26 Haziran 2019 Çarşamba




YAKIN TARİHTEN ANTİK ÇAĞA BİR YOLCULUK
DUATEPE'DEN GORDİON ANTİK KENTİ'NE

22.06.2019 Cumartesi günü gerçekleştirdiğim Duatepe-Gordion-Sakarya Nehri doğa yürüyüşümü yazdığım yazıma  kaldığım yerden devam ediyorum. Duatepe'den aşağıya inip ekili tarlalar arasında bulunan traktör yolundan Gordion Antik Kenti'ne doğru yürümeye başladık. Havanın boğucu sıcak olması bir yana, bir gün önce yağan sağanak yağmurla tarla toprağı balçığa dönüştüğünden ara sıra kaygan çamurlarda adeta dans ederek yürümeye devam ettik. Yürürken, bu topraklarda savaşan askerlerimizin sadece yiyecek-içecek-teçhizat yokluğuyla değil, çevre ve iklim koşullarıyla da zorlu bir mücadeleye girişmiş olduklarını çok daha iyi anladım. Ve Mustafa Kemal Paşa'nın Sakarya Meydan Muharebesi'nin kazanılmasındaki azmine, başarısına, taktik dehasına ve öngörüsüne bir kez daha hayran oldum. Burada can veren şehitlerimizi saygıyla andım. O şehitlerimizin canları, bizim bugün bağımsız ve güvende yaşamamız için verilmişti ve bunu hiç unutmamalıydık.

Öğle sıcağı iyice bastırmıştı  ve acıkmıştık. Gölge bir yer bulmanın imkanı yoktu. Ucu bucağı yokmuş gibi görünen ovada tek bir ağaç bile bulunmuyordu. Bu nasıl olur, insan neden tek bir ağaç bile dikmez tarlasının başına diye kendi kendime söylendim. Sonra, sorumun cevabını kendim verdim; Orta Anadolu insanının tembelliği olabilirdi bunun nedeni. Çünkü biliyordum ki,  15. yüzyılda bu topraklar, ormanlarla kaplıymış ve Ankara Savaşı öncesi Timur, o önüne gelen her şeyi yakıp yıkan ünlü fillerini bu ormanlarda saklamıştı. 

Bir ağaç ya da çalı gölgesi bulamayınca güneşin altında öğle yemeğimizi yedik. Rehberimizin ikram ettiği çay ve kahve keyfinden sonra, antik çağlara doğru yola devam ettik. Yaklaşık on iki kilometre sonra Sakarya Nehrini de göreceğimiz Gordion'a(Yassıhöyük) vardık.








Gordion'da kazı çalışmaları devam ediyordu, kazı alanı çevresini gezdik. Antik kentin kalıntılarına bakarken, kendimi zamanda yolculuk yapmış gibi hissediyordum. On iki kilometre öncesinde 20. yüzyıldaydım, şimdi ise ilk çağda. Sanki ışınlanmıştım bu şehrin ortasına ve gözlerim Kral Midas'ı arıyordu. Midas'ı bulacaktım ama daha sonra. :)
O anda, Ahmed Arif'in dizeleri aklıma geldi. Yani böyle hissetmem normaldi...

Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar
Havva Anan dünkü çocuk sayılır
Anadoluyum ben
Tanıyor musun?

Tanıyordum elbet, insan doğduğu, yaşadığı ve hayatını verecek kadar sevdiği, vatanım dediği toprakları tanımaz mı hiç?

Gordion neden önemli, kısa bir bilgi vermek istiyorum. Çünkü, günümüz gençliği "Gordion"u Çayyolu'ndaki bir AVM sanıyor!!!

Frigler, Ege göçleri sırasında M.Ö. 1200 yıllarından itibaren Balkanlar'dan Trakya ve Boğazlar üzerinden Anadolu'ya gelen Trak(Balkan) kökenli halklardı. Geldikleri bu topraklarda, M.Ö. 800 yıllarında Gordion(Polatlı) merkezli bir devlet kurdular.Hitit İmparatorluğunun parçalanması üzerine Frigler, efsanevi kralları Midas döneminde bütün Orta Anadolu'ya hakim oldular. Başkentleri Gordion'u ve önemli bir dini merkez olan Midas(Yazılıkaya) şehirlerini kurdular. Baharda Eskişehir sınırları içinde kalan Frig Yolu'nun Midas(Yazılıkaya) etaplarını yürüdüğümü de hatırlatmalıyım.

