20 Aralık 2019 Cuma




KENDİME DÜŞÜNCELER

M.Ö. 600'lü yıllarda, bazı insanlar hayret ettiler, felsefe başladı ve "niçin" sorusuna cevap arandı.

Aradan yüzyıllar geçti. Avrupa'da Rönesans'tan sonra gelen, aklın ve bilimin gelişip egemen olduğu 18. yüzyılda(Aydınlanma Çağı) "niçin" sorusu, "neden"e dönüştü ve "neden" sorusuna cevap arandı.

Aradan üç yüzyıl geçti ve bugüne gelindi. Kimine göre Uzay Çağı, kimine göre de Bilgi Çağı olarak adlandırılan çağımızda, ki bana göre "Sibernetik Çağ" demek daha uygun- "neden" sorusu, "neden olmasın"a dönüştü. Ve şimdi "neden olmasın" sorusuna cevap aranıyor.

İnsanlık düşünce tarihinin gelişimini, çok kısa ve öz olarak 3N(Niçin, Neden, Neden Olmasın) ile anlatmaya çalıştım. Uzun uzun düşünmeye ne gerek!!!

Bu bağlamda, bana, "yaşam nedir" diye sorarsanız; 
"Yaşam, NİÇİN, NEDEN, NEDEN OLMASIN sorularına verilmiş ve verilecek olan cevapların sentezinin bir yansımasıdır" diye cevap verebilirim.




14 Aralık 2019 Cumartesi




ALFRED NOBEL KİMDİR?




Her yıl 10 Aralık tarihinde sahiplerini bulan Nobel Ödülleri'nin mucidi Alfred Nobel'i ne kadar tanıyoruz ya da tanıyor muyuz? Nobel Ödülleri nasıl ve niçin ortaya çıktı biliyor muyuz? Ödüller dağıtıldıktan sonra, zaman zaman dünya kamuoyunda tartışma konusu olan edebiyat ve barış ödüllerinin, Nobel Ödül Komitesi tarafından  gerçekten nesnel olarak değerlendirilip değerlendirilmediği tartışmaya açık bir konu olmalı ki, bu ödüllere layık görülen iki yazar; Fransız düşünür Jean Paul Sartre,1964 yılı Nobel Ödülü'nü ve Rus yazar Boris Pasternak da 1958 yılı Nobel Ödülü'nü almayı reddetmiştir.

Ödülü reddeden Sartre'a göre, günümüzde Nobel, Batı Bloku yazarlarına  ya da Doğu'da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak görünmektedir çünkü.

Boris Pasternak ise Nobel Ödül Komitesi'ne şu mektubu gönderir;"...Nobel ödülünün bana verilmesinin, çok çirkin sonuçlara varan siyasi amaçlı bir karar olduğu kanısına varınca kimsenin zorlamasıyla değil kendi irademle ödülü reddettiğimi belirtirim."

10 Aralık 2019'da açıklanan Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi Avusturyalı yazar Peter Handke oldu ve tartışmalar başladı. Çünkü Handke, Sırpların Srebrenitsa'da soykırım yaptığına asla inanmadığını ve Müslümanların kendi kendilerini öldürdüklerini ve suçu Sırplara attıklarını savunan bir yazar. 

Alfred Nobel'in, kendisi öldükten sonra bu ödüllerin verilme amacını bilenler, bu yıl verilen ödülün tartışılma nedenini de anlayabilirler diye düşündüğümden Alfred Nobel'i tanıtmak istedim bu yazımda.

Alfred Nobel, 21 Ekim 1833'te Stockholm'de(İsveç) doğdu.

Geçim sıkıntısı çeken baba Immanuel Nobel, Alfred dört yaşındayken Finlandiya'ya taşındı.

Finlandiya'da umduğunu bulamayan baba Immanuel, St. Petersburg'a taşındı. Mayınlara ilgi duyan baba, Kırım Savaşı sırasında Rusya'nın mayın siparişlerini karşıladı ve durumunu düzeltti.

Alfred 17 yaşına girdiğinde babası onu, kimya eğitimi alması için yurt dışına gönderdi. Alfred, ABD, Fransa, Almanya ve İsveç'te bulundu.

Alfred Paris'te bulunduğu sırada ünlü kimyager T.J. Pelouze'nin laboratuvarında çalıştı ve burada karşılaştığı nitrogliserinin mucidi Sobrero ile patlayıcı maddeler üzerinde araştırmalar yapmaya başladı.

Kırım Savaşı sona erdiğinde baba Immanuel Nobel, Stockholm'e geri döndü. Diğer oğulları Ludvig ve Robert  Rusya'da kalırken Alfred babasına eşlik etti ve Stockholm'e gitti. Çalışmalarına burada devam etti. 1864 yılındaki çalışmaları sırasında yaşanan patlama, kız kardeşi Emily'nin ölümüne neden oldu. Aynı patlamada dört kişi daha hayatını kaybetti. Bunun üzerine, Stockholm sınırları içinde patlayıcı üzerine çalışması yasaklandı. Ama o, inatla çalışmalarına devam etti.

Yaptığı çalışmalar sonucunda Alfred Nobel, 1864'te dinamit barutunu bulmayı başardı. Dinamitin patentini alan Alfred, çalışmalarını sürdürdü.

1879'da ise Paris'teki laboratuvarında dumansız barut adını verdiği itici barutu keşfetti. Dinamit ve itici barutun keşfiyle birlikte madencilik alanında çığır açıldı. Dinamitle patlatılan maden yatakları daha verimli olmaya başladı ve madenlerin bulunması işlemi kolaylaştı.

Bu sırada Alfred'in Rusya'da kalan kardeşleri Ludvig ve Robert ise dinamit sayesinde petrol yataklarını kolayca keşfetti. Bu keşifler sayesinde Kafkaslarda bulunan birçok petrol yatağı, Ludvig ve Robert tarafından işletildi. Bu petrol yatakları  Nobel ailesine  büyük kazançlar getirdi. 

