25 Ocak 2017 Çarşamba




   GÜNEŞ ÇİÇEĞİ Mİ, AY ÇİÇEĞİ Mİ?







Malum, kış geldi, hem de eteklerini savura savura bir girişi var ki kuzey yarımküreye kibrinden yanına yaklaşılmıyor. Buz gibi gözlerine bakan donuyor adeta. Kışın kibrini kırmak için sıcağa, ısıya ihtiyacımız var. Güneş derseniz gökte parlasa bile yetmiyor parlaklığı, kışın buz gibi gözlerindeki soğuğu yumuşatmaya. Evlerde yanan sobalar, kaloriferler ısıtsa da dışımızı, pırıl pırıl bir güneşe ihtiyacımız var içimizi ısıtmak için. Güneşe ihtiyacımız var; şimdilerde çok moda olan "kış depresyonu" nu bertaraf etmek için de...Ne alaka demeyin. :) "Güneş girmeyen eve doktor girer" demişler.

Kentlerde  artık soba kullanılmadığı için, uzun kış gecelerinde ne etrafında ısınmak için toplanan hane halkı, ne de çıtır çıtır yanan sobanın üstünde kestanelerin  patlamasını bekleyen sabırsız çocuklar kaldı geriye. Ocakta demlenen çaya eşlik eden kuruyemiş ve daha ucuz olduğu için tercih edilen ay çekirdeği var artık kış gecelerinin ikramlarında. Hatta bazı ailelerde sadece ay çekirdeğinin çıt çıt sesleri karışır höpürdeterek içilen çay sesine. İşte böyle bir gecede düştü aklıma güneş çiçeğinin adının neden Türkçede ay çiçeği olduğu ve çekirdeğine neden güneş çekirdeği değil de ay çekirdeği dendiği. Sonra,kendi kendime "saçma bir soru" dedim. Kimin aklına gelir ki  bu soruya cevap aramak. Yine de merak duygum ağır bastı ve araştırdım. Araştırma sonucunda gördüm ki, benim saçma bulduğum soru akademik düzeyde araştırılmış ve bir sonuca varılmış. Araştırma raporu uzun olduğu için ben araştırmanın özünü ve sonucu yazmakla yetineceğim. Arzu edenler vereceğim web adresinden raporun tümünü okuyabilirler.

Araştırmanın özü kısaca  şöyle: "Bu çalışmada halk arasında genellikle günün her vakti güneşi takip eden, ona yüzünü dönen ve güneşe benzeyen özelliklerinden dolayı 'günebakan', 'gündöndü' gibi isimlerle anılan ay çiçeği bitkisinin yazı dilinde neden güneşle değil de ay ile ilişkilendirilerek 'ay çiçeği' olarak adlandırıldığı üzerinde durulmuştur." 

Daha sonra taranan kaynaklar, edinilen bilgilere yer veren araştırma raporunun sonuç bölümünde şunlar yazar:

"Ay çiçeği, Köktürk, Uygur, Karahan, Harezm, Kıpçak ve Çağatay gibi tarihi Türk lehçeleri eserlerinde tespit edilememiştir. Tarihi sözlüklerimiz içerisinde ilk olarak 19. yüzyılın ilk yarısında tespit edilebilmiş, ardından hazırlanmış olan Türkiye Türkçesi sözlüklerinde de genellikle yer almıştır. Ancak şu bir gerçektir ki esas olarak bu bitki, ay çiçeğinden çok günebakan, gündöndü, günaşığı gibi karşılıklarla bilinmiştir.

Yeryüzünde konuşulan dillerin hemen hemen hepsinde kelimenin adlandırılmasında güneş ana rolü üstlenmiştir. Bunda bu bitkinin çiçek şeklini aldıktan sonra hep güneşi takip etmesi, onunla birlikte aynı yönde hareket etmesi ve şekil olarak da güneşe benzemesi ana etkendir. Nitekim Türk lehçelerinde de adlandırmalar güneş üzerinden yapılmıştır. Ay çiçeği adlandırılması yapılırken bazı kelimelerde olduğu gibi başka bir dilden çeviri yoluyla da aktarılmış olabileceği akla gelebilir. Ancak baktığımız hiçbir dilde 'ay' ile kurulmuş bir adlandırma mevcut değildir.

Türk lehçelerinde ay çiçeği kelimesinin karşılığı olarak kullanılan bütün kelimeler güneş (kün/gün) ile bağlantılıdır. Sadece Kazan Tatar Türkçesi ağızlarında 'ay bagar' şeklinde ay ile kurulmuş bir birleşik kelime görülmektedir.

