29 Aralık 2021 Çarşamba

 


YENİ YIL HEDİYESİ ALMAK İSTEYENLERE BİR ÖNERİ



Yeni bir yıla girerken sevdiklerimize minik de olsa bir hediye almak hem kendimizi hem de hediye alanları mutlu eder, sevindirir. Hal böyleyken öyle bir hediye seçmeliyiz ki, günlük aylık değil, onlarca yıllık olsun ve aldığımız hediye nesilden nesile aktarılabilsin. Bu hediye ne olabilir sizce? Kitap dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız ve size katılıyorum. Kitaptan daha değerli  ve kalıcı olan başka bir hediye düşünemiyorum çünkü.

Sorun şu ki, hediye olarak nasıl bir kitap seçebiliriz? Size kolaylık sağlamak için iki kitap önermek istiyorum. Tarih okumayı seven ve hem kendi tarihini hem de dünya tarihini bilmek için okuyan bir okur olarak Türk Tarihi'ni anlatan iki kitap önereceğim sizlere.

Birinci kitap: Cansu Canan Özgen'in alanında uzman, birbirinden kıymetli 8 tarihçi akademisyenle farklı zamanlarda yapmış olduğu röportajları kronolojiye uygun olarak derlediği "TÜRKLERİN SERÜVENİ- METEHAN'DAN ATTİLA'YA, FATİH'TEN ATATÜRK'E" kitabı. Kitaptaki sıraya göre röportaj veren tarihçi akademisyenlerin isimleri şunlar:

-Prof.Dr. Abdülkadir Özcan

-Prof. Dr. Ahmet Taşağıl

-Dr. Ali Güler

-Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci

-Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan

- Prof. Dr. Feridun. M. Emecen

-Doç. Dr. Haşim Şahin

-Prof. Dr. İlber Ortaylı

247 sayfalık kitap bir solukta okunuyor. Röportajlarda sorulan sorulara kısa ve öz cevaplar verilmiş. Dolayısıyla okurken sıkmıyor.

İkinci kitap: Yine Cansu Canan Özgen'in alanında uzman akademisyenlerle yapmış olduğu röportajları derlediği "TÜRKLERİN BÜYÜKLERİ, ASYA'DAN AVRUPA'YA, HAZAR'DAN AKDENİZ'E" kitabı. 

Cansu Canan Özgen, Bilge Kağan çağından başlayıp Gazi Mustafa Kemal Atatürk dönemine kadar uzanan süreçte, Türk tarihinde iz bırakmış olan büyük isimleri alanında uzman olan aşağıda isimleri yazılı olan akademisyenlerle konuşmuş. 

-Prof. Dr. Ahmet Taşağıl

-Doç. Dr. Erkan Göksu

-Prof. Dr. Cihan Piyadeoğlu

-Doç. Dr. Mustafa Alican

-Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan

-Prof. Dr. Feridun. M. Emecen

-Prof. Dr. Necmettin Alkan

-Prof. Dr. İlber Ortaylı

279 sayfalık kitap yine sıkmadan bir solukta okunuyor. Kitabın arka kapak yazısında şöyle yazıyor: "Orta Asya'nın bozkırlarından Avrupa'nın kapılarına, Hunlar'dan Osmanlı'ya, Kanuni'den Atatürk'e Türk tarihinin önemli çağları, imparatorlukları ve komutanları Türklerin Büyükleri' nde anlatılıyor."

Sanırım bu iki kitaptan birini hediye alan kişi çok mutlu olacaktır. Alanlarında uzman akademisyenleri bir arada toplayan çok az kitap vardır çünkü. Naçizane öneri benden, alıp almamak sizden. :)

Bu vesileyle yeni yılınızı kutlar, umutlarınızın hiç bitmemesini ve gönlünüzden geçenlerin 2022'de gerçekleşmesini dilerim. 



