28 Aralık 2014 Pazar




DOĞUM  KONTROLÜ  ÜZERİNE  BİR  KARŞILAŞTIRMA
(TAHRAN' DA BALAYI)


Güncel bir konumuz var artık: "Her kadın, en az üç çocuk doğurmalı." Ha, üçten fazla doğurursa daha da iyi. Bu görüş, avcı-toplayıcı topluluklarda ve tarım imparatorluklarında geçerliydi. Çünkü, avcı-toplayıcı topluluklarda avlanmak için, topraklarını genişletmek isteyen imparatorluklarda da savaşmak için insan sayısının fazla olması gerekiyordu; kalabalık bir ordu, güçlü bir ordu demekti. O dönemin koşulları düşünüldüğünde bu mantıklı gelebilir. Çünkü, savaşlar ve salgın hastalıklarla milyonlarca kişi ölüyordu. Hayatı sürdürebilmek için toprakta çalışacak, sanayi devriminden sonra da fabrikalarda çalıştırılacak iş gücüne ihtiyaç vardı. Dolayısıyla, çok çocukluluk o dönemler için kabul edilebilir bir durumdu. Ancak, değişen ve gelişen dünyamızda, hoyratça kullanılan kaynakların kıt olması ve mevcut nüfusa dahi yetmemesi, hala açlıktan insanların ölüyor olması, devletleri bazı önlemler almaya yöneltmiştir. Bu önlemlerin başında da , nüfus artışını kontrol altında tutabilecek nüfus planlamasının yapılabilmesi için "doğum kontrolü" gelmektedir. Bir ülkede nüfusun fazla olması, o ülkenin güçlü olduğu anlamına gelmez. Eğer, tersini düşünüyorsanız, tabii ki, doğurganlığı teşvik edip, çok çocukluluğu övgü nedeni sayabilirsiniz. Ama bu tesbit, ne kadar gerçekçi olur? 

Aslında konuyla ilgili yazma nedenim, konunun güncelliğinden çok okuduğum kitap oldu. Kitabın adı; "Tahran' da Balayı". Yazarı, uzun yıllar Time Dergisinin Ortadoğu muhabirliğini yapan, İran asıllı Amerikalı  gazeteci- yazar olan Azadeh Moaveni. Kitabın adı sizi yanıltmasın; bu bir aşk romanı değil. Kendi ülkesinde bir kadın gazeteci olarak, zor koşullar altında görev yapan ve yaşadıklarını kaleme alarak kitaplaştıran Moavani, kadim Pers geleneklerini, İslami kuralların, mollalar lehine nasıl işletildiğini ve bugünkü İran' ın sosyo-kültürel ve siyasi  yapısını olabildiğince objektif yansıtmış satırlarında. Ve Azadeh Moaveni' nin, aşık olup evlenmek istediği İranlı genç Araş' la evlilik öncesi yapmak zorunda olduğu resmi işlemleri yazdığı sayfaları okurken oldukça şaşırdım. Orası gerçekten Şeriat kurallarına göre yönetilen İran İslam Cumhuriyeti miydi? Okuyunca şaşırıp şaşırmayacağınızı bilemiyorum ama Moavini' nin satırlarını aynen aktarıyorum:

"Ertesi sabah evlilik sağlığı bürosuna gittik; Akdeniz hemofilisi (bazı İranlıları etkileyen bir kan bozukluğu) taşımadığımızı veya uyuşturucu kullanıcısı olmadığımızı kanıtlayacak testleri yaptırmaya hazırdık. Duvarları donatan uyuşturucu aleyhtarı afişler, ülkedeki eroin problemini  (BM Dünya Uyuşturucu Raporuna göre dünya ülkeleri arasındaki en büyüğünü) çözmek için hükümetin giderek artan çabasının bir parçasıydı.
.............................

