilleştirmek oldu. Bunlar arasında zeytin, incir, hurma, nar ve üzüm vardı. Ancak bunlar tahıl ve baklagillerle karşılaştırıldıklarında, onların kusuru dikildikten üç yıl sonrasına kadar ürün vermemeleri ve on yıl sonra tam ürün vermeleriydi. Dolayısıyla bu ürünleri yetiştirmek ancak yerleşik köy hayatına tam olarak geçmiş insanlar için mümkündü. 

Üçüncü adım ise, elma, armut, erik, kirazın da içinde olduğu yetiştirmesi çok daha zor meyve ağaçlarının evcilleştirilmesi oldu. Bunların yetiştirilmesi ve evcilleştirilmesi aşağı yukarı klasik dönemlere kadar gecikti. Roma dönemine gelindiğinde günümüzün belli başlı tarım ürünleri dünyada bir yerlerde üretilmekteydi.

Yiyecek üretimini başaran insanın besin değeri yüksek olmasına rağmen asla evcilleştirmeyi başaramadığı pek çok yaban bitkisi de vardır. Bunların arasında meşe ağacı başı çekiyor. Meşe pelitleri Amerika'daki yerlilerin belli başlı besin kaynağıydı. Avrupa'da da tarlalar ürün vermediği zaman aç kalan köylülerin can simidiydi. Pelitler besleyicidir, bol nişasta ve yağ içerirler. Yenebilir birçok yaban yiyecek gibi pelitlerin çoğunda acı tanin maddesi bulunur. Bunun da çaresini bulmuşlardı. Ya pelitleri öğütüp tanini çıkarıyor ya da ara sıra rastladıkları mutasyona uğramış, tanin oranı düşük pelitleri topluyorlardı. 



Peki pelit gibi böylesine değerli bir yiyecek kaynağını evcilleştirmeyi neden beceremedik?

Meşe ağaçlarının evcilleştirilmesinin üç sakıncası var. Birincisi, çok yavaş büyüyorlar. Bir peliti toprağa ekerseniz en az on yıl ürün vermeyebilir.
İkincisi, meşe ağaçları sincaplara uygun tat ve büyüklükte yemişleri olacak şekilde evrimleşmişlerdir. Sincaplar pelitleri toprağa gömer, sonra da çıkarıp yerler. Ara sıra bir sincabın kazıp çıkarmayı unuttuğu bir pelitten bir meşe ağacı boy atar. Her yıl milyarlarca sincabın saçtığı yüzlerce pelit arasından biz insanlar istediğimiz meşeleri seçme şansını bulamadık belki de. 
Üçüncü olarak da meşede bulunan pek çok genin varlığı. Bademde acılık veren tek bir başat gen olduğundan evcilleştirilebilmiş ama pelitteki pek çok gen evcilleştirilmeyi mümkün kılmamıştır. Yani arada sırada acı olmayan mutasyonlu bir meşe ağacı bulup, onun peliti toprağa gömülse bile meşe pelitinden çıkacak pelitlerin neredeyse hepsi yine acı olacaktır.

Kısacası, sincaplarla baş edip sabırlı olmayı bırakmayarak pelit dikmekte direnen bir çiftçinin hevesini bu bile tek başına kırmaya yeter. Bu üç nedenle meşe ağacı evcilleştirilemedi denilebilir.

Birçok kültürde gücü, kuvveti ve bilgeliği temsil eden bir meşe ağacı gördüğümde, onun dik başlılığını, ele avuca sığmaz, asla evcilleştirilemez hallerini düşünürüm. Ve onu her haliyle sevdiğimi bir kez daha fark ederim. Sevgi de bu değil midir zaten? :)  




Not: Latince adı "Quercus Ithaburensis" olan pelit ağacına yaygın olarak meşe palamudu veya palamut ağacı da denir.


Kaynak: JARED DIAMOND, TÜFEK, MİKROP VE ÇELİK. TÜBİTAK-POPÜLER BİLİM KİTAPLARI. 9. Basım, s: 151-155- 167-168.

Fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir. İzinsiz kullanılamaz.



23 Eylül 2023 Cumartesi

 


SONBAHARDA ÇİÇEK AÇAN MAYMUN ÇIKMAZ AĞACI




Antalya'da ilk olarak şehirlerarası otobüs terminaline dikilen ve burada yetiştirilen maymun çıkmaz ağacı, dikenli gövdesi ve sonbaharda çiçek açmasıyla dikkat çekiyor.

Anavatanı Brezilya'dan getirilerek Türkiye'de yetiştirilen Chorisia speciosus ağacı, gövdesinin kalın ve büyük dikenlerle kaplı olması nedeniyle "maymun çıkmaz ağacı" olarak anılıyor. Nesli tükenmekte olan bu ağacın en belirgin özelliklerinden biri sonbaharda çiçek açması. Yılda yalnızca iki baharda çiçek açan maymun çıkmaz ağacı, hem ismi hem de dikenli gövdesiyle dikkati çekiyor. 






Gövdesinin tamamını saran dikenler, dallarında bulunmayan ağaç, pembe ve beyaz olmak üzere iki renkte kokulu çiçekler açıyor. Türkiye'de peyzaj sektöründe oldukça tercih edilen bu ağaç türü, sonbahar aylarında çiçek açınca seyirlik manzaralar oluşturuyor.



Akdeniz Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü'nden Prof. Dr. Osman Karagüzel, bu türden bazı ağaçların bulundukları anavatanında bazı tehlikelere karşı kendilerini korumak için bir tür savunma mekanizması geliştirdiğini, o nedenle gövdesinin dikenli olduğunu anlattı. Meyve tohumlarına zarar verilmemesi için bu türden dikenli bir yapıya sahip olduğunu kaydeden Prof. Dr. Karagüzel, "Sonbaharda ağaçlar yaprak ve çiçeklerini dökerken bu ağaç tam aksine oldukça büyük sayılabilecek çiçekler açıyor. Bunlar hafif kokulu çiçekler. Sonra bu çiçekler meyveye dönüşüyor ve o meyvelerden tohumları toprağa düşüyor dedi. 

Kaynak: haberturk.com






Maymun Çıkmaz Ağacına ait tüm fotoğraflar 1 Ekim 2019'da Antalya/Konyaaltı'nda tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan kullanılamaz.