31 Ekim 2013 Perşembe




AŞK  YÜZYILI  BİTTİ
(Yeni Zamanlar)



Bu cümleyi ben kurmadım. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nuran Yıldız' ın Ekim 2013' te yayımlanan kitabının adı. Kitabı satın almadan önce incelediğimde, arka kapak yazısında (a)sosyal alem söylemini gördüm. Bu söylem ilgimi çekti. Çünkü, sosyal medya yerine (a)sosyal medya demeyi tercih eden ve bunu blogumda yazan ( blog başlığı: İsmen Sosyal, Cismen Asosyal Medya, 3 Kasım 2012) biri olarak, sosyal medya hakkındaki düşüncelerimin bir Akademisyence onaylanması gururumu okşadı diyebilirim.

Kitabın arka kapak yazısında; " Nuran Yıldız, Aşk Yüzyılı Bitti ile görünüşte özgür ama mutsuz, (a)sosyal alemde son derece kalabalık ama aynı zamanda fena halde yalnız, bolluk içinde ama kendi "içinde" yoksul olan günümüz bireyini anlatıyor. Sadece kadın-erkek ilişkilerinde değil, siyasette ve iş yaşamında da "biten aşk" ın sonuçlarını ortaya sererken, "yeni zamanlar" ın kadınının, erkeğinin, politikacısının, çalışan ve işvereninin üç boyutlu resmiyle karşı karşıya bırakıyor bizleri. Bireysel ve toplumsal dünyasında kafası karışık hepimiz için, dünyaya ve her türlü ilişkiye bakış açımızı değiştirecek, "ilaç gibi gelecek" bir kitap, Aşk Yüzyılı Bitti." yazmakta.

Kitapta, çağımız, günümüz için kullanılan "yeni zamanlar" söylemini çok beğendiğimi belirtmeliyim. En azından "uzay çağı" ya da "bilişim çağı" söyleminden daha geniş kapsamlı olarak geleceği tanımlıyor ve "yeni" sözcüğü daha sıcak geliyor insana ve her yeni gibi, umut vadediyor.

Nuran Yıldız, kitabında aşk' ta, İş' te, Siyaset' te yeni zamanları hem sosyolojik hem de iletişimcilik açısından geçmiş ve yakın zamandan örneklerle yalın, akıcı ve anlaşılır bir dille anlatıyor. Ve şu sonuca varıyor: " Her oluş-bitiş, iki büyük kavramı, o kavramlardaki değişimi anlamayı gerektiriyor: Şimdiki zaman ve birey."

Yazar," Katı olan her şey buharlaşıyor" saptamasından hareketle, bugünün bireyini, tam anlamıyla katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği bir evrenin parçası olduğu gerçeğini belirttikten sonra zamanın karakterini özetleyenin " Yeni Zamanlar " kavramı olduğunun altını çiziyor. Ve bu yeni zamanlarda, kendini ifade etme, kendini var etme süreçleri "dolma ve boşalma" ilişkisinden "alma ve verme" eylemine yerini bırakmış görünüyor diyerek şöyle devam ediyor: "Siyaset, iş ve aşk dünyasındaki tüm olup bitenler alma ve verme eylemi etrafında anlamlandırılabilir. İnsan yaşamına ilişkin bu üç büyük alanı belirleyen üretim sistemi ve nesneler dünyasıyla çevrili tüm eylemler, özünde "alma ve verme" yi üretir. Sistem bir tarafa "üret ve sat" derken, diğer tarafa "al ve (parasını) ver" demektedir. Basit bilgi.
Basit olmayan ise hayatın artık bir alma ve verme ilişkisi içinde geçiyor olması. Eskiden hayat bir dolma ve boşalma ilişkisiydi. Sanat öyleydi. Resim, roman, şiir sanatçının bir duyusal/duygusal boşalma işiydi. Aşk öyleydi; arzuyla dolmanın boşalmasıydı kavuşma. Buzdolabı dolu olanlar vardı, boş olanlar vardı. Cüzdanları boş olanlar ve dolu olanlar olduğu gibi.
Dolma ve boşalma dönemi bitti. Şimdi her şey bir alma ve verme ilişkisi: Alış-veriş! Sevgililer Günü. Herkes AVM' lerde. Anneler Günü. Herkes AVM' lerde. Babalar Günü de öyle. Yeni yılda da. Seçimler öyle değil mi? Verirsen alırsın! "

Dünya değişiyor , insanlar değişiyor ancak bu değişimin iyi mi, kötü mü olacağını kimse tahmin edemiyor. Sadece, bilimden teknolojiden geri kalmamak için bireyler, elinden geldiğince bu değişime ayak uydurmaya çalışıyor. " Sıklıkla söylenen " iyiye doğru gitmiyoruz " serzenişidir. Yalnız, emniyetsiz, güvensiz, narsist, ben merkezli, mutsuz ve karakteri aşınmış bireylerin dünyayı " iyiye götürmesi" ne kadar mümkün olabilir? " diye soran yazara cevabınız var mı? 
Ben, dolma ve boşalma dönemini özleyenlerdenim ve benim jenerasyonumun şanslı olduğunu düşünenlerdenim. Çünkü, bireyler arası iletişim direkt ve dolaysız yapılır, ben yerine biz tercih edilirdi. Yeni zamanlardaki değişimin neden ve sonuçlarını iyi analiz edenler ve uygulayanlar İş' te ve Siyaset' te başarılı olabilirler, ancak Aşk' ta başarılı olabileceklerini sanmıyorum. Duygulara ve hislere hiçbir şey hükmedemez çünkü. Ne olursa olsun  "aşk" bitmez!.. Yüzyıl bitse de.








