28 Aralık 2014 Pazar




DOĞUM  KONTROLÜ  ÜZERİNE  BİR  KARŞILAŞTIRMA
(TAHRAN' DA BALAYI)


Güncel bir konumuz var artık: "Her kadın, en az üç çocuk doğurmalı." Ha, üçten fazla doğurursa daha da iyi. Bu görüş, avcı-toplayıcı topluluklarda ve tarım imparatorluklarında geçerliydi. Çünkü, avcı-toplayıcı topluluklarda avlanmak için, topraklarını genişletmek isteyen imparatorluklarda da savaşmak için insan sayısının fazla olması gerekiyordu; kalabalık bir ordu, güçlü bir ordu demekti. O dönemin koşulları düşünüldüğünde bu mantıklı gelebilir. Çünkü, savaşlar ve salgın hastalıklarla milyonlarca kişi ölüyordu. Hayatı sürdürebilmek için toprakta çalışacak, sanayi devriminden sonra da fabrikalarda çalıştırılacak iş gücüne ihtiyaç vardı. Dolayısıyla, çok çocukluluk o dönemler için kabul edilebilir bir durumdu. Ancak, değişen ve gelişen dünyamızda, hoyratça kullanılan kaynakların kıt olması ve mevcut nüfusa dahi yetmemesi, hala açlıktan insanların ölüyor olması, devletleri bazı önlemler almaya yöneltmiştir. Bu önlemlerin başında da , nüfus artışını kontrol altında tutabilecek nüfus planlamasının yapılabilmesi için "doğum kontrolü" gelmektedir. Bir ülkede nüfusun fazla olması, o ülkenin güçlü olduğu anlamına gelmez. Eğer, tersini düşünüyorsanız, tabii ki, doğurganlığı teşvik edip, çok çocukluluğu övgü nedeni sayabilirsiniz. Ama bu tesbit, ne kadar gerçekçi olur? 

Aslında konuyla ilgili yazma nedenim, konunun güncelliğinden çok okuduğum kitap oldu. Kitabın adı; "Tahran' da Balayı". Yazarı, uzun yıllar Time Dergisinin Ortadoğu muhabirliğini yapan, İran asıllı Amerikalı  gazeteci- yazar olan Azadeh Moaveni. Kitabın adı sizi yanıltmasın; bu bir aşk romanı değil. Kendi ülkesinde bir kadın gazeteci olarak, zor koşullar altında görev yapan ve yaşadıklarını kaleme alarak kitaplaştıran Moavani, kadim Pers geleneklerini, İslami kuralların, mollalar lehine nasıl işletildiğini ve bugünkü İran' ın sosyo-kültürel ve siyasi  yapısını olabildiğince objektif yansıtmış satırlarında. Ve Azadeh Moaveni' nin, aşık olup evlenmek istediği İranlı genç Araş' la evlilik öncesi yapmak zorunda olduğu resmi işlemleri yazdığı sayfaları okurken oldukça şaşırdım. Orası gerçekten Şeriat kurallarına göre yönetilen İran İslam Cumhuriyeti miydi? Okuyunca şaşırıp şaşırmayacağınızı bilemiyorum ama Moavini' nin satırlarını aynen aktarıyorum:

"Ertesi sabah evlilik sağlığı bürosuna gittik; Akdeniz hemofilisi (bazı İranlıları etkileyen bir kan bozukluğu) taşımadığımızı veya uyuşturucu kullanıcısı olmadığımızı kanıtlayacak testleri yaptırmaya hazırdık. Duvarları donatan uyuşturucu aleyhtarı afişler, ülkedeki eroin problemini  (BM Dünya Uyuşturucu Raporuna göre dünya ülkeleri arasındaki en büyüğünü) çözmek için hükümetin giderek artan çabasının bir parçasıydı.
.............................

Testlerimizi tamamladıktan sonra, zorunlu evlilik öncesi dersi için beklememiz söylendi. Bu tabir, çiftlerin danışmanlık hizmeti alacağı - iletişim becerileri ya da aşk kaybolduğu zaman neler yapılması gerektiği üzerine eğitim göreceği- bir süreci akla getiriyordu. Ama bunun neden çiftlerin cinsiyetlerine göre ayrılmasını gerektirdiğini bir türlü anlayamıyordum. Gidip yerime yerleştiğim kadınlar sınıfında eğitmenimiz kadın üreme sisteminin anatomisini açıklamaya başladı: Beşinci sınıftayken kıkırdayıp durduğum haftalık cinsel eğitim dersinden pek farklı değildi. Kadın havada mavi bir prezervatif sallayarak müstakbel gelinlerin başvurabileceği çeşitli doğum kontrol yöntemlerinden bahsetti. Bir çekmeceden bir yığın doğum kontrol hapı çıkardı. Sonra da " acil doğum hapları" diye nitelediği bir şerit minik hapı havaya kaldırarak "Bunlara özellikle dikkat edin," dedi. Korunmasız cinsel ilişki sonrası hamileliği önlemek için kullanılan ve kimi zaman "ertesi günü hapı" da denen acil doğum kontrol haplarından söz ettiğini anlamıştım. Çarşaf giymiş kadınla deniz temalı bir başörtüsü takmış olan ince bir kadın da not alıyordu. "İran İslam Cumhuriyeti' nin hayli tartışmalı olan en yeni doğum kontrol yöntemlerinin kullanımını teşvik etmesi ne kadar etkileyici," diye düşündüm. 

Tüm muhafazakarlığına rağmen devlet olağanüstü bir aile planlama programı yürütüyordu. Devrimin ilk günlerinde Ayetullah Humeyni Irak' a karşı savaşacak asker sayısını artırmak amacıyla İranlıları çocuk sahibi olmaya teşvik etmiş olsa da, 1990' ların başlarında rejim, savaş sonrasındaki yeniden yapılanma sürecinin bir parçası olarak bu politikayı tersine çevirmişti. Doğum kontrol haplarını reçetesiz olarak, çubuk şeker fiyatına satın alabiliyordunuz ve birden fazla İranlı-Amerikalı arkadaşım yıllık ihtiyaçlarını bana New York veya Kaliforniya' ya yollatıyordu.

Eğitmenimiz doğum kontrol dersini tamamlarken bir uyarıda bulundu: "Çabuk hamile kalmamanız çok önemli. En az iki ya da üç yıl bekleyip,evliliğinizin nasıl gittiğini görmelisiniz. Çocuğunuz olmadığı sürece, birkaç yıl sonra kolaylıkla boşanabilir ve gelecek beklentileriniz etkilenmemiş bir şekilde topluma yeniden girebilirsiniz. Boşanmış, bekar bir anne olarak durum böyle olmayacaktır."

Söyledikleri sert, ama doğruydu. Çoğu bekar anne İran' da çok büyük zorluklarla karşı karşıya kalıyordu. Makul fiyatlı kreşlerin yokluğundan tek ve yetersiz bir maaşla yaşamanın imkansızlığına kadar uzanan bu zorluklar, çoğu kadının hukuken serbest kalmayı istemek yerine kötü evlilikleri devam ettirmesine neden olacak kadar sarptı. Ne var ki bir çocuğun mesuliyetini taşımayan boşanmış bir kadın için durum çok daha iyiydi. Boşanmış olmanın ahlaki lekesi geri planda kalmaya başlar başlamaz -standartlarını bir miktar düşürdüğü takdirde- kolaylıkla evlenebilirdi.
..........................."

Bir İslam Cumhuriyetin' de bırakın, kadının doğuracağı çocuk sayısını belirlemeyi, devlet eliyle "doğum kontrol" uygulamaları yapılıyorken, Laik, Demokratik güzel ülkemde , gündem değiştirmek için kadın üzerinden yapılan her türlü polemiğe, özellikle doğurganlık üzerine yapılanlara dayanamıyorum...




22 Aralık 2014 Pazartesi




STEFAN ZWEIG: BİR HÜMANİSTİN SANATÇI OLARAK PORTRESİ






Bir gün, okuduğum bir kitapta, güzel bir alıntıyla karşılaştım. Alıntı, Stefan Zweig' e aitti. Zweig' le tanışmam, bu alıntı sayesinde oldu ve sonra, onu daha yakından tanımak için kitaplarını alıp okumaya başladım. Okudukça, Zweig vazgeçilmez yazarlarımdan biri oldu.Rahatlıkla söyleyebilirim ki, II. Dünya Savaşı' nın tarihsel sürecini anlamak, Zweig' i okumakla mümkündür. Bu, size abartılı bir iddiaymış gibi gelebilir, ancak Laurent Seksık' ın yazdığı Can Yayınlarından çıkan kitabı "Stefan Zweig' in Son Günleri" ni (İnsanın yüreğini burkan bir öykü. Gerçek olduğunu bilerek okumak, bir dönemin, bir dünyanın yok oluşuna tanık olmak daha da hüzünlü...) okuduysanız eğer, abartmadığımı göreceksiniz. Şimdi, Stefan Zweig' ın yaşam öyküsünü okumaya ne dersiniz?