Sadece petrol yatakları değil, Alfred Nobel'in yirmi farklı ülkede kurduğu 100'e yakın şirketi de büyük kazançlar getiriyordu. Bu şirketlerin birçoğu, silah ve patlayıcı üzerine kurulan şirketlerdi. Birçok ülkenin silah ve patlayıcı ihtiyacı Alfred Nobel'in kurduğu şirketler tarafından karşılanıyordu.

1888 yılında, kardeşi Ludvig'in hayatını kaybetmesi, Alfred Nobel için dönüm noktası oldu. Bu olay sonrasında Fransız gazetelerinde "Ölüm taciri, öldü!" manşeti atılmıştı. Manşet doğruydu ama ölen isim yanlıştı. Çünkü Fransız gazeteleri Ludvig'in ölümünü, Alfred Nobel öldü diye sunmuşlardı. Ortada büyük bir yanlışlık olsa da, Alfred Nobel'in öldükten sonra bu şekilde anılacak olması, Nobel'i büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Gazetede; "İnsanları hiç olmadığı kadar hızlıca öldürmenin yollarını bularak zengin olan Dr. Alfred Nobel, dün öldü." yazıyordu.

Patlayıcı imalatı üzerine birçok şirketi bulunan Alfred Nobel, buluşlarının insanların ölümüne neden olması ve savaşlarda kullanılması nedeniyle büyük bir üzüntü içine girmişti.

Hiç evlenmeyen Alfred Nobel, öldükten sonra "Ölüm taciri" olarak anılmak istemediğinden, tüm servetini oluşturduğu Nobel Vakfı'na bağışladı. Alfred Nobel'in serveti, Nobel Vakfı aracılığıyla insanlığa en büyük hizmeti sağlayan kişilere "tıp, edebiyat, fizik, kimya ve barış" alanında  her yıl dağıtılacaktı.

Toplamda 355 patenti bulunan Alfred Bernard Nobel, 10 Aralık 1896'da İtalya'da hayatını kaybetti. Vasiyeti üzerine her yıl 10 Aralık'ta Nobel Ödülleri sahiplerine teslim ediliyor.

İster istemez aklıma şu düşünce geliyor; eğer Fransız gazeteleri,  kardeşinin ölümü yerine yanlışlıkla kendisinin öldüğünü sanarak "Ölüm taciri, öldü!" manşetini atmasalardı, yine de Nobel ödülleri verilir miydi? Her yıl bu ödüllerin verilmesi, Alfred Nobel'in "ölüm taciri" olduğu yargısını değiştirir mi ya da değiştirdi mi?

Aklım ermeye başladıktan itibaren, Nobel ödülleriyle ilgili şu kanım hiç değişmedi: Pozitif bilimlerde verilen ödüller tartışılamaz çünkü bilimsel olarak kanıtlanabilir. Ama edebiyat ve barış alanında verilen ödüller tartışılabilir, çünkü komite üyeleri de öznel davranabilir, siyasi düşünebilir. Böyle olabileceğini zaten Pasternak ve Sartre yıllar önce  söylememişler miydi?




--Alfred Nobel'in yaşam öyküsü, Erdal Ceylan'ın onedio.com web sitesindeki yazısından tarafımca derlenmiştir.



11 Kasım 2019 Pazartesi




BİR SÖZ SÖYLE, BENDEN OLSUN

O kadar okuyorum, kendi cehaletimle savaşıyorum ve hala hiçbir şey bilmediğimi biliyorum! Öyleyse şunu söyleyebilirim:

"Cehalet mutluluktur derler ya, ben mutsuzluğu seçtim ve bütün bildiklerimi öğrendim ve artık geri dönüşü yok. Seçim bana ait, mutsuzluğum da. Kime ne?"


1 Kasım 2019 Cuma




ATATÜRK VE İSTİKLAL YOLU

"Gözüm Sakarya'da, Dumlupınar'da, kulağım İnebolu'da."
Mustafa Kemal Atatürk



İki aydır dağlardan uzaktaydım, doğada yürümüyordum. Ne zamandır, Atatürk ve İstiklal Yolu'nu yürümeyi çok istiyordum. Çünkü, ihtiyar bedenine aldırmadan kıyıya yanaşan kayıktan kocaman top mermisini sırtlayan Hamamcı Kadı Salih Reis'in, bebeğini yanına alarak cephane taşıyan kağnısındaki mühimmat ıslanmasın diye üstündekileri çıkarıp silahlara örten ve soğuktan donarak şehit olan Şerife Bacı'nın, ailesi kız olması nedeniyle izin vermediği halde savaşmak için saçlarını keserek ve erkek kıyafetleri giyerek cepheye koşan Halime Çavuş'un ve vatanı için şehit olan nice adsız kahramanın ruhlarını yad etmek istiyordum minnetle ve saygıyla. Bugün güzel vatanımda özgürce yaşıyorsam ve bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'nin bir vatandaşıysam, bu uğurda can veren şehitlerimizin sayesindedir. Bu bilinçle yürüyecektim, Kurtuluşa giden yolu..

Cumhuriyet'in kuruluşunun 96. yıl dönümünde Atatürk ve İstiklal Yolu'nun İnebolu'dan Seydiler'e kadar olan 65 kilometrelik bölümünü üç buçuk günde yürümek üzere 25 Ekim gecesi 23.30'da İnebolu'ya gitmek üzere yola koyulduk. Sabah saat 06'da (gökyüzü hala karanlıktı) İnebolu'ya vardık ve motele yerleşip birkaç saat dinlendik. Kahvaltı sonrası, İnebolu Limanı'na gittik ve yürüyüşümüze başladık.