Testlerimizi tamamladıktan sonra, zorunlu evlilik öncesi dersi için beklememiz söylendi. Bu tabir, çiftlerin danışmanlık hizmeti alacağı - iletişim becerileri ya da aşk kaybolduğu zaman neler yapılması gerektiği üzerine eğitim göreceği- bir süreci akla getiriyordu. Ama bunun neden çiftlerin cinsiyetlerine göre ayrılmasını gerektirdiğini bir türlü anlayamıyordum. Gidip yerime yerleştiğim kadınlar sınıfında eğitmenimiz kadın üreme sisteminin anatomisini açıklamaya başladı: Beşinci sınıftayken kıkırdayıp durduğum haftalık cinsel eğitim dersinden pek farklı değildi. Kadın havada mavi bir prezervatif sallayarak müstakbel gelinlerin başvurabileceği çeşitli doğum kontrol yöntemlerinden bahsetti. Bir çekmeceden bir yığın doğum kontrol hapı çıkardı. Sonra da " acil doğum hapları" diye nitelediği bir şerit minik hapı havaya kaldırarak "Bunlara özellikle dikkat edin," dedi. Korunmasız cinsel ilişki sonrası hamileliği önlemek için kullanılan ve kimi zaman "ertesi günü hapı" da denen acil doğum kontrol haplarından söz ettiğini anlamıştım. Çarşaf giymiş kadınla deniz temalı bir başörtüsü takmış olan ince bir kadın da not alıyordu. "İran İslam Cumhuriyeti' nin hayli tartışmalı olan en yeni doğum kontrol yöntemlerinin kullanımını teşvik etmesi ne kadar etkileyici," diye düşündüm. 

Tüm muhafazakarlığına rağmen devlet olağanüstü bir aile planlama programı yürütüyordu. Devrimin ilk günlerinde Ayetullah Humeyni Irak' a karşı savaşacak asker sayısını artırmak amacıyla İranlıları çocuk sahibi olmaya teşvik etmiş olsa da, 1990' ların başlarında rejim, savaş sonrasındaki yeniden yapılanma sürecinin bir parçası olarak bu politikayı tersine çevirmişti. Doğum kontrol haplarını reçetesiz olarak, çubuk şeker fiyatına satın alabiliyordunuz ve birden fazla İranlı-Amerikalı arkadaşım yıllık ihtiyaçlarını bana New York veya Kaliforniya' ya yollatıyordu.

Eğitmenimiz doğum kontrol dersini tamamlarken bir uyarıda bulundu: "Çabuk hamile kalmamanız çok önemli. En az iki ya da üç yıl bekleyip,evliliğinizin nasıl gittiğini görmelisiniz. Çocuğunuz olmadığı sürece, birkaç yıl sonra kolaylıkla boşanabilir ve gelecek beklentileriniz etkilenmemiş bir şekilde topluma yeniden girebilirsiniz. Boşanmış, bekar bir anne olarak durum böyle olmayacaktır."

Söyledikleri sert, ama doğruydu. Çoğu bekar anne İran' da çok büyük zorluklarla karşı karşıya kalıyordu. Makul fiyatlı kreşlerin yokluğundan tek ve yetersiz bir maaşla yaşamanın imkansızlığına kadar uzanan bu zorluklar, çoğu kadının hukuken serbest kalmayı istemek yerine kötü evlilikleri devam ettirmesine neden olacak kadar sarptı. Ne var ki bir çocuğun mesuliyetini taşımayan boşanmış bir kadın için durum çok daha iyiydi. Boşanmış olmanın ahlaki lekesi geri planda kalmaya başlar başlamaz -standartlarını bir miktar düşürdüğü takdirde- kolaylıkla evlenebilirdi.
..........................."

Bir İslam Cumhuriyetin' de bırakın, kadının doğuracağı çocuk sayısını belirlemeyi, devlet eliyle "doğum kontrol" uygulamaları yapılıyorken, Laik, Demokratik güzel ülkemde , gündem değiştirmek için kadın üzerinden yapılan her türlü polemiğe, özellikle doğurganlık üzerine yapılanlara dayanamıyorum...