Stefan Zweig, varlıklı bir yahudi ailenin çocuğu olarak 1881 yılında Viyana' da dünyaya geldi. Yetişme çağında, ailesinin toplum içindeki saygınlığını yükseltecek ciddi bir eğitim alması sağlandı. Felsefe doktorası yaptı; edebiyat, psikiyatri ve müzikle ilgilendi. Akademik eğitimin yanı sıra, Viyana' nın zengin, kozmopolit kültüründen alabildiğine beslendi.

I. Dünya Savaşı başladığında, Zweig silah taşımayı reddetti ve vatani görevini, Savunma Bakanlığı' nın arşivinde hizmet vererek yerine getirdi. Barış yanlısı bir politik tutumu benimseyerek Avusturya' yı terk etti ve savaşın sonuna dek İsviçre' de kaldı. 

İlk dünya savaşını izleyen 1920' li yıllar, Stefan Zweig' ın yazarlık kariyerindeki en verimli dönemidir.Bu dönemde yazdığı uzun ve kısa öyküler ile usta bir yazar olduğunu kanıtlamıştır. Korku (1920), Amok (1922), Bir Kalbin Ölümü (1927), Karışık Duygular (1927), Bir Kadının 24 Saati (1927), Sahaf Mendel (1929) gibi çoğu uzun öykü (novella) türündeki anlatıları bugün 20. yüzyılın klasikleri arasında sayılıyor. 

Zweig, biyografi türünde de çok sayıda eser üretmiş; tarih, felsefe ve edebiyat alanındaki araştırmalarını renkli ve şiirsel üslubuyla bezeyerek pek çok ünlü şahsiyetin hayatını kalemiyle canlandırmıştır. Deneme tarzında yazdığı Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar (1927) başlıklı kitabında, tarihe mal olmuş on iki kişinin hayatlarından kısa kesitleri minyatür gibi işlemiştir.

1933' te Nazilerin ateşe attığı kitaplar arasında Stefan Zweig' in yazdıkları da bulunuyordu. Zweig 1934 yılında Avusturya' yı bir kez daha terk etmek zorunda kaldı ve İngiltere' ye yerleşti.Hitler ordularının Fransa' yı işgalinden sonra Atlantik' i geçerek ABD' ye, oradan da Güney Amerika' ya gitti. Son büyük eserlerinden Merhamet (1939) ile ölümünden sonra yayınlanan Satranç Ustası (1942), Zweig' in ikinci eşi Lotte ile birlikte oradan oraya sürüklendiği bu ümitsiz yılların ürünüdür.

Lotte ve Stefan Zweig, 1940 yılının Ağustos' unda Brezilya' nın Rio de Janerio kenti yakınlarına yerleşmeye karar verdiler. Burada tamamladığı ve Avrupa' nın savaş öncesi kültürel hayatını, özellikle de Viyana' yı anlattığı otobiyografik metin Dünün Dünyası (1942), Zweig' in en son yapıtı oldu. 22 Şubat 1942' de Lotte ile veda notlarını yazdılar; çok miktarda ilaç alarak son uykularına daldılar. Uzun yıllar sonra başka bir yazar (Clive James) Zweig' ın, "hümanizmin tecessüm etmiş hali, canlı bir örneği" olduğunu söyleyecekti. Yazık ki temsil ettiği hümanist değerler ölürken dünyada savaş cinneti, faşizm ve hoşgörüsüzlük hala sürüyordu. (Stefan Zweig, Yakan Sır-Alacakaranlık Öyküsü, Ali Avni Öneş çevirisiyle- Yordam Kitap)

Ve işte, Stefan Zweig' den seçtiklerim:

Sabırsız Yürek' ten:

"Bir şeyi saklayan ya da saklamak zorunda kalan kişinin gözlerinin doğal, özgür ve samimi bakması olanaksızdır."

"Yaşamımda ilk kez, yeryüzündeki en büyük kötülüklerin kaynağının vahşet ve kötü niyet değil, kişilerin yenemedikleri zayıflıkları olduğunu anlıyordum."

"Nasıl ki bitkiler seranın sıcak ve tropik ortamında hızla gelişirse, kuruntular da karanlıkta aynı gelişimi gösterirler."

"Mutsuzluk insanı kırılgan, sürekli ızdırap ise dar kafalı yapar..."

"Acımak iki yanı keskin bıçak gibidir, kullanmayı bilmeyen, elini özellikle kalbini ondan uzak tutmalıdır. Tıpkı morfin gibi acıma duygusu da hasta için başlangıçta bir nimet, bir ilaç, bir devadır ama dozunu ayarlamayı ve azaltmayı bilmediğimiz zaman öldürücü bir zehir olabilir."

Satranç' tan:

"Sabit fikirli, kafasını tek bir düşünceye takmış her türlü insan, yaşamım boyunca dikkatimi çekmiştir, çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur;işte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar."

" Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler. Çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz."


Bilinmeyen Bir Kadının Mektubundan:

"...Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur."


Stefan Zweig' ın fotoğrafı, tr.wikipedia.org' dan alınmıştır.





17 Aralık 2014 Çarşamba





ANKARA' DA  İLK OPERA  TEMSİLİ



Türkiye' nin ilk "savaşa girme tehlikesi" ni atlattığı 1940 Haziran' ı, Ankara' nın  kültür ve sanat hayatına, artık haftalarca günün konusu olacak bir yenilik getirdi: Devlet Konservatuvarı öğrencilerinin ilk opera temsilini.

Devlet Konservatuvarı, eski "Musiki Muallim Mektebi" nin yerine 1936 yılında kurulmuştu. Klasik Batı müziğine ve klasik tiyatro disiplinine dayalı bir eğitim programıyla müzik ve tiyatro insanı yetiştirecekti.

Batı' daki örneklerine uygun bir opera sahnesi oluşturmak, operayı yurt dışında görüp seven Atatürk' ün amaçlarından biriydi. 1930' ların başlarında bazı Türk yazar ve bestecilerine eski Türk tarihine dayalı operalar ısmarlamıştı. Ama istediği sonucu alamamıştı. Bunu Hindemith gibi ünlü müzik adamlarının katkısıyla kurulan yeni konservatuvardan bekliyordu.

Atatürk' ün bu isteği, ölümünden iki yıl sonra 21 Haziran 1940 gecesi gerçekleşti. Devlet Konservatuvarı'nın  Carl Ebert yönetimindeki öğrencileri, ilk opera temsillerini Ankara Halkevi sahnesinde, Cumhurbaşkanı İnönü' nün huzurunda verdiler. İnönü' yle birlikte tüm devlet erkanı ve kordiplomatik oradaydı. Gerçi bu ilk temsil için seçilen ve provaları aylardan beri devam eden eserin -Puccini' nin Madama Butterfly' ının- sadece ikinci perdesi hazırlanabilmişti. Birinci ve üçüncü perdenin çalışmaları devam ediyordu. Ama onun yanında, Mozart' ın tek perdelik Bastien ve Bastienne operası da sahneleniyordu.

Bu ilk temsil "olay" oldu. Radyo, gazeteler, dergiler sonucun ne kadar başarılı olduğunu uzun uzun anlattılar. Ve opera birden Ankara' da herkesin gidip görmek istediği, bazılarının çocuklarını da götürmek istediği en önemli etkinlik haline geldi. Fakat bu kolay değildi. Hem temsillerin sayısı azdı, hem de bilet bulmak kolay olmuyordu. 

O olanağı bulanların çoğu için bu yeni bir keşif gibiydi. Aralarında operayı yurtdışında görenler de vardı. Fakat sayıları pek azdı. Büyük çoğunluk sahnedeki bu "şarkıyla konuşma" işiyle ilk defa karşılaşıyordu.

İlk temsilde zevkine varamasalar bile, hallerinden memnundular. Çünkü o sıralarda Ankara' daki ev ziyaretleriyle otobüs durağı veya işyeri sohbetlerinin başlıca konusu oydu. Artık o sohbetlere "operayı görmüş" olarak katılacaklardı.

