31 Ekim 2012 Çarşamba


BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?


1- Fransa' da Pouja adında bir siyasetçi, seçimden önce seçmenlere, seçilirse ve başbakan olursa bütün vergileri kaldıracağını vaat eder.Ve oyların % 50'sini alır.Ancak Fransız halkı verginin gerekliliğine inanır ve Pouja vaadini yerine getiremez.Bundan böyle de aşırı vaatlerde bulunan siyasetçilere Poujadist dendiğini,
2- Yahudiyken ilk  Hristiyanlara zulüm yapması ile tanınan Saul, Şam' daki Hristiyanları katletmek için yola çıkar. Yola çıktığı gün bir hayal görür ve bundan etkilenerek önce Hristiyan, sonra da Hz. İsa' nın havarilerinden biri olur, Pavlus adını alır.Hz. İSA' nın ölümünden sonra O' nun öğretisini benimseyen ve Hristiyanlığın bir Yahudi mezhebi olmaktan çıkıp, bir dünya dinine dönüşmesine önemli katkısı olmuştur. Dönekler için, devrimci Saulus, birdenbire oldu  hümanist Paulus dendiğini,
3-İnsanın, kendi potansiyelinin farkına varması, düşünceleriyle yaşamını şekillendirebileceğini öğrenmesi olarak açıklanabilecek sipiritüel akımın bir nevi Neo- Kadercilik olduğunu bilmezseniz  ne kaybedersiniz?


22 Ekim 2012 Pazartesi





MÜCEVHERE  BAKMAK


Değerli olsun, yarı değerli olsun renkli taşlar hep ilgimi çekti. Toprağın altında, bu kadar güzel renklerin olabileceğini düşünmek bile heyecanlandırıyor insanı.Benimkisi tutku değil, sahip olma isteği de değil, sadece estetik duygularımın tatmini ve doğa'nın bu mucizelerine olan hayranlığımın ifadesidir taşlar.

Yer altından çıkarılıp, işlenip mücevhere dönüştürülen bu taşlar, tarih boyunca savaşların ganimeti, zenginliğin, üstünlüğün ve gücün göstergesi, savaş sebebi olagelmiştir. İnsan bir mücevhere sahip olduğunda veya mücevheri taktığında gerçekte ne taşıdığının bilincinde değilse taktığı, sahip olduğu şeyin kaya parçasından farkı kalmaz. Çünkü her mücevherin gizli bir tarihi, öyküsü vardır.

Victoria Finlay'ın Mücevherlerin Gizli Tarihi kitabından bir öyküyü aktarmak istiyorum: " Çin' de bir zamanlar kıyafetinin her yerine mücevherler takarak övünen bir yüksek memur vardı. Bir gün yaşlı bir adam onu sokakta durdurdu ve mücevherleri için teşekkür etti.Yüksek memur şaşırdı ve " Ne demek istiyorsun arkadaş? diye sordu. " Ben sana hiç mücevher vermedim ki." Yaşlı adam," Hayır ama onlara bakmama izin verdin." dedi." Sen kendin de sadece bakabilirsin onlara zaten. Aslında ikimiz arasında bir fark yok ve sen ayrıca onları korumak zorundasın. "


21 Ekim 2012 Pazar




STALİN' İN OĞLU NE UĞRUNA ÖLDÜ?


Sovyetler Birliği' ni demir yumrukla yöneten Stalin' in acımasızlığı yazılıp çizilmiştir hep. O, acımasızlığını güce çeviren bir liderdi ve bu güç, bugünkü  dünya coğrafyasında hala kendini hissettirmektedir.

