27 Şubat 2020 Perşembe




KİRMİR VADİSİ FLORASI

Kirmir Vadisi'nden bir görünüm

Kirmir Vadisi, kaynağını Kızılcahamam'ın kuzeyindeki Işık Dağı'ndan alan Kirmir Çayı'nın, Pazar Çayı ile birleştiği noktadan başlayarak Sarıyar Barajı'na döküldüğü yere kadarki kısmını ve Beypazarı ve çevresindeki jipsli, killi, marnlı tepelik alanları kapsar.

Buzul çağları öncesinde, çok sıcak iklim koşullarında göl tabanında tortulanmış olan jipsi kil, marn tortulları üzerine yerleşen Kirmir çayı, daha derinde bazalt ve andezit gibi volkanik kayaçların oluşturduğu katmana indiğinde de bulunduğu alanı aşındırmaya devam etmiş ve bugün, kuşların üremesi açısından büyük önem taşıyan yarma vadiler oluşturmuştur. Çevresine göre daha sıcak ve nemli koşullara sahip Kirmir Vadisi, bu özelliği nedeniyle karasal iklim koşullarında yaşayamayan pek çok bitki türüne ev sahipliği yapar. *

Endemik bitki türleri açısından önemli bu alan, flora bakımından da çok zengindir. Flora ya da bitey bir ülke, bir bölge veya belirli bir yöredeki bitki, mantar ve bakteri türlerinin tümüne verilen addır. Flora sözcüğü Latince olup, Roma Mitolojisi'nde bitkiler ve ilkbaharın tanrıçasına verilen isimdir.

23.02.2020 Pazar günü, Kirmir Vadisi'nin dere tabanından yükselmeye başladık. Yükseldikçe gördüm ki, bozkırın altın sarısı Ankara çiğdemleri birlik olup, önümüze halı sermişler, adeta bizi bekliyorlardı, hem de açılmış, serpilmiş en güzel halleriyle. Bu güzelliklere basmamaya özen göstererek tırmanmaya devam ettik ve en yüksek noktaya ulaştık. Rehberimiz burada fotoğraf çekme molası verdi. Hava açık ve güneşliydi ama yükselti fazla olduğundan, bulunduğumuz tepe rüzgarlıydı ve hepimiz terliydik. Ama terli olmak kimin umurundaydı? Gördüğümüz manzara muhteşemdi. Ben manzarayı doyasıya izledikten sonra, kaya diplerine ve kuytu yerlere bakmaya gittim. Biliyordum ki, en güzel çiçekler buralarda açarlar. Onlar göz önünde olmayı istemezler, onları bulmak isteyenler aramalı, biraz  zahmete girmeliydi. Güzelliklere öyle kolay ulaşılmazdı çünkü.

Derken, henüz topraktan tam olarak başını çıkaramamış ama sarı çiğdemlerin arasında "ben de varım" diyen üç küçük öksüzali çiçeğine gözüm takıldı. Evet o yükseltide sadece üç tanesi yaşam bulmuştu. Çevreye dikkatlice bakındım, daha sonra yürürken de gözlerim onları aradı ama göremedim öksüzali'nin arkadaşlarını. 

Öksüzali

Öksüzali

İnişe geçerek, İnönü Mağaraları'na dek yürüdük. Yol boyunca ve mağaraların oluştuğu kayalıklarda çiçekleri, otları ve bitkileri fotoğrafladım.  İşte, objektifime takılanlar:

Altın sarısı Ankara çiğdemi

Katır çiğdemi









Sütleğen

Göbekotu

Turna Gagası

Dalakotu

Kara Yosunu



*dogadernegi.org

Fotoğrafların tümü tarafıma ait olup, izinsiz kullanılamaz.