Benim (Altan Öymen) operaya ilk götürülüşüm daha sonraları oldu. Gene Butterfly oynanıyordu.Fakat artık üç perdesinin üçü de sahneye konulmuştu. Benim aklım, müzikten çok konuya takıldı. Babam, hem yurtdışında opera görmüş nadir kişilerden biri olarak, hem de herhalde "libretto" yu veya özetini okumuş olarak durumu anlattı:

Amerikalı deniz subayı (Süleyman Güler), bir Japon genç kızla (Mesude Çağlayan' la) birlikte oluyor, "Japon nikahı" yla evleniyor, sonra onu bırakıp Amerika' ya gidiyor. Japon kızın bir çocuğu oluyor. Kocasını umutla bekliyor. Ama anlaşılıyor ki, kocası Amerika' dayken başkasıyla evlenmiş. Onun üzerine Japon kız, çocuğunun gözlerini bağlayıp Japon usulü intihar ediyor. Daha sonra eşi geliyor ama, artık çok geç.

Hikaye bu kadar acıklı olunca konunun müziği bastırması doğaldı. Sadece benim gibi, aileleriyle gelen çocukların değil, büyüklerin de dikkati, sahnedeki intiharla sonuçlanan hareketlerdeydi. Hafif hafif ağlamak, "vah vah" diye sesler çıkarmak, Amerikalı subayın vefasızlığını fısıldamak da, herkesin katıldığı seyirci tepkileri arasındaydı.

Operanın müziğini dinleyip sevmeyi, zamanla, seyredişlerim arttıkça öğrendim. Bu galiba, operayla ilk karşılaşan Ankaralıların çoğu için böyleydi. Ama o süreç başlayınca artık arkası geliyordu. Opera sevgisi giderek gelişiyordu.

Radyo o gelişmeyi teşvik ediyordu. Müzik programlarında operalardan aryalar ve koro parçaları yayınlanıyordu. Bunlar belleklere yerleşiyordu.

Ama opera temsilini canlı olarak seyretmek, uzun süre, sadece Ankaralılara özgü bir olanak halinde kaldı. İstanbul' da, Şehir Tiyatrosu' nun bazı operet denemeleri dışında, düzenli bir opera çalışması yoktu.

İstanbul' da o zamanki Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası gibi bir orkestra da yoktu. Batılı konsoloslukların veya kurumların desteklediği bazı amatör gruplar oluşmuştu., bazen küçük çapta konserler veriyorlardı ama, yapabildikleri de, toplayabildikleri ilgi de çok sınırlıydı. 

Özetle, İstanbullular, Klasik Batı müziği etkinlikleri açısından, biz Ankaralılardan hayli gerideydi. Bununla övünebilirdik. (Bir Dönem - Bir Çocuk, Altan Öymen, Anı)

En sevdiğim opera olan, Madam Butterfly' ı defalarca izlemiş biri olarak, nereden nereye diyesim geliyor; opera ve balenin bugünkü durumunu düşündüğümde...

Batı' daki örneklerine uygun bir opera sahnesi oluşturmayı amaçlayan, ancak bu amaca ulaşıldığını göremeden vefat eden Atatürk' ün sanat ve sanatçıya verdiği değeri gösteren sözüyle yazımı sonlandırmak istiyorum:

"Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur."   






8 Aralık 2014 Pazartesi




KIRIM  SAVAŞI' NIN KÜLTÜR TARİHİNE BIRAKTIĞI  İKİ  İZ


1853-1856 yılları arasında Osmanlı' nın  Ruslarla yaptığı Kırım Savaşı, kültür tarihine iki iz bırakır. Bu izlerden ilki, Florence Nightingale' dir. Dünyaca tanınan İngiliz hemşire, savaş sırasında İstanbul' a gelir ve yaralı askerlerin tedavisini üstlenir. 1854 yılında Üsküdar' daki Selimiye kışlası' nda görev yapan Nightingale, savaşın zor koşullarında, gece gündüz demeden yaralılara baktığı için askerler tarafından "TheLady with the Lamp" yani "Lambalı Kadın" olarak anılır.

Yine Kırım Savaşı sırasında yaşanan ilginç olaylardan biri de, Osmanlı' ya destek vermek üzere İstanbul' a gelen İskoç Askeri Birliği' dir. İskoç askerlerin sokakta icra ettiği müzik, halk tarafından da beğeniyle karşılanır. İskoçların çaldığı bir melodi ise, üzerine yazılan Türkçe sözlerle bir İstanbul türküsüne dönüşecektir.
            "Üsküdar' a gider iken aldı da bir yağmur
             Katibimin setresi uzun, eteği çamur"

İlk iz çok bilinmekle beraber, ikinci iz kaynağı bilinmeden söylenen güzel bir İstanbul türküsüdür. Türkünün kaynağı bilinsin istedim.     











Kaynak: Orhun Şemin - Perihan Yücel (İki Kıyı Bir Deniz, Türk-Rus Tarihinden Kesitler)


1 Aralık 2014 Pazartesi




ROSA PARKS IRK AYRIMCILIĞINA BAŞKALDIRIYOR
(1 Aralık 1955)







Sıradan başlayan bir gün neyi değiştirir demeyin. Bakarsınız, talihiniz değişir.  Rosa Parks, talihi değişenlerden biriydi. Talihiyle birlikte bir ülke de değişti: Irk ayrımcılığına başkaldırdı, Amerika değişti. Bill Clinton' un dediği gibi, "Rosa, herkesin özgür olması gerektiğini görmemizi sağladı."

Rosa' nın hikayesi bir belediye otobüsünde başlar. Hikaye şöyle :
"Alabama Montgomery' de Rosa Parks isimli siyah bir kadın, eyaletin ırk ayrımı kanunlarına aykırı davranarak otobüste yerini bir beyaza vermediği için hapsedilmiş ve ortalık karışmıştı. Kendi halinde bir kadın olan Parks' ın o zamanlar için alışılmamış bir şey olan bu cesareti, Amerika' daki medeni haklar tarihinin baştan yazılmasını sağlayacaktı.

1955' te yürürlüğe giren şehir talimatnamesine göre Afrika kökenli Amerikalılar belediye otobüslerinin sadece arka kısmında oturabiliyordu. Eğer öndeki koltuklar doluysa, kendi yerlerini de beyaz yolculara vermek zorundaydılar. İşte bu aşağılık düzene tekmeyi vuracak olan Rosa Parks, otobüsün şoförü yerini bir beyaz yolcuya vermesini istediği o tarihi günde, siyahlar için ayrılmış kısımdaki en ön sırada oturuyordu. Siyah yolculardan üçü, bir süre tereddüt etseler de, çaresiz bakışlarla denileni yaptı. Kahramanımız ise yerinden bile kıpırdamadı. Nedense kendisinin bile daha sonradan izah edemeyeceği bir cesaret gelmişti. İstifini bozmadığını gören şoför, yine seslendi:

- Yerinizden kalkın, yoksa sizi tutuklamak zorunda kalacağım!

Uyarısı boşlukta kaybolup gitti. Parks milim kıpırdamamıştı:

- İstediğinizi yapabilirsiniz, kalkmıyorum.

Parks' ın bu bireysel başkaldırısı planlanmış bir şey değildi. Ama akabinde tutuklanması, ayrımcılığa karşı bir şeyler yapmayı epeydir planlayan insan hakları savunucularını harekete geçirdi. Otobüs boykotu başlattılar. Boykotun ilk akşamı sahneye zamanla efsane olacak bir isim çıktı: 26 yaşındaki Martin Luther King. Şehir kilisesinde toplanan kalabalığa şöyle sesleniyordu: ' Amerikan demokrasisinin zaferi, hakkımızı elde etmek için protesto etme hakkıdır.' King kısa zamanda otobüs boykotunun lideri olarak sıyrıldı. Boykot bir yıl sürdü. Siyahlar kah yürüdü kah arabalarını paylaştı ama otobüse binmedi. Şehir nüfusunun çoğunluğunu oluşturdukları için belediye bu işten çok zararlı çıktı. Gelişmelere kayıtsız kalmayan Anayasa Mahkemesi, Parks' ın cezalandırıldığı Montgomery düzenlemesini iptal ederek kamu taşımacılığında ayrımcılık yapılmasının yasalara aykırı olduğu yönünde hüküm verdi. Otobüslerdeki çağ dışı ayrımcılık ortadan kalkmıştı. ' Normal'  otobüslerdeki ilk seferin yolcuları arasında Rosa Parks da vardı..."