29 Ekim 2013 Salı




TARİHTEN  NOTLAR -3-


- Tarık bin Ziyad, yedi bin kişilik ordusuyla 711 yılında, İspanya hükümdarı, Vizigotlu Kral Rodrique' in yüz bin kişilik ordusunu yenerek, teker teker Granada, Seville, Kurtuba ve Toledo' yu almış, Fransızlarla sınır oluşturan Pirene Dağları' na kadar ilerlemişti. Böylece Batı Avrupa' da sekiz asır sürecek bir egemenlik kurmuştu: Endülüs Emevileri.

1492 yılında, Granada' nın emiri, İslamın Halifesi, Endülüs' ün tek müslüman hakimi, Ebu Abdullah On İkinci Muhammed adını taşıyordu. İspanyolların bir türlü dilleri dönmediği için emire Boabdil el Chico ( Küçük Ebu Abdul ) diyorlardı. Boabdil, savaşmadan, kendi elleriyle Granada şehrinin anahtarını Kastilya Kraliçesi İzabella ve kocası Aragon Kralı Ferdinand' a teslim ederek El Hamra sarayını üzülerek terketmişti. Ve gemiyle, Kuzey Afrika' ya dönmüştü. On yıllar sonra sefalet içinde ölecek, çocukları ve torunları dilenci olarak yaşayacak Boabdil' den geriye son bir kez Granada' yı izlediği, Cebel-i Tarık' ın öbür ucundaki bu dağın adı kalacaktı:
Puerto del Suspiro del Moro; Mağribli' nin Son İç Çekişi.
Sokak lambaları, yel değirmenleri ve çiçek dizili yolların Endülüs' te icat edildiğini  belirtmeliyim. ( Beyazıt Akman- Son Sefarad )


-" Kanadalı William Stephenson tartışmasız istihbarat dünyasının en renkli karakterlerinden biriydi. Birinci Dünya Savaşı' na savaş pilotu olarak katılmış, 26 Alman uçağı düşürmüş, esir kampından kaçmış, hatta kaçarken de Alman birliklerinin pozisyonlarına dair notlar almıştı. İkinci Dünya Savaşında İngiliz İstihbaratı adına çalışan Stephenson, ABD Başkanı Roosevelt' e, Almanların Orta ve Güney Amerika' yı sömürgeleştirmeyi hedefleyen planlarını getirmeyi başarmıştı. Üstelik her iki dünya savaşı arasında da boş durmamış, hafifsıklette dünya boks şampiyonu olmuş, havada sürat rekoru kırmış ve radyo-elektronik alanında kablosuz fotoğraf nakledicisi gibi icatlar yaparak milyoner olmuştu! James Bond' un yaratıcısı Ian Fleming bir keresinde " James Bond gerçek bir ajanın romantize edilmiş halidir. Gerçek olanıysa Stephenson' dur" demişti. Stephenson 1924' te kendi icadı olan cihazla Amerika' dan İngiltere' ye fotoğraf geçerek ilk kablosuz veri transferini gerçekleştirmiştir." ( Ali Çimen - Tarihi Değiştiren Gizli Servisler, Popüler Tarih )

- Uzun yıllar boyunca, asillere " mavi kan " denilmekteydi. Bunun nedeni gümüştür. Mücevherli küçük altın kutuların içinde muhafaza edilen mercimek büyüklüğündeki gümüş tanelerini her gün içen asiller, bir süre sonra vücutlarında gümüşün stoklanması nedeniyle ciltleri gri-mavi bir renge dönüşürdü. Aslında, bu cilt rengi "argyria" hastalığına yakalandıklarının göstergesiydi. Asiller, hastalanmamak ve bulaşıcı hastalıklardan korunmak için bu minik gümüş tabletleri içmekteydiler. Yani,  mavi kan deyimi varlığını "argyria" hastalığından almaktadır.





27 Ekim 2013 Pazar




GÜNEŞ  DELİSİ


Akan suyu severim ben

Işıldayan karı severim

Bir yeşil yaprak

Bir telli böcek

Yeşeren tohum

Güneşte görsem

Sevinç doldurur içime

Bir günü

Güzel bir günü

Güneşli bir günü

Hiç bir şeye değişmem

Onun için savaşı sevmem

Onun için zulmü sevmem

Onun için yalanı sevmem

Bilirim yaşamaz güneşte

Bilirim yaşamaz yanyana aşkla

Ne haksızlık

Ne korku

Ne açlık

Necati CUMALI ( İlhami Soysal - 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi )


Ben bir güneş delisiyim; güneşi ve güneşli günleri özleyen...


