27 Eylül 2015 Pazar





FIBONACCI DİZİSİ



"Omnia in numeris sita sunt" 
(Latince özdeyiş)
"Her şey sayılarda gizlidir."



Ünlü matematikçi Leonardo Fibonacci, bir problemi araştırırken bulduğu diziye kendi adını vermiştir. Fibonacci dizisi; her sayının kendisinden önce gelen iki sayının toplamı şeklinde yazılıp devam ettiği sayı dizisidir. Fibonacci Sayı Dizisi' nin bu kadar popüler olmasının  en önemli nedeni, doğada çokça rastlanması ve dizinin terimlerini kendinden sonraki terime bölünmesi sonucu elde edilen oranların giderek Altın Orana (1.618)  yaklaşmasıdır. Altın Oranın ifade edilmesi için kullanılan sembol ise  ' dir.

Ayçiçeği(günebakan), papatya, çam kozalağı, tütün bitkisinin yapraklarının dizilişi ve eğrelti otunda Fibonacci dizisi vardır. Ayrıca bu sayılar, müzikte, sanatta, mimaride ve biyolojide kullanılmıştır.

Matematik dersinde öğrendiğim bu sayı dizisini neredeyse unutmuştum. Ta ki, Samsun' da kumsalda yürürken Karadeniz' in ender görülen sakinliği nedeniyle kumsala vurmuş, rengarenk midye kabuklarını görene dek. Kabukları toplarken Üstün Dökmen' in "Küçük Şeyler" kitabını hatırladım, tebessümle. Ve kitabın kapağında bulunan midye kabuklarını da. Çünkü, midye kabuklarındaki helezonu dikdörtgenler içine yerleştirdiğiniz zaman, Fibonacci dizisine uygun bir yapı ortaya çıkıyormuş. Bunu henüz denemedim ama kumsaldan topladığım midye kabuklarıyla diziyi yakalayacağıma inanabilirsiniz. :)

"Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır" diyor Üstün Dökmen.

Yaşamınızdaki küçük şeyler, büyük ve güzel şeylere aracı olsun... Büyük şeylere küçük adımlarla ulaşılır çünkü.









15 Eylül 2015 Salı




ÖLÜMCÜL KİMLİKLER

                                                             
                               
                                                                                                 





Son zamanlarda Türkiye' de yaratılmak istenen kimlik çatışmalarına (Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Müslüman-Hristiyan) bakış açımızı genişletebilir, konuyla ilgili bizi düşünmeye sevkedebilir umuduyla, yıllar önce okuduğum kitabı yeniden okuyarak, önemli gördüğüm satırları paylaşmak istedim. Belki bir yararı olur diye. Çünkü herkesçe malum olan bir şey varsa o da gidişatın kötü olduğudur. Bu konuda kaygılı olmama rağmen, yazımda kendi düşüncelerime değil, çok yönlü kimliğe sahip olan kitabın yazarının düşüncelerine yer vereceğim. Bunun nedeni, güzel ülkemde "İfade Özgürlüğü" nün olmamasına olan inancımın yanı sıra, konunun hassasiyeti ve bu hassasiyetle yazıma olmadık anlamlar yüklenebileceği çekincesidir. Bir zamanlar altı-üstü tartışılan kimlik sorunuyla ilgili yazılıp çizilenleri düşündüğümüzde haksız da sayılmam sanırım.

Ölümcül Kimliklerde Amin Maalouf, özetle; kimliğe, sanıldığı gibi sadece ırksal boyutta yaklaşılamayacağı, kimliğin bir çok unsurdan oluştuğu ve kişiden kişiye farklılık gösterebileceği, kimliğin ırk, din, dil, kültür, gelenek, yaşam tarzı gibi öğeleri bir arada bulundurduğu ve  bunlardan birinin çekilmesi halinde kişiliğin yok olabileceğini kendi yaşamından ve tarihsel olaylardan örneklerle anlatıyor.