Türkiye Türkçesi yazı dilinde bitki ay ile ilişkilendirilmiştir. Ağızlarda bu kelime yer almamıştır. Ay çiçeği, Türkiye Türkçesi dışında Ermeniceye de verinti bir kelime olarak Türkçeden geçmiştir. Bu bitkinin bütün dünya dillerinin aksine niçin güneş yerine ay ile ilişkilendirildiği konusunda kesin bir tespit yapmak gerçekten çok zordur. Çünkü kelimenin ağızlardaki şekli de güneş üzerine kurulmuştur.
................"
(Yrd. Doç. Dr. Yusuf ÖZÇOBAN - Balıkesir Üni. Fen-Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü)

Bazı insanlar vardır güneş çiçeği gibidirler. Güneş ne tarafa dönerse, hemen o yöne dönerler. Dönekliği bir çiçekle sembolize etmem gerekseydi o çiçek güneş çiçeği olurdu herhalde. Bu güzel çiçeğe yakıştıramasam da. :)




Kaynak: dergipark.ulakbim.gov.tr







18 Ocak 2017 Çarşamba




 FRİDA' NIN AYNASI'NDAN KENDİMİZE BAKMAK






"Ayna ayna söyle bana. Var mı benden daha güzeli bu dünyada?" diye sordu Pamuk Prenses' in kötü kalpli üvey annesi baktığı sihirli aynaya.
"Var" dedi ayna. "Senden çok daha güzel biri var." Kıskançlıktan, hırsından gözü döndü üvey annenin bu cevabı aldığında ve Pamuk Prenses'i ortadan kaldırmak için elinden geleni ardına koymadı. Her zaman kötüler kazanacak değil ya! Bu kez, Pamuk Prenses kazandı, üvey anne kaybetti.  Öyle ya, bu bir masal sonuçta, sihirli bir ayna yok gerçek hayatta diye düşünebilirsiniz. Doğrudur. Ayna sihirli olmasa da arkasındaki sır nedeniyle beni benle yüzleştirir, tüm çıplaklığıyla. Aynadaki aksine bakan kişi, ne görmek istiyorsa onu görür ya da  gerçeği. Herhangi bir camı ayna yapan arkasındaki sırdır. İnsanı insan yapan da içindeki duygular ve düşüncelerdir. Duygu ve düşünceleri çıkarılınca, insandan geriye et ve kemikten gayrı bir şey kalmaz. Dolayısıyla insanın "sır"rı ayna gibi dışta değil içtedir. İnsanın  içini gösterecek ayna da henüz icat edilmemiştir.

Ayna deyip geçmemek gerek, onun da bir tarihi var. Hem de dünyada birçok toplumda farklı anlamlar ifade eden, toplumu etkileyen bir "kültür tarihi" var. 17. yüzyıla kadar, yüzeyi iyice parlatılmış düz metal levhalardan yapılan aynalar, daha sonra yerini bir yüzü çok ince bir metal katmanıyla kaplanmış cam levhalara bıraktı. Bu metal kaplamaya sır adı verildi. Günümüzden yalnızca üç yüz yıl öncesine kadar Venedik Cumhuriyeti, Avrupa' da cam eşya ve özellikle de ayna yapımının sırrına sahip tek ülkeydi. Venedikliler bu sırrı büyük bir ihtimamla saklıyordu. Ayna ve cam eşya fabrikalarını Murano adasında kurmuş ve bu adaya camcı ustalarından başkasının girmesine de izin vermemişlerdi. Bu sırrı Fransızlar, adadan zorla kaçırdıkları dört usta sayesinde öğrendi ve bundan sonra ayna yapımı bir giz olmaktan çıkmaya başladı. (tr.wikipedia.org)


İnsanda bulunan "kendini tanıma" güdüsü, "kendini keşfetme" düşüncesi, insanoğlunun evrimsel gelişimi içinde hep varolan bir özellikti. İnsanoğlu bu özelliği ilk kez doğada fark etti. Çünkü doğa ona, henüz adını bilmese de bir ayna sunuyordu. Baktığı suda kendini görüyor, bağırdığı dağda  sesinin yankısını duyuyordu. Sanki doğa insana şöyle diyordu: "Bana bak ve kendini gör."  Efsanevi Narkissos da suya bakmış ve kendi görüntüsünü görmüş, suya düşen kendi aksine aşık olmuş.Suya atlamış ve su üstünde beliren aksinin peşi sıra dalmış derinliklere. Dalmış ama bir daha su üstüne çıkamamış, boğulmuş.  Efsanenin bir diğer yorumlanışına göre de sudaki aksinin sudan çıkmasını yemeden içmeden, oradan ayrılmadan beklemiş ve ölmüş.  İşte, Narkissos'un öldüğü yerde yetişen nergis çiçeklerinin, insanoğlunun ilk kez kendini görmesinin hikayesinden günümüze kalan tek şey olduğuna inanılıyor. Ünlü psikanalist  Freud'un "Narsizmi" bu efsaneye dayanarak tanımladığı ve adlandırdığı bilinmektedir.