Ailesine karşı nasıl bir baba, nasıl bir eş olduğu pek bilinmese de; 1980 yılında Sunday Times gazetesi haber yapmasaydı oğlunun dramatik bir biçimde nasıl öldüğünü bilemeyecekti dünya kamuoyu. İşte o haber:

" Stalin' in oğlu Yakov, II.ci Dünya Savaşı'nın başında Almanlar' a esir düşer ve bir grup İngiliz subayıyla aynı kampa konulur. Kampta her şey ortak kullanıldığından wc'yi de ortak paylaşırlar. Yakov, wc'yi leş gibi bırakıp çıktığından İngiliz subaylar, dünyanın en güçlü adamı Stalin' in oğlu da olsa Yakov' a kızarlar ve konuyu Yakov' la konuşurlar. Yakov alınganlık gösterir ama alışkanlığına devam eder. Konu tekrar tekrar gündeme gelince öfkelenir, kavga çıkarır. Sonunda, kamp komutanı ile görüşüp aracı olmasını istemek için komutandan randevu talep eder. Pis bir konuyu görüşmek istemeyen Alman komutan talebi reddeder. Stalin' in oğlu içine düştüğü utanç verici durumu gururuna yediremez ve küfürler savurarak kendisini kampı çevreleyen elektrikli dikenli tellerin üzerine atar ve yaşamına son verir." (Milan Kundera - Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği)


Yakov, ne için öldü? Cevaplarınızı duyabiliyorum. Ancak; bu madalyonun bir yüzü, diğer yüzünde ne olabilir? Stalin isteseydi oğlunu Almanlar' ın  elinden  kurtarabilir miydi? Eğer bunu sağlasaydı, savaşta ölen binlerce Rus' a haksızlık etmez miydi?

Bazen, atılacak bir adım, büyük fedakarlık gerektirebilir. Stalin de bir baba olarak fedakarlık yapmış ve oğlunu feda etmiştir, vatanı ve milleti uğruna.



19 Ekim 2012 Cuma

BİR  MEMLEKET  İSTERİM
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
              Memleket isterim
              Ne başta dert ne gönülde hasret olsun
              Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun.
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
              Memleket isterim
              Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
              Olursa bir şikayet ölümden olsun.
                                         Cahit Sıtkı TARANCI 
Yeryüzünde böyle bir yer var mıdır? Bilemeyiz ama; yaşadığımız, var olduğumuz coğrafyayı cennet ya da cehenneme dönüştürmek kendi elimizde daha doğrusu aklımızda değil midir?



17 Ekim 2012 Çarşamba




GERÇEK   MUTLULUK  VAR  MIDIR ?

İnsan ,yaşamı süresince hep mutlu olmayı hayal eder, mutluluğu yakalamak  için birilerinin ya da bir şeylerin peşinden koşar durur. Yakaladığını sananlar mutlu olurlar mı bilinmez ama yakalayamayanlar mutluluğu aramaya ve peşinden  koşturmaya devam ederler.

Mutluluk, göreceli ve öznel olsa da; özünde insanın bütün özlemlerine eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılabilmesini  sağlayan bir kıvanç durumudur. Bu cümleden hareketle, mutluluk, insan varoluşunun temel direği gibi görünmekte, hayatı anlamlı kılmaktadır..Özlemine ulaşan insan kendini başarılı ve bütün hisseder. Her insanın özlemi farklı olduğundan mutluluk durumu da kişiden kişiye değişiklik gösterir. Bazıları ise, hiçbir şeyden mutlu olmazlar ki bunlar, kronik mutsuzluk sendromuna yakalanmışlardır, iflah olmazlar.

Mutluluğu aramak sadece günümüz insanının  değil, felsefenin ortaya çıktığı M.Ö 600' lü yıllardan itibaren filozofların da önemli uğraşısı olmuş: Gerçek mutluluğun ne olduğu ve bunun nasıl elde edileceği sorusuna cevap aramışlar. Bunun sonucunda dört farklı görüş ortaya çıkmış.

