25 Kasım 2016 Cuma




NAZIM HİKMET' İN KARTAL KANATLI KANARYASI:

PAUL ROBESON





Nazım Hikmet hayranları bilirler; 1949 yılında Bursa Cezaevinde yatarken sağcı fanatiklerce linç edilmek istenen Paul Robeson için "Korku" şiirini yazdığını ve bu şiirle daha sonra Picasso ve Neruda ile birlikte Uluslararası Barış Ödülü' ne değer görüldüğünü. Önce, bu şiiri okuyalım. Ardından da şiirde adı geçen Robeson kimdir, onu tanıyalım. Ne dersiniz?


KORKU

Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson
                                                         inci dişli zenci kardeşim
                                            Kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizi söyletmiyorlar bize.
Korkuyorlar Robson
Şafaktan korkuyorlar,
Görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar.
Yağmurda çırçıplak yıkanır gibi ağlamaktan,
sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar.
Sevmekten korkuyorlar, bizim Ferhad gibi sevmekten
(Sizin de bir Ferhadınız vardır, elbet Robson, adı ne?)
Tohumdan ve topraktan korkuyorlar,
akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar.
Ne iskonto, ne komisyon, ne vade isteyen bir dost eli
sıcak bir kuş gibi gelip konmamış ki avuçlarının içine.
Ümitten korkuyorlar Robson, ümitten korkuyorlar, ümitten.
Korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam
Türkülerimizden korkuyorlar.


Paul Robeson, 9 Nisan 1898' de Princeton' da doğdu.

Köle kökenli bir ailenin çocuğu olarak doğan Robeson, yoksullukla geçen çocukluk yıllarında ilkokuldayken ırkçılıkla karşılaştı.

Okuldaki iki zenci çocuktan biriydi. Kuvvetli yapısı ve çalışkan olması nedeniyle ırkçı davranışlara direnerek okulunu başarıyla bitirdi.

ABD tarihinde o zamana kadar hiçkimseye verilmeyen "Onurlu aile" belgesi aldı. 

Paul, fiziksel yatkınlığı nedeniyle okul takımına seçildi. Daha sonra atletizm ve Amerikan futbolunun önemli isimlerinden biri oldu.

İlerleyen yıllarda Colombia Üniversitesi Hukuk Fakültesi' ne girerek mezun oldu. Baroya kabul edilen ilk zenci avukat Paul Robeson' dur.

Irkçılıkla mücadelesini sürdüren Robeson, okul yıllarında ilgi duyduğu tiyatro için avukatlığı bıraktı.

Müzikal koroya girdi 1921 yılında New York şehir hastanesinin tek zenci kadın kimyageri Cardozo Goode ile evlendi. Aynı yıl kendi müzik grubunu kurdu.

Bir yandan Ku Klux Klan tehditleri almaya devam eden Paul Robeson, yeniden oyunculuğa dönerek birçok oyun ve filmde rol aldı. Shakespeare' ın Otello' sunda oynayan ilk zenci oldu.




1931 yılında Londra' ya yerleşti. 1932' de ilk eşinden ayrılarak beyaz bir kadınla evlendi. 1933 yılından itibaren sinema filmlerinde başarılı roller oynadı. 

1934' te Sovyetler Birliği' ni ziyaret eden sanatçı, sosyalizmden etkilenerek bu doğrultuda çalışmalar yaptı.

1939 yılında ABD' ne döndü. İnsan hakları, yoksullukla mücadele, ırkçılık gibi konularda sert konferanslar verdi. 4 Eylül 1949 tarihinde Newyork' un Prekskill kentinde şarkıcılığa veda konseri sırasında Ku Klux Klan saldırısında linç edilmekten son anda kurtarıldı. 

Afrika Halkları Konseyi başkanı seçildi. Paul Robeson, Nazım Hikmet' in serbest bırakılması için dünya çapında kampanya başlatarak, şairin "balık tuttum yiyen ölür / elimize değen ölür / bu gemi bir kara tabut / lumbarından giren ölür" şiiri ile birlikte dört şiirini besteledi.

Yaşadığı dönem düşünülecek olursa birçok ilklere imza atan mücadeleci Paul Robeson, 1976 yılında geçirdiği bir felcin ardından Philadelphia' da yaşamını yitirdi.


Ödülleri

-1944 Donaldson Ödülü

-1950 Dünya Barış Konseyi, Uluslararası Barış Ödülü

-1952 Stalin Barış Ödülü

-1998 Grammy Ödülü






Kaynaklar: İlhami Soysal - 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi.
wikipedia.org ve diğer.








24 Kasım 2016 Perşembe




BABALAR VE OĞULLARI







Başlığı okuyunca aklınıza ilk gelen Ünlü Rus yazar Turgenyev'in "Babalar ve Oğulları" romanı oldu değil mi? Haklısınız. Başlık o romanı çağrıştırıyor. Ama benim anlatacağım iki baba ve iki oğulun gerçek hikayesi. Bu öyle bir hikaye ki, geçmişte yapılan bir  iyilik, insanlığa bir bilimadamı ve dünyaya yön verecek olan bir politikacı kazandırmış.