Amin Maalouf, "Ölümcül Kimlikler" de kimlik sorununu çok yönlü ve saydam bir sorgulamayla anlatır. 1976' da Lübnan' ı terkedip Fransa' ya yerleştiğinden beri, son derece iyi niyetli olarak, kendisine sorulan kendisini "daha çok Fransız mı, yoksa daha çok Lübnanlı" mı hissettiği sorusunun ne kadar çok sorulduğundan bahisle cevabının "Her ikisi de!" şeklinde hiç değişmediğini anlatarak başlar kitabına.

Kendisine soru soranlara sabırla Lübnan' da doğduğunu, yirmi yedi yaşına kadar orada yaşadığını, Arapça' nın anadili olduğunu, ilk sevinçlerini atalarının köyü olan dağ köyünde tattığını, ileride romanlarında esinleneceği bazı öyküleri orada dinlediğini açıklar. Ve devam eder: "Bunu nasıl unutabilirim? Bunlardan nasıl olur da kopabilirim? Ama öte yandan, yirmi iki yıldan beri Fransa topraklarında yaşamaktayım, onun suyunu ve şarabını içiyorum, ellerim her gün onun o eski taşlarını okşamakta, kitaplarımı onun diliyle yazıyorum, o artık benim için asla yabancı bir ülke olamaz.

Yani, yarı Fransız, yarı Lübnanlı mı? Hiç de değil! Kimlik bölmelere ayrılamaz, o ne yarımlardan oluşur, ne üçte birlerden, ne de kuşatılmış diyarlardan. Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir "dozda" onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş tek bir kimliğim var.

Bazen, binbir ayrıntıya girerek tam olarak hangi nedenlerle aidiyetlerimin tümünü dolu dolu istediğimi açıkladığımda, biri yanıma gelerek elini omzuma koyup mırıldanıyor: 'Böyle konuşmakta haklısınız, ama içinizin derinliğinde ne hissediyorsunuz?'

Bu ısrarcı sorgulama beni uzun zaman gülümsetmiştir. Bugün buna gülümsemiyorum artık. Çünkü bu bana insanlarda pek yaygın ve benim gözümde tehlikeli bir bakış açısının ortaya konuluşu gibi geliyor. Bana 'içimin derinliğinde' ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin 'içinin derinliğinde' ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma 'kişinin derin gerçekliğinin' , doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan 'öz' ünün var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün geri kalanın - özgür insan olarak katettiği yolun, benimsediği inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının, sonuçta yaşamının - hiçbir önemi yokmuş gibi. Bugün çok sık yapıldığı üzere, çağdaşlarımız 'kimliklerini vurgulamaya' yöneltildiğinde, bununla onlara söylenmek istenen, içlerindeki, çoğu zaman dinsel ya da ulusal ya da ırkçı ya da etnik nitelikteki sözümona temel aidiyete dönmeleri ve bunu gururla ötekilerin suratına çarpmaları gerektiğidir.

Daha karmaşık bir kimlik talep eden herkes toplum dışına itilmiş bulur kendini. Cezayirli ana babadan Fransa' da doğan bir genç, içinde apaçık iki aidiyet taşımaktadır ve her ikisini de üstlenecek durumda olması gerekir. Lafı bulandırmamak için iki dedim ama onun kişiliğinin bileşenleri çok daha fazla sayıdadır. İster dil sözkonusu olsun, ister inanışlar, yaşam biçimi, aile ilişkileri, sanat ve mutfak zevkleri, Fransız, Avrupa, Batı etkileri ondaki Arap, Berberi, Afrika, Müslüman etkilerine karışmış durumdadır... Bu delikanlı bunu dolu dolu yaşamakta özgür hissetse kendini, tüm çeşitliliğini üstlenmede cesaretlendirildiğini hissetse, zenginleştirici ve verimli bir deneyim; tersine, Fransızlığını vurgulasa, bazıları ona bir hainmiş, hatta satılmış gözüyle baktığından, ne zaman Cezayir' le olan bağlarını, tarihini, kültürünü, dinini ortaya koysa, anlaşılmamak, küçümsenmek tehlikesiyle ya da düşmanlıkla karşılaşacağından, yolu yıpratıcı olabilir.