Friglerin bilinen ilk kralı, ülkenin başkenti Gordion'a adını veren Gordias'tır. Dağınık Frig topluluklarını siyasal bir birlik altında toplamayı başaran bu kral ve yaşadığı döneme ait bilgiler yok denecek kadar azdır. "Tarihçi Arianos'a göre, Gordias, Thelmesosslu(Fethiye) bir kadınla evlenmiş ve Midas adını verdiği bir oğlu olmuştur. Midas Friglerin bilinen tek kralıdır (Araştırmacılar Frig krallarının hepsine Midas denildiğini belirtmektedirler). Midas'ın ünü kendi ülkesinin sınırlarını aşıp, Batı Anadolu kıyılarındaki Yunan kentlerine, hatta kıta Yunanistan'ına dek yayılmıştır."

M.Ö. 700 yıllarına doğru, Kafkaslar üzerinden Doğu Anadolu'ya giren Kimmerler, önce bölgeye hakim olan Urartuları güçsüzleştirdikten sonra Kızılırmak'a kadar ilerlerler. Frig-Kimmer savaşı sonunda Frigya tamamen tahrip olur. Kral Midas, öküz kanı içerek yaşamına son verir(M.Ö. 676). Batıya kaçan Frigler, küçük beylikler halinde bir süre daha  varlıklarını sürdürmüşseler de sonunda Lidyalıların egemenliğine boyun eğerler. Ve bir uygarlık daha tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolur.

Gordion'dan yürümeye devam ettik. Bizi, çamurlu akan suyuyla Sakarya Nehri karşıladı. Gerçi, bu nehrin üstüne yapılan barajlar ve HES'ler nedeniyle suyu öylesine azalmıştı  ki, tabelada "Sakarya Nehri" yazmasa sıradan bir çay sanabilirdim. Tabelada yazılanları okuyunca, içim acıdı  nehrin bugünkü haline. Tabelada şöyle yazıyordu;" Gordion'un en belirgin özelliklerinden biri bugün höyüğün batısından geçen (önünüzdeki) Sakarya Nehri'dir.  Eskişehir'in güneyinden doğup Karadeniz'e dökülen Sakarya, Batı İç Anadolu'nun en büyük akarsuyudur ve Türkiye'nin en uzun nehirlerinden biridir. Gordion M.Ö. 3. binyılda ilk kurulduğunda Sakarya Nehri höyüğün öbür(doğu) tarafındaydı ama bölgede yoğun bir şekilde hayvan otlatılması ve yıllar içinde ağaçların kesilmesi erozyonun artmasına ve nehrin dengesinin bozulmasına neden olmuştur." Başka söze gerek var mı?





Tepeden yola inip sıcaktan neredeyse buharlaşan asfalt üstünde yürümeye devam ettik ve Frig Yolu'nun başlangıç noktasında kısa bir mola verdik. Frig Yolu, Friglerin hüküm sürdüğü antik dönemde Frigya olarak adlandırılan, günümüzde Ankara, Afyonkarahisar, Eskişehir ve Kütahya illerine dağılmış Frig vadilerinin sunduğu sıradışı tarihi, kültürel, jeolojik ve doğal güzellikleri bütünlük içinde yürüyerek keşfetmeyi sağlayan uzun yürüyüş ve bisiklet yoludur. Yolun toplam uzunluğu, alternatif ve bağlantı yollarla birlikte 501 km'dir. Yolun tamamı uluslararası standartlarda kırmızı-beyaz patika yol işaretleri ile işaretlenmiş ve belli noktalara yön levhaları dikilmiştir. Keşif ruhuna sahipseniz,  yürümeyi ya da bisiklet sürmeyi seviyorsanız, hiç durmayın ve bu tarihi yolda yolculuk yapın derim...Keşke ömrüm vefa etse de güzel ülkemde bulunan bu tarihi yolların tümünü yürüyebilsem. Gerçi birçoğunu yürüdüm. :)