Havanın kapalı ve sisli olması Karadeniz'e geldiğimizin işaretiydi sanki. Sabahın ilk ışıklarıyla başlayan sağanak yağmur gözümüzü korkuttuysa da yürüyüşe başladığımızda ince ince yağmaya devam etmesi sevindirdi bizi. Gerçi sağanak durmasaydı da yürüyüşümüze devam edecektik. Bu yolda şehit düşenler yağmura, çamura, tipiye, kara aldırmadan silah ve mühimmatı bir an önce cepheye yetiştirmek için yola devam etmemişler miydi? Etmişlerdi hem de ölümüne...

İnebolu, Batı Karadeniz Bölgesi'nde Kastamonu'ya bağlı şirin bir sahil kasabası. Tipik Karadeniz yerleşkelerinde olduğu gibi sahilden dağların yamaçlarına doğru bir yapılaşma var. Zirveye yakın olan eski binalar yoğun sis altında bile aşı boyalarıyla dikkat çekiyorlardı. Öyleki, evlerin kırmızı-bordo arası eşsiz rengi zümrüt yeşili ormanların içinde yakut gibi ışıldıyorlardı. Sisten yağan  su zerrecikleri bile bu eşsiz güzelliği örtemiyordu.





NEDEN İSTİKLAL YOLU?

Kurtuluş Savaşı'nda; işgal ordularının el koyduğu Osmanlı silah ve cephanesi İstanbul'dan kaçırılarak güç koşullarda tekne ve takalarla İnebolu'ya getirilmiş, kayıklarla sahile boşaltılmıştır. İnebolu Limanı güvenlidir, çünkü Karadeniz Bölgesi işgal edilmemiştir. 23 Nisan 1920'de Ankara'da kurulan T.B.M.M. ve Ankara Hükümeti'nin düşmanla savaşmak için silah ve cephaneye ihtiyacı vardır. İşte bu silah ve cephaneler İnebolu sahiline boşaltıldıktan sonra, elden ele, yaşlı-genç, çocuk-kadın demeden omuzlarda ve kağnılarla, İnebolu-Küre-Seydiler-Kastamonu yolu ile bağımsızlık savaşı veren Kuvay-i Milliye güçlerine Ankara'ya ulaştırılmıştır. İnebolu halkının gönüllü olarak yapmış olduğu bu hizmet üç yıl boyunca durmaksızın devam etmiştir. İnebolu'dan Ankara'ya uzanan bu zorlu yola, İstiklal Yolu denmesinin nedeni budur.

Kurtuluş Savaşımız zaferle sonuçlandı ve 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi. T.B.M.M., Kurtuluş Savaşı süresince İnebolu halkının ve kayıkçılarının yaptıkları fedakarlıkları ve kahramanlıkları unutmadı ve 11 Şubat 1924'te çıkardığı 66 No'lu kanunla İnebolu Mavnacılar Loncası'na, "Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası ve Beratı" vererek İnebolu halkını ödüllendirdi. Böylece İnebolu, kayıkla kağnının mucizeler yarattığı, İstiklal Madalyalı tek ilçe oldu.

Ayrıca, Türk devrimlerinin(inkılap) en önemlilerinden birisi olan Şapka ve Kıyafet Devrimi, bizzat Atatürk tarafından  İnebolu  Türk Ocağı'nda başlatıldı. Burada yaptığı tarihi konuşmasıyla Atatürk, 25-28 Ağustos 1925 tarihlerinde üç gün kaldığı İnebolu'yu  ikinci kez onurlandırmış oldu. 





Türk Ocağı binasının önündeki İstiklal Madalyasının, maviye boyalı "Gazi İnebolu" isimli denk kayığının ve Atatürk Heykelinin fotoğraflarını çektikten sonra, ilçenin dar sokaklarında yürümeye başladık. Top mermisini omuzlamış Hamamcı Kadı Salih Reis'in heykelini, İnebolu'da doğan ve beş yaşına kadar burada yaşayan Oğuz Atay'ın  heykelini  ve doğduğu evi de fotoğrafladıktan sonra daracık sokaklardan tırmanışa geçtik; yol boyunca aşı boyalı  tarihi evlerin yanından yöresinden geçerek. Gün boyunca,  995 metre rakımlı Çuha Doruğu Geçidine kadar tırmanacağımızdan henüz haberdar değildim. Zihnim,  Nazım Hikmet'in İnebolu'yu betimlediği dizeleri  hatırlamaya çalışıyordu;

"Bu ne güzel memleket: Yüksek dağlarında kış,
 Yollarında sonbahar, deresinde ilkbahar,
 Altın güneşinde de yazın sıcaklığı var."




Üç gün kaldığım İnebolu'da Nazım'ın dizelerinde söz ettiği  dört mevsimi de yaşadım sanki..Ne üzücüdür ki, Kurtuluş Savaşı yıllarında on beş gün İnebolu'da kalan ve yukarıdaki dizeleri haricinde, İnebolu başlıklı güzel bir şiir de yazan bu dünyaca ünlü şairimizin adına İnebolu'da hiç rastlamadım, turistik amaçlı broşürlerde adının yazıldığını görmedim. Demek ki hala kendisi sakıncalı görülüyor. Oysa benim yürüyeceğim İstiklal Yolu'nu Nazım genç yaşında hem de İnebolu'dan Ankara'ya kadar yaklaşık iki haftada yürümüştü. Nereden mi biliyorum? Hıfzı Topuz ve Osman Balcıgil'in yazdıkları ve keyifle okuduğum Nazım Hikmet'in biyografisinden. İşte o, iki ayrı kitaptan okuduklarımdan aklımda kalanlar:

Nazım Hikmet ve yakın arkadaşı Vala Nurettin(Va-Nu), Milli Mücadeleye katılmak üzere İstanbul'dan Yeni Dünya vapuruyla 1921 yılı başında İnebolu'ya gelirler ve İnebolu'da yaklaşık iki hafta kalırlar. Yeni Dünya vapurunda Faruk Nafiz Çamlıbel ve Yusuf Ziya Ortaç da vardır. İnebolu'da, hep beraber Ankara'dan gelecek haberi beklerler. Ankara Hükümeti izin vermezse Milli Mücadele'ye katılamayacaklardır. Burada kaldıkları sürede, Nazım Hikmet İnebolulu gençlerle buluşur ve sohbetlere katılır. Bu sohbetler sırasında, Almanya'dan gelen Spartaküslerle tanışır. Onlarla yaptığı sabahlara kadar süren uzun  sohbetler sonrası Nazım, Spartaküslerin sosyalist görüşlerinden etkilenir ve ölünceye dek süren  siyasi fikirlerine kavuşur.