Gazetelerin okunduğu zamanlarda beğendiğim yazıları kesip dosyalama alışkanlığım vardı. Dosyaladığım gazete kupürlerini ara sıra çıkarır, okurum. İşte bu okumalarımdan birinde 2 Ocak 2013 tarihli Vatan Gazetesi' nden kesmiş olduğum Reha Muhtar' ın "Hayatı İki Defa Kurtulan Adam!.."  başlıklı yazısına rastladım. Yazıyı okuyunca, hatırladım. Daha önce olduğu gibi, yine çok etkilendim ve yazmaya karar verdim. Öyle ki, bu hikaye adeta "İyilik eden, iyilik bulur." ata sözünün somutlaştırılmış hali...

Bir İngiliz aristokrat karısı ve oğlu ile yaz tatillerini doğayla iç içe geçirmek için İskoçya' nın uçsuz bucaksız kırlarına giderler...

Tatil günlerinin birinde aristokratın oğlu köyün hemen yanı başındaki koruda tek başına dolaşmaya çıkar...Ağaçlar arasında bir gölet vardır...

Delikanlı göletin dayanılmaz çekiciliğine kapılarak içine girer...

Vücudunu suyun dayanılmaz çekiciliğine kaptırmıştır ki, dayanılmaz bir sancıyla irkilir...

Ayağına kramp girmiştir...

Birkaç dakika içinde kendini suyun üzerinde tutacak son gücünü de tüketir genç adam...

Panik içinde can havliyle bağırmaya, yardım çağırmaya başlar...

Suyun yakınlarında bir yerde tarlasında çalışmakta olan bir köylü genç, feryatları duyunca işini bırakıp hemen feryatların geldiği yöne doğru koşar...

Çırpınmakta olan genci görür...

Hemen suya atlar ve delikanlıyı boğulmaktan kurtarır...

Delikanlının babası, oğlunu mutlak bir ölümden kurtaran köylü gençle tanışıp teşekkür etmek için onu evine davet eder...

Sohbet sırasında oğlunu kurtaran gence gelecekle ilgili planlarını sorar...

-"Babam gibi çiftçi olacağım..." diyerek isteksizce cevap verir genç adam...

Aristokrat baba, oğlundan dolayı duyduğu vefa borcunu ödemek için aradığı fırsatı bulduğunu düşünür...

-"Başka bir şey olmak mı isterdin yoksa?.." diye sorar köylü gence...

-"Evet..." diye başını öne eğer genç İskoç..."Hep doktor olmak isterdim...Ama böyle pahalı bir eğitimi babam karşılayamaz..."

İngiliz aristokrat baba, bunun üzerine gence dönerek, "Tıp fakültesinde okuman için gerekli tüm masrafları ben karşılayacağım..." der.

Çiftçi Fleming' in oğlu Londra' daki St.Mary's Hospital Tıp Fakültesi'nden mezun olur...

Bir süre sonra 'penisilin'i bulan bilim adamı olarak tüm dünyaya adını duyurur...

Bir süre sonra oğlunu gölette kurtardığı adamın oğlu bu kez de zatürreye yakalanır...

Zatürre hastalığından oğlunu Fleming'in bulduğu 'penisilin' kurtarır...

Aristokratın parasıyla tıp fakültesini bitiren genç adam, tıp alanındaki buluşlarıyla 1945 yılında Nobel Tıp Ödülü2 nü kazanır...

Bu öyküde adı geçen İngiliz aristokratın ismi ise Lord Randolp Churchill' dir...

Kurtarılan oğlunun adı sonradan İngiltere Başbakanı olacak olan ünlü Winston Churchill...

Ya onu kurtaran ve sonradan babasının karşıladığı masraflarla doktor olan çiftçi genç kimdir merak edermi siniz?..

Sir Alexander Fleming...

Aralık 1943' te Winston Churchill Kuzey Afrika' da hastalanır...

Teşhis zatürredir...

Doktor Alexsander Fleming' e haber gönderilir...

Fleming İngiltere' den Afrika' ya uçar ve yeni ilacını İngiltere Başbakanı' na tatbik eder...

İlaç hemen etkisini gösterir ve Alexsander Fleming, Winston Churchill' in hayatını kurtarır...

İkinci kez...
                 
                                                                 *****

İskoçyalı genç çiftçi Fleming, aristokratın oğlunu boğulmaktan kurtarıyor. Aristokrat baba da doktor olmak isteyen genç çiftçinin tıp fakültesini bitirmesi için maddi destek sağlıyor. Ve İskoçyalı Fleming penisilini buluyor. Bulduğu penisilinle İngiliz aristokratın oğlunun hayatını ikinci kez kurtarıyor...