"Ayna ilk örneklerinin görülüşünden bu yana, insanın merak duygusunu tatmin etmiş bir obje. Araştırmacılar için bilinmezlikleriyle üzerine kafa yorulan kültlerden biri olmuş hep. Güzellik duygusunun farklı şekillerde dışavurumuna öncelik ederek, belki de ilk sanat eserinin ortaya çıkışına modellik yapmış. Perspektifin icadı yolunda kullanılması ise mimariden, sanatın başka yönlerine kadar geniş bir yelpazede insanoğlunun önünü açmış, gözlerini doğru noktalara odaklandırmış. Artan bir hızla devam eden ve insanoğlunun en önemli araştırmaları arasında yer alan uzay çalışmaları sırasında da, ayna kullanılan objeler arasında yerini aldı." (Kadir İrfan Yalın, Aynanın Kültür Tarihi)


Aynanın ilk sanat eserinin ortaya çıkışına modellik edip etmediği net olmasa da, net olan bir olgu var ki, o da dünyaca ünlü Meksikalı ressam Frida  Kahlo' nun ressam olmasında etkili olan aynadır. İşte Rauda JAMIS' in kaleminden  bu aynanın öyküsü:


Frida Kahlo, 18 yaşındayken bindiği otobüsün trenle çarpışması sonucu ağır yaralanır. Birçok ameliyat geçirir ve aylarca yatağa mahkûm olur. Annesi Matilde, kızına moral olsun diye, Frida' nın sıradan yatağını aile fertlerinin yardımıyla krallarınki gibi sütunlu şık bir yatağa dönüştürür. Frida' ya en büyük sürpriz de yatağın tavanına asılan bir aynaydı. "Böylece, en azından kendini seyredebilirsin," dedi, girişiminden hoşnut olan Matilde.




Photo: amandaewing.wordpress.com (Aynalı Yatak)


Aynalı yatağa yatırılan Frida, güncesine şunları yazar: "Ayna! Günlerimin, gecelerimin celladı ayna. Üzüntülerim kadar acı verici görüntü. Her an, parmakla gösterilme duygusu. 'Frida, gör kendini.' 'Frida, kendine baksana.' Gizlenilecek gerçek bir gölgelik, saklanılacak kuytu bir yer yok artık, acıya teslim olup derim üzerinde iz bırakmadan sessizce ağlamak için. Her gözyaşımın genç ve pürüzsüz de olsa yüzümde derin bir iz bıraktığını açıkça gördüm. Her gözyaşı yaşamın parçalanışı.

Yüzümü, en ufak hareketimi, çarşafın kıvrımını, yükseltisini, perspektifini, yatağımda beni çevreleyen dağınık eşyaları yokluyordum. Saatler boyu, gözlendiğimi hissediyordum. Kendimi görüyordum. İçerdeki Frida, dışardaki Frida, her yerde, sonsuza değin Frida vardı.

Bu, annemin kötü bir şakası değildi. Aksine, ona göre incelikli, gerekli bir fikirdi. Onu suçlama cesaretini gösteremiyordum. Artık şiddetli mutsuzluğumu susturmak için yutkunarak, onunla birlikte yaşamam gerekiyordu.

Uzun zamandır, mektuplarımda gündelik yaşamımdan sahneleri, dileklerimi resmetme gibi bir alışkanlık edinmiştim. Arkadaşlarım, henüz okuldayken bile hep, 'Yine çiziktiriyorsun,' derlerdi. Resim mi yapıyordum, hayır pek sayılmaz, bunlar gerçekten de karalamalardı.

Ama bu üzerime gelen aynanın altında birden şiddetli bir resmetme arzusu uyandı bende. Artık sadece çizgiler çizmek için değil, bu çizgilere bir anlam, biçim ve içerik vermek için de bol bol zamanın vardı; onlardan bir anlam çıkartmak, onları yaratmak, işlemek, sıkıştırmak, birbirlerinden ayırmak, birbirlerine bağlamak, içlerini doldurmak için bol bol zaman...Klasik biçimde, öğrenmek için bir modelden yararlandım. Bu model bendim. Kolay değildi, insan kendisinin en bariz modeli olsa bile aynı zamanda da en zor modelidir. Yüzünüzün her bölümünü, her çizgisini, her ifadesini bildiğinizi sanırsınız ama her şey sürekli oyununuzu bozar. İnsan hem kendisi hem de bir başkasıdır; kendimizi tepeden tırnağa bildiğimizi sanırız, sonra birden bakarız ki, kılıfımız sıyrılır, içini doldurandan tamamen yabancı bir hale gelir. Tam kendine bakmaktan bıktığını sandığı bir anda, insan karşısındaki görüntünün kendisi olmadığını görür.