Durum Ren' in öte yakasında daha da naziktir. Otuz yıl önce Frankfurt yakınlarında doğan, hep, dilini ailesininkinden çok daha iyi konuşup yazdığı Almanya' da yaşamış olan bir Türk' ün durumunu düşünüyorum. Benimsediği toplumun gözünde o bir Alman değildir; köklerinin geldiği toplumda ise artık tam olarak Türk sayılmaz. Sağduyu isterdi ki, o bu çifte aidiyeti tam anlamıyla talep edebilsin. Ama ne yasalarda, ne de zihniyetlerde hiçbir şey bugün onun bileşik kimliğini uyumlu bir şekilde üstlenmesine izin vermemektedir."

Sırp-Hırvat, Tutsi-Hutu, siyah baba-yahudi anne ve Avrupa' dan verdiği örneklerle devam eden Maalouf, seçtiği bu örneklerin özel bir yanı olduğunu kabul ederek şöyle diyor:

"Hepsi de içlerinde bugün şiddetli bir çatışma halinde olan aidiyetler taşıyorlar; bir bakıma içlerinden etnik, dinsel, ya da daha başka kırılma hatlarının geçtiği, sınırda insanlar. Aslında 'ayrıcalıklı' demeye dilimin varmadığı bu durum nedeniyle bağlar kurmak, anlaşmazlıkları gidermek, kimilerini mantığa davet etmek, kimilerini yatıştırmak, sorunları düzlüğe çıkartmak, barıştırmak gibi bir rol oynamak durumundalar...Çeşitli toplumlar, çeşitli kültürler arasında birleşme çizgisi, köprü, arabulucu olmaya çağrılırlar.Tam da bu yüzden, ikilemleri ağır bir anlam taşıyor;bu insanlar çok yönlü aidiyetlerini üstlenemiyorlarsa, sürekli olarak saflarını seçmek durumunda bırakılıyorlarsa, kabilelerinin safları arasına dönmeye zorlanıyorlarsa, o halde dünyanın gidişatı hakkında endişelenmekte haklıyız demektir.

'Seçmek durumunda bırakılıyorlar', 'zorlanıyorlar' dedim. Kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafından da, aramızdaki herkes tarafından. Gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve ifade alışkanlıkları yüzünden, bütün bir kimliği, öfkeyle ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, yobaz, kolaycı yaklaşım yüzünden.

İçimden işte katiller böyle'imal ediliyor' diye haykırmak geliyor! Kabul ediyorum, biraz hırçın ama sonraki sayfalarda açıkça ortaya koymayı tasarladığım bir doğrulama."

"Aidiyetlerimin her biri beni çok sayıda insana bağlıyor; buna karşın hesaba kattığım aidiyetlerim çoğaldıkça, kimliğim de özel bir durum olarak ortaya çıkıyor." diyerek aynayı kendisine tutan Maalouf gibi, biz de aynaya bakıp, aynadaki görüntüyü tutabilir miyiz?










14 Eylül 2015 Pazartesi




IŞIK DAĞI
(Karagöl)

Sonbaharın serin havasıyla birlikte, dağlara tırmanma vakti geldi, benim için. Ve ilk tırmanışımı Işık Dağı' na yaptım: Sonbahar ve kış mevsimi ışıklar içinde, aydınlık geçsin 
diye. :) Dağın adının nereden geldiğini tüm araştırma ve soruşturmalarıma rağmen bulamadım. Ama bir dağ için güzel bir ad olduğunu düşünüyorum. Dağı tırmandıkça,, dağın bize sunduğu güzelliklerin, adının bile  önüne geçtiğini gördüm ve Cahit Sıtkı Tarancı' nın;

"Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun."