26 Aralık 2021 Pazar

 


TABULARI YIKAN BİR ŞEHZADE: RESSAM ABDÜLMECİD EFENDİ



İnternette bir web sitesinde okudum. Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, Abdülmecid Efendi'nin hayatı ve sanatına odaklanan "Şehzade'nin Sıra Dışı Dünyası: Abdülmecid Efendi" başlıklı sergiyi 21 Aralık 2021- 1 Mayıs 2022 tarihleri arasında sanatseverlerle buluşturuyormuş. Sergiyi gezmek isterim doğrusu. Çünkü bu sanatsever ve ressam şehzadenin yurt dışına sürgüne gitmesiyle başlayan hayat hikayesini, kızı Dürrüşehvar Sultan'ın ağzından yazan Naşide Gökbudak'ın kaleme aldığı "Dürrüşehvar Sultan - Sarayda Bir İnci Tanesi" kitabından okumuştum. 20. yüzyılın başlarında bir halifenin böylesine sanat tutkusuyla dolup taşmasına da çok şaşırmıştım doğrusu. Bildiğim kadarıyla, İslam dininde resim yapmak, hele de insan suratı çizmek günah ve yasaktı. Ama bir zamanlar İslam Halifesi olan Abdülmecid Efendi resim yapıyordu. Şaşkınlığım bu yüzdendi. Dolayısıyla konuyla ilgili birkaç satır yazmak geldi içimden. 

1914'te Çamlıca'da dünyaya gelen Dürrüşehvar Sultan, Şehzade Ömer Faruk Efendi'nin küçük kardeşi olup, babası son halife Abdülmecid Efendi'dir. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin meclisi tarafından alınan kararla 3 Mart 1924'te Hilafet kaldırıldı. Yaklaşık iki yıldır Halifelik görevini sürdüren Abdülmecid Efendi ve ailesi, kararın ardından yurt dışına sürgüne gönderildi. Önce İsviçre'ye gittiler, daha sonra Fransa'nın Nice şehrine yerleştiler. Babası ve ailesiyle sürgüne giderlerken Dürrüşehvar Sultan on yaşındadır, vatanından ayrılırken sadece birkaç oyuncağını ve boğaz kıyısından aldığı bir çakıl taşını yanında götürmüş ve o taşı ömür boyu saklamıştır. 1931'de Dürrüşehvar Sultan dünyanın sayılı zenginlerinden biri olan Haydarabad Nizamı Osman Han'ın büyük oğlu Azam Cah ile evlenmiş ve 2006'yılında Londra'da hayata veda etmiştir. 

Babası Abdülmecid Efendi, ailesi ve sürgündeki hanedanın yaşadıklarını Dürrüşehvar Sultan'ın yazdığı hatıralarından öğreniyoruz. Okuduğum Naşide Gökbudak'ın romanında Abdülmecid Efendi şöyle tanıtılıyor:

"Sultan Abdülmecid, yani Dürrüşehvar'ın babası, 1868'de İstanbul'da doğmuştu. Babası padişah Abdülaziz, annesi ise Hayranıdil Kadınefendi'ydi. 1876'da, yani o daha sekiz yaşındayken babasının tahttan indirilmesinin ardından, Üsküdar Çamlıca Semti'nde, İcadiye Mahallesi'ndeki geniş bahçesi olan görkemli bir köşkte hayatlarına devam ettiler. Orada büyüyen Abdülmecid Efendi çok sıkı bir eğitim almıştı.Ve gençlik çağına geldiğinde artık; akıllı, eğitimli, beş altı lisan bilen, piyano çalan ve resim yapan bir şehzadeydi. 1909'da bizzat kendi gayreti ile kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyetinin de fahri başkanlığını yapmaktaydı. Birçok genci, resim ve piyano eğitimi için Avrupa'ya tahsile gönderiyor; güzel sanatların ruhu, ruhun da bedeni beslediğine inanıyordu. Avrupai bir hayat görüşüne ve estetiğe sahip şehzade, güzel sanatlara önem veren bir yapıya sahipti. Resmin günah sayıldığı, dinen yasaklandığı Osmanlı İmparatorluğu'nda bu tip sanatlar asla gelişme gösterememişti. Abdülmecid Efendi; bu tip tabuları yıkan, Osmanlı'da güzel sanatların tohumlarını atan ve öncüsü olan bir şehzade konumundaydı." *

Abdülmecid Efendi, Nice'ten sonra Paris'e yerleşerek hanedanın geleneksel protokolünü ısrarla uygulamaya devam etmiştir. Bunda kızı Sultan Dürrüşehvar'ın çok zengin olan Haydarabad Nizamı Osman Han'ın gelini olması nedeniyle şehzadenin maddi sıkıntı çekmemesinin büyük önemi vardır.