Otoportre konusundaki ısrarım hakkında bana çok soru soruldu. Bir defa, seçme şansım yoktu ve zannedersem yaptığımda bu özne-ben'in sürekliliğinin temel nedeni budur. Bir an kendinizi benim yerime koyun. Tam kafanızın üzerinde kendi görüntünüz, özellikle de bedeniniz çoğu zaman çarşafların, yorganların altında olduğundan, yüzünüz. Yani, salt yüzünüz. Takılmamak elde değil, neredeyse çıldırtıcı bir şey bu. Ya bu takıntı sizi yutar ya da siz onun karşısına dikilirsiniz. Ondan daha güçlü olmak, sizi yutmasını engellemek gerekir. Bu iş kuvvet ister, cesaret ister.

En akademik biçimde, kendi kendinin modeli, eğitim nesnesi oldum. Titizlikle çalıştım.

Babam bana boya tüpleri getirdi ve yavaş yavaş renk denemelerine başladım. Renk benim açımdan vazgeçilmez oldu. Yaşamımın, kendine bir yol bulmak için çabalayan küçük bir ateşböceğini andıran yaşamımın içinde bulunduğu karanlıkta, rengin bu vazgeçilmez niteliği belki de simgeseldi. Dünya aydınlanıyordu. Zamanın başka bir boyut kazanıyordu. Sanatın zamana ihtiyacı vardır: Kimse bunun tersini söyleyemez. Düşünmek, çalışmak, derinleştirmek için zaman gerekir. Dolayısıyla ben -kazanın bir armağanı olarak- vazgeçilmez olmasa da en azından çok değerli olan bu etkene sahiptim. Keyfime göre, ritmime göre çalışabiliyordum.

O ana kadar resim yapma arzusu duyduğumu anımsamıyorum. Ben doktor olmak istiyordum. Resimle yalnızca tüm 'Cachucha'lar gibi ilgileniyordum; özümseme arzusunda olduğumuz kültürel bir evrenin parçasıydı resim. Ama örneğin Diego' yu Ulusal Hazırlık Okulu' nun duvarına resim yaparken seyrettiğimde büyük bir zevk almıştım. Göz kamaştırıcı, harika bir şeydi. Yine de bundan hareketle resme başlayacağımı düşünmezdim. 

................................


Sonuçta, ilk bakışta bana işkence çektiren aynayı kırmadım. Yoksa kendi bütünlüğüm de parçalanabilirdi. Hatta analizi daha da ileri götürürsek, görüntümü resme dökerken onu yansıtmakla kalmadım, bedenimin gerçeği olan gerçekten parçalanmış öteki görüntünün parçalarını da bir araya getirdim.


Bana eziyet edip her an beni sorgulayarak az kalsın kimliğimi elimden alacak olan aynadan görüntüyü çaldım. 


Ve aslında pek de önem vermeksizin, resim yapmaya başladım.


Frida, Alejandro aşkının bir armağanı olarak sunduğu ilk tablosunu yaptığında on dokuz yaşındadır.


Dolayısıyla, resim onda "erken bir yönelim olarak" adlandırılan biçimde doğmaz. Çifte bir baskı sonucu tomurcuklanır. Başının üzerinde, onu sarsan aynanın ve su yüzüne çıkan acı dolu kendi derinliğinin baskısıdır bu. Aynı anda var olan temel iki öğe sonucu resim ortaya çıkar. Titizlikle, yavaş yavaş bir düzlem kazanır. 


Matilde' nin girişimi mükemmelleştirilir. İplerle yatağın tavanına asılan bir tür resim tahtası, aynanın kullanımını tamamlayıcı olarak yerini alır. Hareketleri kısıtlı, doktorların emriyle neredeyse inmeli bir halde ve korseler içindeki Frida, işte bu cüretkar fikir sayesinde tablosunu geliştirir. 


