26 Ocak 2021 Salı

 


MEĞER DÖRT YÜZYILDIR AĞUSTOS BÖCEĞİNE  BÜYÜK HAKSIZLIK YAPILMIŞ




İlkokulu bitiren herkes,Türkçe kitabında yer alan La Fontain'in ünlü "Ağustos Böceği ile Karınca" fablını mutlaka okumuştur. Hikaye şöyle: Ağustos böceği yaz boyunca saz çalmış, karınca ise durmaksızın çalışarak kışlık yiyeceğini biriktirmiş. Derken kış gelmiş çatmış, aç kalan ağustos böceği, komşusu karıncadan yiyecek istemiş. Karınca da cevabı yapıştırmış; madem yaz boyunca saz çaldın, şimdi de oyna biraz!  demiş ve ağustos böceğine yiyecek vermemiş. 

Çocuklara ders vermek maksadıyla okutulan bu hikayede, tembelliğin çok kötü, çalışkanlığın ise iyi ve işe yarar olduğu vurgulanmak istenmiş. Zaten fabl ya da öykünce'nin yazılış amacı da bu değil midir? İnsana ait bir özelliğin insan dışında bir varlığa verilmesi fablın esasıdır. Fablların kahramanları genellikle hayvanlardır. Ama bu hayvanlar, insanlar gibi düşünür, konuşur ve insan gibi davranırlar. Hikaye güldürürken, düşündürmeyi de amaçladığından olsa gerek.

Ağustos böceğine neden haksızlık yapıldığını açıklamadan önce fabl denilince, La Fontain'den önceki yazarları ismen de olsa hatırlamak gerek diye düşünüyorum. Çünkü kimi edebiyatçılara göre, La Fontaine, kendinden önceki bu fabl yazarlarından etkilenmiştir. Bunlardan ilki, Beydeba'dır. Kelile ve Dimne'nin, M.Ö.1. yüzyıl civarında yaşadığı düşünülen Hintli Beydeba tarafından kaleme alındığı ve zamanın Hint hükümdarına sunulduğu düşünülmektedir. Zira eserin, hükümdara bir tür nasihat niteliğinde olduğu öne sürülmüştür. Bu bağlamda fabl türünün ilk ve en önemli örneklerinden olan Kelile ve Dimne'deki hikayeler siyasetten erdeme kadar birçok farklı konuyu ele almıştır. Eser, adını ilk bölümdeki bir hikayenin kahramanları olan iki çakaldan almıştır; doğrunun ve dürüstlüğün simgesi olan "Kelile" ile yanlışın ve yalanın simgesi olan "Dimne" den.

İkincisi ise, masal anlatıcısı olan Ezop'un anlattığı masallardır. Ezop masalları Antik Yunan'a aittir. Bu masallara fabl denir, çünkü masallarda hayvanlar, bitkiler ya da cansız varlıklar insanlar gibi düşünüp konuşurlar. Ezop masallarında adalet, dostluk, doğruluk, bağışlamak, alçakgönüllülük gibi meziyetler övülüp yüceltilirken, zalimlik, düşmanlık, hainlik, kendini beğenmişlik, cimrilik ve cahillik  gibi tutum ve davranışlar yerilir.

Gelelim La Fontaine'e. 1621 yılında, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Fransa'da doğan Jean de La Fontaine, özellikle fabl türünde yazdığı eserlerle ünlenmiştir. La Fontain'in yaşadığı 17. yüzyıl'da bilimin geldiği nokta düşünüldüğünde, yazarın ağustos böceğinin yaşam döngüsünü bilmemesi normal sayılabilir; o dönemde biyolog ve zoologların bile sınırlı bilgiye sahip oldukları var sayılırsa. Ancak, günümüzde hızla ilerleyen teknoloji ve bilim, evrenin sırlarının bir bölümüne açıklama getirirken, hayvanlar alemi de bu gelişmişlikten nasibini aldı ve insanlar hayvanlar hakkında daha geniş bilgiye sahip oldular. İşte bu bilgilerden biri de ağustos böceğine ait; hani her yaz gece-gündüz hiç durmadan öten gürültücü böceğe.