Abdülmecid Efendi, sürgünde bulunduğu Paris'te 23 Ağustos 1944'te kalp krizinden 76 yaşında öldü. Öldükten sonra kızı Dürrüşehvar Sultan, babasının Türkiye'de gömülmesini istedi. O dönemde Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü ile görüşmek için Dürrüşehvar Sultan "Berar Prensesi" kimliğiyle Türkiye'ye geldi. Ancak tüm çabalarına rağmen babasının  cenazesi Türkiye'ye getirilemedi. Dürrüşehvar Sultan'ın kayınpederi Osman Han'ın devreye girmesiyle, Abdülmecid Efendi'nin naaşı on  yıl kadar Paris'te bir caminin bodrum katında bekletildi. Cami mütevelli heyeti cenazeyi daha fazla tutamayacaklarını bildirince, Abdülmecid Efendi'nin naaşı 1954 yılında Medine'ye nakledildi ve  Baki Mezarlığı'na gömüldü.

Abdülmecid Efendi, Osmanlı hanedanının tek ressam üyesi olarak dönemin Türk ressamları arasındaki yerini almıştır. Osman Hamdi Bey ve Salvatore Valeri'den resim dersi alan şehzade özellikle portre ressamlığında başarılı idi. En önemli portrelerinden biri ünlü şair Abdülhak Hamit Tarhan'ın portresidir. 

Eğer bir sanatseverseniz ya da sanatçı iseniz, ressamla ilgili okuduğunuz bu bilgilerden sonra belki merak edip müzedeki sergiyi gezmek isteyebilirsiniz. :)


Kaynak: * Naşide Gökbudak - Dürrüşehvar Sultan, Sarayda Bir İnci Tanesi,  OLASILIK.

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki sergiye ait bilgileri ve sergilenecek tabloların ve eserlerin listesini linki tıklayarak  okuyabilirsiniz: 

https://www.artfulliving.com.tr/gundem/sehzadenin-sira-disi-dunyasi-abdulmecid-efendi-sakip-sabanci-muzesinde-i-24532?fbclid=IwAR2hy3OnVKuTyF3bz7N1_vJdBwj7tCj6URb9YQPkSiV36FzBcVPXz75oEVk



20 Aralık 2021 Pazartesi

 


HARESE NEDİR?



"Harese nedir bilir misin? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, yedikçe kanar ve bir türlü kendi kanına doyamaz...Engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Hırs, ihtiras, haris, muhteris kelimeleri buradan türemiştir. Ortadoğu'nun adeti budur, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur." (Zülfü Livaneli - HUZURSUZLUK)

Son günlerde sıkça dile getirilen "hırs" kelimesi işte bu harese kökünden türemiş ve  Arapçadan dilimize geçmiş. TDK Türkçe Sözlükte "hırs" kelimesinin anlamı şöyle:

hırs; Arapça

1-Sonu gelmeyen istek, aşırı tutku: Para hırsı. Şöhret hırsı.

2-Öfke, kızgınlık.

Ayrıca hırs kelimesinden türetilen deyimler de var. Bu deyimleri şöyle sıralamış TDK Türkçe Sözlük:

-hırs basmak

-hırs bastırmak

-hırs bürümek

-hırsından çatlamak

-hırsını alamamak

-hırsını yenmek

Herkeste az ya da çok hırs olduğuna göre, hırsını alamamak yerine hırsını yenmek için çabalamak daha doğru ve daha az yıpratıcı olacaktır. Uzman Klinik Psikolog Merve Kırna konuyla ilgili şöyle diyor: "Hırslı olmak; kişinin motivasyonu, daha aktif çalışma, başarıda artış için önemli bir pekiştirici unsurdur. Eğitim hayatında, aile içinde, iş yaşamında, özel hayatta ya da ilişkilerde yaşanan hırs durumunun aşırıya kaçması kişinin hayatını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Hırs doğru yönetildiği takdirde kişiyi başarıya götürürken, aşırı hırs kişiyi olumsuz duygu duruma götürebilmektedir."