Düşünün bir kez, kader ağlarını böyle örmeseydi ne olurdu? Elbette bu soruya net bir cevap verilemez; ama muhtemelen Churchill' in oğlu Winston gölde boğularak ölürdü. Fleming babası gibi çiftçi olurdu. 'Penisilin'i belki başka biri bulurdu.  II. Dünya Savaşı'nda Churchill'siz İngiltere ne yapar, dünya tarihi nasıl yazılırdı? Dedim ya, bunlar sadece düşünceler...Gerçek olan bir şey var ki, yapılan bir iyilik domino taşı gibi tüm dünyayı etkiliyor. Tabii, aynı şekilde yapılan her kötülük de...Bizler, iyiliğin ya da kötülüğün yapıldığı esnada bunun farkında olmayabiliriz; ama farkında olan ve unutmayan bir 'tarih' mutlaka vardır...

"Hayatını aldıklarınla kazanırsın; ama verdiklerinin üzerine bina edersin."

Winston Churchill




18 Kasım 2016 Cuma




YEVGENİ ONEGİN:
BALE/OPERA





Ankara. Genç Türkiye Cumhuriyeti' nin başkenti. Başkent oluşundan tam on yedi yıl sonra (1940' ta) Atatürk' ün isteği gerçekleşiyor. Devlet Konservatuvarı' nın Carl Ebert yönetimindeki öğrencileri, ilk opera temsillerini Ankara Halkevi sahnesinde, Cumhurbaşkanı İnönü' nün huzurunda veriyorlar. Gerçi bu ilk temsil için seçilen ve provaları aylardan beri devam eden eserin - Puccini' nin Madama Butterfly'ının - sadece ikinci perdesi hazırlanabilmişti. Birinci ve üçüncü perdelerin çalışmaları devam ediyordu. Ama onun yanında, Mozart' ın tek perdelik Bastien ve Bastienne operası da sahneleniyordu. Tahmin edeceğiniz üzere bu ilk temsil olay oldu. Radyo, gazeteler, dergiler sonucun ne kadar başarılı olduğunu uzun uzun anlattılar. Ve opera birden Ankara' da herkesin gidip görmek istediği en önemli etkinlik haline geldi. Fakat bu kolay değildi. Hem temsillerin sayısı azdı, hem de bilet bulmak kolay değildi.

Altan Öymen, "Bir Dönem-Bir Çocuk" anı kitabında operaya ilişkin şöyle yazar: "Opera temsilini canlı olarak seyretmek, uzun süre sadece Ankaralılara özgü bir olanak halinde kaldı. İstanbul'da, Şehir Tiyatrosu' nun bazı operet denemeleri dışında düzenli bir opera çalışması yoktu.
İstanbul'da o zamanki Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası gibi bir orkestra da yoktu. Batılı konsoloslukların veya kurumların desteklediği bazı amatör gruplar oluşmuştu, bazen küçük çapta konserler veriyorlardı ama yapabildikleri de, toplayabildikleri ilgi de çok sınırlıydı. Özetle, İstanbullular, Klasik Batı Müziği etkinlikleri açısından, biz Ankaralılardan hayli gerideydi. Bununla övünebilirdik."

Bu tarihi hatırlatmayı neden yaptım? Dün akşam (17 Kasım 2016), Yevgeni Onyegin balesini izledim, opera sahnesinde. Salona girdiğimde, tüm koltukların dolu olduğunu, balkonda bile yer kalmadığını gördüm. Her kesimden, her yaştan izleyici topluluğu temsili heyecanla bekliyordu. İşte dedim "Ankara" seyircisinin farkı. Demek ki hala sanattan vazgeçmemişler. Ankara'nın ünlü ayazına aldırmayıp temsili izlemeye gelmişler. İçim umutla doldu...

Çukurdaki orkestranın çaldığı uvertürü dinlerken, bir yandan da düşünüyordum; Atatürk'ün ne büyük işler başardığı, ileri görüşlülüğü, sanata ve sanatçılara verdiği önem ve değer sayesinde bizi dünya kültürleriyle, sanatıyla nasıl tanıştırdığını. Tanıştırmakla kalmayıp bu tanışmayı sürekli kılacak eserler bıraktığını... Zira, hangi İslam ülkesinde, opera ve bale sahnelenebiliyordu ki? Araştırmadım ama sorunun cevabı, hiç galiba. Dünya sanatlarını izlemek için bile "laiklik" ilkesinin korunmasının şart olduğuna bir kez daha kani oldum.

Ben bunları düşünürken perde açıldı ve bale gösterisi başladı. Gösteri süresince, salondan çıt çıkmadı, cep telefonları çalmadı, kimse öksürmedi, kimse olur olmaz yerde alkışlayıp sanatçıların konsantrasyonunu bozmadı - olması gereken buydu zaten. Yine söylüyorum; Ankara seyircisinin farkı işte. :)


"Yevgeni Onegin" operasıyla ilgili kısa bir bilgi vermek istiyorum. Operanın Dünya Prömiyeri, 29 Mart 1879 - Moskova Konservatuarı, 23 Ocak 1881 - Bolşoy Tiyatrosu' nda, Türkiye Prömiyeri ise 1963 yılında yapılmış. Ve 2004' te yeniden sahnelendi. Yani Yevgeni Onegin tam 40 yıl sonra başkentte idi. Rus yazar Puşkin' in sinemaya da uyarlanan ünlü eseri "Yevgeni Onegin" Çaykovski' nin müziğiyle başkent sahnesinde yeniden hayat buldu. Prömiyeri kaçırmadım ve operayı izledim.  Gururla söyleyebilirim, ki Türk operası yakaladığı evrensel çizgiyi daha da ileriye taşımış...