Yapılan araştırmalara göre, ağustos böceği Ağustos ayından sonra hayatta kalmıyor. Yani kış için yiyecek biriktirmesi gerekmiyor. Nedeni ise ağustos böceğinin yaşam döngüsünde saklı. Şöyleki:
 
Dişi ağustos böceği, uzantılı yumurtlama borusuyla yumurtalarını, ağaçların genç sürgünlerinin yarıklarının içine bırakır ve altı hafta sonra bu yumurtalardan "NİMF" adı verilen ve erginlere benzemeyen yavrular çıkar. Bu yavrular içgüdüsel olarak ağaç dallarındaki yarıklardan toprağa düşerler ve  kazıcı ön ayaklarıyla toprağı kazarak altına saklanırlar. 17 sene toprak altında kalan bu yavrular ağaç kökleri ve ağacın özsuyunu emerek beslenirler. Büyüdüklerinde ve zamanı geldiğinde yeryüzüne çıkarlar. Yeryüzüne çıktıktan sonra ömürleri 4 haftadır, yani bir ay. Türlerini  devam ettirebilmek için bu dört haftayı iyi kullanmak zorundadırlar. Bu sürede eş ararlar ve eşleşirler. Eşleştikten sonra da ölürler.Ölmeden önce dişi ağustos böcekleri aynı yöntemle yumurtalarını bırakmayı ihmal etmezler. Bu yaşam döngüsü böylece sürer gider.  Anlayacağınız üzere, ağustos böcekleri hiçbir zaman kış mevsimini göremezler. İşte bu durum, La Fontaine'nin ağustos böceğine yaptığı haksızlıktır, yoksa değil midir?

--Ağustos böcekleri hortumlarını ağaç filizlerine batırıp özsuyunu çekerler. Özellikle söğüt ağacının sürgünlerinin özsuyunu emerler.

--Gündüzleri yaprak aralarında gizlenirler. Gece ve gündüz ötmelerinin farklı anlamları vardır.

--Erkek ağustos böceklerinin karınlarının altı sağlı-sollu gergin bir zarla örtülüdür. Kas yardımıyla bu zarları titreterek ses çıkarıp öterler. Dişilerinde ses çıkarma organı yoktur. Yani yaz boyunca durmadan saz çalan erkek ağustos böcekleridir. Ses çıkarmaları kendi aralarında bir iletişim aracıdır da.



Görsel alıntıdır.
 

21 Ocak 2021 Perşembe

 

AZİZLER FİLM ELEŞTİRİSİ VE YALNIZLIK ÜZERİNE



Yalnızlık. Sözcüğe yüklediğimiz anlam bile ürkütücü geliyor; kimsesizliği, ıssızlığı, tenhalığı çağrıştırdığı için. Çünkü,"insan, toplumsal(sosyal) hayvandır" diyen Platon'u doğrular niteliktedir yaşadığımız dünya ve birey ancak toplumla var olur.

Azizler filminin ana teması "bireyin yalnızlığı" üstüne kurulu. Günümüzde, diğer her şey gibi yalnızlık da çeşitlendirildi; patolojik yalnızlık, seçilmiş yalnızlık, mecburi yalnızlık, derin yalnızlık, sosyal durum yalnızlığı, duygusal yalnızlık, gizli yalnızlık.  Yalnızlığın sebebi, adı her ne olursa olsun, toplumdan uzaklaşma hissi ve kendi içinde bir boşluk barındırma duygusudur. İster yalnızlığı tercih et veya etme yalnızlık, paylaşılabilen bir duygu değildir. Ancak, yalnızlığı gerçekten isteyenler vardır. Halil Cibran'ın "Yalnızlığı istedim. Çünkü nezaketi zayıflığın bir parçası, hoşgörüyü ödleklik, yücelmeyi böbürlenme fırsatı kabul eden kalabalığın terbiyesizliğinden usandım" diyenler gibi. Bu durum ise, tek başına kalmayı tercih edenler ve yalnız olmaktan zevk alanlar için sıradan bir yalnız olma halinden farklıdır. Çünkü yalnızlık duygusu istek dışı bir yalnız kalma durumundan dolayı ortaya çıkar. Uzmanlara göre, yalnızlık duyan insan terkedilme, dışlanma, depresyon, güvensizlik, umutsuzluk, anlamsızlık, değersizlik ve kızgınlık duygularıyla doludur. Kendisinin hiç kimsenin sevgisine değer olmadığını düşünür. Bu nedenle de sosyal yaşamında zorluk çeker, diğer insanlarla sosyal ilişkiler kurmadan kaçınır.