Titizlikle yapılan bu ilk portre, onu mükemmel bir kadın biçiminde temsil etmektedir. Güzel, ulaşılmaz ama mevcut, üzerinde şarap rengi, şal modeli yakası işlemeli bir elbise, kendisini seyredeceklere doğrudan yönetilmiş düzgün bir bakış vardır. Tablonun önünde, ileri doğru uzanmış, ince, uzun sağ eli fildişi gibi pürüzsüzdür. Frida elini onu tutmak isteyene uzatır gibidir. Alejandro' ya bir çağrı gibidir bu. (Frida Kahlo, Aşk Ve Acı - Rauda JAMIS, s:106-107)



Photo: listelist.com

Pablo Picasso' nun "Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz." dediği sanatçının bu kadar iyi insan yüzü çizmesinde yatağının tavanındaki aynanın yeri yadsınamaz sanırım. Mevlana' nın dediği gibi; "Aynalar türlü türlüdür. Yüzünü görmek isteyen cam'a bakar. Özünü görmek isteyen can'a bakar."







9 Ocak 2017 Pazartesi




OSMANLI DEVLETİ' NİN GELECEĞİNDE ROL OYNAYAN BİR DAĞ:

MİRE DAĞI


Meteoroloji sürekli uyarıyordu; "hafta sonu yoğun kar yağışı olacak" diye. Uyarıyı dikkate alıp hafta sonunu sıcak evimde mi geçirseydim, yoksa  Mire Dağı' na yapılacak olan kış tırmanışına mı katılsaydım? Ruhta sergüzeştlik olunca soğuk, kar, yağmur, tipi dinlemez insan. Dağa gitmeye karar verdim. Benim için yeni yılın ilk tırmanışı olacaktı ve Mire Dağı iyi bir başlangıçtı. Bu dağ ki, Osmanlı Devleti'nin kaderini değiştirmişti. Biliyordum ki dağa tırmanmak, zirve yapmak sadece bir spor değildir. İnsanın düşüncelerinde, zihninde değişime de neden olmaktadır. Tabii bu benim görüşüm, tecrübe ettiğim. İşte bu düşüncelerle, sabah ezanı okunmadan kalktım ve hazırlandım. Dışarı çıktığımda her yer bembeyazdı ve kar sessizliği hakimdi sokağa. Hava hala aydınlanmamıştı.

Yoğun kar yağışı altında yaptığımız yolculuk sonrası, tırmanışa başlayacağımız Ankara' nın Çubuk İlçesi' ne bağlı Sancar Köyü' ne vardık. Hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra dağ yolunda ilerlemeye başladık. Tırmanışla ilgili hissettiklerimi, yaşadıklarımı yazmadan önce Mire Dağı' nın tarihi önemini  anlatmalıyım. Yani biraz tarih..

Mire Dağı, Ankara' ya 32 kilometre, Çubuk İlçesine ise 13 kilometre uzaklıkta, Çubuk İlçesi'nin batısında yer alan en yüksek tepedir. 1610 metre yükseklikte olup  dağcılık, trekking ve yamaç paraşütü tutkunları için harika bir yerdir. D.H.M.İ. tarafından 2006 yılında bu zirveye yapılan havacılık radar tesisleri ve ışıklandırması sayesinde artık geceleri de Mire zirvesini  Kazan, Çubuk, Akyurt, Pursaklar' dan rahatlıkla seyretmek mümkündür.



Sisler arasında radar üssü.


Ankara hem Osmanlı Devleti' nin hem de yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti' nin geleceğinde önemli rol oynamış bir bozkır kentidir. Tabii 15. yüzyılda küçücük bir köydü. Cümhuriyet'in kuruluşuyla birlikte Ankara' nın ve ülkenin makus talihi de değişti. Ankara, 1402 yılının 28 Temmuz'unda Anadolu Birliğini yeni yeni sağlamaya çalışan bir devletin, Osmanlı Devleti'nin geleceğinde oynayacağı rolden habersiz küçük bir köyken Mire Dağı' nın büyük bir yenilgiyle anılacağını bilmiyordu. Evet "Ankara Savaşı" ndan bahsediyorum. Timur' la Yıldırım Beyazıt' ı karşı karşıya getiren savaştan.

Osman Gazi tarafından kurulan beylik, 14. yy boyunca temellerini sağlamlaştırdı ve bu yüzyıl boyunca hem Doğuya hem de Batı' ya doğru genişledi. Böylece askeri ve siyasi gücünü ispatladı. Aynı dönemde Osmanoğulları, Anadolu ve Balkanlarda gücünü artırırken, daha doğuda, Maveraünnehir'de bir başka Türk devleti gücüne güç katmaktaydı. Timur isimli büyük komutan ve devlet adamının önderliğindeki devlet güçlenerek büyüyor, aynı Osmanlılar gibi gün geçtikçe kontrolü altındaki alanı genişletiyordu. 