Faruk Nafiz Çamlıbel ve Yusuf Ziya Ortaç, sakıncalı bulunup İstanbul'a geri gönderilirken, 28 Ocak 1921'de Ankara'ya gitmesi için Nazım ve Va-Nu'ya izin çıkar ve Va-Nu ile Nazım Hikmet,  İnebolu-Kastamonu-Çankırı üzerinden Ankara'ya varmak için yaya olarak yola çıkarlar. Molalar dahil 13-14 gün sonra Ankara'ya varırlar. Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nin salonunda Mustafa Kemal ile tanıştırılırlar. Mustafa Kemal, Nazım ve arkadaşı Vala'ya; "Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız." der.* Sonrası mı? Biraz merak ediniz efendim, bir sonraki yazımda anlatacağım. :) Şimdi anlatırsam yazım çok uzayacak çünkü.

Bu kısa hatırlatmadan sonra artık yürüyüşüme başlayabilirim.
İnebolu'nun dar sokaklarını katederek dağlara doğru çıkmaya başladık. İnebolu'yu kuşbakışı gören tepeye vardığımda sisler altındaki kasabanın görünümü rüya gibiydi. Ben manzaranın keyfini sürerken bir yandan da fotoğraf çekiyordum. Kulağımda ise, Nazım'ın İnebolu şiirinin iki kıtası. Orada, bu büyülü ortamda  nasıl hatırlamam ki bu dizeleri?

"İki arkadaş tuttuk dağlara giden yolu,
Öyle yükselmişiz ki, sahilde İnebolu
İnce sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı.
Minareler bir çizgi, camiler nokta kaldı.

Evleri birbirine giren şehri içinde
Ufuklar genişledi önümüzde git gide;
Denizi kucaklayan iki açık kol oldu.
Rüzgar esti denizin suları yol yol oldu."

Mevsim gereği renklenmeye başlayan ağaçlar ve çalılar bize tüm renklerini sunarken ağır ağır yağan sisin altında tırmanmaya devam ediyorduk. Yükseldikçe beyaz karanlık gittikçe arttı.  Beyaz karanlık deyince Tevfik Fikret'in "Sis" şiiri geldi aklıma; 
"Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
 beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan"

Tabii ki Fikret sis şiirini yazarken İstanbul'u düşünmüş ve onu  kişiselleştirmiştir ama sisi anlatan en güzel şiirdir bence. Ve o gün akşama kadar sisler diyarında yürürken şiirin dizeleri de benimle birlikte yürüdü. Sis yoğunlaşıp görüş mesafesi daraldıkça, sisin derinliğine iyice sokulamadım, korktum; Fikret gibi..

"ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
 tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar,
 onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!"

Yürüyüşümüzün ilk günü, sıfır rakımdan başladık, sürekli tırmanarak  995 metre rakımlı Çuha Doruğu Geçidinde sonlandırdık. Hayli zorlu bir tırmanıştı. Geçitte bizi bekleyen aracımıza binip motele gittik. Ertesi günü kaldığımız yerden Küre'ye doğru yola devam etmek üzere.




Sabah kahvaltı sonrası Çuha Doruğu'na giderek 19 kilometre sürecek yürüyüşümüze başladık. Unutmadan söyleyeyim. İstiklal Yolu'nun bazı bölümleri asfalt olduğundan, alternatif trekking yolu oluşturulmuş ve kırmızı-beyaz çizgilerle işaretlenmiş. Anlayacağınız üzere  asfalt veya düz yol yürüyüşü değildi yürüyüşümüz.




İkinci gün, uzunca bir süre iniş yaptık ve Ersizlerdere Kanyonu'na vardık. Kanyon, büyüleyici güzellikteydi. Yolda rastladığım oralı bir kadına sordum; "Buranın adı neden Ersizler?" diye. Aslında bir tahminim vardı ama tahminimi doğrulatmak istiyordum, ki doğrulandı da. Milli Mücadele sırasında, köyün tüm erkekleri savaşa gitmiş ve geri dönememişler çünkü hepsi şehit olmuş. Köyde erkek kalmayınca da, köyün ve derenin adı Ersizler ve Ersizlerdere olmuş. En çok etkilendiğim kanyonlardan biri oldu. Derede o kadar az su vardı ki, böylesine derin bir vadiyi nasıl oluşturabilmiş diye şaşırdım. Elbette her inişin bir çıkışı vardır. Kanyondan tırmanışa geçerek Küre ilçesine vardık. Ertesi sabah Küre'den başlayacaktık yürüyüşümüze.Şimdi dinlenme zamanı.




Üçüncü günün sabahı aracımızla Küre'ye geldik. Küre, üç bin nüfuslu küçük bir orman kasabası. İsfendiyar dağları üzerinde, iki dağ arası bir vadide kurulmuş. İlçe halkının gelir kaynağı orman ürünleri ve oradan çıkarılan bakır madeniymiş. Maden önceleri Eti Maden İşletmelerine aitken özelleştirilmiş. İlçe halkından 900 kişi bu madende çalışıyormuş. İlçe girişinde gözüme ilk çarpan şey; maden çıkarılan alanlar oldu. Bu alanlar sırf toprak ve kayalardan oluşmaktaydı. Ormanlık alan yok olmuş ve kelleşmişti. Görünüm hiç hoş değildi..Maden varsa, orman yoktu, bu hep böyleydi.