Asfaltta yürümeye devam ederek Midas'ın tümülüsüne vardık. Tümülüs geleneği Friglerle beraber Anadolu'ya gelmiştir. Bu gelenek,  kral ailesi ve asil zenginlerin öldükten sonra üzeri yığma toprakla ötülen ve tümülüs adı verilen dikdörtgen bir çukurdaki ahşap mezar odasına gömülmesidir. Mezarların korunması amacı ile yapılan tümülüsler aynı zamanda birer anıt niteliği taşırlar. Mezara, ölen kral veya asil zenginin değerli eşyaları konulurdu. Midas'ın tümülüsünden çıkarılan değerli eşyalar, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergilenmektedir. Bu müzeyi gezmiştim, yıllar önce.







Tümülüsün içine Kültür Bakanlığınca yapılan bir koridorla ulaşılıyor. Dışarıdaki sıcağa rağmen koridor öylesine serindi ki 15 km'ik yolun sonunda sanki mezara değil de cennete varmış gibi hissettim. Mezarda dikkatimi çeken ilk şey, üstteki ağaç tomrukları oldu. Bu ağaçlar, dile kolay dört bin yıllıktı ve zamana karşı direnmişlerdi. Neredeyse sapasağlam bir şekilde Kral Midas'ı korumaya devam ediyorlardı ve  görevlerinin bilincindeymişler gibi asla zamana yenik düşmemişlerdi. 

Tümülüsten çıktıktan sonra orada bulunan müzeyi de gezmek istedik ama tadilat nedeniyle kapalı olduğundan gezemedik. Artık bir dahaki sefere. Müzede bulunan gişe görevlisi asık suratlı ve görevini zorla yapıyormuş izlenimi veren biriydi. Ve çok önemli bir konuda ben ve arkadaşıma yardımcı olmadı. Bunu yazmak zorundayım, çünkü ben turistte olabilirdim. Neden böylesine önemli yerlerde çalışacak memurlar özel seçilmez ki?

Kasabanın küçük bir kafesinde bizim için hazırlanan çayları içerken, o hiç dinmeyecekmiş gibi yağan sağanak başladı. Yürüyüşümüz sona ermişti nasılsa, gök delinse de olurdu. :) Kafenin bahçesinde oturuyordum ve  kahvemi yudumlarken, tentenin çatısına düşen yağmur damlalarının şıpırtısı keyfime eşlik ediyordu sanki.   Ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Sabah başladığım tarihi yolculuk, romantik bir atmosferde sonlanıyordu çünkü. 

Güzel bir gün geçirmenin sevinciyle bir sonraki yürüyüşte buluşmak üzere, Ankara'ya doğru yola çıktık. Bu yolculukta bana ve grup üyelerine önderlik eden ankarahiking rehberi Nedim Yılmaz'a ve katılımcı arkadaşlara teşekkürler.

Not: Mitolojide Kral Midas'la ilgili üç efsane yer almaktadır. Birincisi; Eşek Kulaklı Midas Efsanesi, İkincisi; Midas'ın hırsının bir göstergesi olarak dokunduğu her şeyin altına dönüşmesi ve üçüncüsü; Midas'ın Gordion'a at arabasıyla gelişi ve Frig Kralı olması efsanesi. Üçünü de yazsam yazım çok uzayacaktı. Bu nedenle merak edenler araştırabilsin diye yazdım bu notu.





25 Haziran 2019 Salı




SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ'NDEN DUATEPE'YE TARİHİ BİR YOLCULUK

22 Haziran 2019 Cumartesi günü yapılan Polatlı-Duatepe-Gordion-Sakarya Nehri doğa yürüyüşüne katıldım. Ankara'ya çok yakın olmasına rağmen bir türlü gidemediğim, yürüyemediğim bir rotaydı. Özellikle Duatepe Anıtı'na varıp ta çevreye baktığımda burayı daha önce görmediğim için kendime kızdım. 