İlgilenenler İçin: Necati Cumalı, 1921' de Florina/ Yunanistan' da doğdu, 10 Ocak 2001' de İstanbul' da öldü. İlk ve orta öğrenimini, Kurtuluş Savaşı' ndan sonra ailesinin yerleştirildiği Urla' da ve İzmir' de yaptı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi (1941). Avukatlık, basın ataşeliği yaptı. İlk şiiri Urla Halkevi dergisi Ocak' ta çıkmıştı(1939). Garipçilerin ( Orhan Veli ve arkadaşları) ve öteki 1940 kuşağı şairlerinin ortak konu ve yazışlarından, bir süre sonra sıyrılarak, yalın bir duyarlığın şairi oldu. Şiirlerine net bir görünümle, birey halleri( seviler, ayrılıklar, özlemler, acılar vb.) gündelik hayat, toplum ve dünya durumu, yansıdı hep. Şiirimize kalın, aydınlık bir Cumalı çizgisi çizdi. 1955' ten sonra şiiri, hikayeyi, oyunu, romanı birlikte ilerletti. Yazdığı bütün türlerde uzatmalardan kaçınan, şiirli bir yoğunluk yarattı. ( a.g.e. s: 322)




25 Ekim 2013 Cuma




CEVİZ  AĞACI  FOTOĞRAF  ÇEKER Mİ?



Fotoğraf: www.frmtr.com


Başlığı okuyunca nereden çıktı bu saçma soru diye düşünebilirsiniz. Ama cevap vermeden önce yazıyı okumanızı öneririm. Sorunun cevabını sonra verirsiniz.

Bana bu soruyu  anımsatan; Yaşar Kemal' in yayımlanan son romanı " Tek Kanatlı Bir Kuş " oldu. 72 sayfalık bu kısa roman bir solukta okunuyor. Roman bana, Yaşar Kemal' in alışık olduğum üslubundan ve anlatım tarzından uzak gelse de, ceviz ağacına ilişkin  yazdıkları ilgimi çekti.

Romanın II. bölümünde " Ceviz ağacı çok değerlidir ama altında uyumayacaksın, gölgesi ağırdır. Bir de ceviz ağacının bir huyu vardır, budaklarından birisi oluşurken yakınında kim varsa, ne varsa hemencecik budağın içine resmini nakşediverir. Zamanla budakla birlikte resim de büyür. Ceviz budağından çok acaip resimler çıkmıştır. Ulu ağaçlar, bulutlar, denizler, uzun yollar, kamyonlar, otobüsler, otomobiller, sincaplar, tilkiler, ayılar, kurtlar, çakallar. Zinhar, ceviz ağacı altında cima etmeyesin, sakıncalıdır. Ola ki, resminiz olduğu gibi, o durumda budaklara çıkar." satırlarını okuyunca, ister istemez çocukluğuma döndüm: Bahçemizde bulunan büyük ceviz ağacının bol yapraklı ağır dallarının altında oyun oynadığım, gölgesinde uyuduğum o güzelim yıllara. Ve ağacın altında oturduğum her seferde anneannemin " cevizin altında oturulmaz " diye bana seslenişini duyar gibi oldum. Yıllar sonra, ceviz ağacım yaşlandı, çürümeye başlayınca da kesildi ve mobilyaya dönüştürüldü. Kesimden sonra, bir resim görebilmek umuduyla, ceviz ağacının kütüğüne bakmıştım ama  görememiştim; ya hiç kimseyi resim çekmeye değer bulmamıştı ya da hiç kimse, budak oluşumuna denk gelmemişti...

Anlayacağınız, ceviz ağacına ilişkin hikayelere, efsanelere yabancı değilim; bu hikayeleri dinleyerek büyüdüm. Gerçeği öğrenmek için de küçük bir araştırma yaptım ve ceviz ağacının fotoğraf çektiğine ikna oldum. Buna inanmak için marangoz olmaya , ya da ceviz ağacının kütüğünde illa bir resim görmeye gerek yok bence. Doğanın gizemlerinden biri ve bu gizeme akıl, sır erdirilemiyor.

Cevizin altında neden oturulmaması gerektiğinin cevabını da Cevizci Dede diye anılan Selami Bayrak veriyor: " Ceviz ağacı sülfür gazı salgılar. Havadaki diğer gazlardan daha ağır olduğu için dibe çöker ve cevizin altında oturanı sersemletir. Bu söz oradan geliyor. Halkta yanlış bir kanaat olarak yerleşmiş, zararı yok aslında. Üstelik sülfür gazının ozon tabakasını tamir etme özelliği var. Sırf bu sebepten dolayı dünyadaki ceviz ağacının sayısının artırılması gerekiyor. "

Fotoğraf tarafımdan çekilmiştir.


Şimdi, başlıktaki soruya "evet" dediğinizi duyar gibiyim. Ancak, gölgesinde oturacağımız, resmimizi çeksin diye bekleyeceğimiz ceviz ağacını nerede bulabiliriz ki?  Bırakın ceviz ağacını, ağaç bulmakta bile zorlanıyoruz, ağaç katliamından dolayı...






23 Ekim 2013 Çarşamba




MAVİ  YASEMİN
( Blue Jasmine )


Vizyonda bir Woody Allen filmi olur da gitmez miyim? Tabii ki gittim, Mavi Yasemin filmini izledim ve sizler için yazıyorum.

Woody Allen filmlerini sevmemin başlıca nedeni; filmlerinde içerik olarak kadın-erkek ilişkileri, cinsellik, evli çiftler arasındaki sorunlar, birbirini aldatan eşler ve hayatın anlamsızlığını kullanması ve tüm bunları bir dantel gibi ince ince işlemesidir. Olaylardan çok karakterler üzerinde durur ve karakterlerin kişilik analizlerini derinlemesine işler filmlerinde. Bir psikanalizci gibi karakter analizi yaptığını ve bunu da izleyicilere aktardığını düşünüyorum. ( Stefan Zweig' in yazmış olduğu biyografileri de aynı nedenle severek okuduğumu belirtmeliyim.)