18 Şubat 2020 Salı




DAĞLARIN ÖZGÜR RUHLU KIZLARI; ÇİĞDEMLER



İlkbahar, benim için sadece bir mevsim değil, yaşamın ta kendisidir. Aynı zamanda, uykudan uyanışın, hayat sevinciyle doluşun, ruhun tazelenişinin simgesidir. Bu nedenle çok severim ilkbaharı. Öyleki, yaşamımızda var olan her şeyi -yaşadığımız üzüntüyü, sevinci, ölümü, kalımı, duyduğumuz  güzel-çirkin sesleri, güneşli güzel günleri, yağmurlu,sisli kapalı havaları, rüzgar ve kasırgadan sonra gelen hissettiğimiz sessiz ve dingin saatleri biz bir ömre sığdırırken, ilkbahar hepsini yalnızca doksan güne sığdırır. Yani bahar aylarında yaşanan yedi iklim, dört mevsim gibidir yaşadığımız ve yaşayacağımız hayat; acısıyla, tatlısıyla, iyisiyle ve kötüsüyle...

İlkbaharın gönlü geniştir, zengindir, cimri değildir. Güzelliklerini almak isteyen her ölümlüye, cömertçe sunar tüm bunları. Cömertliğinin değerini bilmeyenlere ise kızar, köpürür,  üstünde yaşadığımız toprağı bile kaydırır, soğuklarını üstümüze salar, kazma-kürek yaktırır.

Dokuz ay boyunca hasretini çektiğim bu güzel mevsimin gelişini müjdeleyen ulaklarını da severim. Güzelliklerini seyretmeye doyamadığım bu ulaklardan ikisi; kardelenler ve çiğdemlerdir. Bunlar özel ulaklardır, haberi vermek için size gelmezler, haberi almak için, sizin onların ayağına gitmeniz gerekir, ki ben bunu seve seve yaparım...

Bu yıl baharın müjdecisi çiğdemlere, 16 Şubat Pazar günü,  Sopçalan Yaylası'nda(Beypazarı) rastladım. İlk gördüğüm tomurcuk halindeki çiğdemin fotoğrafını çektim, onunla konuşup "hoş geldin güzellik" dedim. O da bana; "hoş bulduk" dedi, evet dedi. Tam o anda aklıma, Prof. Dr. Hikmet Birand'ın Ankara sırtlarında, altın sarısı Ankara  çiğdemleriyle yaptığı muhabbet geldi ve gülümsedim kendi kendime. Ben çiğdemlerle konuşmaya dalmışken bir baktım,  grup benden hayli uzaklaşmış ve tırmanışa geçmişti. Yükseleceğimize sevindim. Çünkü, biliyordum ki dağların bu özgür kızları yüksekleri sever ve orada çiçek  açmış olma olasılıkları fazlaydı. Altın sarısı çiğdemler beni yanıltmadılar ve her yükseltide beni daha bir güzel karşıladılar.



Anadolu'da yetişen çiğdemlerin çoğu endemik ve nadir türlerdir. Neredeyse her yörenin adıyla anılan bir çiğdem türü vardır. Örneğin; Ankara çiğdemi, Adana çiğdemi, Abant çiğdemi, Artvin çiğdemi, Antalya çiğdemi, İstanbul çiğdemi, Hakkari çiğdemi ve Pamfilya çiğdemi gibi.

Bu yazımda "Ankara çiğdemi"ni tanıtacağım sizlere. Hem de çiğdemlerle sohbet eden ve doğanın düğününü bizlere anlatan Prof. Dr. Hikmet Birand'ın kaleminden. Şimdiye kadar duymadığınız harika bir sohbete tanık olacaksınız.

ANKARA ÇİĞDEMİ

"- Senin adına botanik dilinde Crocus Ancyrensis diyorlar. Latince Ankara'nın adı Ancyra'dır. Soyadın ancyrensis yani "Ankaralı" demek olduğuna göre, senin adın "Ankara çiğdemi"dir. Sana bu adı kim verdi? Ankara'dan başka yerlerde yetişmez misin?