Operanın konusuna gelince; Bir çiftlik evinde yaşayan Larina' nın iki kızı vardır. Büyüğü Tatiana, mütevazi, düşünceli ve kitaplara düşkündür. Küçüğü Olga ise hafif meşreptir. Şair Lenski Olga' ya aşıktır. Bir gün, Lenski, Larina' nın evine yakışıklı, genç, şımarık komşusu Onegin' i getirir. Tatiana, Onegin' e aşık olur ve gecenin bir vaktinde Onegin' e aşk mektubu yazar ve gönderir. Onegin, Tatiana' nın kendisine duyduğu bu saf aşkı aşağılar ve mektubu yırtar.


Larinler' in evinde Tatiana' nın doğum günü kutlanırken Onegin, Tatiana' yı dikkate almayarak Olga'yla flört eder. Bu durum, Olga' ya aşık olan Lenski' nin sinirlenmesine neden olur. Lenski, onurunu kurtarmak için Onegin'i düelloya davet eder. Düelloda Onegin, Lenski' yi öldürür.


Olayın üzerinden uzun zaman geçmiştir. Hızlı yaşamaktan yorulan ve aradığı aşkı bulamayan Onegin, Petersburg' a geri döner. Kendisini şımartan ve her şeye tepeden bakmayı öğreten bu kent artık ona yabancı ve yapmacık gelmektedir. Onegin, arkadaşı general Gremin ile karşılaşır. Gremin ona karısı Tatiana' yı takdim eder. İşte o anda Onegin' in içinde uzun zamandır beklediği aşk alevlenir. Tatiana' ya mektup yazar. Mektubun ardından Tatiana' nın evine giden Onegin, tüm tutkusuyla, zamanında hor gördüğü Tatiana' nın ayaklarına kapanır. Tatiana, Onegin' i hala sevmektedir, ancak onurlu ve şerefli bir kadın olduğundan Onegin' i reddeder ve mektubunu yırtar. Onegin, büyük bir üzüntü içinde hayatını boşuna yaşamış olduğunu anlar.


Türkiye'de ilk gösterimi, 5 Mart 2016 tarihinde yapılan, 2 perdelik Onegin balesini izlediğimde, koreografisine ve müziğe bayıldım. Balenin konuk koreografı Ukraynalı Yaroslav Ivanenko, harikalar yaratmış sahnede. Bale müziği Çaykovski' ye ait olmasına rağmen, yer yer  operadaki müzikten farklıymış gibi geldi kulağıma. Bir Çaykovski hayranı olarak dikkatimden kaçmadı ve sonrasında araştırdım. Yanılmamışım. Halen Kiel Balesi' nin direktörü ve koreografı olan Yaraslov Ivanenko, Devlet Opera ve Balesi dansçılarından koreograf Nurdan Sinkil' le yaptığı söyleşide; neo-klasik tarzı benimsediğini belirtmiş. Müzik için Tchaikovsky' nin bestelerinden "Serenad", "Francesca da Rimini", "İtalyan Kapriçyosu", "Rokoko Çeşitlemeleri", "Ballet İmperial", "Nocturne" gibi parçaları kullanmış.


Devlet Opera ve Balesi'nin sanatçılarını kutluyorum. Operadaki başarılarından sonra, Yevgeni Onegin'i balede de başarılı bir şekilde sergiledikleri için...


" Hangi çağda olursa olsun halk daima kötü yetiştirilmiştir. Sanatın hep genele hitap etmesini bekler halk, kendi zevklerini tatmin etmesini ister, o saçma gururunu okşamasını ister, görmekten sıkılmış olması gereken şeyi göstermesini ister ve en çok da kendi aptallığından sıkıldığında aklını dağıtmasını ister. Halbuki sanat asla genele hitap etmemelidir. Bilakis halk kendini sanatsal kılmaya çalışmalıdır."