Elimde olan diken fotolarım bunlar. Siz onları deve dikeni diye düşünün lütfen. Sonuçta dikenler değil mi? :)





17 Aralık 2021 Cuma

 


MELEK (THE ANGEL) FİLMİNE DAİR

Filmde anlatılan hikayeye geçmeden önce, hafızaları tazelemek ve filmin daha iyi anlaşılabilmesi için kısa bir tarihi bilgi vermeliyim. Çünkü hikayenin baş kahramanı Eşraf Mervan, Mısır Devlet Başkanı Nasır'ın kızı Mona ile evli, yani Nasır'ın damadı.

Melek filmi, 6 gün savaşları ile başladığı için ben de Ortadoğu (Mısır-İsrail) tarihine bu savaş ve sonuçlarıyla başlamak istiyorum. Oysa Arap-İsrail savaşının kökleri çok daha eskilere, 1948'de İsrail devletinin kurulmasından çok önceye, Filistin toprakları henüz Osmanlı İmparatorluğu'nun parçasıyken başlamıştı.

İsrail'le komşu Arap ülkeleri arasında 1948-1949'da, 1956'da ve 1967'de patlak veren üç savaşta da İsrail galip geldi. 1967'deki savaşı kazanan İsrail, Yahudilerin denetimi altındaki toprakları Süveyş Kanalı'na ve Şeria ırmağına kadar genişletti ve Kudüs kentini ele geçirdi. 1967'deki Arap-İsrail savaşına, 6 gün sürmesi nedeniyle Altı Gün Savaşı da denmektedir. İsrail savaş sonunda Mısır'dan Sina Yarımadası'nı, Suriye'den Golan Tepeleri'ni ve Filistin'in Gazze ve Batı Şeria topraklarını alarak sınırlarını genişletti. İlerleyen günlerde kaybettikleri toprakları geri almak isteyen Arap ülkeleriyle İsrail arasında gerginlik sürüp gitti. Bu gerginlik nedeniyle de bölgede terör örgütlerinin eylemleri artarak devam etti. 

1956 yılında cumhurbaşkanı seçilen Cemal Abdülnasır, yardımcılığına Enver Sedat'ı getirdi. Birlikte mücadele ederek, Mısır'da Kral Faruk yönetimine son vermiş, İngiliz egemenliğinden ülkelerini kurtarmışlardı. İzlediği ılımlı dış politika ve içte yaptığı reformlarla Arap dünyasının lideri konumuna yükselmiş olan Nasır 1970 yılında kalp krizinden ölene kadar cumhurbaşkanlığı görevini yürüttü. 6 gün savaşı yenilgisinden sonra istifa etmek istemişse de halk istifasını kabul etmemiştir.

Nasır'ın ölümünden sonra yerine geçen Enver Sedat, Mısır'ın 3. cumhurbaşkanı oldu. Bu görevini, 1981'de suikast sonucu öldürülene dek sürdürmüştür. 

Şimdi filmin anlatımına geçebilirim. Eşref Mervan'ın kayınpederi Nasır ile arası iyi değildir. Kayınpederi her fırsatta damadını aşağılıyor, bir oğulları olmasına rağmen kızı Mona'nın kocasından boşanması için telkinde bulunuyor. Damadına güven duymayan Nasır, kızının parasının yönetimini de kendisi üstleniyor. Hatta eğitim için kızı ve torunuyla birlikte Londra'da bulunan damadı Eşref Mervan'a yeterli miktarda para yardımında bulunur, daha fazlasını değil. Filmi izlemeye devam ettikçe Nasır'ın böyle davranmasının nedeni anlaşılır; damat kumarbazdır ve eline geçen parayı kumara yatırmaktadır. Eşref Mervan, bir toplantıda Nasır'ı utandırınca kayınpederiyle zaten zayıf olan ilişkileri tamamen kopar. Bu olaydan sonra, Mervan, Londra'daki İsrail Büyükelçiliğini arar ve elinde İsrail devletine yardımcı olacak belgeler bulunduğunu söyler.