22 Aralık 2014 Pazartesi




STEFAN ZWEIG: BİR HÜMANİSTİN SANATÇI OLARAK PORTRESİ






Bir gün, okuduğum bir kitapta, güzel bir alıntıyla karşılaştım. Alıntı, Stefan Zweig' e aitti. Zweig' le tanışmam, bu alıntı sayesinde oldu ve sonra, onu daha yakından tanımak için kitaplarını alıp okumaya başladım. Okudukça, Zweig vazgeçilmez yazarlarımdan biri oldu.Rahatlıkla söyleyebilirim ki, II. Dünya Savaşı' nın tarihsel sürecini anlamak, Zweig' i okumakla mümkündür. Bu, size abartılı bir iddiaymış gibi gelebilir, ancak Laurent Seksık' ın yazdığı Can Yayınlarından çıkan kitabı "Stefan Zweig' in Son Günleri" ni (İnsanın yüreğini burkan bir öykü. Gerçek olduğunu bilerek okumak, bir dönemin, bir dünyanın yok oluşuna tanık olmak daha da hüzünlü...) okuduysanız eğer, abartmadığımı göreceksiniz. Şimdi, Stefan Zweig' ın yaşam öyküsünü okumaya ne dersiniz?

Stefan Zweig, varlıklı bir yahudi ailenin çocuğu olarak 1881 yılında Viyana' da dünyaya geldi. Yetişme çağında, ailesinin toplum içindeki saygınlığını yükseltecek ciddi bir eğitim alması sağlandı. Felsefe doktorası yaptı; edebiyat, psikiyatri ve müzikle ilgilendi. Akademik eğitimin yanı sıra, Viyana' nın zengin, kozmopolit kültüründen alabildiğine beslendi.

I. Dünya Savaşı başladığında, Zweig silah taşımayı reddetti ve vatani görevini, Savunma Bakanlığı' nın arşivinde hizmet vererek yerine getirdi. Barış yanlısı bir politik tutumu benimseyerek Avusturya' yı terk etti ve savaşın sonuna dek İsviçre' de kaldı. 

İlk dünya savaşını izleyen 1920' li yıllar, Stefan Zweig' ın yazarlık kariyerindeki en verimli dönemidir.Bu dönemde yazdığı uzun ve kısa öyküler ile usta bir yazar olduğunu kanıtlamıştır. Korku (1920), Amok (1922), Bir Kalbin Ölümü (1927), Karışık Duygular (1927), Bir Kadının 24 Saati (1927), Sahaf Mendel (1929) gibi çoğu uzun öykü (novella) türündeki anlatıları bugün 20. yüzyılın klasikleri arasında sayılıyor. 

Zweig, biyografi türünde de çok sayıda eser üretmiş; tarih, felsefe ve edebiyat alanındaki araştırmalarını renkli ve şiirsel üslubuyla bezeyerek pek çok ünlü şahsiyetin hayatını kalemiyle canlandırmıştır. Deneme tarzında yazdığı Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar (1927) başlıklı kitabında, tarihe mal olmuş on iki kişinin hayatlarından kısa kesitleri minyatür gibi işlemiştir.

1933' te Nazilerin ateşe attığı kitaplar arasında Stefan Zweig' in yazdıkları da bulunuyordu. Zweig 1934 yılında Avusturya' yı bir kez daha terk etmek zorunda kaldı ve İngiltere' ye yerleşti.Hitler ordularının Fransa' yı işgalinden sonra Atlantik' i geçerek ABD' ye, oradan da Güney Amerika' ya gitti. Son büyük eserlerinden Merhamet (1939) ile ölümünden sonra yayınlanan Satranç Ustası (1942), Zweig' in ikinci eşi Lotte ile birlikte oradan oraya sürüklendiği bu ümitsiz yılların ürünüdür.