Şimdi filmin konusuna geçebilirim: Jasmine( Cate Blanchett ), New York' lu çekici ve güzel bir ev kadınıdır. Üniversitede Antropoloji okurken son sınıfta okulu bırakmıştır. Bir partide Hal' le( Alec Baldwin ) tanışır ve evlenirler. Tanıştıklarında fonda " Mavi Ay " şarkısı çalmaktadır. Bu önemli, çünkü film süresince bu şarkının adı Jasmine tarafından sürekli dile getirilmekte. Hal, milyarder bir yatırımcıdır. Parasını cömertçe harcadığı için mali krize girer ve iflasın eşiğine gelir. Mesleği ve parası olmayan Jasmine, kocasının sayesinde zenginliğe çabuk alışır ( kim alışmaz ki) ve lüks içinde yaşamanın tadını çıkarır. Bu zengin ve gösterişli yaşamın Jasmine için bir bedeli vardır: Kocası, Jasmine adına bir şirket kurar ve şirkete ait evrakları ona imzalatır. Kocası batarsa Jasmine de batacaktır. Bunu içten içe bilen Jasmine çok da umursamaz. Ancak kocasının kendisini aldattığını öğrendiğinde( hem de birçok kez ) deliye döner ve kocasını FBI' ya ihbar ederek hem kendisini hem de kocasını mahveder. Beş parasız bir halde bir süreliğine San Francisco' nun taşrasında yaşayan, kendisi gibi evlatlık olan üvey kız kardeşinin yanına gider. Jasmine' in amacı zengin ve kariyer sahibi birini bulup evlenmek ve gösterişli yaşamına devam etmektir. Bunun için geçmişini unutmaya hatta silmeye bile razıdır. Yaşadığı travmanın etkisiyle kendi kendine konuşmaya başlayan Jasmine, aradığı adamı bulabilecek midir? Merak ediyorsanız filmi izlemeniz gerekecek. Filmin finali, etme-bulma dünyası dedirtiyor insana.

Filmden sonra düşündüm de; bir kadın aldatıldığını hisseder, bunu dile getirmese de, kocası inkar etse de. Jasmine de biliyordu ama kolayca elde ettiklerini kaybetmemek için bilmemezlikten, görmemezlikten geliyordu. Cate Blanchett' in oyunculuğu muhteşemdi, tüm ruhuyla oynamıştı. Öyle ki, gözlerinin içine baktığınızda çektiği ızdırabı görebiliyordunuz... Bu yıl verilecek olan " Oscar " heykelciğini havaya kaldırması beni şaşırtmaz.


Not: Woody Allen' in 2005' te izlediğim " Maç Sayısı " filminden sonra, en beğendiğim ikinci filmi oldu Blue Jasmine.




21 Ekim 2013 Pazartesi




" AN "I  YAŞAMAK


Çağımız insanının sorunlarından birisi, mutlu olabilmek için değişik arayışlar peşinde koşmasıdır. Bir insanın yaşamı süresince mutlu olmayı amaçlaması doğaldır. Önemli olan o amaca ulaşmak için seçilen yolun sizi mutluluğa ulaştırıp ulaştırmayacağıdır.

Hızla gelişen bilim ve teknolojinin sunduğu olanaklar nedeniyle, yerinden bile kımıldamadan istediği her şeye sahip olabildiğini, evinden dışarı çıkmadan da yaşamını sürdürebildiğini gören birey, giderek yaşadığı toplumdan uzaklaşır ve yalnızlığa gömülür farkında olmadan. Böylece, yalnızlar kulübünün müdavimlerine yenileri eklenir...

Bilgi de dahil olmak üzere, her şeye en hızlı ve en kolay yoldan ulaşabilen bireylerin, yüzeysel de olsa her konuda " fikir " sahibi olması, ister istemez egolarının şişkinleşmesine yol açar. Ve şişkinleşen ego " benmerkezci " bir anlayış doğurur ki, bu da sadece kendisini düşünen, diğer insanların ne düşündüğünü önemsemeyen ve yaşadığı " an "a odaklanan bireylerin çoğalmasına neden olur. Günümüzün moda söylemi haline gelen " anı yaşa " sloganı, geçmişi yok sayar ve geleceğin belirsizliğinden kaygılanan bireyleri, bu kaygılarından uzaklaştırır. Anlık rahatlama sağlar. Çünkü " an " şimdiki zamanın bir parçasıdır; öncesi ve sonrası yoktur. Ve öncesi( dün ) olmayınca özlem, sonrası( yarın ) olmayınca da istekler yoktur. Peki, ama geçmiş ve gelecek düşünülmeden, sadece " an "ı yaşamak insanı mutlu eder mi? Bir süreliğine evet! Çünkü " an "ı yaşarken birine, bir yere, bir şeye bağlanma ihtiyacı duymayan birey sadece anın tadına varır ve mutlu olduğunu sanır. Ya sonra? Mutluluğu daim kılmak ve mutlu olmak için ne yapabiliriz? " Mutlu bir insan olmanın yolu öncelikle kendini sevme, beğenme ve yeterli özsaygıya sahip olmaktan geçer." diyen Hüseyin Şahin( Psikolojik Analizler Kitabı ), şu öyküyü anlatır:

" Bir bilgeye sormuşlar; " dünyada en mutlu insan kimdir?", diye.