Nasır'ın ölümünden sonra yerine geçen Cumhurbaşkanı Enver Sedat zamanında Eşref Mervan'ın yıldızı parlar. Kayınpederi zamanında üst düzey çalışan bürokrat ve kurmayların dosyalarını çalan Mervan, yeni cumhurbaşkanına karşı olduklarını bildiği bu isimleri ve dosyalarını Enver Sedat'a teslim ederek yeni cumhurbaşkanının güvenini kazanır. Mervan'a çok güvenen Enver Sedat onu en yakın adamı olarak görür. Ancak, kumarbaz olan damat, devletin gizli bilgilerini İsrail Gizli Servisi'nden MOSSAD ajanlarına para karşılığı satar. Belgelerin doğruluğunu kontrol eden ajanlar doğruluğunu anlayınca damadı ajanları olarak kabul ederler. Bundan sonra İsrail Gizli Servisi'nde Eşref Mervan'ın kod adı "Melek"tir. Bütün bunlar olurken karısı Mona'nın hiçbir şeyden haberi yoktur; kocasının ara sıra yaptığı dış ülke ziyaretlerini kendisini bir başka kadınla aldattığına yorar ve üzülür.

Film, Mervan'ın özellikle 1973'teki Mısır-İsrail arasında gerçekleşen Yom Kipur Savaşı'nda İsrail'e çok kritik bazı bilgileri ve savaş stratejisini aktardığı tezi üzerine kurulu. Yom Kipur Yahudilerin en büyük bayramının kutlandığı gündür. Eşref Mervan, Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ı  Yom Kipur günü İsrail'e saldırmaya ikna eder. Mısırlılara göre 6 Ekim Savaşı, İsraillilere göre ise Yom Kipur Savaşı olarak adlandırılacak olan 1973 yılındaki Mısır-İsrail Savaşı başlar. İşte film bu savaşı ve savaş sonrasını anlatmaktadır.

Yom Kipur Savaşı aynı zamanda son Arap-İsrail savaşıdır. Filmde anlatıldığına göre damat Eşref Mervan, bu kritik savaşta Mısır'ın çok gizli harekat bilgilerini İsrail'e satar. Bu savaşta her iki taraf da büyük kayıplar vermiş BM'in araya girmesiyle ateşkes imzalanmıştır. Yine filme göre, imzalanan ateşkes sonrasında Mısır ile İsrail arasında esen barış rüzgarlarının baş mimarlarından biri çift taraflı casusluk yaptığı vurgulanan damat Eşref Mervan'dır.

Enver Sedat'ın Kasım 1977'deki İsrail ziyaretiyle başlayan süreç, Menahem Begin ve Enver Sedat'a 1978 yılı Nobel Barış Ödülü'nü kazandırdı. 26 Mart 1979'da taraflar arasında imzalanan barış antlaşmasıyla da Mısır İsrail'i resmen tanıyan ilk Arap ülkesi oldu. Ayrıca, 1948'de başlayan "Arap-İsrail Savaşı" sonrasında  uygulanan "daimi seferberlik durumu" Mısır için sona erdi ve İsrail ile yeni bir süreç başladı. Ortadoğu tarihindeki bu dönüm noktası, 40 yıldan uzun süren bir barış sağladı.

Her ne kadar Mısır tarafı Mervan'ın ajan olduğunu yalanlasa da İsrailliler Mervan'ın MOSSAD ajanı olduğu, kod adının da "Melek" olduğu konusunda ısrarcılar. En azından filmde böyle anlatılıyor. Çünkü filmin sonunda şöyle deniyor: " Eşref Mervan, hem Mısır hem de İsrail'de ulusal kahraman kabul edilen tek kişidir."

"Eşref Mervan, Haziran 2007'de Londra'daki lüks dairesinin balkonundan düşerek gizemli bir şekilde öldü. Dava bugüne kadar çözülememiştir" denilerek film sona eriyor.