Lotte ve Stefan Zweig, 1940 yılının Ağustos' unda Brezilya' nın Rio de Janerio kenti yakınlarına yerleşmeye karar verdiler. Burada tamamladığı ve Avrupa' nın savaş öncesi kültürel hayatını, özellikle de Viyana' yı anlattığı otobiyografik metin Dünün Dünyası (1942), Zweig' in en son yapıtı oldu. 22 Şubat 1942' de Lotte ile veda notlarını yazdılar; çok miktarda ilaç alarak son uykularına daldılar. Uzun yıllar sonra başka bir yazar (Clive James) Zweig' ın, "hümanizmin tecessüm etmiş hali, canlı bir örneği" olduğunu söyleyecekti. Yazık ki temsil ettiği hümanist değerler ölürken dünyada savaş cinneti, faşizm ve hoşgörüsüzlük hala sürüyordu. (Stefan Zweig, Yakan Sır-Alacakaranlık Öyküsü, Ali Avni Öneş çevirisiyle- Yordam Kitap)

Ve işte, Stefan Zweig' den seçtiklerim:

Sabırsız Yürek' ten:

"Bir şeyi saklayan ya da saklamak zorunda kalan kişinin gözlerinin doğal, özgür ve samimi bakması olanaksızdır."

"Yaşamımda ilk kez, yeryüzündeki en büyük kötülüklerin kaynağının vahşet ve kötü niyet değil, kişilerin yenemedikleri zayıflıkları olduğunu anlıyordum."

"Nasıl ki bitkiler seranın sıcak ve tropik ortamında hızla gelişirse, kuruntular da karanlıkta aynı gelişimi gösterirler."

"Mutsuzluk insanı kırılgan, sürekli ızdırap ise dar kafalı yapar..."

"Acımak iki yanı keskin bıçak gibidir, kullanmayı bilmeyen, elini özellikle kalbini ondan uzak tutmalıdır. Tıpkı morfin gibi acıma duygusu da hasta için başlangıçta bir nimet, bir ilaç, bir devadır ama dozunu ayarlamayı ve azaltmayı bilmediğimiz zaman öldürücü bir zehir olabilir."

Satranç' tan:

"Sabit fikirli, kafasını tek bir düşünceye takmış her türlü insan, yaşamım boyunca dikkatimi çekmiştir, çünkü bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza o kadar yakın olur;işte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar."

" Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler. Çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz."


Bilinmeyen Bir Kadının Mektubundan:

"...Ve insanların arasında yalnız olmaktan daha korkunç bir şey yoktur."


Stefan Zweig' ın fotoğrafı, tr.wikipedia.org' dan alınmıştır.





17 Aralık 2014 Çarşamba





ANKARA' DA  İLK OPERA  TEMSİLİ



Türkiye' nin ilk "savaşa girme tehlikesi" ni atlattığı 1940 Haziran' ı, Ankara' nın  kültür ve sanat hayatına, artık haftalarca günün konusu olacak bir yenilik getirdi: Devlet Konservatuvarı öğrencilerinin ilk opera temsilini.

Devlet Konservatuvarı, eski "Musiki Muallim Mektebi" nin yerine 1936 yılında kurulmuştu. Klasik Batı müziğine ve klasik tiyatro disiplinine dayalı bir eğitim programıyla müzik ve tiyatro insanı yetiştirecekti.

Batı' daki örneklerine uygun bir opera sahnesi oluşturmak, operayı yurt dışında görüp seven Atatürk' ün amaçlarından biriydi. 1930' ların başlarında bazı Türk yazar ve bestecilerine eski Türk tarihine dayalı operalar ısmarlamıştı. Ama istediği sonucu alamamıştı. Bunu Hindemith gibi ünlü müzik adamlarının katkısıyla kurulan yeni konservatuvardan bekliyordu.

Atatürk' ün bu isteği, ölümünden iki yıl sonra 21 Haziran 1940 gecesi gerçekleşti. Devlet Konservatuvarı'nın  Carl Ebert yönetimindeki öğrencileri, ilk opera temsillerini Ankara Halkevi sahnesinde, Cumhurbaşkanı İnönü' nün huzurunda verdiler. İnönü' yle birlikte tüm devlet erkanı ve kordiplomatik oradaydı. Gerçi bu ilk temsil için seçilen ve provaları aylardan beri devam eden eserin -Puccini' nin Madama Butterfly' ının- sadece ikinci perdesi hazırlanabilmişti. Birinci ve üçüncü perdenin çalışmaları devam ediyordu. Ama onun yanında, Mozart' ın tek perdelik Bastien ve Bastienne operası da sahneleniyordu.