Taylan Biraderler'in  Azizler filmi bir kara mizah. Doğrusu ben filmi izlerken hiç gülemedim, ancak filmdeki bazı karakterlerin yaşam tarzının, günümüz yaşam tarzındaki  izdüşümleri oldukça düşündürücüydü. Azizler filmi kısaca, günümüz insanının yalnızlığını anlatıyor ve film bittikten sonra, kendimize şu soruyu sorduruyor: Yalnızlığın içinde kıvranan insanlar, yalnızlıklarını gidermek için ne yapıyorlar? 

Fimde; yalnızlığını gidermek için sanal yoldan arkadaş bulmaya, zenginliğine rağmen bir arkadaş edinebilme uğruna, elindeki maddi olanakları kullanmaya, küçük kızlarının youtuber olmasından maddi çıkar sağlamaya çalışan ebeveynlere ve yalnızlıktan kafayı yeme aşamasına gelip, buzdolabının kapağına yapıştırdığı on yıl önce ölmüş karısının siyah-beyaz cenaze fotoğrafıyla hayali konuşmalar yapan yaşlı ve hasta bir ihtiyara kadar toplumun farklı katmanlardaki insanları görüyoruz. Dokuz yaşındaki oyuncu Göktuğ Yıldırım'ı (filmdeki adı Caner) izlerken, günümüz aile yaşamında kimin aile reisi olduğunu tartışmasız kabul edebilirsiniz. Artık evde-ailede ebeveynlerin değil, çocukların sözü geçiyor; uzman teşhisiyle bu çocuklar "denyo" bile olsalar! Filmde aklı başında olarak yalnız kalmayı ve dolayısıyla evine çöken ablası, eniştesi ve canavar yeğeni Caner'den uzak kalmayı çok isteyen Engin Günaydın'ın canlandırdığı Aziz tiplemesi (seçilmiş yalnızlık). Sanki Aziz, deliler içinde tek kalan akıllı gibi. Sonunda istediği yalnızlığa kavuşuyor ama ileride yalnızlıktan  delirmeyeceği ne malum?

Eğer yalnızsanız ve yalnız yaşamaya devam etmeyi düşünüyorsanız, ben bu tiplerden hangisiyim veya ileride hangisine benzeyeceğim diye düşünmeden edemeyeceksiniz. Çünkü filmin casting'i çok iyi.

Azizler filminde, iletişim teknolojisinin gelişimi ve sosyal medyanın günlük yaşam içinde bu kadar yoğunluklu ve etkin kullanıldığı günümüzde, insanlar arasındaki iletişimin çok daha sorunlu hale geldiğinin altını çiziyor adeta. Bu iletişim sorununun yeni nesile olan etkisini çok çarpıcı bir şekilde yansıttığı filmdeki iki çocuğun içler acısı haliyle tasvirinden anlıyoruz. Popüler kültüre çok erken yaşta maruz kalan Caner'in denyoluğunu izlerken insanın tüyleri diken diken oluyor. Diğer çocuk Cansu'nun sorunlu bir anne-baba'dan belki de kaçmak için youtuber olması ve kısa zamanda fenomen haline gelmesi,  ebeveynleri için Cansu'yu para makinesine dönüştürüyor. Daha fazla para kazanabilmek için kızlarından çok kendileri uğraşıyorlar ve ünlü bir reklam ajansından yardım almak için başvuruyorlar.

Samimiyetin kaybolduğu günümüz sosyal medya yaşantısında hangimiz içtenlikle duygularımızı dolambaçsız, doğrudan karşımızdakine aktarabiliyoruz? Samimiyetin lüks sayıldığı 21. yy dünyasında yalnızlaşmak bir kader mi, yoksa bir seçim mi? Sorunun cevabını haftalık yüzyüze görüşmeleriniz, telefon konuşmalarınızın süresi ile akıllı telefonunuzun haftalık raporunda sunduğu sosyal medya kullanım zamanınızı kıyaslayarak verebilirsiniz.

Aynada kendinize bakmak için keyifli seyirler... 


Görsel alıntıdır.