" İşte, o dağdaki çobandır!..." demiş.

" Peki, neden?, diye sormuşlar.

" Çünkü, insan bildikleriyle yaşar, onun bildikleri koyunları ve çevresiyle sınırlı. Kendisini mutsuz

edecek veya kafasını karıştıracak fazla bir bilgiye sahip değil.


Şimdi soruyorum size: Bildiklerinizle mi yaşamayı, yoksa "an"ı mı yaşamayı tercih edersiniz mutlu olmak için? Kafam karışsa da, mutsuz olacağımı bilsem de ben, bildiklerimle yaşamayı tercih ederim...Çünkü, özlemlerim ve isteklerim var hala.




17 Ekim 2013 Perşembe





İDİL  BİRET'İ DİNLEMEK



Müzik öğretmenim dünya çapında bir piyanistimizden ve onun başarılarından söz ettiğinde henüz çocuktum. Bu piyanistimizin adı; İdil Biret'ti ve bu adı hiçbir zaman unutmadım: Radyodan piyano resitallerini dinliyor, gazete ve mecmualardan haberlerini okuyordum. Çocuk kalbimle hayranlık duyduğum ve gururlandığım biriydi İdil Biret. Ben çocuktum, o ise benim yaşlarımdayken "Harika Çocuk"muş. İşte bu, hayranlığımın nedenini açıklıyor sanırım. 

11 Ekim 2013 Cuma gecesi, Şef Işın Metin yönetiminde Bilkent Senfoni Orkestrasının vereceği konsere gittiğimde fazlasıyla heyecanlıydım; solist İdil Biret' ti çünkü. Orkestra  severek dinlediğim iki bestecinin eserlerini seslendirecekti: L. van Beethoven ve D. Shostakovich.

Beethoven' in Leonore Uvertürü ile konser başladı. Bu eser bestecinin " Fidelio Operası " nın uvertürü olup Op. 138 numarası ile bestecinin ölümünden on yıl kadar sonra Viyana' da yayınlanmıştır. Bu yüzden bestecinin son eser numarasına sahiptir. " Vali Don Pizzaro tarafından haksız yere zindana atılan kocasını kurtarmak için Fidelio isminde bir erkek kılığına girip hapishanede çalışmaya başlayan kadın baş kahramanın adıdır Leonore."

Leonore Uvertürü, 1805-1814 yılları arasında birkaç kez revizyon geçirmiş ve 1814 yılındaki sahnelenmeler için ise Fidelio başlığıyla yeni bir uvertür yazılmıştır. O günden bugüne operanın sahnelenmelerinde bu son versiyon kullanılmaktadır. Tüm bunları yazdım, çünkü konserde, Beethoven' in müzikal kimliğinden biraz uzak olsa da " ilk versiyonu" seslendirildi. Bu nedenle müziği dinlerken kendimi özel ve ayrıcalıklı hissettim...

Ve sonra sahneye Beethoven' in 4 Numaralı Piyano Konçertosunu ( Sol Majör, Op. 58 ) seslendirmek üzere İdil Biret geldi ve piyanonun başına oturduğunda hıncahınç dolu salonda çıt çıkmıyordu. Salondaki izleyiciler sanki nefes bile almıyorlardı. Klavyenin üzerinde bir kelebek gibi uçuşan parmaklarının yaşı yoktu...Ön sırada oturmamın ve İdil Biret' in tam karşımda olmasının avantajıyla kulağım müzikte, gözlerim parmaklarındaydı. Parmaklarını takip ederken zorlandım. Konçertoyu ezbere çaldığını söylememe gerek yok sanırım. Dr. Onur Türkmen " Solist, yani piyano duygulanımlarını dinleyici ile dolaysız olarak paylaşan bir karakter taşır. Ancak bu paylaşımı klasik biçimin sınırları içinde yapar." der. Ve ben piyanonun bu dolaysızlığını seviyorum; bir de İdil Biret seslendiriyorsa. Konçerto sona erdiğinde üç kez bis yaptı sanatçı ve muhteşem yorumunu dinleme zevkini uzatmış olduk böylece.

Konserin ikinci bölümünde, Dimitri Shostakovich' in 1953 yılında yazdığı 10. Senfoni seslendirildi. Eser, bestecinin Stalin' in ölümünü acı bir şekilde kutlamasıdır ve değişik tepkiler almıştır. Eseri dinlediğim için şanslıydım, çünkü orkestralarca çok ender seslendiriliyormuş. Müziği çok sert ve öfkeli bulduğumu söyleyebilirim.

Konser salonundan ruhum gıdasını almış ve doygunluğa ulaşmış bir şekilde ayrıldım...Benim için İdil Biret' i dinlemek,  izlemek, çocukluğumun büyülü dünyasında gerçek adımlarla yürümek gibiydi. Bu adımları attırdığın için teşekkürler İdil Biret ve ellerine sağlık olsun ki daha uzun yıllar muhteşem yorumlarını dinleyebilelim...