Hint seferinden sonra tekrar Batıya dönen Timur, Osmanlı sınırlarına dayanmıştı. 1400 yılından itibaren de Timur, Osmanlı sınırları içinde yer alan yerleri şiddet kullanarak işgal etti ve Osmanlı ile sürtüşme başladı. I.Beyazıt ile Timur arasında önce nazik ve saygılı ifadelerle yazılan karşılıklı  mektuplar, daha sonra hakaret ve tehditlerle  dolu mektuplaşmaya dönüştü ve sonuçta Timur ve I. Beyazıt'ın orduları Ankara' nın Çubuk Ovası'nda karşı karşıya geldiler. I. Beyazıt(Yıldırım) ordugahını Melikşah köyünde kurmuş, Timur ise Saray köyünün yakınlarında ordugahını kurmuştu. (Hatta, o zamanlar Timur'un su kaynaklarına hakim olduğu ve Orduy-yi Hümayun'un su sorunu çektiği bildirilir.)

Timur ordusunda süvariler fazlaydı ve oldukça süratli ve hareketli kuvvetlere sahipti. Ayrıca, Timur 32 adet savaş filine sahipti. Fillerin nazik kısımları zırhlarla örtülü idi. Bu kuleli ve son derece süslü koşumları olan fillerin üzerinden ok ve ateşler atıldığı da aktarılmıştır. Filler üzerinden nasıl ateş açıldığı konusu net değildir. Kimi kaynaklar ateş toplarından kimileri ise patlayan kumbaralardan bahseder. Okçular ve ateş topları veyahut 'Rum Ateşi' adı verilen silahlarla donatılmış bu fillerle Osmanlı ordusundaki piyadeleri ezmek ve süvarilerin atlarını ateşle korkutmak hedeflenmişti. Fil görmemiş Osmanlı atları müthiş ürkmüştü.Timur ordusunda fillere önem vermiş bir komutandı. Savaş alanında fil kullanmanın tüm zorluklarına rağmen Anadolu' ya kadar bunları getirmişti. (1)

İşte Timur'un ordusunda önemli bir işlevi olan bu 32 fil, bir rivayete göre Ankara Savaşı öncesinde Mire Dağı'nda saklanmış. Mire Dağı'nın zirvesine doğru yükseldikçe benim de aklıma bu filler geldi gelmesine de; bunu bastıran ve gülümsememe neden olan Nasreddin Hoca ve Timur'un Filleri fıkrasıydı.  Yer yer 70 cm' ye ulaşan karda yürümek, deveye hendek atlatmaktan daha zor olsa da, yine de fıkrayı hatırlayıp gülümsememi engellemedi. :)

Ankara Savaşı(28 Temmuz 1402), Yıldırım Beyazıt'ın yenilgisiyle sonuçlandı. Tarihçilere göre bu yenilgide Yıldırım Beyazıt'a ihanet ederek Timur'un ordusuna katılan 'Kara Tatarların' etkisi büyüktü. Bence, fillerin ordu üstünde yarattığı panik yabana atılmamalı; çünkü dişleri sökülerek, dişlerinin yerine takılan kılıçlarla savaş meydanına sürülen bu filler, savaş anında önüne gelen her şeyi yıkıp geçiyor, eziyor ve adeta bir savaş makinesi gibi etrafa ölüm saçıyormuş.

Gelelim yazımın başlığına. Neden bu başlığı seçtim? "Türk tarihinin en acı savaşlarından birini oluşturan Ankara Meydan Muharebesi sonucunda, büyük emeklerle kurulmaya çalışılan  Anadolu Türk Birliği dağıldı, rakip beylikler tekrar ortaya çıktı. Osmanlı'da taht kavgası başladı ve Osmanlı otoritesi zayıfladı. Fakat Osmanlı, Yıldırım' ın babası padişah I. Murad'tan beri meydana getirdiği sağlam kurumlar dolayısıyla, atılan sağlam temeller, Şehzade Süleyman ve Vezir Çandarlızade' nin savaştan kurtarmayı başardığı seçkin askeri birlikler sayesinde yıkılmamış, kısa bir toparlanma sürecinin ardından daha güçlü olarak, o zamana dek görülmemiş parlak bir döneme girmişti. Ankara'da muharebe alanından galip ayrılan Timur ise tekrar doğuya dönmüş Çin üzerine yürümüştür. 1405' te o da hayatını kaybetmiş ve kendisinden sonra kurduğu devleti kısa sürede parçalanmış ve yıkılmıştır." (2)