şiirini, sanki burası için yazmış olduğu hissine kapıldım...

Işık Dağı, Kızılcahamam civarında, Ankara-Çankırı sınırında bulunur ve 2050 m. rakımla Ankara' nın en yüksek noktasıdır. Dağın zirvesine konuşlandırılmış verici istasyonu dağın geleceğini  yaydığı radyasyonla tehlikeye atsa da, henüz güzelliğine zarar verememiş.

Çok bilinmeyen bir rotadan, dağın kuzey yamacından tırmanmaya başladık. Altmış derecelik eğimle başlayan tırmanışımız, yükseldikçe 70-75 dereceye vardı. Bir ara burnumun toprağa değeceğini sandım. Gerçekten tehlikesi olan, zor bir tırmanıştı. Zorluk derecesi dağın yüksekliğine bağlı değildir. Çok daha yüksek dağlara tırmandım ama tırmanışları orta zorluktaydı. Tamamen orman dokusu içinde yürürken her yanımız böğürtlen çalılıklarıyla doluydu ve çok fazla böğürtlen yedim, çocukluğumdaki gibi. Tek tük de olsa dağ çileği (eylül ayı olmasına rağmen) görünce, ilaç niyetine çileklere saldırdım. Yüksekte geç çiçek açan çileklerin meyvesi de geç olgunlaşıyor. Zirveye vardığımızda, muhteşem bir manzara karşıladı bizi. Görüş alanı genişlediğinden, uzanan sıradağları, yayla evlerini, sulama göletlerini deyim yerindeyse kuş bakışı izlemenin  zevki tüm yorgunluğumu unutturdu. Öğle yemeğini zirvede yedikten sonra, dağ yolundan Salın Yaylasına doğru inişe geçtik. Varış noktamız Karagöl' dü.

Orman ve dağların arasında bir mücevher gibi parlayan Karagöl' e vardığımızda akşam olmak üzereydi. Gölü turlarken, piknikçilerin bıraktıkları çöp yığınlarını görmek üzücüydü. Arabalarıyla piknik için gelenler mangallarını yakmış, açtıkları son ses müzikle "Ankara' nın Bağları" yla oynarken zevk aldıkları belliydi. Ancak kirletmeye devam ettiğimiz sürece bu zevkten mahrum kalacaklarının pek farkında değilmiş  gibilerdi.Karagöl, gördüğüm göller içinde en kirli olanıydı. Buna rağmen, balıklar yaşayabiliyormuş. Olta atmış balık tutmaya çalışan balıkçı, kocaman sazan balıkları yakaladığını söyledi. Kirlilik böyle devam ederse, balıkların yaşam alanının yok olacağı da bir gerçek. Yakalanacak tek bir balık kalmayacak. Bizler doğaya zarar verir ve kirletmeye devam edersek,  doğa da bizden er  ya da geç intikamını alacaktır. Ve intikamı korkunç olacaktır: (Seller, toprak kaymaları, kirlenmiş sular, iklim değişiklikleri, kokan körfezler aklıma ilk gelenler)

Doğada güzel bir gün geçirmenin keyifli yorgunluğuyla eve döndük. Bu yürüyüşü düzenleyen Ankara Hiking'e teşekkürler. 
(http://www.ankarahiking.com/?SyfNmb=1&pt=Anasayfa) 







10 Eylül 2015 Perşembe




TANIŞMA

 (İnsanların, yüzlerinin ve gözlerinin rengi başka başka da olsa, gözyaşlarının rengi hep aynıdır.)



Eğer bir gün,
yüzünün renginden ötürü
çıkarsan mahkemeye,
'vallahi kalıtımdan oldu' diye
korkma, ben sana tanıklık ederim.