Bizler, ilçe merkezinde alışveriş yapıp hazırlıklarımızı tamamlarken Küre Belediye Başkanı, tesadüfen bizi fark etmiş ve yanımıza geldi. Tanıştık kendisiyle, çay-kahve içtik. Ve ilçe hakkında bilgiler aldık. Ben, özellikle bakır madeni ile ilgili bilgi almak istedim. İşte başkandan  aldığım bilgiler:
Çıkarılan bakır madeni ilçe merkezinin üst tarafındaki işletmede parçalanıyor ve parçalar kamyonlarla İnebolu Limanı'na götürülüyormuş. Limandan gemiye yüklenen bakır cevheri Samsun Limanı'na götürülüyor oradan da İngiltere'ye gönderiliyormuş. İngiltere'de işlenen bakır cevheri geri ülkemize dönüyormuş. İster istemez kendi kendime sordum; neden biz işletmiyoruz, diye. Nedeni malumunuz.

Başkanla vedalaşıp yürüyüşe başladık. Köknar,kayın, meşe, çam, gürgen, kavak ağaçlarından oluşan orman içinden yürüdük. Benim gözüm yerdeydi, bakır madeni bulabilirim düşüncesiyle. Orman içine girmeden evvel irili ufaklı pırıl pırıl parlayan cevherleri gördüm, fotoğraflarını çektim. Hava güneşli olduğundan madenin  parıltıları göz kamaştırıcıydı.

Yürüyüş boyunca, coğrafi yapıdaki değişiklikleri izledim. Kastamonu'ya yaklaştıkça orman azaldı, İç Anadolu'nun bozkırlarını aratmayacak bir bitki örtüsü arttı. Akşam Ödemiş'te yürüyüşümüzü sonlandırdık.

Yürüyüşün dördüncü ve son günü, sabah kahvaltısında İnebolu Belediye Başkanı'nın bizlere( Yürüyüşe katılan 17 kişi) bir sürprizi vardı; İnebolu'ya verilen Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası'nın küçük bir örneğini göndermişti bize. Tabii ki çok mutlu oldum ve bu anlamlı, manevi değeri yüksek madalyayı özenle saklayacağım.

Kahvaltı sonrası araçla Ödemiş'e gittik ve öğlene kadar sürecek 10 kilometrelik yürüyüşe başladık. Hava güneşli olmasına rağmen, sabahın nemi üstümüzü, çiy altındaki sararmış otlar da botlarımızı ıslattı. Sanki bozkırda yürüyordum; ne yana baksam sarı ve kuruydu. Öğle saatlerinde Seydiler'e vardık. Bir gün daha kalabilseydik eğer, İnebolu'dan Kastamonu'ya yürümüş olacaktık. Üç buçuk günün sonunda toplam 65 kilometre yol kat etmiştik. Kastamonu sadece 28 kilometre uzaktaydı. Yorgun ama gururluydum...

Seydiler'de Şehit Şerife Bacı Anıt'ını ziyaret ettik. Şerife Bacı, 1921 yılının çetin kış koşullarının hüküm sürdüğü Aralık ayında, sırtında çocuğu, önünde cephane yüklü kağnısı ile kışlası önüne kadar gelmiş, orada donarak şehit olmuştur. Şehit Şerife Bacı, Kurtuluş Savaşı'nda İnebolu'dan Kastamonu'ya cephane taşıyan kahraman Türk kadınını temsil etmektedir. O gün, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı olmasına rağmen Şehit Şerife Bacı'yı bizden başka ziyaret eden yoktu. Bu durum çok üzücüydü.



Biraz dinlendikten sonra, Kastamonu'ya hareket ettik. Kastamonu Valiliği'nin önünde yapılan protokol konuşmalarını kısaca dinledikten sonra öğle yemeği yemek üzere alandan ayrıldık. Kutlamalar sönüktü. :(

Saat 15'te Ankara'ya dönmek üzere yola koyulduk.

Atatürk ve İstiklal Yolu'nu yürüyecek olanlar,  Milli Mücadeleye katılmak için o yollardan bir büyük şairin Nazım'ın da geçtiğini, hem de Ankara'ya kadar yürüdüğünü unutmayın olur mu? Kişiler unutturmaya çalışsa da, tarih asla unutmaz.

Atatürk ve İstiklal Yolu'nu yürümeme vesile olan ankarahiking yöneticisine ve rehberimize, ayrıca bu anlamlı ve özel yolu birlikte yürüyerek tamamladığımız değerli arkadaşlarıma teşekkürler.

Not: İnebolu'yu ziyaret edeceklere, belediyenin işlettiği Osman Sungur Motel'i gönül rahatlığıyla önerebilirim. Denize sıfır  bungalovlarda istediğimiz tüm hizmetleri aldık. Motel çalışanları çok ilgili ve çalışkandılar. Aldığım hizmetten memnun kaldım doğrusu.



* Hıfzı Topuz, Hava Kurşun Gibi Ağır - Nazım Hikmet'in Romanı

  


12 Ekim 2019 Cumartesi




ARAMAK 

Yaşam boyu insan arar durur, bazen neyi, kimi aradığını bilmeden. Varoluşunu  anlamlı kılmak için hayatın anlamını arar, mutluluğu arar, huzuru arar, güzelliği arar, iyiliği arar. Olumsuz hiçbir şeyi aramaz. Çünkü  "aramak" fiili iyiyi güzeli çağrıştırır, kayıp olanı bulmayı da. Peki insan neyi kaybetmiştir ki kaybettiğinin peşinde sürüklenip durur? Sevgiyi, hoşgörüyü, barış içinde birlikte yaşamanın zevkini, dolayısıyla huzuru  kaybetmiştir. Bunun için de  hep iyiyi, güzeli özler insan, özledikçe, belki bulurum düşüncesiyle aramaktan vazgeçmez.  İnsan aradığını  bulduktan ve özlemini giderdikten sonra, aramaya devam eder mi? Hırslıysa evet. Ama ne aradığını biliyorsa ve onu bulduysa hayır. 

