24 Ocak 2024 Çarşamba

 


YÜRÜMENİN FELSEFESİ

(YÜRÜYÜŞ BİR SPOR MUDUR?)



Bir bebeğin ilk adımlarını atarak yürümeye başlamasını, kuşların uçmayı öğrenmelerine benzetirim. Kuş yavruları uçmayı, bebekler de yürümeyi ebeveynlerinden sonradan öğrenirler. Önceleri sendeleyen, düşen, kalkan, çabuk yorulan bebek, yürümesi otomatiğe bağlanınca keyif alır, evde bulunan tüm odaları gezer, dağıtır, sevinç çığlıkları atar. Tıpkı yavru kuşların kendi kanatlarına güvenip gökyüzünde ilk kanat çırpmalarındaki sevinç cıvıltıları gibi...

Frederic Gros Yürümenin Felsefesi kitabına "Yürümek spor değildir." diye başlar. Sporun tekniğinin, kurallarının ve puanlarının olduğunu ayrıca rekabet gerektirdiğini belirtir ve devam eder; sporun durmadan öğrenmeyi, çalışmayı ve her sporda olduğu gibi bir skor tutturmanın şart olduğunun altını çizer.

Gros yürümek ise spor değildir der ve devam eder; "Ağırdan almak namına şimdiye dek yürümekten daha iyi bir şey bulunamamıştır. Yürümek için iki bacağınızın olması yeterlidir. Gerisi fasa fisodur. Hızlanmak mı istiyorsunuz? O halde yürümeyin, başka bir şey yapın; tekerleklileri kullanın, kayın, uçun! Yürümeyin. Ve unutmayın, yürürken takdire şayan tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürümek spor değildir. Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan." (s:10)

Oldum olası yürümeyi, yürürken düşünmeyi çok severim. Özellikle doğada yürümek, bol oksijen almak sanki zihnimi çok daha iyi çalıştırıyor gibi gelir bana. Uzun yürüyüşlerde bedenim yorulsa da zihnim berraklaşır, daha önce bakıp geçtiklerimi görmeye başlarım. Adeta ruhum tüm olumsuzluklardan arınır, tertemiz olur. Ormanda iken, dakikalarca ve hiç sıkılmadan bir böceğin davranışlarını izleyebilir, bir yaprağın rüzgarda salınmasının çıkardığı sesi müzik niyetine dinleyebilirim. Yürümek, dahası doğada olmak özgürlüğün tadını çıkarmamın yanı sıra sabırlı olmayı da öğretmiştir bana. Beni tanıyanlar nasıl bir sabır taşı olduğumu iyi bilirler. :) 

Yürümek, özellikle doğada yürümek benim için özgürlük demektir. Çünkü doğa, benim ne yaptığımla, ne söylediğimle ilgilenmez. Sadece dinler; yorum yapmaz, dahası yaptıklarımla, söylediklerimle yargılamaz beni. Ormanda, dağda, ıssız bir ovada kendimi rahat hissetmemin nedeni de budur. Doğa beni olduğum gibi kabullenir; ben onu severim, o da beni sever...Kentin boğucu havasından sıkılıp, beton duvarların üstüne üstüne geldiğini hissettiğiniz anda, şöyle bir dolaşmaya çıkmak bile insanın endişelerini hafifletir, işleri, ödevleri, yapılması gereken her neyse ondan bir süreliğine de olsa uzaklaştırır ve rahat bir nefes almanızı sağlar Canınız sıkıldığında açık havaya çıkıp kısa bir yürüyüş yapıp deneyimleyin derim.  Göreceksiniz bir kuş kadar hafiflediğinizi.

Kimileri yalnız, kimileri de bir grupla yürümeyi tercih eder. F. Nietzsche ve J.J. Rousseau yalnız yürümekten yanaydılar. Çünkü sadece yürürken gerçek anlamda düşünebildiklerini ve esin bulabildiklerini söylediler. Eğer yanlarında biri olursa onunla konuşacaklarını ve düşüncelerinin dağılacağını biliyorlardı. Rousseau, yazdığı "İtiraflarım" ve "Yalnız Gezenin Düşleri" adlı iki otobiyografisinde, her gün yaptığı uzun orman yürüyüşlerinde iç dünyasına yaptığı yolculukları anlatırken bu doğa yürüyüşlerinin kendini tanımasına da yardımcı olduğunu yazar. Ayrıca bu gün boyu süren yürüyüşlerde, -kendinde homo viator'u, yürüyen insanı- kültürle, eğitimle, sanatla bozulmamış doğal insanı bulmaya yönelik çılgın planının çatısını kurar: Kitaplardan ve entelektüel toplantılardan önceki, hatta toplumdan ve ücretli emekten önceki, maziye karışmış insandır bu. Onu arar.