12 Ocak 2021 Salı



ELIZABETH BATHORY (KANLI KONTES)


Asırlardır anlatılagelen vampir hikayelerini duymayan yoktur sanırım. Gençler arasında popüler olan, "Alacakaranlık Kuşağı" filmini izleyip de Edward Cullen adlı 109 yaşındaki vampiri hatırlamayan çok az kişi vardır. Hele Bram Stacker'in yazdığı Drakula kitabını bilmeyen, filmini izlemeyen varmıdır ki? İşte tüm bu kitaplara konu olan vampir söylentileri gerçek, gerçekler masal oldu; söylentilere neden olan bir kadın yüzünden. Üstelik bu kadın, Avrupa'nın küçük bir ülkesinde Transilvanya'da 1560 yılında soylu ve oldukça zengin bir ailede doğdu. Bebeğin adı; Elizabeth Bathory idi. Ancak, icraatları nedeniyle tarih onu, gerçek adından daha çok kendisine yakıştırılan lakabıyla "kanlı kontes" olarak yazacaktı.

Elizabeth'in doğduğu yıllarda, bölgenin tek hakimi olan Osmanlı İmparatorluğu gücünü kaybetmeye başlamıştı. Elizabeth, altı yaşındayken, ailesine ait şatoda ileride kişiliği üzerinde derin izler bırakacak bir olaya şahit olmuştu. Olay şuydu: Eğlence için şatoya çağrılan bir grup çingeneden biri, çocuklarını Türklere satmakla (devşirme usulüyle alınmıştı muhtemelen) suçlanarak ölüm cezasına çarptırıldı. Küçük Elizabeth, şafak vakti cezalandırılacak çingenenin ölümünü izlemek için dadısının elinden kaçtı, şatonun dışına çıktı. Gördüğü manzara şuydu: Askerler, dışarıda yere yatırılan bir atın karnını yarıp ölüm cezası alan çingeneyi atın karnına yerleştirdiler ve adamın sadece kafası dışarıda kalacak şekilde atın karnını diktiler. Hem at hem de zavallı adam, çığlıklar içinde çırpınarak öldü. Bu ölümü baştan sona izleyen Elizabeth'in içindeki kötülük mekanizması işlemeye başlamıştı.

Genç bir kız olduğunda, o dönemde, prensler bile okuma-yazma bilmezken Elizabeth, Macarca, Latince ve Almancayı akıcı bir şekilde konuşabiliyordu. Zekiydi, küçük yaştan beri, asi köylülerle başa çıkma yolunun acımasızlık ve şiddetten geçtiğini düşünüyordu.

12 yaşındayken bir köylüden hamile kalmış, babasız olarak dünyaya gelen kızı, Elizabeth yaşadığı sürece bir daha ortaya çıkmamak şartıyla bir köylüye verilmişti.

Elizabeth, henüz 15 yaşındayken 1575 yılında, 21 yaşındaki "Macaristan'ın Kara Şövalyesi" ismiyle ünlenmiş, zalim ve merhametsiz savaşçı Ferencz Nadasdy ile evlendi ve Nadasdy ailesinin Macaristan'daki mülkü Sarvar Şatosu'na yerleşti. Kocası Ferencz, Türklerle savaştığı için vaktinin çoğunu evinden uzakta geçiriyordu. "Korkunç Beşli" olarak da bilinen, düşmana korku salan ve kılıcı keskin beş Macar savaşçıdan biriydi. Kara Şövalye ve Kanlı Kontes çok nadir biraraya geldikleri için, evliliklerinin ilk on yılında çocukları olmadı. Daha sonra Elizabeth, dört çocuk doğurdu.

Güzelliğiyle etrafa nam salmış olan Elizabeth, hizmetçilerine yaptığı kötü muamele ile kötü bir şöhret kazanmış ve şatosunu bir işkencehaneye çevirmişti. Özellikle genç ve güzel olan kızlara işkence yapmaktan büyük zevk alıyordu. Bir hizmetçinin kaçması Elizabeth'e göre affedilemez bir suçtu, cezası işkenceyle ölümdü. Hizmetçisi olan 12 yaşındaki Pola, bir şekilde evden kaçmış ama yakalanıp geri getirilmişti. Kanlı Kontes, Pola'ya beyaz bir elbise giyindirerek onu çok dar, içi çivilerle dolu bir silindir kafese sokmuş ve bir makara kafesi kaldırdığında çiviler Pola'ya saplanmış vücudu paramparça olmuştu. Kuralları çiğneyen hizmetçilerin tırnaklarının altına iğne yerleştirirdi. Elizabeth, kurbanları acı içinde kıvranırken mutlaka onların yüzlerini görmek isterdi.