O gün Polatlı'da hava güneşli ve çok sıcaktı. Bozkırın kızgın güneşi yaktıkça yakıyordu. Duatepe'de çok az bir esinti vardı. Anıtın sağından aşağıya doğru inip Sakarya Meydan Muharebesi'nden kalan siperleri gezdim. Tepeden uçsuz bucaksızmış gibi görünen dümdüz tarlalara baktım. Sarı ve yeşil renkler içiçe geçmişti sanki. Daha sonra, tarla yolunda yürümeye başladığımızda bu yeşilliklerin soğan ve şeker pancarı ekili tarlalar, sarı renklilerin ise arpa ve buğday ekili alanlar olduğunu gördüm. 

Duatepe Anıtı'nın kompozisyonunu anlatmadan önce, şehitlerin kanıyla sulanmış bu tepeye, anıtın yapılmasına neden olan Sakarya Meydan Muharebesi'ni ve bu muharebenin Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş temelindeki öneminden kısaca bahsetmeliyim. Gerçi okur-yazar olan hemen herkes biliyordur ama unutmamak, unutturmamak için hatırlatmak gerekir. Çünkü" hafıza-i beşer, nisyan ile malüldür."



23 Ağustos 1921 - 13 Eylül 1921 tarihleri arasında üç hafta süren Sakarya Meydan Muharebesi, "ya istiklal, ya ölüm" diye başladığımız Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktasıdır. Sakarya Meydan Muharebesi'nin adı, Atatürk'ün söylemi ile en kanlı ve en büyük savaş anlamına gelen Melhame-i Kübra ibaresinden gelir. Bu savaş o kadar önemlidir ki, savaşın kaybedilmesi halinde, Sevr Antlaşmasını hiç beklemeden uygulamaya geçirmek üzere hazır bekleyen milletler  bulunmaktaydı.

Sakarya Meydan Muharebesi'nden önce

Kütahya-Eskişehir Muharebeleri, 10 Temmuz 1921 ile 24 Temmuz 1921 tarihlerinde Yunanistan ile Ankara Hükümeti arasında gerçekleşmiştir. Muharebeyi kaybeden Ankara Hükümeti, Sakarya Nehri'nin doğusuna çekilmek zorunda kalmıştır. Kütahya-Eskişehir Muharebeleri, yeni kurulan düzenli ordunun Batı Cephesi'nde kaybettiği tek savaştır. Savaş sonunda Afyon, Eskişehir ve Kütahya Yunanlıların eline geçmiştir.

Kütahya-Eskişehir Savaşı'nın kaybedilmesi TBMM'ye olan güveni sarstı, Meclis'in Kayseri'ye taşınması ve Kuva-yı Milliye'ye dönülmesi gündeme geldi. Yunan ordusu Sakarya Nehri'ne kadar ilerledi. Durum ciddiydi ve ani kararlar alınması gerekiyordu. Bunun üzerine 5 Ağustos 1921'de meclisten "Başkomutanlık Kanunu" çıkartıldı ve bu kanunla Mustafa Kemal Paşa, Başkomutan seçildi. Ayrıca, Meclis tüm yetkilerini Mustafa Kemal Paşa'ya devretti. 

Mustafa Kemal Paşa, orduyu yeniden güçlendirmek amacıyla 8 Ağustos 1921'de Tekalif-i Milliye Emirleri'ni çıkardı. Bu sayede ordunun ihtiyaçlarının büyük bir kısmı halktan karşılanmaya çalışıldı. Böylece ordu savaşa hazırlanmaya çalışılmıştır. 23 Ağustos'ta Yunanlılar taarruza başlamışlardır. Mustafa Kemal Paşa "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır" diyerek orduyu costurmuş ve üç hafta süren Sakarya Meydan Muharebesi sonunda 13 Eylül 1921'de Türk ordusu büyük bir zafer kazanmış ve Yunan ordusu geri kaçmaya başlamıştır. Bu zaferle birlikte, Yunanlılar savunmaya, Türk ordusu taarruza geçmişlerdir.