Bu ilk temsil "olay" oldu. Radyo, gazeteler, dergiler sonucun ne kadar başarılı olduğunu uzun uzun anlattılar. Ve opera birden Ankara' da herkesin gidip görmek istediği, bazılarının çocuklarını da götürmek istediği en önemli etkinlik haline geldi. Fakat bu kolay değildi. Hem temsillerin sayısı azdı, hem de bilet bulmak kolay olmuyordu. 

O olanağı bulanların çoğu için bu yeni bir keşif gibiydi. Aralarında operayı yurtdışında görenler de vardı. Fakat sayıları pek azdı. Büyük çoğunluk sahnedeki bu "şarkıyla konuşma" işiyle ilk defa karşılaşıyordu.

İlk temsilde zevkine varamasalar bile, hallerinden memnundular. Çünkü o sıralarda Ankara' daki ev ziyaretleriyle otobüs durağı veya işyeri sohbetlerinin başlıca konusu oydu. Artık o sohbetlere "operayı görmüş" olarak katılacaklardı.

Benim (Altan Öymen) operaya ilk götürülüşüm daha sonraları oldu. Gene Butterfly oynanıyordu.Fakat artık üç perdesinin üçü de sahneye konulmuştu. Benim aklım, müzikten çok konuya takıldı. Babam, hem yurtdışında opera görmüş nadir kişilerden biri olarak, hem de herhalde "libretto" yu veya özetini okumuş olarak durumu anlattı:

Amerikalı deniz subayı (Süleyman Güler), bir Japon genç kızla (Mesude Çağlayan' la) birlikte oluyor, "Japon nikahı" yla evleniyor, sonra onu bırakıp Amerika' ya gidiyor. Japon kızın bir çocuğu oluyor. Kocasını umutla bekliyor. Ama anlaşılıyor ki, kocası Amerika' dayken başkasıyla evlenmiş. Onun üzerine Japon kız, çocuğunun gözlerini bağlayıp Japon usulü intihar ediyor. Daha sonra eşi geliyor ama, artık çok geç.

Hikaye bu kadar acıklı olunca konunun müziği bastırması doğaldı. Sadece benim gibi, aileleriyle gelen çocukların değil, büyüklerin de dikkati, sahnedeki intiharla sonuçlanan hareketlerdeydi. Hafif hafif ağlamak, "vah vah" diye sesler çıkarmak, Amerikalı subayın vefasızlığını fısıldamak da, herkesin katıldığı seyirci tepkileri arasındaydı.

Operanın müziğini dinleyip sevmeyi, zamanla, seyredişlerim arttıkça öğrendim. Bu galiba, operayla ilk karşılaşan Ankaralıların çoğu için böyleydi. Ama o süreç başlayınca artık arkası geliyordu. Opera sevgisi giderek gelişiyordu.

Radyo o gelişmeyi teşvik ediyordu. Müzik programlarında operalardan aryalar ve koro parçaları yayınlanıyordu. Bunlar belleklere yerleşiyordu.

Ama opera temsilini canlı olarak seyretmek, uzun süre, sadece Ankaralılara özgü bir olanak halinde kaldı. İstanbul' da, Şehir Tiyatrosu' nun bazı operet denemeleri dışında, düzenli bir opera çalışması yoktu.

İstanbul' da o zamanki Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası gibi bir orkestra da yoktu. Batılı konsoloslukların veya kurumların desteklediği bazı amatör gruplar oluşmuştu., bazen küçük çapta konserler veriyorlardı ama, yapabildikleri de, toplayabildikleri ilgi de çok sınırlıydı. 