Kendisi gibi sapık olan kocası Ferencz, 1603'te zehirlenerek öldü. Ama kocasının ölümü bile Kanlı Kontes'in işkencelerini durduramadığı gibi daha da artırdı. Kontes Bathory, uzun simsiyah saçları, bembeyaz yüzü ve kehribar rengindeki gözleriyle olağanüstü bir güzelliğe sahipti. Fakat hiçbir güzellik, yerçekimi ve ilerleyen zamana karşı koyamazdı.

Önceleri yüzündeki kırışıklıkları makyajla kapatıp pahalı elbiseler giyerek kendisini avutsa da geçen zamanda bunların yararının olmadığını gördü. Bir gün tesadüfen yüzüne sıçrayan hizmetçi kızın kanıyla kırışıklığın ve yüzündeki çizgilerin yok olduğunu fark edince yakın arkadaşı büyücü kadın Darvulia'ya nedenini sordu. Büyücü de; "Genç bedenlerin kanını alırsan, onların fiziksel ve ruhsal özellikleri de sana geçer!" deyince çok sayıda genç kızın kanı kovaları doldurmaya başladı.

Elizabeth'in ebedi gençliği elde edebimek uğruna, vahşice katlettiği genç kızların sayısı on yılda 650'yi bulmuştu. Öldürülen kurbanların etlerini pencereden dışarı savurmasıyla ünlüydü. Çürümüş cesetlerin kimliği teşhis edilemesin diye üstlerine kireç döktürüyordu. Ancak artan cesetlerin sayısı nedeniyle tüm şato çürüyen insan etinin ağır kokusuyla doldu. Koku öyle yoğundu ki, artık içeride durulamıyordu.

Yıllar boyunca Elizabeth'in sonsuz yaşam cinayetleri devam etti. Kurbanlar, her seferinde, ortadan kaldırılması kolay köylü kızları oluyordu. Bu arada şatoda yaşanan garip olaylarla ilgili söylentiler de ceset kokuları gibi hızla yayılıyordu. Artık kurban yakınları da yavaş yavaş seslerini yükseltmeye başlamışlardı. 

Elizabeth'in sosyal statüsü, onu kanun önünde dokunulmaz kılıyordu ve  o, güçlü bağlantılarıyla adaletin kollarının kendisine uzanmasını engelliyordu. Peki,hal böyleyken, adaletin kollarına nasıl düştü? İşte bu çok ilginç!

Çoğu kendi ailesinden miras kalan büyük bir servete sahip olan Kontes Batory, yine de parasızlıktan şikayet ediyordu. Macar soyluları şövalyelerin parasını genellikle kendi ceplerinden verirlerdi. Hükümdarın ise genelde parası olmazdı.Bu yüzden, Elizabeth'in kocası Ferencz zehirlenip ölmeden önce, Kral Matthias'a 17 bin 408 altın borç para vermişti.Elizabeth de bu parayı Macar Kralı'ndan almak istedi. Ekonomik sıkıntı çekiyordu. Bu nedenle, ailesinden kalan iki şatoyu sattı. Ailesinin çoğu Elizabeth'in yaptıklarından daha önce de haberdardı ve buna bir son vermek niyetindeydiler. Transilvanya prenslerinden kuzeni Kont Thurzo, yaptığı aile toplantısında, Elizabeth'in manastıra kapatılmasını istedi ama kabul görmedi. 

Elizabeth'le ilgili şikayetler nihayet Macar Parlamentosu'na gelmişti. Parlamento, Kontes'in aleyhine tanıklık edenleri üç gün boyunca dinledi. Kutsal Roma İmparatoru II. Arşidük Matthias, düzeni tekrar kurmaya kararlıydı. Soyluların kanun tanımayan olağanüstü güçlerinin sonu geliyordu. Kanlı Kontes'le ilgili şikayetler kulağına kadar gelen Arşidük'ün bizzat kendisi, Elizabeth hakkında soruşturma başlattı. 

Kral Matthias, Elizabeth'i yok etmeye kararlıydı. Eğer suçlu bulunursa tüm mallarına el konulacaktı; en önemlisi de Elizabeth'in Kral'dan geri almaya çalıştığı borç geçersiz sayılacaktı. Ve kral emretti: "Bana o kadının kellesini getirin!"