14 Ekim 2013 Pazartesi




HALİL  İBRAHİM  SOFRASI


" Halil İbrahim Peygamber, sofrasının açıklığı ile tanınır, kim isterse yer içer, Tanrı' ya şükredip gidermiş. Tanrı' da sofranın bereketini eksik etmezmiş.

Rivayete göre bir gün, seksen yaşında, zorlukla yürüyen bir ihtiyar gelmiş, hürmet edip baş köşeye oturtmuşlar. Dua faslına gelince ihtiyar, " Ben dua etmem, çünkü sizin tanrınıza inanmıyorum," demiş.

Halil İbrahim Peygamber çok kızmış, " Tanrı' ya inanmayana soframda yer yok, " demiş. İhtiyar üzgün ayrılmış.

O günden sonra sofranın bereketi kalmamış, gelenler aç kalıyormuş.

Bir gece Halil İbrahim Peygamber, " Ben ne kusur ettim de bereketsizlik oldu? " diye Tanrı' ya yalvarmış.

Gece rüyasında Cebrail' i görmüş. " O kim oluyor ki benim seksen yıl eksiksiz rızkını verdiğim kulumu bir gün bile doyuramadı, " diye Tanrı' nın haberini getirmiş Cebrail.

Halil İbrahim Peygamber günlerce ihtiyarı aramış, sonunda bulup özür dilemiş ve sofrasının bereketi geri gelmiş. " ( Tülün Yalçın - Osmanlı' da Bir İngiliz Gelin )


Bereketin anlayış, hoşgörü ve sevgiyle çoğalacağını anlatan bu hikayeyi severim. Sizin de bilmenizi istedim. Bugünlerde bu hikayenin derin anlamını anlamaya ve anladıktan sonra da uygulamaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Sofralarınızdan bereket, gönüllerinizden sevgi eksik olmasın...




11 Ekim 2013 Cuma




ADAM  OLMAK


Çevrende herkes şaşırsa,

bunu da senden bilse,

sen aklı başında

kalabilirsen eğer...

Ne kazandım diye sevinir,

ne yıkıldım diye yerinir

İkisine de vermeyebilirsen değer...

Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz

koyulabilirsen işe yeniden...

Döküp ortaya varını yoğunu

Bir yazı-turada yitirsen bile,

yitirdiklerini dolamaksızın dile

baştan tutabilirsen yolunu...

herkesin bırakıp gittiği noktada

sen dayanabilirsen eğer...

Her şeyiyle dünya önüne serilir

üstelik oğlum...

adam oldun demektir.

J. Rudyard Kipling ( Çeviren: Bülent Ecevit )
Şiir, kısaltılarak aktarılmıştır.


Adam olmak böyle bir şey işte! Olmayanlara duyuru niteliğinde bir güzel şiir. Okusunlar da adam olsunlar diye...


İlgilenenler için: J. Rudyard Kipling ( D: 30 Kasım 1865 Bombay, Hindistan, Ö: 17 Ocak 1936 Londra.) Yaşadığı devirde, doğunun eşsiz zenginliklerini, doğanın güzelliklerini ve hayvanlar alemini ustalıkla anlatan İngiliz şair, roman ve öykü yazarıdır. Rudyard Kipling, 1907 yılında Nobel Edebiyat Ödülü' nü almıştır. İki kez kendisine teklif edilen Şövalyelik Ödülü' nü ise kabul etmemiştir.




9 Ekim 2013 Çarşamba




 ZÜMRÜTLE GELEN GÜÇ: KLEOPATRA' NIN GÜCÜ


Değerli taşlara olan ilgimi ve nedenini daha önce yazmıştım, biliyorsunuz. Tarih boyunca, değerli taşlar bir güç göstergesi olarak kullanılmış ve bu da beni, merakımı gidermek için araştırmaya yöneltmiştir. Çünkü güç, merak uyandıran bir konudur. Sanırım, Mücevherlerin Gizli Tarihi'ni okuyan ender insanlardan biriyim.

Kleopatra' nın zümrüt düşkünlüğü, M.Ö. 49' da General Pompey' i yendikten sonra, Jul Sezar' ı baştan çıkarmasıyla öğrenildi. İşte! o hikaye: Kleopatra, babası M.Ö. 51' de ölünce, yirmi yaşında tahta çıktı. Geleneklere göre on iki yaşındaki erkek kardeşi Ptolemy XIII ile evlenmesi gerekiyordu. Bu durumdan ikisi de memnun değildi. İki yıl sonra Ptolemy ablasını Suriye' ye sürgüne gönderir ve Kleopatra' nın kardeşinin iktidarına karşı mücadelesi başlar; adını her yerde duyurarak destekçilerini ve askerlerini toplar ve daha sonra tahtını tekrar ele geçirir. Kleopatra, yaptıklarıyla, karizmasıyla, kararlılığı ve mücevherleriyle Roma İmparatorluğu ve diğer ülkelerde ün yaptı. Lükse olan düşkünlüğü ve mücevherleri olmasaydı Kleopatra yine Kleopatra olabilir miydi diye düşünmeden edemiyorum...