Mutluluğu arayan insan onu hiçbir yerde bulamaz, çünkü "mutluluk" diye bir şey yoktur. Öyle öznel bir sözcüktür ki mutluluk, birinin kederi diğerinin mutluluğu olabilir. Öyleyse mutluluk elimize döktüğümüz kolonya gibi bir şey olmalı, anlık bir ferahlama yarattıktan sonra uçup giden..

6 Eylül 2019 Cuma




AKİRA KUROSAWA 


Akira Kurosawa, Japon film yönetmeni, film yapımcısı, senarist ve kurgucu. 23 Mart 1910'da Tokyo'da doğdu. 57 senelik kariyerinde 30 film yöneten Kurosawa, sinema tarihinin en önemli ve etkili yönetmenlerinden biri olarak görülmektedir. Kurosawa, 1936 senesinde Japon sinema endüstrisine kısa bir süreliğine ressam olarak girdi.

1976 yılında, Dersu Uzala filmi ile, Yabancı Dilde En İyi Film Oscar'ını, 1980'de Kagemuşa filmi ile Altın Palmiye ve birçok ödül aldı. 06.09.1998'de Tokyo'da öldü. *

Bugün Akira Kurosawa'nın ölüm yıldönümü. Bu nedenle, Dersu Uzala filminin iyi bir incelemesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu filmi, 1981 yılında sinemada izlemiştim. Öylesine etkilenmiştim ki, filmin bazı sahneleri zihnimde fotoğraf karesi gibi kalmıştı. Kurosawa ile bu filmiyle tanışmıştım. Geçenlerde filmi tekrar izledim. Bir doğaseverseniz ve filmi izlemediyseniz eğer, mutlaka izlemelisiniz. :)
Film incelemesi için lütfen linki tıklayınız: 

https://www.youtube.com/watch?v=72idYkWRAVU&feature=share&fbclid=IwAR3EfWU-6X053SUymDTiKh0k_WMEwCQQGmIKeJUWrJNNNGBoj-MjGxYZm-s





* Vikipedi
Görsel: sinemalar.com


4 Eylül 2019 Çarşamba




SHAKESPEARE GERÇEKTEN BİR DAHİ Mİ YOKSA BİR SAHTEKAR MIYDI?



Bir kitap düşünün, ki içeriği dolayısıyla  yazıldığı ana dilde  yayımlanmasın. Asıl adı Gene (E.C.) Ayres olan John Underwood tarafından yazılan Şeytan ve Şair kitabından söz ediyorum. İngilizce olarak yazılan kitabı ilk olarak İtalya yayımlama cesaretini göstermiş ve kitap çok satanlar listesinde yer almış.  İngiltere ve ABD'deki yayınevleri ise  kitaba temkinli yaklaşmışlar, içeriği nedeniyle. Şeytan ve Şair kitabı, şimdiye kadar altı dile çevrilmiş. Henüz anadilinde yayımlanmamış bir kitabın çevirisiyle çok satanlar listesinde yer alması ise, edebiyat dünyasında bir ilk niteliğindeymiş.(*)

Şeytan ve Şair'in Arkadya Yayınevince yayımlanan ilk baskısını okudum. Okudukça çok sarsıcı bilgilerle karşılaştım. Bu roman, gerçek belgelere dayandırılmış, yarı dokümanter, ezber bozan bir roman. Kitapta belirtildiğine göre, alıntı yapılmış bütün bulgular, belgeler, kitaplarla, el yazmaları gerçekmiş ve İngiliz Milli Arşivi, British Library veya başka yerlerde bulunabilirmiş. 

Romanın yazarı kitabında Shakespeare'in, Christopfer Marlowe'un eserlerini çalıp, onun kitaplarına kendi adını verdiğini iddia ediyor ve bu iddiasını belgelendirmeye  çalışarak soruyor; İnsanlığın en önemli isimlerinden biri olan eşsiz şair ve oyun yazarı Shakespeare, gerçekten bir dahi mi yoksa bir sahtekar mıydı? 
Aslında bu iddia yeni değilmiş ve iddiayı ortaya atanlardan biri, belki de ilki Mark Twain'miş. Mark Twain, yazdığı bir makalede "Shakespeare ile Şeytanı" kıyaslamış ve şöyle yazmış: "Biyografik yetersizlikleri göz önüne alındığında Şeytan ve Shakespeare'in birbirine bu kadar çok benziyor oluşu ne kadar garip ve ilginç bir tesadüftür. Onlar harikadır, eşsizdir, bağımsızdır, tarihte onlar gibisine rastlanmamıştır. Romantizmde ve hatta öğretilerde bile, kimse onların eline su dökemez. Ne kadar önemli bir konumları vardır ve bu iki Büyük Bilinmeyen, iki Ünlü Varsayım ne kadar üstün, ne kadar sınırları aşan ve yerlere göklere sığmayan bir azamete sahiptir. Onlar bu gezegendeki gelmiş geçmiş en iyi bilinen bilinmeyenlerdir."

Romanın adı da Mark Twain'in bu makalesine göndermede bulunuyor; Şeytan ve Şair.

Edebiyat, tarih ve polisiyenin harmanlandığı bu romanda yazılan Marlowe ve Shakespeare'in hayatıyla ilgili aldığım kısa notlar şöyle; okuyup iddianın gerçek olup olmadığı araştırabilirsiniz.

Okuryazar olmayan, hatta bir imza bile atamayan Shakespeare, çiftçi bir ailenin çocuğu olarak 23 Nisan 1564'te Stratford'ta dünyaya geldi. Stratford varoş, pis ve nüfusun büyük kısmının eğitimsiz olduğu bir köydü. Köyü yöneten on dokuz adamdan on üçü belgeleri onaylamak için "kendi işaretini" kullanmak zorundaydı, çünkü isimlerini bile yazamıyorlardı. 