Eşref Mervan hain mi, kahraman mı bilemedim. Bildiğim, birine göre hain olan diğerinin kahramanıdır; yani ikisi için de hain ya da ikisi için de kahraman olunamayacağıdır. Ama Mervan'ın Ortadoğu'nun kaderini belirleyen kişilerden biri olduğu yadsınamaz. En iyisi siz filmi izleyin ve kararınızı ondan sonra verin...


Film afişi beyazperde.com'dan alındı.



11 Aralık 2021 Cumartesi

 


"NE O, KARADENİZ'DE GEMİLERİN Mİ BATTI" SÖZÜNÜN HİKAYESİ

Bugün hava kapalı; gökyüzü gri bulutlarla kaplı. Bulutlara azıcık dokunan olsa, göz yaşlarını yeryüzüne bırakacaklar gibi tetikte bekliyorlar sanki. Böyle kapalı ve gri  havalarda insan ne yapar? Sizleri bilmem ama ben, ruhumun hava gibi kararmasını engellemek için müzik dinlerim, kitap okurum ve düşünürüm.

Düşünmek için dirseklerimi dizlerimin üstüne koyup, iki büklüm bir vaziyette iki elim iki yanağıma dayalı bir vaziyette buldum kendimi (Rodin'in "Düşünen Adam" heykelindeki pozisyona benzer şekilde). Bu davranışı bile isteye değil, otomatik olarak yaptığımı fark ettim. Sanırım çoğu insan da aynı davranışı yapıyordur, ki halk arasında uzaklara dalıp giden ve düşünceli birini gördüklerinde, şu deyim söylene gelmiştir; "Ne o, Karadeniz'de gemilerin mi battı?" Cevap genelde "Dalmışım." olur. Hemen herkesin bildiği, yeri geldiğinde de kullandığı bu deyimin çok hüzünlü bir öyküsü vardır. Öykü şöyle:

1876 yılında başlayan Osmanlı-Rus savaşı esnasında Ruslar Sarıkamış (Kars) ve çevresini işgal ederler. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı'nda Ruslar hala bölgede işgalci durumundadırlar. Dönemin Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa, Kafkas Cephesi'nin Ruslardan kurtarılması ve Türklerin Kafkaslara uzanmasını sağlamak için harekata başlamak gerektiğini savunur. Ancak mevsim kıştır ve Sarıkamış ve çevresinin zorlu kış şartlarını bilen kimi kurmaylar Enver Paşa'ya itiraz etse de, paşa bu kurmayları dinlemez ve Erzurum'a giderek ordunun başına geçer. 10. Kolordu'nun başına da, Sultan V. Murad'ın torunlarından Behiye Sultan'la evli olan Hafız Hakkı Bey'i getirir. Enver Paşa komutasındaki 3. Ordu, Allahuekber Dağları'nı yürüyerek aşacak ve Sarıkamış'ı kuşatacaktır. Plan budur ama Allahuekber Dağları kar altındadır ve Mehmetçiğin kışlık giysisi yoktur. Çünkü Kafkas Cephesi'ne giden askerlerin çoğu Filistin Cephesi'nden gelen ve Sarıkamış'a gönderilen askerlerdir. Haliyle askerlerin giysileri yazlıktır ve sıcaklar için uygundur. Bu giysilerle Doğu'nun o meşhur soğuğuna dayanmaları ve düşmanla savaşmaları çok güçtür. 

Bu duruma çare bulmayı düşünen kurmaylar ve yöneticiler, İstanbul'dan battaniye,  kışlık giysinin yanında erzak ve mühimmat dolu üç gemiyi yola çıkartırlar: Bezm-i Alem, Bahr-i Ahmer ve Mithat Paşa adlı üç gemi, Mehmetçiği soğuktan kurtaracak malzemeleri taşımaktadır. Malzemeler bu üç gemiyle Trabzon 'a ulaştırılacak, oradan da kara yoluyla cepheye nakledilecektir. Ancak Ruslar, Zonguldak ve çevresini bombalamak için on gemiyle yola çıkmışlardır ve bu üç gemiye rastlarlar. Bezm-i Alem, Bahr-i Ahmer ve Mithat Paşa, 7 Kasım1914'te Ruslar tarafından batırılır. Battaniye ve diğer malzemeler ordunun eline asla geçmez. Başka gemi de gönderilmez. 