Nietzsche de çalışmak için yürümek zorundadır. Dinlenmenin, hatta refakatçisi olmanın bile ötesinde, Nietzsche'nin tam olarak parçasıdır yürüyüş. Şen Bilim kitabında şöyle der ; "Sadece kitaplar arasında düşünebilenlerden, aklını kitapların dürtüklemesini bekleyenlerden değiliz biz. Bizim ethosumuz açık havada, tercihen yolların bile tefekküre daldığı ıssız dağlarda veya deniz kıyılarında yürüyerek, sekerek, tırmanarak, dans ederek düşünmektir." (*)

F. Gros, kitabında Nietzsche'nin efsane yürüyüşçü olduğunu belirttikten sonra, Nietzsche'nin düşünüp yazabilmesinin neredeyse tek nedeninin hatırı sayılır bir yürüyüşçü olmasına bağlar: "Nietzsche sık sık yürüyüşten bahsederdi. Açık havada yürüyüş yapmak, Nietzsche külliyatının doğal bileşeni, yazarlığının da değişmez bir refakatçisiydi. Günde sekiz saat yalnız başına yürüyen Nietzsche, Gezgin ve Gölgesi'ni bu şekilde yazmıştı."

Her yürüyen, yürümeyi seven Rousseau ve Nietzsche olacak diye bir kural yok. Ama olsaydı iyi olurdu. Platon'un "ideal devletindeki" yönetici tanımlaması ve bir yöneticide olması gereken vasıfları tek tek sayması aklıma geldi de.  O zaman dünyayı, bilgeler ve düşünürler (filozoflar) yönetirdi. İyi olmaz mıydı? 

Son yıllarda yapılan araştırmalara göre, yürürken attığımız her adımın bedenimize ve ruhumuza ne gibi yararlar sağlayacağını kısaca şöyle sıralayabilirim. Daha fazlasını okumak için aşağıda verdiğim linki tıklayabilirsiniz.

- Yürümenin sağlığa faydalarından yararlanmak için yaklaşık dört bin adım yeterli.

- Yürüyüş şekliniz parmak iziniz kadar benzersiz!

- Yürürken kollarınızı sallarsanız daha az enerji harcarsınız.

- Amerikan Kalp Derneği (aha), yürümenin sağlığa faydalarına dikkat çekmek için 2007 yılında Ulusal Yürüyüş Günü oluşturdu.

- Dünyanın en hızlı yürüyen insanları Singapurlulardır.

- Yürüyüş yapmak akademik performansı artırabiliyor.

Tüm bunların yanında David Le Breton'un dediği gibi; "İnsan; yazmak, anlatmak, görüntüler yakalamak, tatlı hayaller içinde yüzmek, anılar ve tasarılar biriktirmek için de yürür." Nedeniniz ne olursa olsun sağlıklı olmak için yeter ki yürüyün...Unutmayın ki, "sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur." 

Başta kendime ve siz değerli okuyuculara keyifli ve sağlıklı yürüyüşler diliyorum



Kaynaklar:

* Frederic Gros, Yürümenin Felsefesi. Kolektif.kitap, 23. Baskı. Çeviren: Albina Ulutaşlı.

https://www.thefactsite.com/walking-facts/




18 Ocak 2024 Perşembe

 



SUUDLAR; SIRADAN BİR ÇÖL KABİLESİNDEN HANEDANLIĞA GEÇİŞ


Son günlerde hem ülkemiz hem de dünya genelinde popüler olan Suudi Arabistan Krallığı'nın tarihiyle ilgili çok kitap okudum ama hiç yazmadım. Popüler kültürden kaçınamadığımıza göre, ben de modaya uyayım dedim ve kısa bir araştırma yaptım; okuduğum kitaplara ek olarak.

Suud kabilesinin tarihçesini yazmadan önce, Birinci Dünya Savaşı'na ve o tarihte  büyük devletler arasındaki dengelere bakmak gerekiyor. Bu nedenle kısa ve öz olarak konuya değineceğim. 