Oscar Wilde





13 Kasım 2016 Pazar




HUZURSUZLUĞUN KİTABINI YAZAN BİR YALNIZ ADAM: 

FERNANDO PESSOA






Elimde okuyacağım kitap kalmayınca, kitapçıya gitmem gerekti. Uzunca bir süredir uğrayamadığım için de  raflarda dizili olan kitapların kokusunu özlediğimi fark ettim, kitapçıya girdiğimde. Kitap kokusu, beni yeni çıkanlar bölümüne doğru çekti. Aman Allah'ım ne çok kitap çıkmış! Kitap rafları ünlü-ünsüz yazarların kitaplarıyla dolu. Düşündüm de, güzel ülkemden uzak kaldığım sürede  ya kitap okuyan kesimde gözle görülür bir artış olmuş, ya da herkes yazar olmak istemiş sanki. Sevindirici yanı, isteyenin, parası olanının kitap bastırabilmesi galiba!! Önce raflara şöyle bir baktım: Hangi birini inceleyeyim? Gönlüm hepsini diyor; ama buna ne zamanım ne de gözlerimin feri yeter...
Her neyse, raflar arasında dolanırken, incecik birçok kitabın dizildiği sıraya takıldı gözlerim. Birini çekip aldığımda hazine bulmuşçasına sevindim; çünkü, uzun yıllardır aklımdan geçen bir fikri "Zeplin Kitap" hayata geçirmiş. Zira, dünyaca ünlü yazarların, filozofların eserlerinden alıntılanan cümleler ve aforizmalarla bir "aforizma dizisi" oluşturmuş. Zahmetsizce, tek bir kitaptan o yazarın veya filozofun sözlerini  okuyor, hayata bakışı hakkında fikir ediniyorsun. Kimler yok ki? Tolstoy, Oscar Wilde, Stefan Zweig, Arthur Schopenhauer, Goethe, Nietzshce ve Fernando Pessoa. Bunlar incelediklerim ve satın aldıklarım. Keşke yayınevi fiyatı biraz daha ucuz tutsaymış diye hayıflandım, hepsini alamadığım için-şimdilik.

İşte bugünkü yazım, ülkemizde fazla tanınmadığını düşündüğüm Fernando Pessoa' yı kısaca tanıtmak ve aforizmalarından seçtiklerimi paylaşmak üzerine kurulu. Ben Pessoa' yı daha çok şiirlerinden tanıyor, şair yönünü biliyordum: ama onun ressam yanını bilmiyordum, doğrusu. Hiçbir şey istememenin mutluluğunu tadan bu yalnız adamın yaşamak, hayal kurmak, tarih, siyaset ve yazmak üzerine söylediği aforizmalarının ilginizi çekeceğini umuyorum.

"Yazmak, unutmaktır." der Pessoa ve devam eder: "Edebiyat, hayatı hiçe saymanın en uygun yoludur. Müzik yatıştırır, görsel sanatlar coşturur, sahne sanatları (oyun ve dans gibi) eğlendirir. Şu var ki, edebiyat, uykuya dönüştürerek hayattan el çektirir. Diğer sanatlar böyle bir etki yaratmaz - bazıları görsel ve bu nedenle de yaşayan bağıntılar kullandığından, diğerleri de bizzat insan hayatından alımlandıklarından.
Edebiyatın durumu farklıdır. Edebiyat hayatı canlandırır. Bir roman asla olmamış bir şeyin öyküsüdür, bir oyun ise öykülemesi olmayan bir romandır. Bir şiir, dizelerle konuşmadığımızdan, hiç kimsenin kullanmadığı bir dilde duygu ve düşüncelerin ifade edilmesidir."

"Yazmak unutmaktır." diyen şairin hayatı, unutmak için yazmasına neden olabilecek gibidir sanki.  Fernando Pessoa. Şair ve ressam. 13 Haziran 1888' de Lizbon'da doğmuş, çocukluk yıllarını Güney Afrika'da geçirmiştir. On yedi yaşında yeniden Lizbon'a geri dönmüş ve hayatının geri kalanını orada sürdürmüştür. Milton Shelley, Poe, Shakespeare, Baudelaire'den etkilenen şairin, şiirlerinin yanı sıra çok sayıda eleştiri ve deneme yazısı yayımlanmıştır. Fütürizmi benimseyen şair, daha sonraları Portekiz modernist edebiyatının kurucularından olmuş ve "paulismo" akımına öncülük etmiştir. Genç yaşta hayatını kaybeden (47 yaşında) şairin hayatı boyunca dört kitabı yayımlanmıştır: 35 Sonnets, English Poems I-II, English Poems III, Mensagem. Geriye binlerce sayfa el yazması bırakmıştır.

Pessoa'yı daha iyi tanımak için kendisini nasıl anlattığına bakalım. Ölümünden 50 yıl sonra yayımlanabilen 'Huzursuzluğun Kitabı' adlı ünlü eserinde kendisini şöyle anlatıyor: "Hiçbir şey onu bir şey yapmaya zorlamadı. Çocukluğunu yalnız yaşadı. Hiçbir gruba katılmadı. Hiçbir sıkı çalışmanın içine girmedi. Hiçbir zaman kalabalığa ait olmadı. Yaşamının bu koşulları, tuhaf fakat bir o kadar da genel (belki de tüm yaşananlar için doğru olan) bir fenomenle damgalandı: Sonunda atalet ve vazgeçmeye yönelen içgüdülerine uygun şekilde şekillenen bir yaşam..."