- Benim adım, soyadı kanunundan eskidir. Biz Ankara'nın eski  yerlisiyiz. Daha eski Ankara kurulmadan, hatta buralara ademoğulları bile ayak basmadan biz bu yamaçlara, Etlik'e, Keçiören'e, Hüseyingazi'ye, Teke Dağı'na, Çal Dağı'na, Çankaya sırtlarına yerleştik. Oldum olası buralıyız. Fakat yalnız Ankara'ya yerleşip kalmadık; bütün Anadolu'ya yayıldık. İstanbul'a kadar gidenlerimiz bile var. Yüz yıl kadar önce Herbert adlı bir İngiliz, şimdi üzerinde evler biten şu karşıki Kocatepe sırtlarında bizlerden birkaç baş topladı. İngiltere'ye götürdü ve bizi Spofforth'da yetiştirdi. O, bizi Kırım Yarımadası'nda yetişen ve bize çok benzeyen Crocus angustijfolis sanıyordu. Fakat bizim cinse çok merak sardıran Herbert'in hemşerisi G. Mav, hısım akrabamızı dünyanın dört tarafından toplattı. Ona o zamanlar İngiltere'nin Ankara Konsolosluğuna  vekalet eden Bayan Gaval Gatheral buradan, Sivas'taki Amerikan misyoneri rahip A. W. Hubbard da oradan bizim soğanlarımızdan gönderdi. Bir başkasından Bayan Danford'un 1876'da bizi Maraş'taki Ahır Dağı'nda ve Kayseri'deki Erciyes Dağı'nda gördüğünü işitti. Bayan Baker ona Londra yakınlarındaki Kew Krallık Müzesi'nde Lady Liston'un İstanbul civarından topladığı bitkiler arasında bizim de bulunduğumuzu haber verdi. G. Mav, bunları vuruşturduktan sonra seksen kadar akraba türden mürekkep olan cinsimizin güzel bir monografisini yaptı. Bizim Kırım çiğdemiyle bir olmadığımızı anlayan ilk botanikçi o oldu. Bize crocus ancyrensis adını veren de odur. Hülasa bizi burada tanıyan yoktu, ama ünümüz önce İngiltere'de, daha sonra da Fransa'da yayılmıştı. Çünkü Bay P. E. Botta'da buradan Paris'e bizim soğanlarımızdan götürmüş ve bizi Paris Nebatlar Bahçesi'nde yetiştirmişti. İşte o zamandan beri ben bütün dünyada Ankara çiğdemi diye anılırım. Hem biz kişizade bir ailedeniz. Safran da bizim cinstendir. Bilir misin, bir zamanlar ticareti ne kadar rağbette idi? 15. yüzyılda bizim safrana hile katanların cezası idamdı. Hatta 1449'da Almanya'da safrana başka şeyler katarak satan Friedenkern adlı bir vurguncu safranı ile beraber cayır cayır yakıldı.

-  Peki, adını, sanını, soyunu, sopunu öğrendim. Siz buralara nereden ve ne zaman geldiniz?

- Geçmişi bırakalım. Demin dedim ya, biz buralara göçeli çok oldu. Dünyanın büyük bir kısmını kaplayan buzlar erir erimez biz buralara yerleştik. Hatta o zamanlardan kalma alışkanlıkla sıcaktan pek hoşlanmam. Onun için kışın sonunda, baharın önünde açarım.

- O halde baharın, güzel, sıcak günlerini de görmezsin.

- Öyle. Benim dünya yüzündeki ömrüm pek kısadır. Şu birkaç gün içinde bütün hacetlerimi görmek, elimi kıvrak tutmak zorundayım. Önümde çetin bir yaz var; kurak ve sıcak. Onu ve bütün kışı toprak altında geçiririm. Şimdi bir yandan gelecek yıl sürecek, gelişecek olan cücüğümü yaratmakla, bir yandan da şu hoşlandığınız çiçeklerimin içinde sessiz, tantanasız geçecek olan düğüne hazırlanmakla meşgulüm.

-Düğün mü dedin? Bu ilgimi çekti.

Düğünü de yazarsam yazım uzayacak ve okunmayacak. Bu nedenle profesör ve Ankara çiğdemi arasındaki konuşmaları burada kesiyorum. Doğanın düğününün nasıl olduğunu merak ediyorsanız ya da davetsiz misafir olarak(doğa kimseyi özel olarak davet etmez, kim olura olsun düğünde hır çıkarmayacak herkesi başının üstünde kabul eder) düğüne katılmak istiyorsanız Prof. Dr. Hikmet Birand'ın TÜBİTAK (Popüler Bilim Kitapları) yayını olan "ANADOLU MANZARALARI" kitabına başvurabilirsiniz.  Anlayacağınız düğüne katılmak için davete gerek yok, para harcayıp gelin ve damada bir hediye almanıza da. Ev sahibi orada bulunmanızdan büyük keyif alacaktır. Tabii ki siz de...