Sakarya Meydan Muharebesi'nin zaferle sonuçlanması neticesinde şunlar gerçekleşmiştir:

-TBMM, Mustafa Kemal Paşa'ya "Mareşallik" rütbesi ile "Gazilik" unvanı vermiştir.

-Fransızlar bu savaştan sonra TBMM ile Ankara Antlaşmasını imzalamıştır.

-Doğu'da Rusya'nın kontrolünde Gürcistan ve Azerbaycan ile Kars Antlaşması imzalanmış ve bu antlaşmayla Doğu sınırlarımız kesinlik kazanmıştır. Böylece bu bölgede bulunan birlikler kesin bir zafer için yapılması planlanan Büyük Taarruz için Batı Cephesi'ne kaydırılmıştır.

Sonrası, 30 Ağustos 1922'de "Başkomutanlık Meydan Muharebesi"nin kazanılmasıyla gelen zafer ve Cumhuriyet'in ilanı.



İşte Duatepe Anıtı, cumhuriyet tarihimizde, çok önemli yeri olan ve Yunanlıların ilerlemesini durduran Sakarya Meydan Muharebesi'nin yapıldığı son savunma hattı üzerindeki Gazi Tepe, Türbe Tepe ve Mangal Dağı'nın ağaçlandırılmasıyla yapılmıştır.

Duatepe'nin önemi
(kulturportali.gov.tr)

"Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk'ün 10 Eylül 1921 tarihinde başlattığı taarruzla düşmandan geri alınan ilk tepedir. Duatepe düşmanın Ege Denizi'ne dökülünceye kadar kovalandığı, sonu aydınlık bir sürecin başlangıç noktasıdır.

Anıt simgesel olarak Anadolu halkının Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde coşkun bir ırmak gibi zafere ve uygarlığa koşma öyküsünü anlatır. Mustafa Kemal'in şahlanan atının üzerindeki figürü Türk Milleti'nin önderi olmaktan duyduğu gurur ve mutluluğu ifade eder. Geri planda yer alan Atatürk, İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak'ın heykelleri emir komuta birliğini, Halide Edip Adıvar'ın heykeli ise Türk kadınının Kurtuluş Savaşı'na katkısını anlatır. Atatürk ve yaverinin dürbünle ovayı izledikleri sahne ise biraz sonra kazanılacak olan zaferi ve ardından gelecek bağımsızlığı umutla bekleyen Türk ulusunu ifade eder.

Duatepe, Mustafa Kemal Paşa'nın Gazi Tepe'den attan düşmesi sonucu kaburga kemiklerinin kırılmasına rağmen görevini ısrarla sürdürdüğü ve bu nedenle Türk'ün azim ve kararlılığının simgesi olmuştur. Anıtta bulunan iki bayraktan biri 38. Alay'ın sancağını, diğeri ise Türk Bayrağı'nı ifade eder. Ayrıca Mustafa Kemal'in şahlanan atının üzerindeki figürü, bir çocuğun en çok sevdiği oyuncağı ile oynarken yaşadığı mutluluğu ve heyecanı ifade eder.

Anıt duvarlarında Duatepe'deki 81 şehidin pirinç harflerle yazılmış bilgileri yer alır. Anıtın ve heykellerin yaratıcısı Devlet Sanatçısı heykeltıraş Metin YURDANUR'dur."












Duatepe Anıtı ve çevresini gezdikten sonra, Gordion Antik Kenti ve Midas Tümülüsü'ne kadar sürecek olan bozkırın kızgın güneşi altında 15 kilometrelik yürüyüşümüze başladık. Bir sonraki yazım Gordion Antik Kenti ve Kral Midas üzerine olacak.

Cumhuriyet Tarihimiz bakımından bu çok önemli yeri Duatepe'yi görmemi sağlayan, sonrasında antik çağlara yaptığım tarihi yolculukta yol gösteren rehberimiz ve ankarahiking lideri Nedim Yılmaz'a ve katılımcı arkadaşlara teşekkürler. 




11 Haziran 2019 Salı





ÜÇ AŞK HİKAYESİ
Juan Ramon Jimenez, Halil Cibran, Marie Duplesis


Ey! Aşk, sen nelere kadirsin, dedirtecek türden üç aşk hikayesi. Okumaya hazır mısınız?