Bunlardan ilki: Fıçı filozofları diye adlandırılan Kinikler, gerçek mutluluğun maddi olanaklar ve sağlıklı olmaktan geçmediğini ,gerçek mutluluğun bunların bağımlılığından kurtulmakla elde edileceğini savunmuşlar. Sağlıklı olmaya kafa yormayın, acı ve ölümü dert etmeyin, başkalarının acılarıyla da ilgilenmeyin mutlu olun. Günümüzde  " kinik" sözcüğü başkalarının dertlerini umursamamak anlamında kullanılmaktadır.

İkincisi: Yunanca sütunlu yol anlamına gelen Stoacılar, ruh ile madde arasında bir fark olmadığını, insanın  kaderine boyun eğmeyi öğrenmesi gerektiğini, hastalık ve ölümün doğanın müdahale edilemeyen yanları olduğunu ve kaderden şikayet etmenin bir işe yaramayacağını söylerler. Seneca' nın "İnsan, insan için kutsaldır." söylemi hümanizmin mottosu olmuştur.Kısacası kaderini kabullen, mutlu ol.

Üçüncüsü: Bahçe filozofları denilen Epikurosçular, "En üstün iyilik hazdır" ve "en büyük kötülük acıdır" diyerek her türlü acıdan uzak durularak mutlu olunacağını savunmuşlardır. Epikuros' tan sonra amaç, "bu anı yaşa" ya dönüşmüştür.

Dördüncüsü: Yeni Platonculuk ise, insanı ruh ve beden olarak birbirinden ayırmış, karanlığın aslında olmadığını,yalnızca ışığın yokluğu olduğunu(varolmayış), varolan tek şeyin "Tanrı ya da Bir" olduğunu savunarak Hristiyan Tanrı Bilimine önemli etkilerde bulunmuştur.Varolan tek şeye; Tanrı 'ya inanarak mutluluğun gerçekleşebileceğini savunmuşlardır.

Anlaşılacağı üzere,filozoflar bile gerçek mutluluğun ne olduğu ve ona nasıl ulaşılacağı konusunda hem fikir değildirler. Öyleyse mutlanmak için kendi mutluluğunuzun resmini çizebilir, tablonuzu gönül duvarınıza asabilir, bu tabloya bakarak hayatın dört mevsim gibi yaşandığının, her mevsimin değişik güzellikleri olduğunun farkına varabilirsiniz.Mutluluk da bu değil midir?




5 Ekim 2012 Cuma




ELMAYA ÖVGÜ



Her iklimde yetişebilen, dayanıklı, uzun süre saklanabilen bir meyvedir elma. Hayatta kalması; evrimleşmesine, direnme gücüne bağlı olmalı ki yaradılış efsanesinden bugüne gelebilmiştir.

Yaradılış efsanesinde; Adem ile Havva yasak meyveyi (elma) yiyerek cennet'ten kovulmuştur. Elma , cezaya sebep gibi gözükse de çekiciliği,yasak oluşu tercih nedeni olmuştur.Şeytan yalnızca sunmuş,Adem ile Havva elmayı tatmayı  seçmiştir. Elma, bir seçimdir.

Şimdilerde birbirini tamamlayan iki insan için "ruh ikizi"deyimi kullanılsa da aslında o iki kişi bir elmanın iki yarısıdır. Bakmasını bilene, elma,bir aynadır.

Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalında Pamuk Prenses, cadının verdiği elmanın güzelliğine dayanamamış, elmayı ısırmış ve bu tercihi nedeniyle hayatı değişmiştir.Elma, değişimdir.

Newton'un başına elma düşmeseydi,kafasında ışıklar çakıp,"yer çekimi kanunu"nu bulabilir miydi? Bilinmez ama  elma, Newton için bir ilham perisidir.

Bol miktarda antioksidan  içerdiğinden insan bedenini temizlemekle kalmayıp,gırtlak çıkıntısına da(Adem elması) adını vermiştir. Elma, sağlıktır.

Apple'ın ısırılmış elması,  beğeni ifadesi olarak bir statü sembolü değil midir?