Akılda Kalanlar

Rosa Parks Amerikan tarihinin en üst düzey onurlarına layık görülen isimlerden biri oldu.1994' te İsveç Stockholm' de Rosa Parks Barış Ödülü' nü aldı. 1996' da Amerika' da bir sivile verilen en yüksek nişan olan Başkanlık Hürriyet madalyası' na, 1999' daysa kongrenin altın madalyasına layık görüldü. Ödülünü Başkan Bill Clinton' un elinden aldı.

Yirmi sekiz yıllık hücre cezasını çektikten sonra hapisten çıkan, Güney Afrika' nın efsanevi özgürlük savaşçısı Nelson Mandela' yı ilk karşılayanlar arasındaydı. Mandela kendisine sarılmış ve "Hapiste olduğum yıllar boyunca benim ilham kaynağım oldun" demişti.

Naaşı meclis binasında ziyarete açılmıştı. Bu sadece Amerikan başkanları için tanınan bir ayrıcalıktı. Parks, bu yönüyle de bir ilke imza attı.

1992' de Rosa Parks: "Hikayem" adlı otobiyografisini, ardından da "Sessiz Güç" adıyla anılarını yayımladı.

Time Dergisi tarafından 1999' da 20. yüzyılın insan hakları savunucusu seçildi ve yine yüzyılın en önemli ilk 20 figürü arasında gösterildi.

Rosa Parks' ın bu destansı başkaldırısı, Amerika' daki ayrımcılığı ortadan kaldıran özgürlük şahlanışının düğmesine basmış, Parks' ı özgürlük tutkunu kitlelerin sevgilisi yapmıştı. Birçok tarihçiye göre Amerika' daki medeni haklar hareketinin fitilini o ateşlemişti.

Kaynak: Ali Çimen (Tarihi Değiştiren Günler - Popüler Tarih)
Görsel, en.wikipedia.org sitesinden alınmıştır.





22 Kasım 2014 Cumartesi




SENECA

(Asıl bilgelik, gerçekliği ne zaman kendi isteklerimize göre şekillendirebileceğimizi, değiştirilemeyecek olanı ise ne zaman sükunetle kabulleneceğimizi bilmektir.)



Photo: Seneca Kulesi/Korsika. (en.wikipedia.org)


Stoacı filozof Seneca, hayatı boyunca inanılmaz felaketler yaşamış ya da bunlara tanık olmuştu. Pompei deprem yüzünden yerle bir olmuş, Roma ve Lugdunum yanıp kül olmuş, Roma halkı ve imparatorluk Neron' a ve ondan önce de Caligula' ya - Suetonius' un daha güzel ifadesiyle "canavar" a boyun eğmek zorunda kalmıştı. (Canavar bir gün... şöyle bağırmıştı öfkeyle, "Keşke bütün Romalıların boynu tek bir boyun olsaydı!")

Seneca kişisel kayıplar da vermişti. Aslında o, politikada kariyer yapmak üzere eğitim almıştı ama yirmili yaşlarında verem olduğundan şüphelenilmiş, Seneca hastalığın geçmesi için altı yıl beklemek zorunda kalmış, bu sırada intiharın eşiğine gelmişti. Sonraki yıllarda politikaya atıldığında ne yazık ki Caligula tahta geçmiş bulunuyordu. 41 yılında Canavar' ın öldürülmesinden sonra bile iyi bir mevkiye gelemedi.İmparatoriçe Messalina' nın bir entrikası sonucu, hiç suçu olmadığı halde, Korsika Adası' na sürgüne yollandı. Nihayet Roma' ya geri çağrıldığında , hiç istememesine karşın, imparatorluk yönetimindeki en önemli görevlerden birini üstlenmek zorunda bırakıldı - Agrippina' nın oniki yaşındaki oğluna yani on beş yıl sonra karısının ve dostlarının gözleri önünde hayatına son vermesini emredecek olan Lucius Domitius Ahenobarbus' a öğretmenlik yapacaktı.

Seneca bu düşkırıklıklarına göğüs germesini sağlayan şeyin ne olduğunu biliyordu:
       Hayatımı (felsefeye) borçluyum; üstelik düşkırıklıkları karşısında sağlam durmak felsefeye karşı taşıdığım sorumlulukların en küçüğü.

62 yılının Şubat ayında Seneca değiştiremeyeceği türden bir gerçekle yüz yüze gelmişti. Neron eski öğretmeninin sözünü dinlemekten vazgeçmiş, onu yanından uzaklaştırmış, ondan mahkemede başkalarına iftira etmesini istemiş ve cinayetlerini, cinsel sapıklıklarını rahatça uygulamaya geçirebilmesi için kendisine yardım etmek üzere imparatorluğun yüksek rütbeli memurlarından biri olan Ofonius Tigellinus' u görevlendirmişti. 
..............................
Ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu anlayan Seneca mahkemedeki görevinden istifa etmek, Roma dışındaki villasında sessiz sakin yaşamak istiyordu. Filozof iki kez istifasını vermiş olmasına karşın Neron, her defasında onu omuzlarından tutarak sevgili öğretmenine zarar vermektense ölmeyi yeğleyeceğini söyleyip istifaları reddetti.ancak Seneca böyle sözlere inanmayacak kadar deneyimli bir adamdı.

Seneca da kendini felsefeye adadı. Neron' dan kaçamıyordu; mantığı da ona kaçamayacağı şeye boyun eğmesi gerektiğini söylüyordu. Huzursuzluk içinde geçen bu yıllarda Seneca kendini doğa bilimine verdi; dünya ve gezegenlerle ilgili bir kitap yazmaya başladı. Kocaman gökyüzüne bakıyor, yıldızları inceliyor, ucu bucağı olmayan denizlerle, yüksek dağlarla ilgileniyordu. Şimşekleri gözlemleyip şimşek çakmasının nedenleri üzerine fikir yürütüyordu.

Seneca depremler üzerine de kafa yormuş; toprağın içine sıkışan ve dışarı çıkmak için bir yol bulmaya çalışan havanın depreme yol açtığı; depremin bir tür jeolojik gazlanma olduğu sonucuna varmıştı. 

Seneca' nın vardığı sonuçların bilimsel açıdan hatalı olması o kadar da önemli değildi; cani bir imparatorun kaprisleri yüzünden hayatı her an sona erebilecek bir adamın doğayı gözlemleyerek huzur bulmasıydı burada önemli olan. Seneca doğaya bakarak huzur buluyordu çünkü belki de doğa olayları, değiştirmeye gücümüzün yetmediği şeyleri kabullenmemiz gerektiğini hatırlatıyordu ona. Buzullar, volkanlar, depremler, kasırgalar bizi aşan şeylerin birer simgesi gibiydi. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren kaderlerimizi değiştirebileceğimiz öğretiliyor bize, umutlarımız ve endişelerimiz de buna göre belirleniyor. Oysa isteklerimizden, arzularımızdan habersiz, bunlardan tamamen bağımsız okyanuslar dalgalarıyla umursamazca sahilleri dövüyor; yıldızlar gökyüzünden birer birer kayıyor. Bu yalnızca doğaya özgü bir şey değil. İnsanlar da aynı biçimde davranıyor, davranışlarının üzerimizdeki etkilerini bilmiyor ya da umursamıyorlar. Ancak doğa bize zorunluluklarla ilgili unutulmayacak dersler veriyor:
Kışın hava soğuk olur; titreriz. Yaz gelince sıcak havada terleriz. Hava sıcaklığındaki zamansız değişimler insan sağlığını olumsuz etkiler; bu defa da hastalanırız. Bazı yerlerde vahşi hayvanlarla karşılaşırız; ya da bazen en vahşi hayvandan bile daha zarar verici olan insanlarla... Ve bu akışı değiştiremeyiz... Kendisini bu kurala (doğanın kuralına) göre ayarlaması, buna uyması, bunu kabullenmesi gereken bizleriz... En iyisi değiştiremeyeceğin şeyi kabullenmektir.