Tahtını tekrar ele geçirmek için kardeşine karşı Roma' nın desteğine ihtiyaç duyan yirmi iki yaşındaki Kleopatra, odalarındaki akik taşı somaki sütunları, fildişi dolu koridorları, yeşim benzeri jasper taşı kakmalı divanları ve yatak odasındaki zümrüt kakmalı eşyalarıyla Romalı General Sezar' ı etkilemeyi başardı. Romalı General altınlar ve mücevherler içinde yüzen bu genç kadına nasıl dayanabilirdi? Mümkün değildi bu. Kleopatra ile geçirdiği ilk akşam Sezar için, lüks kullanarak güç gösterisi yapma konusunda bir dersti. Sezar Roma' ya döner dönmez lüks eşya kullanımını yasakladı, bazı değerli taşları yalnızca kendisi kullanabilecekti.

" Kleopatra için de ders olmuştu bu, o da lüks sayesinde etkisini artırabileceğini gördü, anladı. Erkek kardeşini yendikten ve kendi gücüyle Mısır Kraliçesi olduktan sonra topraklarındaki tüm değerli taş madenlerine asker ve işçi gönderdi, çünkü pek çok hükümdar gibi o da haşmetli göründükçe gücünün artacağını öğrenmişti. Sahip olduğu mücevherler onun tahtın sahibi olduğunu herkese gösteriyordu."

" Bugün insanlar güzel ama elmas kadar çarpıcı olmayan bir mücevher kullanmak istediklerinde zümrüt takıyorlar. Ama iki bin yıl  önce zümrütler farklı bir anlam taşırdı. Roma ve Ptolemy devrinde zümrüt günümüzün en değerli elmasları kadar değerli bir taştı. O devirde Kleopatra zümrüt taktığı ve üzerinde kendi portre kabartması olan taşları hediye olarak verdiği için  bu taş ayrıca Mısır' ın ve vatanseverliğin de simgesi oldu."

Dünden bugüne değişen bir şey yok aslında. Çünkü gücü elinde tutmak isteyenler, haşmetli görünebilmek için değerli taşlar yerine, çağa uygun başka şeyleri kullanıyorlar. Para mesela... Boşuna söylenmemiş; " tarih tekerrürden ibarettir " , diye...


Kaynak: Victoria Finlay - Mücevherlerin Gizli Tarihi.

İlgilenenler için: Napolyon hayatına giren kadınlara zümrüt vermekten hoşlanırmış. Ünlü ressam ( on dokuzuncu yüzyıl' da) Jean-Baptist Isabey' e, kendi tablosu için poz vermeye hazırlanan Kraliçe Josephine Napolyon' un onu boşayacağı haberini alır. Isabey ona portre için hangi mücevherleri takacağını sorunca, Josephine üzgün bir ifadeyle ona bakar ve kocasının daha önce verdiği zümrüt bir kolyeyi göstererek, " Resmimi zümrütlü yap, bunun üzüntümü göstermesini istiyorum, " der. " Kocaları tarafından terk edilen İngiliz kadınları yeşil kıyafet giyerlermiş."







3 Ekim 2013 Perşembe




HAYVAN  ÇİFTLİĞİ


Devlet Tiyatroları, Ekim' de perdelerini açtı. Ve ben, geçen yıl olduğu gibi, elimde kağıt, kalem gri bir gökyüzünden yağan yağmur damlaları altında İrfan Şahinbaş Sahnesinde sergilenen George Orwell' in Hayvan Çiftliği oyununu izlemeye gittim.

Oyunun konusuna geçmeden önce, George Orwell' ın bu romanını, on yaşlarında bir çocuğun kendisinden büyük ve daha güçlü bir atı, kırbaçla istediği yöne götürdüğünü gördüğünde çok etkilendiğini ve bundan esinlenerek Hayvan Çiftliğini yazdığını söylemeliyim.

George Orwell' ın romanını oyunlaştıran Peter Hall ve çeviren Özge Kayakutlu. Oyunu yöneten ise aldığı ödüllerle başarısını kanıtlamış olan Barış Erdenk. Oyunun konusu şöyle: Bir çiftlikte yaşayan bir grup hayvan (atlar, domuzlar, yaşlı eşek, keçi ve haberci kuzgun) kendilerini sömüren insanların yönetimini devirip, bütün hayvanların eşit olacağı Hayvanizm adlı eşitlikçi bir toplum kurarlar. Ancak, zamanla hayvanların zeki ve iktidar düşkünü önderleri domuzlar, devrimi yolundan saptırarak insanlardan daha baskıcı ve acımasız bir diktatörlük kurarlar. Hayvanizmi kurduklarına, ilkeleri belirlediklerine göre, artık karınları doyacak, yalnız kendileri için üretecekler, ürettiklerini hakça paylaşacaklardır. Ama domuzların yönetiminde de kendileri için değişen bir şey olmadığını gördüklerinde fena bir şekilde yanıldıklarını anlarlar...