Juan Ramon Jimenez

-İspanyol şair Juan Ramon Jimenez, kendisinin her şeyi olan karısı Zenobia'ya aşıktı. Zenobia, iki yıl kanser tedavisi gördükten sonra 1956 yılının ilkbaharında kocasıyla birlikte yaşadıkları Porto Riko'ya döndüler. Zenobia son günlerini yaşıyordu. Aynı yıl Juan Ramon Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştü. Bir İsveçli gazetecinin ricası üzerine bu ünlü şaire Nobel Ödülü'nü kazandığı , Zenobia ölmeden önce bildirilmişti.

Ölüm döşeğinde Zenobia'ya "Juan Ramon'un ödülü aldığını" haber verdiklerinde o artık konuşamıyordu. Ama bu haberi duyduğunda, zayıf bir sesle İspanyolca bir ninni söylemişti. Ninniyi söyledikten sonra mutlu bir şekilde öldü.

Juan Ramon ise karısının ölümünden sonra mutsuz olarak yaşadı. Karısının cenazesinden sonra eve döndüğünde, hizmetkarlarının önünde bir tür çılgınlık nöbeti geçirerek ödülü ayaklarının altına almış ve parçalamıştı.

Ve bir daha tek bir satır bile yazmadı.Juan Ramon, karısına olan sadakatini ve aşkını böyle gösterdi. Zenobia'nın okumadığı bir satırı bir başkası da okuyamadı.


Halil Cibran

-Lübnan asıllı Amerikalı ressam, şair ve filozof Halil Cibran, tam yirmi yıl boyunca, bir tek kez bile görmediği, bir tek kez bile sesini duymadığı, bir tek kez bile kokusunu koklamadığı bir kadına aşık olarak yaşamıştı. Bu kadın May Ziyade idi.

Bir Arap entelektüeli olan, gazete yöneticiliği yapan, Mısır'ın sanatçılarını kendi salonunda toplayan May Ziyade ile sadece "mektuplardan" oluşan bir aşk yaşamışlardı.Bu mektuplar birbirini hiç görmeyen iki insanı tutkulu bir biçimde birbirine bağlamıştı.
Hiç buluşmadılar.
Hiç karşılaşmadılar.
Ama aralarındaki "aşk", Cibran öldüğünde May'e "Hiçbir zaman bu kadar acı çekmemiştim, hiçbir kitapta bir varlığın bu kadar acı çektiğini, bu kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım," dedirtecek kadar derindi.


Marie Duplesis


-Marie Duplesis'i tanıyor musunuz diye sormayacağım. Bu talihsiz kadın edebiyat ve klasik müzik dünyasında iki şaheserin baş kahramanı olmasına rağmen adı pek duyulmamıştır çünkü.

Veremin son dönemini yaşayan 22 yaşındaki Marie Duplesis, Paris'e geleli henüz yedi yıl olmasına rağmen bu sürede oğul Alexsandre Dumas'yı, Franz List'i, başta Dük de Guiche olmak üzere birçok aristokratı kendine aşık etmişti.

Yirmi üçüncü yaş gününde ölmeye ve edebiyat dünyasının en unutulmaz kahramanlarından biri olmaya hazırlanıyordu.

Kendisini daha on iki yaşındayken erkeklere satan sarhoş bir babanın kızıydı Marie. Okuma yazmayı on yedi yaşındayken bir dans salonunda karşılaştığı ve kendisine aşık olan Dük de Guiche'den öğrenmişti ama dönemin bütün dahilerini etkileyen parlak bir zekası, karşılaştığı her erkeği çarpan olağanüstü bir güzelliği vardı. Gülümsemesi de etkileyiciydi.

Yirmi yaşındayken Alexandre Dumas'nın gayrimeşru oğlu olan Alexandre Dumas Fils ile karşılaştı. Aynı yaşlardaydılar. Oğul Alexandre Dumas, Marie'ye aşık oldu. Marie de ondan hoşlandı. 