Seneca doğa üzerine yazmaya, Neron' a ilk istifasını sunduktan hemen sonra başlamıştı. Tabii o zaman önünde yalnızca üç yılı olduğunu bilmiyordu. Üç yıl sonra, 65 yılının Nisan ayında Piso' nun imparatora karşı bir komplo kurduğu ortaya çıktı, kısa süre sonra da bir yüzbaşı filozofun kapısını çaldı. O hazırdı. Tek göğsü elbisesinden dışarı fırlamış Paulina (Seneca' nın karısı) ile hizmetçileri gözyaşlarına boğuladursunlar; Seneca koşullara boyun eğip arabanın peşinden gitmeyi öğrenmişti. Emre hiç karşı çıkmadan damarlarını kesiverdi. Filozofun, oğlu Metilius' u kaybeden Marcia' ya da söylediği gibi:
Hayatın bize getirdikleri için gözyaşı dökmeye ne hacet? Hayatın kendisine şöyle bir bakmak bizi gözyaşlarına boğmaya yetmez mi?

Korsika Adası' nın kuzey ucunda, Luri yakınlarında inşa edilmiş korkunç görünüşlü bina hala "Seneca Kulesi" adıyla anılır.

Bilgi Notu: Stoacı terimi Yunanca "sütunlu yol" anlamına gelir. Zenon derslerini sütunlu bir yolda verdiği için bu ismi almıştır. Stoacı Seneca  "İnsan, insan için kutsaldır." demiş ve bu deyiş o günden bu yana  Hümanizmin sloganı olagelmiştir. Stoacılar ayrıca tüm doğal süreçlerin - örneğin; hastalık ve ölümün- doğanın müdahale edilemeyen yasalarını izlediğini söylerler. İnsan bu yüzden kaderine boyun eğmeyi öğrenmelidir. Hiçbir şey rastlantıya dayanmaz. Her şey zorunluluktan doğar, kaderden şikayet etmek hiçbir işe yaramaz derler. Günümüzde de hala duygularına kapılıp gitmeyen birinden bahsederken "stoacı dinginlik" deyimi kullanılır.



KAYNAK: Alain de Botton - Felsefenin Tesellisi. (Sel Yayıncılık, 6. Baskı)


19 Kasım 2014 Çarşamba




SIRADIŞI  YARATICILIK
(Bipolar Affektif Bozukluk)


Yaratıcılık denilince akla ilk gelen; zeka, düşünce ve hayal gücünden yararlanarak o zamana kadar görülmeyen yeni bir şey ortaya koymak  gelir ki bunu da sanatçılar yaparlar.Öyle ki, yaratıcılık ve sanat özdeşleşmiştir adeta. Sanat, duyguların, düşüncelerin dışavurumu olduğu kadar güzelliklerin anlatımıdır da. Bu anlatımda kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucunda ortaya çıkan üstün yaratıcılık "sanat" değil midir zaten?

Bir de sıradışı yaratıcılık patlamaları sergileyen sanatçılar vardır. Bu sanatçıların sıradışı olmalarının nedeni tıbbın bugün geldiği noktada çözülmüş ve adlandırılmış: "Bipolar affektif bozukluk" diye de bilinen klasik manik depresyon.  Gary Small - Gigi Vorgan, Bir Psikiyatristin Gizli Defteri' nde bu konuyla ilgili bakın neler yazıyor: 

"Bipolar affektif bozukluk" (manik depresyon), nüfusun yaklaşık yüzde 1' ini etkiler ve tipik özelliği, depresyon dönemleri arasına serpiştirilmiş aşırı coşkulu (öforik) duygu durum, yani mani episodlarıdır. Bipolar hastalar manik durumdayken fazla uyku ihtiyacı duymazlar. Üretken, enerjik, hatta genelde aşırı coşkun ve eğlencelidirler. Ancak mani yükseldiğinde, görkemlilikleri yüzünden başları derde girebilir. Bu hastalarda ayrıca hızlı konuşma, halüsinasyon, sanrı ve agresif davranış da görülebilir.

Bipolar depresyon haline geçtiklerinde genelde uyuşuk olurlar ve çoğu zaman günboyu uyurlar. Bazı insanlarda hastalığın hafif bir çeşidi görülür ve bu kişilerde tam kapsamlı manik episodlar yerine hipomani olur. Yani hastalar gerginlik ve psikoz olmaksızın öfori ve üretkenlik yaşarlar. Depresyon dönemleri ise daha az şiddetlidir veya yok gibidir. Bu hipomanik halin cazibesi yüzünden pek çok bipolar hasta, ruh hallerini dengeleyebilen ve geçişlerin sıklık ve yoğunluğunu azaltan lityumlarını (sözde) unutur.


Bipolar bozukluğu olan kişiler hipomanik ve manik episodlar sırasında sık sık sıradışı yaratıcılık patlamaları sergiler. Vincent van Gogh, Paul Gaugin, Jackson Pollock, Mark Twain, Ernest Hemingway, William Faulkner, Ludwig van Beethoven, Robert Schumann ve Brian Wilson de dahil, en ünlü ressam, yazar ve müzisyenlerimizden bazılarında bu hastalığın olması şaşırtıcı değildir."


Manik depresyona iyi yanından bakarsak; bu hastalığın, yukarıda isimleri yazılan sanatçıları insanlığa kazandırdığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Yaptıkları, yaşam tarzları sıradan insanlardan farklı olan bu sanatçıların yaratıcılıkları da elbette sıradışı olacaktır.


Ahmet Altan bir kitabında, sanatçılar için şöyle diyor:

"Onlar karanlıkların çocukları. Ve onları yok ettiğinizde, ne garip, hayatın ışıkları kayboluyor."

Umuyorum ve diliyorum ki, hayatın ışıkları hep yansın ve ışık hiç kaybolmasın...






7 Kasım 2014 Cuma




İKİ  ROMAN, BİR  KARAKTER: HANDAN



Kitap okuma isteğim azaldığında, kendimde bir eksiklik hissederim ve bu  eksikliğimi gidermek için de bir kitapçıya koşarım. Güneşli bir sonbahar gününde, biraz güneş toplamak ve temiz hava almak için gezinirken, kendimi bir kitapçıda "yeni çıkanlar" bölümüne bakarken buldum. Ve Ayşe Kulin' in Handan' ı dikkatimi çekti. Handan, Halide Edib' in yazdığı roman değil miydi diye düşünürken kitabı incelemeye başladım. Yanılmamışım; modern kadını temsil eden Ayşe Kulin' in Handan' ı, her güçlüğe, her şarta göğüs geren ve "asla pes etmeyen", sıra dışı, şakrak bir kadındı ve Halide Edib' in Handan' ından esinlenilerek yazılmıştı. Ne güzel dedim; iki roman, bir karakter (kurgu bile olsalar), okumaya ve zaman ayırmaya değer. Kitabı okudum. Halide Edib' in Handan' ını ve İpek Çalışlar' ın Halide Edib biyografisini okumuş biri olarak, dün ve bugünkü Handanları karşılaştırma olanağı da buldum. Halide Edib' in Handan' ı, aşağıda okuyacağınız üzere öncü bir romandı. Ayşe Kulin' in Handan' ı ise, tarihe not düşmek üzere yazılmıştı bence. Çünkü, aslında Handan' ın capcanlı hayat mücadelesinde, Taksim "Gezi Parkı"nda meydana gelen olaylar ve "Gezi Direnişi" nin önemli bir yeri vardı ve "Gezi" tüm ayrıntılarıyla olduğu gibi anlatılmıştı romanda .Romanlar, yazıldıkları dönemi en iyi anlatan, betimleyen eserler değil midir zaten?

İpek Çalışlar, Halide Edib(Biyografisine Sığmayan kadın) kitabında "Handan" ın öncü bir roman olduğu başlığı altında şöyle yazmıştır:
"1912 yılının ilk günlerinde Tanin gazetesi Halide Edib' in Handan romanını tefrika etmeye başladı. Büyük sükse yapan roman, kızıl saçlı, beyaz tenli, gri gözlü bir kadının mutsuz aşklarının hikayesiydi. Halide kalemini eline alınca kendisini saklamaya gerek duymadan enikonu cesur bir aşk romanı yazmıştı. Duygularını açıktan haykıran Handan' ın, Halide olduğu her yerde konuşuluyordu. 

Seviye Talip nasıl Salih Zeki' ye bir son yakarış ise Handan da ondan alınmış edebi bir intikamdı. Salih Zeki romanı okurken, kendi ağzından çıkmış cümleler ve yaşanmış olaylarla karşılaşacaktı. Handan tıpatıp Halide' ye; Hüsnü Paşa, Salih zeki' ye benziyordu.

Karısını sürekli aşağılayıp aldatan Hüsnü Paşa cinsel açıdan hiç doymayan bir erkekti. Evdeki hizmetçi kızla ya da karşısına çıkan herhangi bir kadınla aynı anda ilişkiye giriyor, her yeni ilişkisinde Handan' ı ezmek için büyük kavgalar çıkartıyor, hatta dövüyordu. ancak Handan karmaşık bir kadındı. İhtirasla bağlandığı Hüsnü Paşa' nın kalbini ve bedenini istiyor, başaramadığı için acı çekiyordu.
................................................