I. Dünya Savaşı'nda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Almanya (daha sonra Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan'ın katıldığı) İttifak devletleri olarak, İngiltere, Fransa, Sırbistan ve Rusya İmparatorluğu'nun oluşturduğu (daha sonra İtalya, Yunanistan, Portekiz, Romanya ve ABD'nin katıldığı) İtilaf devletlerine karşı savaşıyorlardı. I. Dünya Savaşı'nda Doğu Cephesi'nde savaş 1915'te Gelibolu Muharebesiyle başlamıştı. Bu taarruzun amacı Osmanlı İmparatorluğunun Mısır ve Süveyş Kanalı'na ve de Irak(Mezopotamya) ile yakınındaki İran Körfezi'nde bulunan Abadan Petrol rafinerilerine ulaşmasını engellemekti. Ama Britanya Gelibolu'da yenilince, istihbaratının dikkati derhal Irak, Arabistan ve Körfez(Basra) bölgesine çevrildi. Çünkü başarı Araplardan gelecek yardıma bağlıydı. Savaş sırasında Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıflaması ve güçten düşmesi, Sultan V. Mehmet Reşat'ı, Alman İmparatoru Wilhelm'in de baskısıyla Halifelik kozunu kullanmaya itmişti. Ve Cihad ilan edilmişti. Osmanlı vilayeti Halep'teki Müslümanlar öyle büyük bir propaganda altında kalmışlardı ki, II. Wilhelm'in Müslüman olduğuna ve Almanların Rusya'ya karşı İslam uğruna savaştığına inanmış görünüyorlardı. Alman ve Türk propagandacılar Alman İmparatoru II. Wilhelm'den "İslamın dostu ve koruyucusu Hacı Wilhelm" diye söz ediyorlardı. Konuyla ilgili olarak Cengiz Özakıncı "Türkiye'nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı" adlı araştırma-inceleme kitabında şöyle yazar: "Osmanlıcılığın, İslamcılığın,  İslam Birliği'nin, Hilafet'in ve Cihad'ın Hristiyan emperyalistler tarafından kendi sömürgen amaçları doğrultusunda araç olarak kullanılmasının geniş kapsamlı ilk örneği olmuştu. Birinci Dünya Savaşı, Almanya'nın Osmanlı'yı uydulaştırıp Hilafet ve 1914'te Cihad silahını kullanmasına İngilizlerin hemen iki yıl sonra 1916'da vereceği yanıt, Arapları Osmanlı Hilafeti'ne karşı ayaklandırıp Cihad silahını Osmanlı'ya karşı kullanmak olacaktı. s:228) Yani, Alman Malı Osmanlı "Cihad"ına karşı, İngiliz Damgalı Arap "Cihad"ı. İngilizler, bunu Arabistan Yarımadası'nda Arap-Türk ayırımı ve de Vahhabi-Sünni mezhep ayırımı yaparak kendi çıkarları için kullandılar ve başarılı oldular.

Osmanlı Sultanı Araplardan gelecek muhalefetten çekiniyordu. Bunun için Mekke ve Medine'de bulunan kutsal yerlerin bekçisi, kutsal hac ziyaretinin denetçisi olan ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in soyundan gelen Şerif Hüseyin'i Hicaz'da karışıklık çıkarmaması için İstanbul'a sürgüne gönderdi (Şerif Hüseyin, 1883-1908 yılları arasında İstanbul'da ikamete mecbur tutuldu.) 1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla II. Abdülhamid tahttan indirilip, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidarı ele geçirmesiyle de Şerif Hüseyin Hicaz Emiri olarak atandı. Osmanlı Sultanları tarafından Hz. Muhammed'in soyundan gelenler, Hicaz'a emir olarak atanıyorlardı. Hicaz'a vali (emir) atama kuralı, Yavuz Sultan Selim zamanından 1916'ya kadar dört yüz yıl yürürlükte kaldı.

İngiltere Osmanlı yönetiminden hoşnut olmayan Arap milliyetçilerini Osmanlı'ya karşı kullanabileceği olası müttefikler olarak görüyordu. Ancak, Arap kabileler kararsızdı; pek sevilmeyen işgalciler olsa da, tıpkı kendileri gibi Müslüman olan Türklerin mi, yoksa kendilerine bağımsızlık ve yeni bir yönetim biçimi vaat eden ama ne yazık ki Hristiyan olan İngilizlerin mi yanında yer almalıydılar? Arapların İngiltere ve Fransa'ya (Suriye nedeniyle) karşı kutsal bir Cihad açması bile olasıydı. Bunu bertaraf edebilmek için İngiltere, askeri istihbaratını devreye soktu. Eğer doğru Arap liderlerini bulurlarsa (bağımsızlık isteyen, İngiltere'ye sempati duyan ve sözü geçen liderler) Türklere karşı güçlü bir isyan başlatabilirlerdi. 