Shakespeare (sahne-sarsan), aslında hiç okula gitmemiş,  Straford dışına bile çıkmamış. Hayatının ilk on sekiz yılı hakkında ise hiçbir şey bilinmiyor. Tamamen meçhul.

Cambridge mezunu olan Christopher Marlowe, Shakespeare ile aynı dönemde yaşamış ünlü bir şairdir. Marlowe, Cambridge'te teoloji okumasına rağmen ateistlikle suçlanmış, kilise ile ters düşmüş, yargılanmış ama Kraliçe I. Elizabeth'in yardımıyla idam cezasından kurtulmuştur. Ama herkese Marlowe'un öldüğü bildirilir, Kraliçe ve başdanışmanı hariç (Marlowe'un sözde ölümü:1593).  Oysa Kit Marlowe "Le Deux" takma adıyla, İtalya'ya sürgüne gönderilmiştir. Görünüşte Marlowe, Fransız Protestan ajanıydı. Le Deux, Kraliçe adına ve onun izniyle ajanlık yapmaktaydı (1595). Yani kendinin sözde ölümünden iki yıl sonra. Kit, otuz yıl, hatta daha fazla bir zaman İtalya'da yaşamıştır. 

Özetlemek gerekirse;
Shakespeare ve Marlowe 1564 yılında doğmuşlardı. İkisi de alt sınıftan geliyordu. Shakespeare, Stratford'ta bir eldivencinin oğluyken, Marlowe da Canterbury'de bir ayakkabıcının oğluydu. Ancak, Shakespeare'in aksine Kit, İngiltere'deki en iyi okullara girebilmek için burslar kazandı. İlk olarak İngiltere'nin en eski okulu olan Canterbury'deki King's School'a, ardından lisans ve yüksek lisans öğrenimlerini tamamladığı Cambridge Üniversitesi'ne gitti.

Marlowe, ilk kez kafiyesiz şiiri kullanan oyun yazarıdır. Eşcinsellere yapılan baskıyı konu alan ilk tarihi oyunu II.Edward'dır. İngiliz trajedisini başlatanlar ise yine Kit'in yazdığı  Dr.Faust ve Maltalı Yahudi'dir. 

Tüm ihtişamıyla, kral ve kraliçelerin taç giydiği ve gömüldüğü ünlü Westminster Manastırı'ndaki ünlü "şairler köşesi"nde Marlowe'un adı yoktur, menedilmiştir.

Shakespeare üzerine çalışan araştırmacılar hiçbir zaman bu güzel ve duygusal şiirleri, Shakespeare gibi evinden dışarı çıkmamış, sıradan ve sevgisiz bir hayatı olan biriyle özdeşleştirmeyi başaramamışlardır. Ancak, Shakespear'i tüm bu oyunların yazarı olarak gösteren kitap Folio'dur. Romanda Folio ile ilgili bilgiler bulunmaktadır.

Yazar, Shakespeare oyunları ve trajedilerinin İtalya'da geçtiğine dikkat çekerek doğduğu kent dışına çıkmamış, öğrenim görmemiş olan Shakespeare'in bunları yazamayacağını iddia ediyor ve o dönemde iletişim araçlarının olmadığını düşünürsek, Shakespeare, İtalya hakkındaki bilgileri nasıl bilebilir diye soruyor. Ve uzun yıllar İtalya'da sürgünde olan ancak ülkesi İngiltere'de öldü olarak bilinen Marlowe'un eserlerine Shakespeare  adını yazdırarak, kendi yazmışçasına piyasaya sürmüş olabileceğini düşündürüyor. On altıncı yüzyılda kitapların nasıl oluşturulduğunu da anlatan yazar, Şeytan ve Şair kitabının konusuyla ilgili mantıklı ve açık fikirli tartışmaların yapılamamasının nedenini de şöyle açıklıyor: " Bu yalnız iki şey yüzünden olurdu; din ve para. Shakespeare, İngiltere halkı için olduğu kadar akademik çevre ve onların takipçileri için de bir din haline gelmişti. Paraya gelince, ancak tahmin edilebilirdi."

Romanı bitirdiğimde, Shakespeare hakkında bildiğim her şey alt üst olmuştu sanki. Kitap öyle gerçek kanıtlar sunuyor ki okuyucuya, ister istemez daha önceki bildiklerinizden şüphe ediyorsunuz ve araştırıyorsunuz. Bizlerden saklanan, gizli kalması istenen yalnızca Shakespeare ve Marlowe ait bilgiler, belgeler miydi? İnsanlık ve Dünya tarihiyle ilgili olarak doğru bildiğimiz yanlışlar var mıydı, varsa nelerdi ve hangi amaçla kamuoyundan saklanıyorlardı? Ya da okuduğumuz ve bize öğretilen tarihi olaylar ve  tarihi kişiliklerin ne kadarı gerçek, ne kadarı efsane, ne kadarı yalandı? Artık hiçbir şeyden emin değilim. Siz emin olabilir misiniz? Kitap bitti ama zihnimdeki sorular çoğaldı...


*www.geneayres.com






4 Temmuz 2019 Perşembe




 YEDİGÖLLER  DOĞA YÜRÜYÜŞÜNDEN NOTLAR

Yedigöllere ilk kez 2012 yılının Ekim ayında gitmiştim. Ormanlardaki renk dönüşümünün çeşitliliği(sarıdan kırmızıya dek ara tonlar) ve güzelliği büyülemişti beni. Ancak, mevsim  nedeniyle çok kalabalıktı; neredeyse ülkenin tüm fotoğrafçıları oradaydı.Çok fazla grup vardı. Öyleki, göl kıyısında yürürken eller, kollar birbirine karışıyordu. Çok keyif aldığımı söyleyemem bu nedenle. Sakin bir zamanda, yeniden görmek, yürümek istediğim rotalardan biriydi. Yedi yıl sonra da olsa o gün gelmişti.