Özetle, İstanbullular, Klasik Batı müziği etkinlikleri açısından, biz Ankaralılardan hayli gerideydi. Bununla övünebilirdik. (Bir Dönem - Bir Çocuk, Altan Öymen, Anı)

En sevdiğim opera olan, Madam Butterfly' ı defalarca izlemiş biri olarak, nereden nereye diyesim geliyor; opera ve balenin bugünkü durumunu düşündüğümde...

Batı' daki örneklerine uygun bir opera sahnesi oluşturmayı amaçlayan, ancak bu amaca ulaşıldığını göremeden vefat eden Atatürk' ün sanat ve sanatçıya verdiği değeri gösteren sözüyle yazımı sonlandırmak istiyorum:

"Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur."   






8 Aralık 2014 Pazartesi




KIRIM  SAVAŞI' NIN KÜLTÜR TARİHİNE BIRAKTIĞI  İKİ  İZ


1853-1856 yılları arasında Osmanlı' nın  Ruslarla yaptığı Kırım Savaşı, kültür tarihine iki iz bırakır. Bu izlerden ilki, Florence Nightingale' dir. Dünyaca tanınan İngiliz hemşire, savaş sırasında İstanbul' a gelir ve yaralı askerlerin tedavisini üstlenir. 1854 yılında Üsküdar' daki Selimiye kışlası' nda görev yapan Nightingale, savaşın zor koşullarında, gece gündüz demeden yaralılara baktığı için askerler tarafından "TheLady with the Lamp" yani "Lambalı Kadın" olarak anılır.

Yine Kırım Savaşı sırasında yaşanan ilginç olaylardan biri de, Osmanlı' ya destek vermek üzere İstanbul' a gelen İskoç Askeri Birliği' dir. İskoç askerlerin sokakta icra ettiği müzik, halk tarafından da beğeniyle karşılanır. İskoçların çaldığı bir melodi ise, üzerine yazılan Türkçe sözlerle bir İstanbul türküsüne dönüşecektir.
            "Üsküdar' a gider iken aldı da bir yağmur
             Katibimin setresi uzun, eteği çamur"

İlk iz çok bilinmekle beraber, ikinci iz kaynağı bilinmeden söylenen güzel bir İstanbul türküsüdür. Türkünün kaynağı bilinsin istedim.     











Kaynak: Orhun Şemin - Perihan Yücel (İki Kıyı Bir Deniz, Türk-Rus Tarihinden Kesitler)


1 Aralık 2014 Pazartesi




ROSA PARKS IRK AYRIMCILIĞINA BAŞKALDIRIYOR
(1 Aralık 1955)







Sıradan başlayan bir gün neyi değiştirir demeyin. Bakarsınız, talihiniz değişir.  Rosa Parks, talihi değişenlerden biriydi. Talihiyle birlikte bir ülke de değişti: Irk ayrımcılığına başkaldırdı, Amerika değişti. Bill Clinton' un dediği gibi, "Rosa, herkesin özgür olması gerektiğini görmemizi sağladı."

Rosa' nın hikayesi bir belediye otobüsünde başlar. Hikaye şöyle :
"Alabama Montgomery' de Rosa Parks isimli siyah bir kadın, eyaletin ırk ayrımı kanunlarına aykırı davranarak otobüste yerini bir beyaza vermediği için hapsedilmiş ve ortalık karışmıştı. Kendi halinde bir kadın olan Parks' ın o zamanlar için alışılmamış bir şey olan bu cesareti, Amerika' daki medeni haklar tarihinin baştan yazılmasını sağlayacaktı.