Yirmi yaşındaki "oğul" Alexandre'ın parası yoktu. Sevgilisini görmeye geldiğinde, o sırada onun yanında olan erkeğin gitmesini komşunun evinde beklerdi. Kaçınılmaz olarak kıskançlık krizleri geçiriyordu. Kavgaları dayanılmaz boyutlara ulaşınca, on bir ay sonra ayrıldılar.

Ayrılığın hemen ardından Marie, Franz Lizst'e rastladı ve ona aşık oldu. O sıralarda veremi iyice ilerlemişti. Lizst'le birlikte İstanbul'a gitme planları yaptılar.

Lizst, verem olan sevgilisinden hastalık kapacağından korkup "Döndüğümde seni İstanbul'a götüreceğim," diyerek kaçtı.

Lizst'ten sonra hastalık daha da ilerledi. Ölüm döşeğindeyken başucunda ona aşık olan iki kont gözyaşlarıyla bekliyordu.

Marie'nin muhteşem cenaze töreni Paris'in en büyük kilisesinde yapıldı. Cenazeden sonra bütün eşyaları Paris sosyetesinin katıldığı bir açık artırmada satıldı. O açık artırmayı izleyenler arasında "oğul" Alexanre Dumas da vardı.

Ünlü bir babanın oğlu olan genç Alexandre, henüz kazanacağı ünden habersiz olarak, asla unutamadığı kadını anlatacağı "Kamelyalı Kadın"ı kısa sürede yazdı. Aslında Kamelyalı Kadın'ın çok büyük edebi değeri olmasa da satırlarına kendi ruhunda yanan gerçek bir acıyı üflediği için edebiyat tarihinin en güzel aşk romanlarından biri sayıldı.

Kitap yayınlandığında oğul Alexandre yirmi dört yaşındaydı. Roman birkaç baskı yaptı. Alexandre, romanını üç yıl sonra piyes olarak yeniden yazdı. Piyes, eşine az rastlanır bir başarı kazandı.

Oğul Alexandre, "19. yüzyılın en iyi üç piyes yazarından biri olarak anılacağı parlak kariyerine, delicesine aşık olup delicesine kıskandığı genç bir orospunun hayatını anlatarak başlamıştı.

Hikaye, genç Alexandre'ın satırlarında biraz değişmişti. Onun kitabının kahramanı, "aşık olduğu genç yazar" için mutluluğundan da hayatından da vazgeçiyordu.

Piyes bütün dünyada defalarca oynandı, Verdi onu "La Traviata" adıyla opera yaptı, dünyanın neredeyse her ülkesinde flmleri çekildi. İnsanlar "aşık ve fedakar orospu" karakterini sevmişlerdi.

Marie Duplesis, Alexandre'ın piyesinde Marguerite Gautier adını almıştı, gerçek hayatında da çiçekleri çok seven Marie'nin oyundaki yansıması da göğsüne sürekli "kamelya" takıyordu. Paris piyesten sonra kamelyalı kadınlarla dolmuştu.

Alexandre Dumas Fils, daha sonra yazdığı "demimonde" adlı piyeste kibar bir orospuyu anlattı ve Fransızca'ya o tür kadınları anlatmak için anlatılacak bir sözcük kazandırdı piyesinin adıyla. Nihayetinde Fransız edebiyatının zirvesi sayılan Fransız Akademisi'nin üyeleri arasına girdi.

Aşkın bir tanımı yapılabilir mi bilmiyorum. Bildiğim, bedensel ve ruhsal güçlü bir duygu olduğudur. Bunun içindir ki okuduğum,  Ahmet Altan'ın "bir hayat bir hayata değer" kitabından seçtiğim, beni etkileyen üç aşk hikayesini  derleyerek yazdım. Kitabın içinde  az duyulmuş birçok bilgi mevcut. Naçizane önerim, kitabı okuyun, zamanınızı boşa harcamamış olmayacaksınız. Bundan eminim...

Verdi'nin La Traviata'sından ünlü "Birindisi" aryasını dinlemek için lütfen linki tıklayınız. Müzik size çok tanıdık gelecektir. :)

https://www.youtube.com/watch?v=kFsI-czkebc


Görseller alıntıdır.