Bu karardan sonra bile kan dökme iştahını kaybetmeyen Elizabeth, Kral'ı ve kuzeni Kont Thurzo'yu zehirlemeye kalkıştıysa da başarılı olamadı.

Ve nihayet 1610 yılını 30 Aralık gecesi, kralın muhafızları şatoyu bastı. Baskın sırasında Elizabeth şatonun 50 metre altında yer alan bir hücrede saklandıysa da, kuzeni Kont Thurzo tarafından yakalandı. Elizabeth yakalandığında kuzenine, "Bu saygısızlığın bedelini ödeyeceksin" diye bağırınca Thurzo, "Maalesef hanımefendi, ben hizmetçilerinizden biri değil, bu lanetli mekana adalet getiren Macaristan prensiyim!" karşılığını verecekti.
Şatoda yapılan aramada, kanla dolu kovalar, yarı canlı, işkence görmüş genç kızlar ve elliden fazla ceset bulundu.

Mahkemede yapılan yargılamada, işkenceleri beraber yürüttüğü kadrolu cadılar ve yardımcıları, "vampirlik, büyücülük ve pagan ritüelleri uygulamak" gibi yapılanlara uygun düşen suçlamalarla yargılansa da, Elizabeth, sadece adi suçlardan hakim karşısına çıkarılmıştı. İmtiyazlı eller yine devredeydi.

Mahkemeye sunulan önemli bir kanıt, Elizabeth'in el yazısıyla yazdığı, kurbanlarının adının yazılı olduğu listeydi. Listeye göre, kurban sayısı 650'yi buluyordu. Mahkeme sonucunda, tüm yardımcılar vampirlere yaraşır şekilde idam edildi. Kendisine gelince, başlangıçta kazığa bağlanıp, yakılarak idam edilmesine karar verilse de saraylı olduğu için, cezası ömür boyu hapse çevrildi. 

Ve Elizabeth, 31 Temmuz 1614'te, hücresinde bir başınayken öldü. Daha cesedi çürümeden, günümüze kadar ulaşacak vampir hikayeleri dört bir yana yayılmaya başlamıştı...


Notlar:
-- Elizabeth'in kanlı geçmişine şahit olan Cachtice Şatosu'nun kalıntıları, halen Slovakya sınırları içindedir. Şato, Kontes'in ölümünün ardından bir daha hiç kullanılmadı.

-- Cinayetleri ve yargılanmasıyla ilgili kayıtlar, Macaristan devlet arşivinde saklanmaktadır.

Kaynak: Ali Çimen - Tarihi Değiştiren Kadınlar (Popüler Tarih)

Elizabeth Batory görseli alıntıdır.




8 Ocak 2021 Cuma





POZİTİF HER ZAMAN SEVİNDİRİR, NEGATİF ÜZER Mİ?



Covid-19 virüsünün hızla yayılım göstermesi nedeniyle WHO' nun (Dünya Sağlık Örgütü) pandemi kararı vermesinden bu yana uzun zaman geçti. Virüs, zengin, fakir, genç, yaşlı, gelişmiş-gelişmemiş ülke demiyor hiçbir engel tanımadan yayılmasına devam ediyor. Yayılması durdurulamayınca ve virüsten ölümler geometrik dizi şeklinde artınca, tüm dünyada  karantina günleri başladı. Böylece yaşlı gezegenimizde neredeyse hayat durdu. İlk olarak Çin'in Vuhan kentinde ortaya çıkan virüs, sanki Edward N. Lorenz'in "Kaos Teorisi"ni doğrularcasına kelebek oldu uçtu. Asya'dan sonra, "Kelebek Etkisi"yle Dünya'nın yarısında yaşayan nüfusu etkiledi ve binlerce insanın solunum yetersizliğinden  boğularak ölmesine neden oldu!

Hastalığın teşhisi için yapılan test sonucunu heyecanla bekleyen insanlar, içten içe sonucun negatif çıkması için dua ediyordur eminim. Oysa, negatif kelimesi her daim olumsuzluk içerir ve insan ruhunu bu olumsuzlukla etkiler. Örneğin; ilk karşılaştığınız birinden negatif enerji aldığınızda, o enerjiyi bir daha kolay kolay pozitif enerjiye  dönüştüremezsiniz. Zaman zaman sözcüklere yüklediğimiz anlamlar duruma göre değişiklik gösterebilir. Bu da iyi bir şey. Test sonucunun negatif çıkması, sevindiriyor ve "negatif" sözcüğüne yüklenen olumsuzluğu bertaraf ediyor çünkü. O an, insanın aklına olumsuzluk değil, olumlu, güzel şeyler geliyor ve ruhu rahat bir nefes alıyor. Ya test sonucu pozitif çıksaydı? Anlamı olumlu ama sonucu üzücü ve endişe verici olurdu değil mi?