İsimleri "H" ile başlayan iki kızıl saçlı kadın arasında sayısız benzerlik vardı. İkisi de İngiliz terbiyesi almış, ikisi de şahsiyetli, güzelliğiyle öne çıkmayan, çirkin diye anılabilecek çelimsiz entelektüel kadınlardı. Hüsnü Paşa, Handan ile evli iken aynen Salih Zeki' nin yaptığı gibi bir başka kadına evlenme teklif etmişti. Halide Edib, bunca çapraşık ilişkiyle yetinmeyip bir de Handan' ı, yeğeninin kocası Refik' e aşık etmişti.

Romanında, uzun saçlarıyla, ata binmesiyle, felsefe sohbetleri ve Fikret' ten okuduğu satırlarla Handan' ın aşık olduğu bir diğer isim olan sosyalist Nazım, muhalif kimlikli Rıza Tevfik' i hatırlatıyordu.

Halide, Handan' da bir kadının cinsel arzularını ve buhranlarını en açık haliyle yazarak okurları da şaşırtmıştı. Handan, hocası Nazım' ın evlenme teklifini, ' Bana ileri sürdüğü evlenmede eksik bir şey vardı. Beni amacıyla evlendiriyordu, beni kendiyle değil,' diye reddedecek kadar isyankar bir karakterdi. Vatansever bir kadındı ama aradığı aşktı. Nazım ise, Handan' a bir ihtilalcinin başına gelebilecek bir hayatı, kan, ateş dolu bir hayatı paylaşmayı önerirken, ona olan aşkını ifadede yetersiz kalmıştı.
....................................................

Bunca olay yaratan Handan yüzünden Halide Edib mahçuptu:
Sahte bir tevazu göstermeden şunu söyleyebilirim: Handan kendi türü romanlar içinde büyük bir başarı kazanmıştı. Ben de fazlasıyla tatmin olmuştum. Ancak şimdi Handan' ın ham ve başarısız olduğunu düşünsem de Handan' ın yazarı olarak yaşamaya mahkumum. Aslında ben kitap yayıncının eline ulaştığı an tam anlamıyla çökmüştüm.
........................................................

Anılarını yazarken Halide, Handan karakteri ben değilim demiş olsa da, yıllar sonra da kendisine Handan siz misiniz sorusu sorulmaya devam etti. Bunlardan biri de Ağaoğlu ailesinin kızı Süreyya idi. "Sus a canım!" diyerekten gülerek yanıt vermiş Süreyya' ya."

Kitabı okumadığınızı varsayarak, sanırım biraz olsun Halide Edib' in Handan' ını sizlere tanıtabildim. Çünkü Handan' ı tanımak, modern Handan' ı anlamanıza ve iki karakterin ortak ve ayrı yanlarını karşılaştırmanıza yardımcı olacaktır. Ayşe Kulin' in "Handan" ını  okudum ve beğendim; hatta bazı satırların yazılışını oldukça cesurane buldum. Romanda yazılan tarihe tanıklık edenlerden biri olarak, gelecek nesillerin daha güzel bir dünya yaratacaklarına olan inancımı ve umudumu koruyorum diyebilirim.

Not:  20. yüzyıl sona ererken, Venüs gezegeni üzerinde çalışmalar yapan bir grup bilim insanı, Venüs üzerindeki bir kratere Halide Edib' in anısını yaşatmak için " Adivar"  adını verdiler. Siyasi mücadelesine kadın haklarını savunarak başlayan Halide Edib' i saygıyla anıyorum bu vesileyle...




1 Kasım 2014 Cumartesi




SAĞLIKLI  İLETİŞİM  KURMANIN  YOLLARI



İletişim, kişiler arasında çeşitli araçların yardımıyla bilgi, düşünce ve duygu alış verişi sağlayan bir etkileşim sürecidir. Yani, iletişim çift yönlü bir süreçtir. Etkileşim için bilgi, düşünce ve duygu alış verişinin yanı sıra bunları paylaşmakta gereklidir. Mevlana bu paylaşımı çok güzel dile getirmiştir: " Aynı dili konuşanlar değil, Aynı duyguları paylaşanlar anlaşırlar." diye. Öyleyse sağlıklı bir iletişim için nasıl davranmalıyız, ne yapmalıyız?

Uzman Psk. Hüseyin Şahin, "Güncel Problemlere Psikolojik Analizler" kitabında sağlıklı bir iletişimi kolaylaştıracak olan yardımcı davranışları şöyle sıralıyor:

- Aktif ve Etkin Dinlemek.
- Empati Kurmak.
- Karşınızdakini Olduğu Gibi Kabul Etmek.
- Dürüst, İçten ve Adil Olmak.

Sonuç olarak;

"Temel iletişim becerilerine sahip olmak, sağlıklı bir iletişim kurulmasını mümkün kılacaktır. Sağlıklı bir iletişimde; kişiye değer verme, saygı gösterme gibi özel ve değerli görme ile kişinin kendi kararlarını verme ve davranışlarının da sorumluluğunu üstlenme gibi haklarına saygılı olmak şarttır. 

Ayrıca, sözlü mesajların taraflarca anlaşılır olması, konuşulanlara karşılıklı olarak saygı göstermek; ilgi, anlayış ve saygı içinde dinlemek; ön yargısız olarak empati kurma çabası göstermek; verilen mesajları ve iletilen bilgileri doğru şekilde yorumlamak da önemlidir."

Şimdi, aileniz, çevreniz ve yaşadığınız toplumdaki kişi veya kişilerle sağlıklı iletişim kurmaya hazır mısınız? Cevabınız "evet" ise, dünyayı karışıklıktan kurtarmak için bir adım attınız bile...




13 Ekim 2014 Pazartesi




ANKARA  ANKARA  GÜZEL  ANKARA
SENİ  GÖRMEK  İSTER  HER  BAHTI  KARA


Bugün Ankara' nın başkent oluşunun 91. yıldönümü. 13 Ekim 1923' te TBMM' de kabul edilen tek maddelik bir yasa ile Ankara, yeni devletin başkenti olmuş ve böylece devlet merkezinin İstanbul olacağı yönündeki çekişmelere son verildiği gibi, Cumhuriyet' in ilanı için de bir adım atılmıştır. Bu, aynı zamanda Milli Mücadele' nin başından beri uygulanan Ankara' nın İstanbul' a hakim olacağı esasının bir sonucu idi.
Mustafa Kemal Atatürk:
"Türkiye Devleti' nin başkenti Ankara şehridir." diye açıklamış Meclise. Konuşmasının devamını "Nutuk" tan okuyalım:

"Efendiler, Lozan Antlaşması' nın eklerinden olan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolü uygulandıktan sonra, yabancı işgalinden tamamen kurtulan Türkiye' nin toprak bütünlüğü fiili olarak sağlanmıştı. Artık yeni Türkiye Devleti' nin başkentini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye' nin başkenti Anadolu' da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu.
Bu seçimde, coğrafi durum ve askeri strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek, içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şarttı. Gerçekten de, bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul' un yeni milletvekillerinden bazıları, Refet Paşa başta olmak üzere , İstanbul' un hükümet merkezi olarak kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı. Ankara' nın gerek iklim, gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tesisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar; İstanbul' un "payitaht"  olması lazımdır ve mutlaka olacaktır, diyorlardı. Bu ifadeye dikkat edilirse, bizim "başkent" deyimiyle kastettiğimiz anlam ile, bu ifadelerdeki "payitaht" deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmamak mümkün değildir. Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmen ve kanuni yoldan ilan ettirerek, "payitaht" sözünün de yeni Türkiye Devleti' nde kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lazım, geldi. Dışişleri bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun tasarısını Meclis' e teklif etti. Altında daha on dört kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi, 13 Ekim 1923 tarihinde uzun görüşme ve tartışmalardan sonra çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi.Kabul edilen kanun maddesi şudur: "Türkiye Devleti' nin başkenti Ankara şehridir." 