4 Şubat 2020 Salı




DOĞA YÜRÜYÜŞÇÜLERİNİN FARKINDALIK YARATMASI



02.02.2020 Pazar günü dağlarda kar yürüyüşü yapmak için çok erken kalkmam gerekiyordu. Telefonumun alarmı çaldı ama hava karanlık olduğundan yataktan fırlayamadım, biraz tembellik yaptım. Saate baktığımda, geç kalacağımı anlayınca bir taksi çağırdım. Benim gecikmem ve aracın beni beklemesi, diğer duraklardan binecek arkadaşları soğukta bekletmek olacaktı, ki buna izin veremezdim. Doğa yürüyüşçüsü disiplinli olmak ve doğada geçerli olan kurallara uymakla yükümlüdür. Ve ben bu kurallara uymak için titiz  davranıyorum.

Taksiye bindiğimde, hava hala karanlıktı. Taksi sürücüsü sırt çantamdan anlamış olacak ki, "doğa yürüyüşüne mi gidiyorsunuz" diye sordu. "Evet" deyince, "ben de yürümek istiyorum" dedi. Ve sosyal medya'da takip ettiği doğa yürüyüş gruplarının adlarını saymaya başladı. Saydığı gruplarla yürümüştüm ve yürüyordum. Galiba azıcık gururlandım kendimle. Çünkü, Ankara'da, düzenli doğa yürüyüşü yapan kişilerin  en eskilerinden biriydim. Demek ki, bizler doğa yürüyüşleri yaparak doğayı ve çevreyi koruma bilinci oluşturabilmişiz ve çevremizde konuyla ilgili farkındalık yaratabilmişiz. Bence, gururlanılacak bir başarı. Ve her doğa yürüyüşçüsünün bu başarıda payı var...

Taksi sürücüsüyle sohbet ede ede  araca bineceğim durağa vardığımda, sürücü bana iyi yürüyüşler diledi ve yoluna devam etti. Artık biliyordum ki, bir kişi daha kazanmıştık ve o kişi çevresine yayacaktı doğada yürümenin, doğayı sevip korumanın yararlarını. Daha da önemlisi; "Doğaya hoyratça davranan toplumlarda, insanlar arasındaki ilişkiler de hoyratça oluyor" diyen John Bennett'in sözünün doğruluğuna inanacak olursak, insanlar arasındaki ilişkiler daha nazik ve saygılı olacaktır. Tabii, doğaya hoyratça davranmayı bıraktığımız takdirde...

Ve unutmamak gerekir: "İnsanın; hürriyet, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede yaşamak temel hakkıdır. İnsanın bugünkü ve gelecek nesiller için çevreyi korumak ve geliştirmek için ciddi bir sorumluluğu vardır." (İnsan Çevresi Konferansı, Stockholm Bildirgesi)

Bu ciddi sorumluluğu duyan ve üstlenen doğaseverlere ve doğa yürüyüşçülerine ne mutlu...Çünkü onlarda hem yaşama sevinci, hem de doğa sevgisi vardır ve küçük mutluluklara benliklerinin kapılarını sonuna kadar açmışlardır. Yaşamakta  bu değil midir zaten?

Yaşamak...
Göğe bakmak hürriyeti,
Çiçek koparmak keyfi,
Kedileri, köpekleri okşamak saadeti...
Yürümek, durmak, etrafa bakmak, kendi kendine söylenmek, taşın sertliğini, yaprağın yumuşaklığını, bulutların beyazlığını idrak etmek..
Hele nefes almak, şöyle göğsünü şişirerek bol bir nefes almak..
Ya güneş, ya yağmur, ya kar...
Kardeşim, yaşamak başlı başına harikulade bir hadisedir...

Cahit Sıtkı Tarancı