Ben bunları düşünerek dizboyu karda yürümeye çalışıyordum. Düşe kalka, bazen bir ayağım kara batarken diğer ayağım, sertleşmiş olduğundan batmayan kar yüzeyinde kalıyordu ve bu anlarda  kendimi topal ördek gibi hissediyordum. :) Normal koşullarda orta zorlukta olan parkur kış şartlarında neredeyse geçit vermemek için direniyordu. Ama biliyordum ki, sınırları (limiti) koyan zihnimizdir. İnandığımız sürece her şeyi yapabiliriz. Bu güvenle zirveye vardım. Her yere hakim zirveden gördüğüm panaromik görüntü tüm yorguluğuma değmişti. Sis bastırmadan önce doya doya seyrettim çevreyi. Radar üssünde kısa bir moladan sonra inişe geçtik. İniş daha da zordu. En zoru ise çantamdaki suyun donmasıydı. Çünkü donan suyu içemedim. Nemlenen saç tellerim dahi dondu. Dağda sürprizlere şaşırmamak gerek. Susuzluğumu unutturan sürpriz ise bir kez görünüp kaybolan tavşan oldu. Tavşancık  çok hızlı olduğundan  kimse fotoğrafını çekemedi.

Dönüş yolunda  kah dere kıyısına indik, kah yukarıya tırmandık. Artık o kadar yorulmuştum ki, yürürken dengemi sağlamakta zorlanıyordum. Kar üstünde yalpalaya yalpalaya 12 kilometrelik parkuru tamamladım. Yorucu ama bir o kadar da bilgilendirici, tarihe yolculuk yaptığım ender yürüyüşlerimden biri olarak  kazındı hafızama  Mire Dağı.

Aracımızın beklediği Yılmazköy'e vardığımızda, misafirperver köylülerin konukevinde bizim için hazırladığı çay ve kahveleri içtik, ısındık ve köylülerle sohbet ettik. Böyle sıcak, içten sohbetleri özlemişim meğer bu iki yüzlü dünyada. Köyden ayrılırken köy muhtarının söylediği "Bizi unutmayın. Yılmazköyü hatırlayın." sözleri kulaklarımda  aracın sıcaklığına ve yorgunluğa yenik düşerek dönüş yolunda uykuya daldım. Uyandığımda, "Baki kalan bu kubbede bir  hoş  sada imiş" diyen Baki' yi hatırladım...








Not: Bir rivayete göre, başkent Ankara' da bulunan ve başkentimizi dünyaya bağlayan havaalanının ve Çubuk ilçesinin bir mahallesinin adı olan "Esenboğa" adı o bölgeye karargahını kuran Timur'un Moğol komutanı İsen Buga' dan gelmektedir. İsen Buga' nın fil ordusunun komutanı olduğu da söylenmektedir. Türkçede "Huzurlu Boğa" anlamına gelen İsen Tuga' nın söylenişi zamanla değişerek Esen Boğa olmuştur.


Kaynak: Tarihi bölüm, (1) ve (2) Abdullah Turhal' ın "academia.edu" web sitesindeki yazısından derlenmiştir.



4 Ocak 2017 Çarşamba




'CEHALET YENİLMESİ GEREKEN EN BÜYÜK DÜŞMANDIR.'


MUSTAFA KEMAL ATATÜRK







Atatürk, cehaleti yenilmesi gereken en büyük düşman gördüğü içindir ki, eğitime büyük önem vermiş, harf devrimini yaparak herkesin kolayca okuyup yazmasını sağlamıştır. Böylece Osmanlı bürokrasisinin ve sarayın tekelinde olan okuma ve yazma, eğitim görme hakkını tabana, yani halka indirmiştir. "Kalem kılıçtan keskindir." sözünün doğruluğu da ileriki yıllarda ortaya çıkacak, bilinçli, sorgulayan ve eğitimli bir nesil yetişecektir. Genç Türkiye Cumhuriyeti de işte bu neslin omuzları üstünde yükselecektir.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde, özellikle eğitim alanında reform yapmak gerekmekteydi. Çünkü millilik, laiklik, modernlik esaslarını uygulayabilmek için eğitim kurumlarının birleştirilmesine ihtiyaç vardı. Bu nedenle hazırlanan Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), T.B.M.M. tarafından 3 Mart 1924 tarih ve 430 kanun numarası ile kabul edildi. Böylece ülkenin eğitim işlerinde çokbaşlılığın kaldırılması sağlandı. "Halifeliğin kaldırılması"na dair kanun ve "Şeriye ve Evkaf Vekaleti' nin Kaldırılması" hakkında kanunla aynı gün çıkarıldı.