Ordu, baş gösteren tifüs salgını ve soğuk yüzünden perişan olur. Allahuekber Dağları'nda on binlerce Mehmetçik, 1914'ün Aralık ayının sonlarına doğru, -39 derece soğukta askerlerimiz donarak şehit olurlar. Geride kalan askerlerin şehitleri gömecek gücü kalmamıştır. Şehitlerimizi Ruslar defnederler. Tuğgeneral Ziya Yergök, anılarında şöyle yazar: "Düşmanın top, tüfek ve kuvvet üstünlüğü ile bize verdiği kayıp, korkunç kış mevsiminin verdirdiği kaybın onda biri değildir." (Tuğgeneral Ziya Yergök'ün Anıları - Sarıkamış'tan Esarete; Yayına Hazırlayan: Sami Önal, Remzi Kitabevi)

İşte gemilerin Karadeniz'de battığı haberi duyulur duyulmaz, bütün ülkede endişeli bir bekleyiş başlar. Kafkas Cephesi'nden binlerce askerin donarak şehit oldukları haberleri gelmeye başladığında, asker ailelerini bir düşüncedir alır; acaba kendi oğulları, eşleri ne durumdadır, sağ mıdır, üşüyor mudur, soğukta donmuş mudur? diye dalıp giderler. 

Zaman geçer, dilimizde yer eden  düşünceye dalıp dalıp gidenler için söylenen "Ne o, Karadeniz'de gemilerin mi battı?" sözü kalır geriye. Bu sözü söylerken bir kez daha düşünmek, vatanımız uğruna Allahuekber Dağları'nda soğuktan donarak  şehit olan askerlerimizi rahmetle ve saygıyla  anmak gerek...

Not: Enver Paşa cepheden İstanbul'a döner dönmez gazetelere büyük bir sansür uygulayarak Sarıkamış yenilgisine ve donarak ölen askerlere dair tek bir satır bile yazılmasını engeller. Dolayısıyla cephede olanlar unutulmuş, geriye "Karadeniz'de gemilerin mi battı?" sözü kalmıştır. Gazi Mustafa Kemal döneminde (Kurtuluş Savaşı) sürerken 1922 yılında Şerif Köprülü bir kitap yayımlayarak Doğu Cephesi'nde olanları anlatır ve milletimiz bu büyük üzüntüden yeniden haberdar olur.



6 Aralık 2021 Pazartesi

 



SALVADOR DALİ, SİGMUND FREUD VE STEFAN ZWEİG'İN LONDRA'DAKİ BULUŞMALARI VE FREUD'UN ÖLÜMÜ




Viyana 1938. Sigmund Freud 82 yaşında ve hastadır. Viyana'ya girmek üzere olan Nazilerin zulmünden Freud'u kurtarmak isteyen dostları kendisini Londra'ya götürmek için çıkış vizesini ayarlarlar ve kendisiyle birlikte gidecek olanların listesini hazırlamasını söylerler. 

6 Mayıs Freud'un doğum günüdür. Viyana'daki Berggasse 19 numaralı evde Londra'ya gidiş için toplanma hazırlıkları sürmektedir. Freud'un kendi evinde kutlayacağı son doğum günü olduğundan herkes habersizdir. Doğum günü kutlandıktan sonra Freud'la birlikte Londra'ya gideceklerin listesi okunur. Listede başta kendisi olmak üzere karısı, çocukları, karısının kız kardeşi, evdeki iki yardımcı, Freud'un özel doktoru ve doktorun ailesi vardır. Listenin sonundaki isim ise Jo-Fi'dir; Freud'un köpeği. Bu listeye giremeyen dört isim, Sigmund Freud'un  kız kardeşleri olan Paulina, Marie, Rosa ve Adolfina'dır. Kız kardeşlerinin listeye neden giremedikleri konusu bilinmemekte, sadece tahmin yürütülmektedir. Freud'la birlikte Londra'ya gidemeyen kız kardeşleri ise kollarında Davut yıldızı taşımak zorunda oldukları bir hayat ve toplama kampları beklemektedir. Anna şanslıdır, evlenip Amerika'ya yerleşmiştir çünkü.