1955' te yürürlüğe giren şehir talimatnamesine göre Afrika kökenli Amerikalılar belediye otobüslerinin sadece arka kısmında oturabiliyordu. Eğer öndeki koltuklar doluysa, kendi yerlerini de beyaz yolculara vermek zorundaydılar. İşte bu aşağılık düzene tekmeyi vuracak olan Rosa Parks, otobüsün şoförü yerini bir beyaz yolcuya vermesini istediği o tarihi günde, siyahlar için ayrılmış kısımdaki en ön sırada oturuyordu. Siyah yolculardan üçü, bir süre tereddüt etseler de, çaresiz bakışlarla denileni yaptı. Kahramanımız ise yerinden bile kıpırdamadı. Nedense kendisinin bile daha sonradan izah edemeyeceği bir cesaret gelmişti. İstifini bozmadığını gören şoför, yine seslendi:

- Yerinizden kalkın, yoksa sizi tutuklamak zorunda kalacağım!

Uyarısı boşlukta kaybolup gitti. Parks milim kıpırdamamıştı:

- İstediğinizi yapabilirsiniz, kalkmıyorum.

Parks' ın bu bireysel başkaldırısı planlanmış bir şey değildi. Ama akabinde tutuklanması, ayrımcılığa karşı bir şeyler yapmayı epeydir planlayan insan hakları savunucularını harekete geçirdi. Otobüs boykotu başlattılar. Boykotun ilk akşamı sahneye zamanla efsane olacak bir isim çıktı: 26 yaşındaki Martin Luther King. Şehir kilisesinde toplanan kalabalığa şöyle sesleniyordu: ' Amerikan demokrasisinin zaferi, hakkımızı elde etmek için protesto etme hakkıdır.' King kısa zamanda otobüs boykotunun lideri olarak sıyrıldı. Boykot bir yıl sürdü. Siyahlar kah yürüdü kah arabalarını paylaştı ama otobüse binmedi. Şehir nüfusunun çoğunluğunu oluşturdukları için belediye bu işten çok zararlı çıktı. Gelişmelere kayıtsız kalmayan Anayasa Mahkemesi, Parks' ın cezalandırıldığı Montgomery düzenlemesini iptal ederek kamu taşımacılığında ayrımcılık yapılmasının yasalara aykırı olduğu yönünde hüküm verdi. Otobüslerdeki çağ dışı ayrımcılık ortadan kalkmıştı. ' Normal'  otobüslerdeki ilk seferin yolcuları arasında Rosa Parks da vardı..."

Akılda Kalanlar

Rosa Parks Amerikan tarihinin en üst düzey onurlarına layık görülen isimlerden biri oldu.1994' te İsveç Stockholm' de Rosa Parks Barış Ödülü' nü aldı. 1996' da Amerika' da bir sivile verilen en yüksek nişan olan Başkanlık Hürriyet madalyası' na, 1999' daysa kongrenin altın madalyasına layık görüldü. Ödülünü Başkan Bill Clinton' un elinden aldı.

Yirmi sekiz yıllık hücre cezasını çektikten sonra hapisten çıkan, Güney Afrika' nın efsanevi özgürlük savaşçısı Nelson Mandela' yı ilk karşılayanlar arasındaydı. Mandela kendisine sarılmış ve "Hapiste olduğum yıllar boyunca benim ilham kaynağım oldun" demişti.

Naaşı meclis binasında ziyarete açılmıştı. Bu sadece Amerikan başkanları için tanınan bir ayrıcalıktı. Parks, bu yönüyle de bir ilke imza attı.

1992' de Rosa Parks: "Hikayem" adlı otobiyografisini, ardından da "Sessiz Güç" adıyla anılarını yayımladı.

Time Dergisi tarafından 1999' da 20. yüzyılın insan hakları savunucusu seçildi ve yine yüzyılın en önemli ilk 20 figürü arasında gösterildi.

Rosa Parks' ın bu destansı başkaldırısı, Amerika' daki ayrımcılığı ortadan kaldıran özgürlük şahlanışının düğmesine basmış, Parks' ı özgürlük tutkunu kitlelerin sevgilisi yapmıştı. Birçok tarihçiye göre Amerika' daki medeni haklar hareketinin fitilini o ateşlemişti.

Kaynak: Ali Çimen (Tarihi Değiştiren Günler - Popüler Tarih)
Görsel, en.wikipedia.org sitesinden alınmıştır.