Mustafa Kemal Atatürk' ün ileri görüşlülüğü ve isabetli kararları sayesinde, Ankara yeni Türk Devleti' nin başkenti olmuş, bir bozkır köyünden dünya başkentleriyle yarışacak olan yeni bir şehir inşa edilmiştir. Ankara' nın başkent oluşundan on altı gün sonra Cumhuriyetin ilan edildiğini düşündüğümüzde, bu kararın çok önemli sonuçlarının olduğunu da idrak ederiz. Dolayısıyla, Ankara demek, Cumhuriyet demektir. Ve Ankara' ya sahip çıkmak, Cumhuriyete sahip çıkmakla eştir, bence... 

Ankara' nın başkent oluşunun 91. yıldönümü kutlu olsun...




29 Eylül 2014 Pazartesi





AH  TÜRKÇEM, VAH  TÜRKÇEM
Dilimize Dair Bir Yazı



Bugünlerde anlıyorum ki, yakın çevremle bir iletişim sorunu yaşıyorum. Kaç yaşında olursa olsun, herkes aynı dilden konuşuyor da ben konuştuklarına Fransız kalıyorum sanki. Tabii bu durum bazen, komik olmuyor da değil. Aslında zeki biriyim; çok okurum, düşünürüm, eleştiririm, empati yaparım v.s. Peki, neden böyle hissediyorum, dedim ve sonunda  suçluyu buldum. Suçlu; moda olan deyimle hızına yetişemediğimiz teknoloji ve sosyal medya! Görüyorsunuz ya, kendimi eleştirmek, irdelemek yerine birini, bir şeyleri suçlu ilan etmek çok daha kolay. Oh be! Rahatladım şimdi.

Rahatladığıma göre, asıl konuya geçebilirim. Bir sabah uyanıyorum ve cep telefonumda şu mesajı görüyorum: "gnydn nhbr" Bu mesajı nasıl anlamalıyım? Sesli harfler buharlaşıp yok olmuş, imla sıfır. Uyku mahmurluğuyla, önce mesajın hangi dilde yazıldığını anlamaya çalışıyorum. Neyse ki Türkçe yazılmış. Ve cevap yazıyorum:" İyiyim. Teşekkürler. Siz nasılsınız?" Karşıdan cevap geliyor:"of be iki saat bir şey yzmyrsn" diye. Düzgün yazayım derken, karşı taraf yavaş olduğuma kızıyor. Örnekler çoğaltılabilir. Düşünüyorum; Türkçeyi doğru kullanmak için zaman ayıramıyorsa bir insan, zamanı çok değerliyse, neden saçma sapan bir şekilde mesaj yazar ki? Aç telefonu konuş daha iyi değil mi? WhatsApp çıktı, Türkçe bozuldu diyesim geliyor. Dikkat ederseniz, yaşlı, genç, orta yaşlı hemen herkesin WhatsApp dili aynı ve pek güzel anlaşabiliyorlar. Demek ki sorun bende...Çünkü, belli bir yaşa gelmiş birinin ergenlerin kendi aralarında iletişim kurdukları bir dille yazışmasını komik buluyorum. Ayrıca, bu dili kullananların Türkçenin katledilmesine göz yumduklarını düşünüyorum. Dilde ekonomi yapılmaz, tutumlu olmak gerekmez çünkü. Öğrenecegim çok şey var çook. Hele emoji denilen, Mısır Hiyerogliflerinden hallice işaretler yok mu, onları çözmem için Fransız  Champollion kadar dilbilimci olmam gerek!!

Bana göre, Türkçenin kullanılışına ilişkin bir diğer sorun da caps' ler. Günümüzde sosyal medyanın etkisi ile, caps sözcüğü anlamından uzaklaşmış ve görüntüleri komik yorumlama şekline dönüşmüştür; oysa ki caps' in İngilizce anlamı sadece ekran görüntüsüdür ve köken olarak capture(yakalamak) sözcüğünden gelmektedir. Bazen öyle caps' ler okuyorum ki ağzım bir karış açık kalıyor; lan, amq, oha, abi gibi. Daha da vahimi, kadınların bu capsleri çok fazla kullanıyor olması. Ve günümüzde, kadın olsun erkek olsun sosyal medya kullanıcılarının argo, küfür ve yabancı dillerle harmanlayarak yazdıklarını okuyunca, güzel Türkçemizi bu kadar  kötü ve müsrif kullanmalarına anlam veremiyorum...

Konuşma dilinin önemini anlatmama gerek yok, biliyorsunuz zaten. Ama  dil ile ülke yönetimi arasında çok güçlü bir bağlantı olduğunu, üstelik ülke yönetimi bozuksa, düzeltmeye nereden, nasıl başlamak gerektiğini söyleyen Konfüçyüs, şöyle der:  " Benden bir ulusun bozuk yönetimini düzeltmemi isteselerdi, işe o ulusun dilini düzeltmekle başlardım. Çünkü, dil düzgün olmayınca söylenenler anlaşılmaz ve yapılması gerekenler yapılmadan kalır, böyle olunca töreler ve sanat geriler, halk çaresizlik içinde kalır."


Not: Yazımı okuduktan sonra, benim bir dinozor olduğumu düşünüyorsanız eğer, benim için hiç sorun değil. :))





23 Eylül 2014 Salı




AVRUPA' NIN  ÇATISI: HELVET  KONFEDERASYONU




En azından, bir çoğunuzun bu isme yabancı olduğunu sanıyorum. Avrupa' da böyle bir ülke mi var, dediğinizi duyar gibiyim. Merakınızı uyandırıp ilginizi çekebildiysem eğer, bu ülkeyi çok iyi tanıdığınızı söyleyebilirim. Bu ülke, İsviçre' dir. Dünyada İsviçre diye bilinen ülkenin resmi adı Helvet Konfederasyonu' dur. Bankacılık ve finans sektörlerinde çok güçlü bir ekonomiye sahip olan, büyüleyici doğası ve karlı dağlarıyla Avrupa' nın çatısı olarak adlandırılan küçük ülke İsviçre.  Adını duyduğumuzda aklımıza ilk gelenler; saat, çikolata ve peynir olan ülke.

İsviçre' yi yazmak nereden aklıma geldi? İstediğimiz takdirde,"Google" a yazarak, İsviçre ile ilgili  bilgilere ulaşabiliriz. Ancak, ulaşamayacağımız bilgiler de olacaktır ki, bu bilgileri  de okuduğumuz kitaplardan ediniriz. Kitaplar, "İnternet" ten daha detaycı ve daha güvenilir kaynaklardır. Bu bağlamda, daha önce okuduğum Dan Brown' un "Melekler ve Şeytanlar" romanı ve son olarak okuduğum Paulo Coelho' nun "Aldatmak" romanından İsviçre hakkında öğrendiklerimi sizinle paylaşmak istedim. Ne de olsa, bu bir "Genel Kültür" blogu.

İsviçre siyasetini ülkemiz siyasetiyle karşılaştırdığımda çok ilginç buldum. Paulo Coelho kitabında İsviçre siyasetine dair şunları yazıyor: İsviçreli siyasetçilerin özel yaşamlarıyla kimse ilgilenmez. Sadece iki şey skandala yol açabilir: yolsuzluk ve uyuşturucu. Gazeteler konu eksikliği çektiğinden bu unsurlar devreye girerse olay alabildiğine büyür ve beklenenden daha ağır sonuçlar ortaya çıkar.

Ama siyasetçilerin metresi olup olmadığını, kerhanelere gidip gitmediklerini ya da eşcinselliklerini açık edip etmediklerini hiç kimse merak etmez. Seçim vaatlerini yerine getirdikçe ve kamu bütçesini aşmadıkça  sorun yoktur. İsviçreliler huzur içinde yaşayıp giderler.

İsviçre' nin başkanı her sene değişir (doğru duydunuz, her sene) ve halk tarafından değil, İsviçre Devleti' nin yönetimini üstlenmiş yedi bakanın oluşturduğu Federal Meclis tarafından seçilir. 

İsviçre halkı her şeye kendisi karar vermeye bayılır. Bu nedenle plebisit propagandaları eksik olmaz.Çöp torbalarının renginden (siyah galip geldi) silah ruhsatlarına (ezici çoğunluğun oyu sayesinde İsviçre dünyada kişi başına en çok silah düşen ülkeye dönüştü), ülke çapında inşa edilmesine izin verilen minare sayısından (dört) yabancılara tanınan sığınma hakkına kadar hepsine plebisitle karar verilir.

Diğer Avrupa ülkelerinde şaşkınlık uyandırsa da, biriyle karşılaşıldığında yanaklarından üç kez öpmek İsviçre' de adettir. İsviçre' ye gittiğinizde şaşırmayın!