Halkın eğitimi için, öncelikle onları eğitecek, okutacak kişileri (eğitmen - öğretmen) en iyi şekilde yetiştirmek gerekiyordu..Öyle de yapıldı. Öğretmen Okullarına en iyi öğretmenler, hatta yurt dışında eğitim görmüş olanlar atandı. Ve bu okullardan mezun olanlar, alınlarında bilgilerden  çelenkle yurdun dört bir yanına dağılan, nura doğru can atan Türk gençleriydi. Hep bir ağızdan şöyle sesleniyorlardı milllete:


"Candan açtık cehle karşı bir savaş,

 Ey bu yolda and içen genç arkadaş!
 Öğren öğret halka hakkı, gürle coş;
 Durma durma koş!

 Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun:

 Yurdum seni yüceltmeye andlar olsun."

Atatürk'ün 10 Kasım 1938' de ölümünden sonra reformların sürdürülüp sürdürülmeyeceği sorusu gündeme gelmiş, İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanlığına seçilmesi üzerine reformların devam edeceği anlaşılmıştı. İnönü Dönemi'nin en önemli faaliyetlerinden biri 1940 yılında kırsal alana öğretmen yetiştirmek amacıyla on dört yerde açılan 'köy enstitüleri'nin kurulmaya başlanmasıdır. Bu köy enstitüleri 1952 yılına kadar eğitim-öğretime devam etmişler sonra da kapatılmışlardır.


"1945'ten sonra ülkede çok partili bir yaşama geçildiğinde eğitimde demokratikleşmeye daha sık vurgu yapılmıştır. Bu dönemde eğitimde atılan önemli adımlardan biri de, 1946 yılındaki çağdaş ve evrensel anlamdaki bir üniversite anlayışının ürünü olan 4936 sayılı 'Üniversiteler Kanunu' dur. Bu kanunla üniversiteler özerkliği ve tüzel kişiliği olan yüksek bilim, araştırma ve öğretim birlikleri olarak tanımlanmıştır. Böylece Atatürk döneminde laik ve Batılı düşünce yapısına ve ülkenin siyasi yapısına uygun hale getirilen  üniversitelerin bu dönemde siyasi kontrolden çıkarılması sağlanmıştır.


Sonuç olarak, çok büyük ölçüde Atatürk ilkelerini ve devrimlerini eğitim kurumlarına yansıtan ve başarılar sağlayan bir dönem olarak benimsenmiş, çok partili siyasal sisteme geçiş sürecine kadar eğitimde laikliğin tavizsiz bir biçimde egemen kılındığı bir evre olmuştur. Ancak 1945' te çok partili döneme geçişle beraber, 1946-1950 döneminde CHP Hükümetleri programlarında Cumhuriyetin temel niteliklerini korumayı vurguladıkları halde, Köy Enstitülerinin yıpranmasına göz yummuş, millet mekteplerini kapatmışlardır. Bunların yanında 15 Şubat 1949' da ilkokul programlarına isteğe bağlı din dersleri eklenmiş, hem kuran kursları hem de imam hatip liseleri açılmıştır. Böylece dönemin sonlarında daha önceki hükümet programlarından farklı ve çelişkili bir sürece girilmiştir." (ataturkilkeleri.istanbul.edu.tr  - Filiz Meşeci Giorgetti, Betül Batır)


Merak etmeyin, 1950'den sonra görev yapan tüm hükümetlerin eğitim programlarını yazacak değilim. Ancak bilinen bir gerçek var; Atatürk'ün ölümünden sonra, iktidara gelen hükümetler eğitim sistemiyle oynamış, kendi siyasi görüşleri doğrultusunda "Milli Eğitim"e yön vermeye çalışmıştır. Tabiri caizse, eğitime siyaset bulaştırılmıştır. Siyaset bulaşınca da eğitim adeta bir "yap-boz"a dönüşmüştür. Demek istediğim; bugün eğitimin geldiği noktayı tartışırken, eleştirirken makul olmak gerektiği, bugüne bir anda gelinmediği bunun bir süreç olduğu ve bu süreçte görev yapan tüm hükümetlerin sorumluluğunun olduğudur. 


Eğitimde sistematik olarak yapılan bu değişiklikler sonucunda (belki de istenen buydu) sorgulamayan, ezberci, amacı iyi not almak ve  sınıfı geçmek olan nesiller yetişti. Bu neslin yetiştirdiği çocuklar ve öğrenciler de kendilerine benzedi. Ve bu günlere gelindi. Cahilliğin baş tacı yapıldığı, okumuşların, eğitimli olanların değersizleştirildiği ve biat edenlerin değer gördüğü bu günlere. 


Bilgisizliğin sonuçlarını düzeltmek için harcayacağımız emeği, parayı, iş gününü  eğitime harcarsak cehaleti yenebiliriz ancak. En büyük düşmanımız, dün olduğu gibi bugün de cehalettir çünkü...