Yaşamı boyunca değişik kimlikler altında yazan, hatta edebiyat çevrelerinde "binbir surat" olarak da adlandırılan Pessoa'nın, henüz bulunamadığından şüphe duyulan yazıları edebiyat araştırmacıları tarafından aranmaktadır. Bu sıradışı şairi tanıttıktan sonra aforizmalarına geçebilirim artık.


"Ruhum gizli bir orkestra, bilmediğim kemanlar, arplar, davullar ve tamburlar çalıyorum ve içimde yankılanıyorlar. Bütün duyduğum bir senfoni."



"Başımıza gelen şeylerin değeri, sürece uzunluklarıyla değil, yoğunluklarıyla ilgilidir. Bu yüzden unutulmaz anlar, açıklanamayan şeyler ve bizim için eşsiz insanlar vardır."



"İnsanları sevmeyiz. Sevdiğimiz; birisi hakkında oluşturduğumuz fikirdir. Uydurduğumuz bir kavramı - aslında kendimizi- severiz."



"Mükemmelliğe taparız çünkü ona sahip olamayız; eğer sahip olsaydık, inkar ederdik. Mükemmellik insanlık dışıdır çünkü insanlık kusurludur."



"Çelişki evrenin özüdür."



"Kendin hakkında hiçbir şey bilmemek, yaşamaktır. Kendini fena halde bilmek, düşünmektir."



"Ben türlü oyuncunun türlü oyunlar oynadığı boş sahneyim."



"Sorun basittir. Bir şey ya özgürdür ya değildir. Ya biridir ya öteki. İkisinin ortası yoktur. Fiziksel anlamda özgür olmadığımız sürece, bir şey başka bir şeyden daha özgür değildir."



"Vicdan azabı değil, bilinç azabı çekiyorum."



"Siyaset, nasıl yönetildiklerini anlamadan toplumları yönetme sanatıdır."



"Siyasi fikirlere sahip olmak hiçbir fikre sahip olmamanın en kolay yoludur."



" Tarih, sinir hastası - toplumsal ya da kişisel- büyük adamların ya da ulusların başarısının kronolojisidir."



"Tarih, yüce şahsiyetlerin değil, anormalliğin kronolojisidir. Neron yüce değil, anormaldir."



"Harekete geçmek - gerçek bilgeliktir. Olmak istediğim şey olabilirim ama her ne ise onu istemem gerekli. Başarı, başarılı olmaya bağlıdır, başarılı olma olasılığına sahip olmaya değil."


"Yalnız başına yaşayamıyorsanız, bir köle olarak doğmuşsunuz demektir."



"Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi."



Kaynak: FERNANDO PESSOA - Hiçbir Şey İstememenin Mutluluğu (Çeviren: hakan akdoğan)



Dip Not: Portekizli grup Teatro Praga "Zululuzu" oyununun dünya prömiyerini, 20. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında İstanbul'da yaptı. (19-20 Mayıs 2016) Oyun, Pessoa' nın Güney Afrika' da özgürlük peşinde geçirdiği gençlik yıllarını anlatıyor.






9 Kasım 2016 Çarşamba




 DEDİKODUYA DAİR KISA BİR DEDİKODU :)






Dedikodu, nam-ı diğer gıybet... Adı bile ürkütüyor değil mi? Ürkütücülüğü, olumsuz anlam ifade etmesinden, ya da  dedikoduya maruz kalma düşüncesinden kaynaklanır. Korkarız dedikodudan; ama insan korkmakla kendisine gelecek zararı, tehlikeyi önleyemez. Zira eskilerin deyimiyle; "korkunun ecele faydası yoktur." Hal böyle iken, korkudan korkmayı bir kenara bırakır, rahatça dedikodu yaparız. Ha ben yapmıyorum, diyebilirsiniz; ancak söylediğiniz şey, inandırıcılıktan uzak bir söylem olur. Söylediğinize kendiniz bile inanmazsınız; çünkü dedikodu, özel ve yakınlık içeren bir insan davranışıdır. Aslında bir iletişim biçimidir. Hayatımızdaki insanlarla - bazen olmayanlarla da- gündelik gelişmeleri tartışmaya, birilerini çekiştirmeye veya kınamaya yönelik sosyal bir araçtır dedikodu. İnsan sosyal bir varlık olduğuna göre, dedikodu yapmak sosyal bir olgu olarak karşımıza çıkar her halükarda. 

Bu girişten sonra dedikoduyu savunduğum sanılmasın. Aksine, dedikodudan hoşlanmadığım gibi, yapılan ortamlardan da uzaklaşırım. Çünkü  "benimle dedikodu yapan, benim dedikodumu da yapar." sözünün gerçekliğine inanırım.
  