30.06.2019 Pazar günü, Yedigöllere gitmek üzere, saat 07.30'da yola koyulduk ve beş saat süren yolculuğumuz sonunda Yedigöllere vardık. Hava yağmurluydu. İki saat yağmur altında yürüdük. Sonrasında güneş açtı ve mis gibi yosun, toprak, ot, çiçek ve ağaç kokularını içime çeke çeke  keyifle yürüdüm. 15 km boyunca, yürüyüşüme eşlik eden küçük derenin şırıltılı şarkısını dinlemeyi de ihmal etmedim tabii ki. Gözlerim renklerde, kulağım sesteydi.

Yedigöller Milli Parkı, Batı Karadeniz Bölgesi'nde, Bolu il sınırları içinde, oldukça engebeli bir arazide 1636 hektar büyüklüğündeki  bir alana yayılmakta,  Bolu'nun Mengen ve Yığılca ilçeleri sınırında yer almaktadır. Bolu'ya 42 km uzaklıkta olmasına rağmen, yolun bozuk olması, virajların çokluğu nedeniyle yolculuk bir saatten fazla sürdü. 





1965 yılında milli park ilan edilen ve çok zengin bir bitki örtüsüne sahip olan Yedigöller Milli Park'ını, Kapankaya Tepesi Seyir Terası'ndan izlemek gerek.  Panoramik manzara pitoresk ve büyüleyici. Ben, göz alabildiğine uzanan yemyeşil bitki örtüsünden dolayı "yeşil bir okyanus"a benzettim yöreyi. Teşbihte hata olmaz derler. :)   Dağlar, tepeler ve toprak sanki yeşil renge boyanmıştı. Sadece gökyüzü maviydi. Anladım ki, yaz mevsiminde Yedigöllerde mavi ve yeşilden başka renk görmek olanaksız. Ve ben, Yedigölleri bu mevsimde daha çok sevdim...





Yedigöllere giden herkese sorulan klişe bir soru vardır; gerçekten yedi göl var mı, diye. Bana da soruldu. Evet, yedi göl var ve göllerin isimleri de en az kendileri kadar güzel, diye cevap verdim. Bu yedi adet doğa harikası heyelan-set göllerinin isimleri şöyle: Sazlıgöl, İncegöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, Deringöl, Büyükgöl ve Seringöl. Göller, heyelan nedeniyle kayan kütlelerin, vadilerin önünü kapatması sonucu arkada suların biriktiği set gölleridir. Bu göllerden bazıları yeraltı akışlarıyla, bazıları da yüzeysel akıntılarla birbiriyle bağlantılıdır. Yüzeysel akıntıların üstünde, doğaya uyumlu küçük tahta köprüler bulunmaktadır.






Göller, iki plato üzerinde yer almakta ve platolar arasında 100 metre yükselti farkı bulunmaktadır. Ortalama 780 metre yükseklikte olan platodaki göllerin en büyüğü Büyükgöl'dür. Alanı 24895 metrekare, en derin yeri ise 15 metredir. Göller, kuzeyden güneye 1500 metre mesafede sıralanmıştır.

Bölge zengin bir bitki örtüsüne sahip. Hakim olan bitki örtüsü  kayın ağaçlarıdır. Ağaçları tanıdığım kadarıyla, meşe, gürgen, kızılağaç ve hatta titreyen kavak bile gördüm. Sayıları az da olsa karaçam, yabani fındık, göknar ve çam ağaçları da vardı. 





Göllerin çevresinde yürürken, yol kenarında gördüğüm bir tabelada yazan "Dikkat! Yabani hayvan çıkabilir" uyarısı dikkatimi çekti. Biraz korkmadım değil. Çünkü görmek istediğim geyik ve karacanın yanı sıra burada ayı, kurt, yabani domuz, tilki de yaşıyordu ve bu yırtıcılarla karşılaşmak istemezdim doğrusu. :) Karşılaşmadım da.

Türkiye'deki ilk kültür alabalığı üretme istasyonu 1969'da Yedigöller Milli Parkı'nda kurulmuş. Göllerde göl alası ve gökkuşağı alabalığı yetiştirilmektedir. Ne kadar dikkatli baktıysam da göllerde balık göremedim. Belki de hava yağmurlu olduğu için suyun yüzeyine çıkmamışlardı.





Yedi gölün de çevresini turladıktan sonra, yağmur dindi ve  güneş açtı. Saat 15.00' te, salata, sucuk-ekmek ve meşrubattan oluşan yemeğimizi yedik. Çay-kahve keyfi yaptıktan sonra, 12 kilometre sürecek olan yürüyüşümüze başladık. Kayın ağaçlarının gökyüzünü görülmeyecek şekilde kapatarak oluşturduğu ağaç tünelinde tek başıma yürürken aklımda David Le Breton'un sözleri vardı: "YÜRÜMEK, bir gün yürüyemeyeceğini bilmektir. Onun için yürümek, hep daha fazla yürümeyi istemek, yürümeye bir türlü doymamaktır. Yürümek, yetinmemektir. Yürümek, ufku geniş olmaktır. Uzlaşmamak, uzaklaşmaktır." Ya bir gün yürüyemezsem düşüncesi zihnimde dönüp duruyordu ki çiçekleri gördüm. İyi ki çiçekler var. Yol kenarında onları görünce, olumsuz düşüncelerim bir anda uçup gittiler. Güzellik, her daim çirkinliği bertaraf edermiş meğer. :) Doğadan öğrendim.

Yürüyüşün sonunda aracımızı gördüğümde, gülümseyerek  lastiklerine baktım. Aklıma yine David Le Breton'un sözü gelmişti çünkü. " Dünyanın araba lastiklerinden çok ayaklar için yaratılmış olduğunu asla unutmayacağız, bir bedene sahip olduğumuz müddetçe ondan yararlanmak gerektiğini de." Ben unutmuyorum, siz de unutmayın olur mu?

Sağlıklı nice yürüyüşlere...










Fotoğrafların tümü tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan kullanılamaz.