Freud ve listesindekiler Londra'ya giderler. Nazilerin zulmünden ve baskısından bunalarak Salzburg'daki evini terk edip Londra'ya kaçan biri daha vardır. Ünü dünyaya yayılmış bir yazar; Stefan Zweig. Freud'un çalışmalarına büyük hayranlık duyan Zweig,   Freud'dan çok önce Londra'ya gitmiştir. Hatta ünlü yazar ikinci evliliğini  Lotte ile burada yapmıştır. Lotte, Zweig'in "Sabırsız Yürek" romanına ilham olmuştur. Londra'da bulunan Zweig, hayranı olduğu ve konuşmalarından büyük bir zevk aldığı Freud'u bir daha göremeyeceğini düşünmektedir. Freud'un Londra'ya gelişi Zweig için mucize gibidir. 

83 yaşında ve çok hasta olan Freud'u ziyarete giden Zweig, onu çok dinç bulmuştu. Ama Freud'un hastalığı ilerliyordu. Her görüşmelerinde ünlü yazar, Freud'un yitip gittiğini görebiliyordu. Zweig, son görüşmelerinden birinde Freud'un da hayran olduğunu bildiği ünlü ressam Salvador Dali'yi de yanında götürmüştü. Onlar konuşurken Dali de Freud'un resmini yapıyordu. Zweig, bu resmi Freud'a asla gösteremeyecekti. Çünkü kaçınılmaz sonun yaklaştığını fark eden Dali, Freud'un yüzünde ölümü çizmişti. 

Sigmund Freud, 1923 yılında çene kanserine yakalanır. 16 yıl boyunca 33 kez ameliyat olan Freud, son günlerini dayanılmaz ağrılar içerisinde geçirmektedir. Bu acılar içerisindeyken bile okumaktan vazgeçmez. Bugün hala kim tarafından önerildiği ya da nereden bulduğu bilinmeyen Honore de Balzac'ın "Tılsımlı Deri" romanını okumaya başlar.

Freud'a özel doktoru romanı beğenip beğenmediğini sorduğu zaman "Tam benim bu günlerime uyan bir roman, bu okuduğum son kitap" der, ama Freud'daki ilişki romandaki söz konusu "deri"ye göre tersinedir, ağzında kanserojen bir doku gittikçe büyümektedir. Balzac'ın romanındaki derinin tersine küçülmeyip büyümektedir ve dokunun büyümemesi için Freud neredeyse soluk bile almak istemez, hiç yemek yemez daha doğrusu yiyemez. Sona doğru yaklaştığının bilincindedir ve özel doktoru Max'la konuşur. Acılarının dayanılmaz hale geldiğini söyleyerek doktorundan yardım ister.

Sigmund Freud'un özel doktoru olan ve birlikte Londra'ya giden Max Schur, yazdığı "Freud, Yaşamak ve Ölmek" adlı kitabında; sigaranın neden olduğu üst çene ve damak kanserinin Freud'un hayatını yavaş yavaş nasıl yiyip bitirdiğini anlatır. Doktor Schur, Freud'a zamanı geldiğinde ölmesine yardım edeceğine söz verir. Ve Freud, ona acısının büyük olduğunu, devam etmesinin bir anlamı olmayacağını söylediğinde, Dr. Schur ölümcül dozda morfin enjekte ederek Freud'un acısına son verir. 

Psikoanalitik Kuram'ın kurucusu, Avusturyalı nörolog Sigmund Freud, 83 yaşında kendi iradesiyle ve de özel doktorunun yardımıyla yaşama hakkından vazgeçmeyi seçmiştir. Tarih 23 Eylül 1939'dur.


Yararlandığım Kaynaklar:

1-Freud'un Kız Kardeşi - GOCE SMILEVSKI, nemesis Kitap.

2- Stefan Zweig BİLMEK DEĞİL SADECE HAYAL ETMEK İNSANI MUTLU KILAR - KEREM KINA. DESTEK Yayınları, 14. Baskı.

3-cafrande.org

 Görsel: Portrait of Freud - Salvador Dali.  (Tomasz Haupt - Pinterest)