BBC Dergide okudum: Dedikodu bazen kötücül olsa da bilim insanları dedikodunun toplumu birleştiren bir tür tutkal olarak olumlu bir işlev gördüğüne işaret ediyor. Filozof Julian Baggini ise dedikodunun "diğer insanları ahlaki olarak değerlendirme, insanların yaptıklarıyla ilgili doğru, yanlış, iyi, kötü gibi yargıda bulunma" anlamına geldiğini ifade ediyor. Bir başkası hakkında yargıda bulunma hakkını hangi duygu veriyor bize? Kıskançlık mı? Kıyaslama mı? Hırs mı? Kendini ispat mı? İtibarı eksiltme mi? Yoksa bunların tümü mü? Saydıklarım her insanda varolan duygular. Yani insani duygular. Dolayısıyla  bu duygulara sahip her insan -erkek, kadın farketmez- dedikodu yapma potansiyeli taşır içinde. Yeri ve zamanı geldiğinde mevcut potansiyel enerji şu ya da bu şekilde açığa çıkar. Açığa çıkan enerjinin büyüklüğü ve yıkımı, içinde biriktirdiklerinin büyüklüğü ile doğru orantılıdır. Ne kadar acı çekmişsen, ne kadar üzülmüşsen, ne kadar yıkıma uğramışsan o kadar karşılığını verirsin. Ne kadar? O kadar.

Dedikodu yapmak, bütün dinler tarafından yasaklanmasına rağmen nasıl ve ne zaman ortaya çıktığına dair kesin bilgiler bulunmamakta. Ortaya atılan bazı tezler ise insanlık tarihiyle ilgili ilginç ipuçları veriyor. Dedikodunun gelişmesinde, insanların birbirinin bitini temizlemesi ve ateş yakmayı öğrenmesinin özel bir yeri olduğuna inanılıyor. Ve tabii ki, dedikodunun gelişmesi için dil (konuşma) gerekiyor. Dedikodunun tarihinin insanlığın konuşmaya başlamasından daha eskiye dayandığı söylenebilir. Çünkü dedikodu yapmak için el hareketlerimizi, gözlerimizi, yüz mimiklerimizi ve bedenimizin birçok bölümünü kullandığımız inkar edilemez.


Prof. Dr. Bengi Semerci, dedikodu, söylenti için şöyle diyor Sabah Gazetesi'ndeki yazısında:

" Dedikodular, söylentiler...Yaşamda uzak kalamadığımız, yakındığımız, kızdığımız ama bir şekilde içinde olduğumuz sosyal olgu. Kimi zaman kurban, kimi zaman fail olarak yer aldığımız ilişki biçimi. Bazen doğrusunu anlatmak için ruh sağlığımızı yitirdiğimiz, bazen uğruna yaşamaktan vazgeçtiğimiz, bazen şiddetle yalanladığımız, bazen de yalanlarken kabul edip övündüğümüz."

Şurası bir gerçek ki, eskiden iletişim araçlarının olmadığı ya da az olduğu dönemlerde dedikodu bir iletişim aracı, insanların birbirlerinden haber alma yöntemi olarak kullanılmış. Toplum içinde yaşayan insanların birbirlerini tanımak, meraklarını gidermek için oldukça masum bir yöntem olarak gözüküyor. Kabul. Peki ya günümüzde? Son derece gelişmiş iletişim araçlarının varlığına ve dünyanın bir ucundan diğer ucuna saniyelerle haberleşme sağlanırken insanoğlu hala neden dedikodu yapıyor? İşte sorunun cevabı. Prof. Dr. Semerci'ye göre; " Hızla gelişen teknolojinin sağladığı yöntemler çıktı. Ama insan psikolojisi bu denli hızla değişim gösteremediği için, dedikodu ve söylentiler devam etti, ediyor." Öyle anlaşılıyor ki, insan varoldukça da devam edecek. 


"Bu en eski iletişim yöntemini, büyük organizasyonlar da hala kullanmaktadır. Bazen olumlu bazen olumsuz etkilerinden yararlanılır. Bir yalan öykü, bir söylenti ve bunların yayılan dedikodusuyla yerini kaybeden liderler, politikacılar tarihin yaprakları arasında bulunabilir. Yine aynı yapraklarda kargaşaya sürüklenmiş toplum öyküleri de bulabilirsiniz. Biraz derine inince görürsünüz ki, her şey bir söylentiyle başlamıştır."

(Prof. Dr. B. Semerci)

Dedikodu deyip geçmek mi lazım? Yoksa geçmemek mi? Bu biraz karakterinizin gücüne, biraz dedikodunun niteliğine, biraz da söylentinin toplumda yarattığı etkiye bağlı olabilir. Ama ben diyorum ki, yaşamı süresince dedikodudan çok çekmiş Mevlana Celaleddin-i Rumi' nin sözüne  kulak verelim.

"Aldırma söylenenlere: Varsın, görenler seni bir ot sansın. Sen gül ol da, uğruna ötmeyen bülbül utansın."