Oyun, " Kapitalizmin ezici, sömürücü ve yok edici uygulamalarının karşısında toplumsallaşan, üretimi elinde bulunduran emekçi sınıfının gerçekleştirmiş olduğu devrimle başlar. Fakat kapitalist egemen sınıfın yıkılmasına rağmen, amaçlanan sosyalizme geçilemez. Çünkü hayvanlar (emekçi sınıf) sadece bir takım içgüdülerle hareket ederek, akıllı ve iktidar düşkünü bir domuz olan Napoleon' un diktatörlüğüne boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Fablda hayvanlar, proleteryayı yani Büyük Sovyet Devrimi' ndeki devrimci işçi sınıfını, domuzlar ise Bolşevik yöneticileri temsil ederler. Hayvan çiftliğinde Sovyet sistemi ve Stalinizm eleştirilir. " ( İbrahim Altıok- Tarihsel Gerçekler, Orwell ve Bugün)

Oyunu izlemek üzere içeri girdiğimde, çarpıcı bir sahne tasarımıyla karşılaştım: Oyun için koltuk düzeni değiştirilmiş ve sahne bir ahıra dönüştürülmüş; sahneye serilen samanlar ve hayvanların su içtikleri yalak, loş ışık bana bir çiftlikten ziyade bir ahırı anımsattı. Gerçeklik duygusu uyandıran bu tasarım, oyunun içine girmenize ve kendiniz oynuyormuşsunuz hissine kapılmanıza neden oluyor. Oyuncuların, hayvanların karakteristik hareket ve tipik davranış özelliklerini sadece mimiklerle ve ritmik hareketlerle izleyicilere aktarması muhteşemdi. Düşünebiliyor musunuz, bir buçuk saat boyunca oyuncular topuklarını yere basmadan, parmak uçlarında oynadılar. İnsan anatomisi göz önüne alındığında bunun ne büyük bedensel performans gerektirdiği açıktır. Genç, yaratıcı kadronun sahneye koyduğu ve oynadığı oyunu mutlaka izlemelisiniz!

Oyunu izlerken not aldığım, hayvanların domuzlara(yönetenler) karşı isyan ettiği, isyanın en can alıcı yerinde Squaeler' in söylediği " Bilgi yoldaşlar, bilgi olmadan hiçbir düşünceye sahip çıkılamaz." sözüyle yazımı sonlandırmak istiyorum. Gerçekten de, toplum bilinçsizse, hafıza kaybına uğramışsa(çabuk unutuyorsa), sorgulamıyor ve irdelemiyorsa, kısacası düşünmüyorsa, başkalarının baskısına ve diktasına boyun eğmek zorunda kalır.

Oyun bittiğinde, seyirciler ayakta alkışladı, oyuncular bunu hak etmişlerdi. Ve ben, sahneden ayrılmadan önce yerdeki samanların arasında oyuncuların alın terlerini gördüm. Sizde görmek istiyorsanız oyunu kaçırmayın derim...Sonradan pişman olmamak için.




1 Ekim 2013 Salı




 ORHAN  VELİ' NİN PLATONİK  AŞKI:
BELLA ESKİNAZİ


İkinci dünya savaşının hemen sonrasında, Orhan Veli ile Bella Eskinazi tanışırlar. Bella, Orhan Veli' nin sıkı dostlarından Erol Güney' in baldızıdır. O yıllarda, şiirleri elden ele dolaşan, en sevilen, en aranan şairlerden biri olan Orhan Veli' ye hayrandır Bella.

Bir dost evinde arkadaşlarla buluşulan bir akşamda, en aldırmaz, en rahat bir tavırla kendini bırakıp kanepeye uzanır Bella. Ve Orhan Veli' nin bakışları da bu genç kadının üzerindedir.
Şair, elindeki kağıda şu dizeleri yazar ve genç kıza uzatır...

" Uzanıp yatıvermiş, sere serpe.
  Entarisi , sıyrılmış, hafiften;
  Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
  Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
  İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
  Yok, benim de yok ama...
  Olmaz ki! Böyle de yatılmaz ki! "

Bella' yı her gördüğünde dizlerinin bağının çözüldüğü, hayalinde yaşattığı ve platonik aşkla tutulduğu belli olan Orhan Veli' yle şiirdeki kadın daha sonra sık sık karşılaşır ama olmaz olamaz, defterde vuslat yoktur. Bella' da bu durumdan hiçkimseye söz etmez.

Orhan Veli, 10 Kasım 1950 gününün gecesinde, Ankara' da belediyenin açtığı bir çukura düşer. Dört gün sonra da İstanbul' da beyin kanamasından hayata veda eder. Büyük şairin cansız bedeninin yanında yine Bella vardır, gözyaşları içinde. Daha 36' sında bu hayattan göçmüştür şair.

" Şairin, yıllar boyu Bella' nın da sık sık ziyaret edip gül bırakacağı Rumelihisarı' ndaki mezarının başında söylenecek çok şey vardır elbette... Ama, erken ölüm için söylenecek en güzel söz, yine onun dizeleri olacaktır: Olmaz ki! Böyle de yatılmaz ki! "

Platonik bir aşkın dışavurumu olan bu güzel dizelerin öyküsüdür. Bilmenizi istedim...

Kaynak: Nebil Özgentürk - Türkiye' nin Hatıra Defteri, 1923' ten Günümüze - Deniz Kültür Yayınları.

İlgilenenler için, aynı kaynakta Bella' nın elyazısıyla Orhan Veli ile yaşadıklarını  anlatan bir de mektup vardır. Mektup  kısaca şöyle: " ............Ben nereye gidersem Orhan da oradaydı muhakkak. Çok az konuşurduk, hep yazardı.Sonradan da aşk falan hakkında konuşmadık. Hep şiirde söyledi. Bana aşık olduğunu da pek anlayamadım. Karşı karşıya otururduk, o yazardı, ben çalışırdım. Saatlerce bazen böyle geçerdi. Tamamen platonikti. Ben severdim, çok severdim; çok sayardım. Hayrandım ona. Bella Eskinazi "