İnsanların,
yüzlerinin ve gözlerinin rengi
başka başka da olsa,
gözyaşlarının rengi hep aynıdır.

Ne bir kelimede anlaştılar,
ne aynı avuçtan su paylaştılar.
Yalnızca gözyaşında,
bir de kahkahada buluştular.

Yer tanık olsun, gök tanık olsun,
Bütün doğmuşlarla ve doğacaklarla
tanışmak mümkün.
Akıllarda ve yüreklerde göz göze geldik bugün.
Bin yıl önceden bana selam söylediler;
Bin yıl önceki anneler, annemden az mı sevdiler?

Üstün Dökmen












3 Eylül 2015 Perşembe




EİNSTEİN' İN TÜRKİYE SEVDASI...


1949 Kasım' ında, Amerika' da Princeton Üniversitesi' nde öğretimini sürdüren Münir Ülger' le yüzyılın büyük dahisi fizik bilgini Einstein arasında, üniversite koridorlarında tesadüfen ama oldukça manidar bir sohbet geçer.Ülgür' ün Türk olduğunu öğrenen Albert Einstein, Ata' yı kastederek "Biliyor musun" der; "Dünyanın en büyük liderine sahipsiniz." Ülgür, dahinin bu sözlerinden gurur duyar. Sohbetin sonundaysa Einstein şok sayılacak bir durumu daha hatırlatır.

"Atatürk, 1930' larda, Türkiye' deki üniversitelerde ders vermem için davet etmişti, ama olmadı!" Ülgür bu kez çok şaşırır, hayret eder, bir fırsatın kaçırılmış olmasından dolayı da buruklaşır. Ve gerçek, aslında öykü içinde öykü, yıllar sonra Başbakanlık arşivlerinde tesadüfen ortaya çıkan bir belgeyle aydınlanır. 1930' larda Yahudi Nüfusu Koruma Birliği Şeref Başkanı sıfatıyla Albert Einstein, Ekselansları hitabıyla Ata' ya bir mektup yazmış ve bu mektupta Almanya' da Nazi çizmesi altında tedirgin olan, kapana kısılan 40 kadar bilim adamının hiçbir ücret talep etmeksizin Türkiye' de ders verebileceğini yazmıştır. Ve hayret ki, yüzyılın başından beri dünyanın kafasını teorileriyle karıştıran, kimilerinin dahi, kimilerinin şeytan diye tanımladığı, fotoğrafları insanda gülme isteği uyandıran Albert Einstein' in bu mektubu, dönemin Başbakanı İsmet İnönü' nün önüne gelmiş, ailece bilime, fiziğe, kimyaya merakı bilinen İsmet Paşa mektubu Eğitim Bakanı' na havale etmiş, ardından mektubun üzerine " Teklif şartlara uygun değildir, kanunlarımız müsait değildir" notu düşülmüştür.

Peki " Yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği ümidimi ifade etme cüretini buluyorum" diye biten mektubun üzerine "uygun değildir" diye yazılmasına rağmen, nasıl olur da aynı tarihlerde Yahudi bilim adamları Türkiye' ye gelir? Durum sonra anlaşılır; 1933' te üniversite reformu üzerine çalışmalar yapan Gazi' nin devreye girmesiyle, yani mektuptan haberdar olmasıyla söz konusu bilim adamları Ankara ve İstanbul üniversitelerine akın akın gelmeye başlarlar. İşte Einstein' e davet de tam bu dönemde yapılır. Davete kendisi katılmasa da meslektaşlarını gönderen Einstein, böylece sadece 40 Alman bilim adamının değil, Türkiye' nin de kaderini bir mektupla değiştirmiş oluyordu. Bu dahilerin dahisi, Türkiye' ye şöyle bir dokunmuş, çehresini değiştirmişti..

Ya gelseydi, kalsaydı?


Nebil Özgentürk - Türkiye' nin Hatıra Defteri (1923' ten Günümüze)
DenizKültür Yayınları No: 25