Bu isyanı başlatabilmek için de T.E.Lawrence'ı Arap kabileleri hakkında bilgi toplamakla görevlendirdiler. Önce Şerif Hüseyin'le anlaşan İngiliz ajanı Lawrence, ona bağımsızlık sözü verdi ve büyük Arap isyanını başlattı. Ancak, Osmanlı'ya karşı zafer kazandıkça İngilizlerden istekleri artan Şerif Hüseyin'den bıkan (isteklerinden biri de Halife olmaktı) İngiliz yönetimi, Arabistan için yeni ittifak arayışına girdi ve kısa sürede de buldu. Bu ittifak adı pek duyulmamış bir Arap kabilesiydi; Suud kabilesi. Tarih sahnesine çıkışları ise şöyleydi:

Muhammed bin Suud günümüzde Suudi Arabistan olan topraklarda bağımsız bir teokrasi kurmak için 1744'te geleneksel Sünni lider Muhammed bin Abdülvehhab ile bir araya gelerek anlaştılar (Abdülvehhab'ın ailesi günümüzde hala Suudilerle ittifak halindedir; biri politikayla ilgilenirken, diğeri dini idare etmektedir). 

Bugünkü Suud Hanedanına adını veren Muhammed bin Suud, Arabistan'ın çeşitli yerlerine dağılmış olan Aneze kabilesindendir. Ataları 15. yüzyılda Katif'ten gelerek Diriye'ye yerleşmiş ve o tarihten itibaren Diriye emirleri bu aileden çıkmıştı. Babasının ölümü üzerine Muhammed bin Suud, Diriye ve çevresinde ilk olarak 1726'da bağımsız bir emir sanıyla hükmetmeye başladı. Bu dönemde, Hz. Muhammed'in zamanındaki hayat tarzına dönülmesini savunan ve her türlü yeniliğe ve mezarlara karşı olan Vahhabiler ve öğretilerin yayıcısı Muhammed bin Abdülvehhab, bazı sahabelerin mezarlarını yıktırması sonucu gördüğü tepkiler üzerine Diriye'ye sığınmak zorunda kaldı. Vahhabilere göre mezarın sadece ziyareti değil, yerinin belli olması bile cehennemin kapılarını açacak bir kabahatti. Diriye'ye yerleşen Muhammed bin Abdülvehhab' ve ailesine, Suud ailesi sahip çıktı ve fikirlerinin yayılmasına destek verdi. Böylece birbirleriyle anlaştılar. Bu ittifak hem Suudilerin hem Vahhabilerin tarihinde bir dönüm noktası oldu. Daha sonra Muhammed bin Suud, Muhammed bin Abdülvehhab'ın kızıyla evlenerek aralarında akrabalık bağı kurdu. Böylece birlikte dini-siyası bir güç oluşturdular. Bu arada emirliğin Muhammed bin Suud, şeyhliğin ise Muhammed bin Abdülvehhab nesline ait olması kararlaştırılarak Suudi hanedanının temelleri atıldı ve devletin takip edeceği siyaset belirlendi.

Suudlar devlet kurduktan sonra, kendilerine rakip olan Osmanlı yandaşı Reşidiler, Suudileri 1891'de sürgüne göndererek büyük bir savaşa (Mulayda Muharebesi)  neden oldular. Zekat konusundaki sorunların ve Reşidi lideri İbn Sabhan'ın tutuklanmasının ardından Osmanlı'nın desteklediği Reşidiler Suudi devletine son vermeyi ve hem El-Kasım Bölgesini hem de Riyad'ı fethetmeyi planladılar. Reşidiler ve Arap aşiretlerinden oluşan müttefikleri İkinci Suud Devletini sona erdirdiler. Abdurrahman bin Faysal liderliğindeki Suud Hanedanı ile müttefiklerini kaçmaya zorladılar.

Suudi Arabistan'ın birleşmesi 1902 ve 1932 yılları arasında İbni Suud'un liderliğinde günümüzdeki Suudi Arabistan Krallığının Arap Yarımadası'nda bulunan çeşitli kabile, emirlik ve krallıklarla birlikte Arap Yarımadası'nın büyük bir kısmını ele geçirmesiyle oluşmuş askeri ve politik bir süreçtir. Birleşme kısa sürede gerçekleşmemiştir. 

Suudi Arabistan'ın Diriye Emirliği'nden farklılığını vurgulamak ve Necd Emirliği olarak da adlandırılan İkinci Suudi Devleti ile karıştırılmaması için Suudi Arabistan yerine Üçüncü Suudi Devleti adlandırılması da kullanılmaktadır.

Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, Suudi Arabistan'da ülkenin kuruluş tarihinin 1932'den 1727'ye çekilmesi kararını 02.02.2022'de AA'na yaptığı açıklamada "egemenlik tartışmaları ve üç Suud devleti" başlığı altında şöyle değerlendirmiş: "'Egemenlik' kavramlarının bir devlet ile ilişkilendirilmesi zarureti vardı. Oysa gerek Suudilerin kaynakları ve gerekse bölgede 18. yüzyıldan beri yaşananlar, gerçek anlamda bir egemenliği tanımlamaktan uzaktı. Zira onlar kadar güçlü olmasa da bu bölgede emirlik olarak nitelenen pek çok başka yerel güç vardı ve hiçbiri devlet olarak anılmıyordu. Üstelik aynı tarihlerde bölgede uluslararası kabul gören Osmanlı egemenliği bulunuyordu. Bu yüzden tarih yeniden gözden geçirilerek üçlü bir sistem geliştirildi. Buna göre, tarihte üç Suud devleti kurulduğu iddia ediliyordu. Birincisi 1744-1891 arasında Dir'iyye'de kurulan ve Osmanlı adına Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın yıktığı devletti. İkincisi ise 1824-1891 yılları arasında Riyad merkezli olarak kurulan ve Reşidilerin ortadan kaldırıldığı devletti. Üçüncüsünde, İbn Suud'un Riyad'a döndüğü 1902'yi kabul edenler ile İngiltere'nin Suudi Arabistan'ı resmen tanıdığı 1932 yılını benimseyenler arasında ihtilaf çıkmıştı. Zira o tarihe kadar "Modern anlamda emirliğin egemenlik sınırları var mıydı? sorusu cevaplanamıyordu." 

Bugünkü Suudi Arabistan Kralı Selman, devletin kuruluş tarihini değiştirmekle, ülkesinde bulunan ulemanın tepkisini çekmiş ama isteğinden vazgeçmeyerek ailesinin şeceresini yazdırdığı kitaplarla, çizdirdiği atlaslarla değiştirmiştir. Ailesinin kökeninin Aneze kabilesinden geldiğini reddetmiş, ve aile kökenini Beni Hanife'ye bağlayarak yeni bir şecere yaratmış. Bekleyip göreceğiz; tarih yazıcıları ve tarihi kaynaklar bu gelişmeye ne diyecek ya da bir şey diyecekler mi?

1932 yılında resmi Suudi Arabistan Devleti kurulduktan sonra, İran ve Bahreyn'de büyük petrol rezervleri bulundu. Bu tarihten sonra, Kral Abdülaziz haklar konusunda müzakereler yaptı ve ABD şirketi Standard Oil 1938'de petrol çıkarmaya başladı. Petrol zenginliği ve İslam'ın kutsal şehirleri Mekke ve Medine'ye sahip olması bu aileyi(Suud) Arap Dünyası'nın temel taşı yaptı.

Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlerle anlaşarak Osmanlı'ya karşı ayaklanan Araplar  ve sonrasında İngilizlerin yardımıyla 1932'de kurdurulan devletlerine resmi sıfat kazandıran Suudlar, İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen önce 1938'de topraklarında çıkan petrol rezervlerini ABD şirketlerine devretmişler ve zenginliklerine zenginlik katmışlardır. ABD ne derse emrine amade olan bir krallık (Osmanlı'ya karşı bağımsızlık peşinde olduklarından), kuruluş tarihini değiştirse de egemen midir, egemenlik haklarından söz edebilir mi? Bunun cevabını siz değerli okuyuculara bırakıyorum...


Yararlandığım Kaynaklar:

1- TAT WOOD & DOROTHY AIL, Dakikalar İçinde Dünya Tarihi, Anında Açıklanan 200 Önemli Tarihi Olay. Çeviri: Efe Erdal.

2- JANET WALLACH, ÇÖL KRALİÇESİ. Can Yayınları / Biyografi. İngilizce aslından çeviren: Püren Özgören.

3- CENGİZ ÖZAKINCI, TÜRKİYE'NİN SİYASİ İNTİHARI YENİ OSMANLI TUZAĞI. Genişletilmiş, gözden geçirilmiş, güncellenmiş 21.Basım. Otopsi Yayınları.

4- İSMAİL KÖSE, BÜYÜK OYUNUN KÜÇÜK AKTÖRÜ ŞERİF HÜSEYİN. Kronik Yayınları. 2. Baskı.

5- tr.wikipedia.org

6-https://www.aa.com.tr/tr/analiz/suudi-arabistanda-kurulus-tarihi-neden-degistirildi/2491635