1 Kasım 2016 Salı




SAFRANBOLU KÖŞK VE KONAKLARININ TABAKHANELERLE DANSI







Safranbolu. Bu şirin ilçemize kaç kez gittiğimi hatırlamıyorum. Osmanlı döneminden kalma evleriyle ünlü olan Safranbolu, UNESCO tarafından 1994 yılında Dünya Miras Şehri olarak koruma altına alınmıştır. 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı kent dokusunu günümüze taşıyan Safranbolu Evleri, ilçenin simgesi niteliğinde adeta. Evlerinin yanı sıra safran çayı ve lokumuyla da ünlü olan Safranbolu' da, Ülkemizin 4. büyük mağarası olan Bulak Mencilis Mağarası, İncekaya Su Kemeri,Kristal Cam Teras, Tokatlı Kanyonu, Hıdırlık Tepesi ve Yörük Köyü (bu köyde dünyaca ünlü sopranomuz Leyla Gencer 'in doğduğu ev vardır) görülmesi gereken yerlerin başında gelmektedir.

Safranbolu' yu gezdim, gördüm, Tokatlı Kanyonu'nda yürüdüm ve tarihine ait bilgi edindim. Dolayısıyla ilçe hakkında bilmediğim yok sanıyordum. Ta ki bir bilgi yarışmasında sorulan tabakhane ile ilgili sorunun cavabını araştırıncaya kadar. Meğer, Safranbolu Osmanlı döneminde tabakhaneleriyle meşhurmuş. Ve bugüne kadar ulaşan bir deyime de ev sahipliği yapıyormuş: Anlamını bilerek ya da bilmeyerek kullandığımız "Tabakhaneye bok yetiştirmek" deyimine. İşte bu deyimin öyküsü:

Tabakhane, deri tabaklanan fabrikaya verilen addır. Her türlü hayvanın postu buraya yaş ya da tuzlanmış deri olarak gelir ve çeşitli aşamalardan geçtikten sonra tabaklanmış ya da bitmiş deri olarak fabrikadan çıkar. Deri tabaklanmasında esas derinin organik bir nesneden inorganik bir nesneye çevrilmesidir. Tabakhane debbağhaneden gelen bir kelimedir. Debbağ eski dilde deri işleyen kişiye verilen isimdi, bu işin yapıldığı yere de debbağhane denirdi. Günümüzde ise bu kelime tabakhane olarak gelmiştir. Osmanlıda debbağlık önemli zannaatlardan biriydi. Mesleğin ahilik ocakları vardı, bu işin piri de ahi Evrandı. Deri işlemesi meşakkatli, emek isteyen ve severek yapılması gereken bir iştir. Deri çeşitli kimyasal ve fiziksel işlemlerden geçerek bir mamül olur ve bizim hizmetimize sunulur. Her işlemin kendine has önemi vardır. Bir işlemi yanlış veya eksik yapmak deriyi kullanılamaz hale getirebilir. Osmanlı döneminde deri tekeli vardı...Safranbolu' da derinin tabaklanması olabilmesi için o dönemin ileri gelenleri çeşitli tedbirler almışlar...Safranbolu' da tabaklanmayan deriyi satanlardan o dönemin tüccarları alış veriş yapmazlar ve mecburen Safranbolu' da deriyi tabaklananlar satılırdı. O dönem çok para kazanan Safranbolu iş adamları köşkler, konaklar ve 99 odalı evler yaptırmış... Bazı evlerin içine çeşme dahi getirilmiştir.










Safranbolu' da taze köpek dışkısı için tabakhanelerde yaygın olarak binlerce köpek beslenirmiş. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek dışkısı enzimlere ihtiyaç duyulduğundan, tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek dışkısı toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze dışkı ile yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetişirlermiş...

Hayvanların derilerinin işlendiği atölyeler köpek dışkısı için yanar tutuşurlarmış. Çünkü bir tek taze köpek dışkısı içinde bekletilen deri yumuşacık, kıl köklerinden arınmış, gözenekleri açık, ince, homojen yani kaliteli olabilirmiş. Bu nedenle köpek çiftlikleri kurulmuş...Binlerce köpek beslenmiş, üretilmiş ve hatta köpeğin dışkısını sıcak ve kurumadan yetiştirmek için sistemli bir iş örgütlenmesi kurulmuştur.

Bugün dericilik tamamen ölmüş olup, yapay olarak yeni kimyasallarla da aynı sonuç elde edilmeye başlanınca köpeklerin de, dışkı toplayıcıların da pabucu dama atılıvermiş. 

"Tabakhaneye bok yetiştirmek" de yeni kuşakların nereden geldiğini bilmediği, merak ettiğini de sanmadığım bir deyiş olarak - belki de içinde bok kelimesi geçtiğinden günümüze kadar gelebilmiş.

Safranbolu' da deriyi işleyip kullanılabilir hale getiren meslek erbabına. "Tabak mısın, it bokuna muhtaçsın." denirmiş.

Öyküyü okudunuz. Safranbolu köşk ve  konaklarının ihtişamının tabakhanelerden elde edilen paradan (zenginlikten) kaynaklandığını  söylemek sanırım yanlış olmaz. O zamanlar hızlı koşanlara, bugün ise deli gibi araba sürenlere "Tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun?" denilmesi  buradan gelmektedir.


Kaynak: tr.wikipedia.com

Photos: ntv.com.tr