İsviçre' nin ikinci büyük kenti Cenevre' de bulunan bir şato, ünü günümüze kadar ulaşan bir canavara hayat vermişti, oysa bu canavarı yaratan kadının adını çok az kişi bilir. Canavarın adı: Frankenstein. Yaratıcısı da İngiliz şair Percy Bysshe Shelley' in on sekiz yaşındaki "karısı" Mary' dir. Karı-koca Shelley' ler bu şatonun sakinlerinden İngiliz şair Lord Byron' a konuk olduklarında kaldıkları süre içinde Mary, Frankenstein canavarını yaratmış, İngiltere' ye döndüklerinde kitabını bastırmıştır.

Vatikan' ı Papa' yı korumakla yükümlü 110 muhafız İsviçre vatandaşıdır. Muhafızların hikayesi 1505 yılında Papa II. Julius' un, İsviçre' den kendisini koruyacak bir birlik göndermesini talep etmesiyle başlıyor. O tarihte İsviçre askerlerinin ünü tüm Avrupa' da biliniyor. Eylül 1505' te 150 İsviçreli asker, ilk defa Roma' ya giriyor. Ancak İsviçre Muhafızları' nın resmi kuruluşu 22 Ocak 1506 olarak kabul ediliyor.İsviçreli Muhafız olmak için Katolik, bekar ve İsviçre vatandaşı olunması, askeri görevini yapmış, lise veya üniversiteyi bitirmiş, 19-30 yaşları arasında ve en az 174 cm uzunluğunda olunması gerekmektedir.

Son olarak, bildiğinizi düşündüğüm şu bilgiyi yine de eklemek istiyorum. İsviçre Avrupa' nın önemli kültürlerinin kavşağında yer aldığından bu kültürler ülkenin dillerini ve kültürünü önemli ölçüde etkilemiştir. İsviçre' nin dört resmi dili vardır; Kuzeyde ve orta İsviçre' de Almanca, batıda Fransizca, güneyde İtalyanca ve güney-doğuda Graubunden kantonunda küçük bir azınlık tarafından konuşulan Romanş. Federal hükümet dört resmi dili de kullanmak zorundadır.


Görsel: onedio.com




10 Eylül 2014 Çarşamba




CEMAL SÜREYA' DA DAĞLARCA KİTABINDAN


Günbegün, İnternette, Sosyal Medya' da yazar ve çizerlerin artmasının nedenini, insanların duygu ve düşüncelerini kolay yoldan, meşakkatsiz ve hızlı bir şekilde takipçilerine ulaştırmasına bağlarsam sanırım yanlış tespit yapmış olmam. Cemal Süreya' nın günlüklerini okurken ister istemez eski günlerde roman ve şiir yazanların kitaplarını bastırmak için yaşadıkları zorluklar nedeniyle yazmayı bırakacak raddeye gelmeleriyle bugünkü durumu karşılaştırma olanağı buldum. Bu bağlamda, kitap ya da şiir yazmak isteyenlere, yazıp da bastırmak için yayınevi bulamayanlara veya yazmak için cesareti kırılanlara örnek olacak yazar ve şairleri tanıtmak istiyorum, bu yazımda.

Leyla Şahin, Cemal Süreya' da Dağlarca kitabında, Cemal Süreya' nın günlüklerinden alıntılar yapmış. Günlüklerinden birinde Cemal Süreya, Şair Faruk Ergöktaş' ın son zamanlarda daha çok romanla ilgileniyor oluşunu ve başvurduğu yayınevlerinden eli boş dönüşünü yazmış ve ona yeni bir romana başlamasının en iyi kurtuluş yolu olduğunu, bir gün yayın olanağı elde ederse elinde birkaç kitap bulunmasının fena olmayacağını belirterek şöyle devam etmiş günlüğüne:

"Sanatçı, yapıtının, hele ilk yapıtının basılmamasından ötürü hiç yüksünmemeli diyorum. Nice büyük yazarların en önemli yapıtları geri çevrilmiştir. Sözgelimi Proust' un ilk denemelerini Gallimard basmak istememişti. Nietzsche, Zerdüşt Böyle Dedi' yi basacak yayıncı bulamamıştı. Rimbaud da öyle. Cehennemde Bir Mevsim' i kabul ettirmek için birçok yayıncının kapısını çalmış, hepsinden eli boş dönmüştü; sonunda kitabı kendi adına yayımlamak zorunda kalmıştı.Üstelik, ufak, oylumlu bir kitaptı Cehennemde Bir Mevsim. Ya Lautreamont' a ne dersiniz, o da, o ünlü, o dev soluklu tek yapıtına, Maldoror' un Şarkıları' na hiçbir yayıncının ilgisini çekmeyi başaramamıştı. Bunlar en büyük sanatçılar. Yapıtları da bugün kapışılan yapıtlar, kaynak yapıtlar. Daha nice sanatçı vardır böyle. Bugün ülkemizde çekmecelerde duran yapıtların sayısını biliyor muyuz?

Ama güçlü bir yapıtın eninde sonunda zaferi kazanacağı da bir gerçek. Belki ortalama bir yapıt arada kaynayabiliyor, eşitleri arasında gerilere itilebiliyor, ama güçlü, sağlam, özgün bir sanat ürünü sonunda mutlaka hakkını alıyor. Nahit Sırrı Örik, Sait Faik' in ilk öykülerinin Varlık dergisince geri çevrildiğini anlatmıştı bir gün. Ama ne oldu, sonunda Sait Faik' i Türk okuruna tanıtan, yayan kurum yine Varlık oldu. Sanırım, bundan bir iki yıl önceye dek Salah Birsel kitaplarını daha çok kendisi basmak zorunda kalan bir sanatçıydı. Bugünse aranan bir yazar (ayrı ayrı yayınevlerinde  üç ayda üç ayrı kitabı basılıyor). Ahmed Arif' in şiir kitabına uzun süre alıcı çıkmamıştı. Hatta, anımsıyorum, sekiz yıl kadar önce en tutarlı yayıncılarımızdan birine onun kitabını basmak için niçin girişimde bulunmadığını sormuştum. Pek ilgilenmemişti bu sorumla. Bugün Ahmed Arif 9. baskıda. Ahmet Say' dan  da söz edeyim yeri gelmişken. Ahmet Say bugün benim beğendiğim öykücülerin başında geliyor. Öykü kitabı bir yayınevince geri çevrildi. Birkaç güne dek başka bir yayınevinden bir romanı çıkıyor. İnanıyorum, birkaç yıl içinde öykü kitapları kapışılacak. O yayınevi de öykülerini basmak isteyecek. Şimdilerde Ahmet Hamdi Tanpınar' ın yapıtları üstünde çok duruluyor. On yıl önce, hele on beş yıl önce öyle miydi acaba? Mektuplarını okuyun, Yeditepe' de tek şiir kitabının nasıl güçlükle yayımlanabildiğini göreceksiniz. Geçenlerde bir yazımda Vedat Türkali' nin Bir Gün Tek Başına adlı yapıtının ödül kazanmasaydı, belki de basacak yayınevi bulamayacağını söylemiştim. gerçekten bulamayabilirdi. Ama öyle mi kalırdı? Bir gün bir yerden, belki de başka bir yapıtıyla fışkırırdı Vedat Türkali. Oğuz Atay için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Halikarnas Balıkçısı Ötelerin Çocuğu' nu kaçta yazmış? Kitap kaçta yayımlanmış?

Fazıl Hüsnü Dağlarca ilk şiirleriyle ilgi toplamış, ünlü yazarlarca gazetelerde önerilmiş, övülmüş bir şair. Sanırsam, onun ilk kitapları da kendi basımıdır.

Yayıncıların türlü ölçüleri, ayrı bir çevreleri olduğu doğru. Kimi zaman, hatta çoğunca, kötü edebiyatı finanse ettikleri de doğru. Ama güçlü sanatçının er geç kendine yol açabildiği de doğru. Gresham yasasının bir sınırı var burada: Kötü edebiyat iyi edebiyatı kovabilir; ama bir süre için."

Roman, öykü, şiir yazıp da okura uzanamayan ve bu nedenle bir yenisini yazmak için oturamayan, yayınevlerinden eli boş döndüğü için kötümserliğe kapılan genç yetenekler, yılmayın, vazgeçmeyin, yazmaya devam edin ve yazdıklarınızı cesur bir biçimde çekmecelerinizden çıkarın. Yayınevleri basmıyorsa kitaplarınızı, internette paylaşın; kolay ve hızlı yoldan. Birileri mutlaka okur nasılsa...