Bütün bu örneklerde elma simgeseldir aslında.Elma olmasaydı da bunlar gerçekleşebilirdi. Her insanın  içinde mutlaka bir elma fidanı vardır; doğru yer ve zamanda meyve vermeyi bekleyen.İş ki bu fidanı besleyin ve kurumasına izin vermeyin...

Görsel alıntıdır.



1 Ekim 2012 Pazartesi





KORKULAN  ÜTOPYA (DİSTOPYA)   GERÇEKLEŞİYOR MU?



 Üzerinde yaşadığımız gezegen eskidikçe,insanlar yenileniyor,teknoloji takip edilemeyecek bir hızla değişiyor,ilerliyor. Bu değişim ve ilerleme bireyselleşen insanı ve yaşadığı toplumu her yönüyle etkiliyor.  Etkinin olumlu mu,olumsuz mu olacağını öngörmek zor olsa da yozlaşan toplumsal ilişkileri, giderek yalnızlaşan bireyleri,en son teknolojinin kullanımı ile yaygınlaşan sosyal medyanın işlevselliği sonucu parçalanan,dağılan aileleri gözlemledikçe  bu durumun pek de insanın hayrına olmadığını söyleyebiliriz.

Gerçekte var olmayan,ama gelecekte olabileceği düşünülen devlet ve toplum tasarımı olarak tanımlanabilecek ÜTOPYA hayal olmaktan çıkıyor mu?Gerçekleşmesi istenen olumlu ütopyaların merkezinde insan varken, gerçekleşmesinden korkulan ütopyaların (korku ütopyaları) merkezinde ise bilim vardır. HUXLEY'in "Yeni Dünyası"nda teknoloji toplumsal ilişkileri düzenleyen tek güçtür. Bu dünyada aileye yer yoktur;evlilik ayıptır ve bütün çocuklar yapay üreme yollarıyla dünyaya gelirler.
Tamamen bilimin denetimi altında bulunan bu yeni dünyada insana ait var olan ne varsa (duygu,düşünce ve sevgiye) yer yoktur. Bu yeni dünyada  bir nevi robot insan modeli yetiştirilir. Bu dünyada "dün"yoktur,yalnızca "şimdi"vardır. Dünümüzün olmadığını düşünebiliyor musunuz? Geçmişte yaşadığımız acı, tatlı, güzel, çirkin ne varsa, aslında olmadığını. Bu, belleğini yitirmek gibi bir şey değil mi? Belleğini yitiren kişi, kim olduğunu, nereye ait olduğunu nasıl bilebilir ki?
 
G.ORWEL'in 1984 ütopyasındaki "Ağabey seni gözetliyor"mottosu,günümüzde "Biri bizi gözetliyor"a dönüşmedi mi? Uydular, İnternet ve Sosyal Medya aracılığıyla özel yaşamın gizliliği diye bir şey kaldı mı? Kalmadı. Yakın gelecekte, kitapta sözü edilen Düşünce Polislerinin de olabileceği ihtimalini gözardı etmemek gerek. Yaşlı gezegenimize "yeni dünya" ismi ne de yakışır! Yaşlı bir vücuda, genç bir yüzün yakıştığı kadar.
                               
                       
Fransız filozof Henri BERGSON,ileri görüşlü davranarak ruhun teknolojik ilerleme ile birlikte mekanikleşebileceği ve bu durumun sosyal varlıklar olarak gelişimimizi etkileyebileceği konusunda uyarıda bulunmuştur. (Bu konu, Ruhbilimcileri ve toplumbilimcileri ilgilendiriyor. Onlar bir hal çaresi bulurlar elbet.)

Sözün kısası,teknolojik gelişmelerin ve bilimin  hayatımızı kontrol etmesine izin  vermeli miyiz yoksa teknolojiyi, bilimsel gelişmeleri biz mi kontrol altında tutmalıyız, insan olduğumuzu unutmadan. Bu sorunun doğru cevabı, galiba "zaman" da saklı. Bekleyip göreceğiz.
         
                    
    
                    .