Düşünüyorum da, negatif-pozitif karşıtlığının geçerliliği, bırakalım doğa bilimlerinde kalsın ve gerçek anlamını burada bulsun. Sosyal bilimlerde ise insan ve toplum için hangisi iyiyse o geçerli olsun, varsın sözcüklerde anlam değişikliği olsun. Yeter ki, bu değişiklik,  insan ruhuna iyi gelsin. Sonuç olarak, pozitif/lik  her zaman sevindirmez, negatif/lik de her zaman üzmez. Bunu, aklımızın bir köşesinde bulunduralım lütfen...


Covid-19 virüsü görseli alıntıdır.



4 Ocak 2021 Pazartesi

 


NORS HALKI KİMLERDİ? NORDİK ÜLKELER HANGİLERİDİR?

Normanlar, ya da diğer adıyla "Kuzey İnsanları", İskandinavya'nın Kuzey Avrupa ülkelerinde, Viking Çağı'nda, sekiz ile on birinciyüzyıllar arasında yaşamıştır. Nors dünyasının denizcilikteki hünerleriyle meşhur kaşifleri olan Vikingler, sandallarına binip Avrupa ve Batı Rusya topraklarını işgal etmiş, yağmalamış ve buralara yerleşmiştir.

İskandinavya'nın Hristiyanlaşmasından önce gelişen Nors mitolojisi, İskandinavya, Kuzey Almanya ve İzlanda'da anlatılan pagan tanrılarının, kahramanların ve kralların hikayelerinden oluşur. 11. yüzyıla kadar yazıya geçirilmemiş olmalarına rağmen -ki bu süreç 18. yüzyıla kadar sürmüştür- hikayeler bu tarihten öncesine dayanır.

Vikingler'in Avrupa üzerindeki etkisi ve Nordik mitolojiye ait kaynakların oldukça yakın bir tarihe kadar varlıklarını sürdürebilmeleri sebebiyle Nors mitolojisinin ve ikonografisinin günümüzdeki kullanımı sizi şaşırtmasın.

Nordik mitolojisinin günümüze etkilerine geçmeden önce, günümüzde yaşam koşullarının çok iyi olmasıyla ve insana değer veren uygulamalarıyla, doğal güzellikleriyle, kuzey ışıklarının büyüleyiciğiyle  herkesin dikkatini çeken Nordik  ülkelerini kısaca tanıyalım. Nordik ülkeler denilince akla buz gibi hava, yılın sekiz ayı yerden kalkmayan kar, uzun-karanlık kış geceleri, ileri medeniyet, kısa ama çok aydınlık yazlar geliyor. Nordik ülkeler şunlar; Danimarka, Norveç, İsveç, İzlanda ve Finlandiya.

Kitapsever ve iyi bir okur olarak Nordik edebiyattan kısaca bahsetmeliyim.21. yüzyıla kadar Norveç'ten Henrik İbsen'i ve Knut Hamsun'u, İsveç'ten Selma Lagerlöf'ü ve Danimarka'dan Anderson'u ve masallarını neredeyse tüm dünya tanıyordu; eserleri çeşitli dillere çevrilmişti çünkü. Günümüzde ise özellikle son zamanlarda "Nordic noir" denilen polisiye ve cinayet romanları tüm dünyada popüler oldu. Sadece iki örnek; "Ejderha Dövmeli Kız" romanını okumayan ya da filmini izlemeyen biri var mı? Veya bütün dünyada çok beğenilen, İskandinav mitolojisinden yararlanılarak yazılan romanı ve filmi çekilen "Yüzüklerin Efendisi"ni? Sanırım yoktur, herkes en azından adını duymuştur; kitabı okumasa ya da filmini  izlemese bile. 

Yılın sekiz ayı süren uzun ve karanlık geceleriyle kış mevsimi ve kar bu edebiyatın vazgeçilmez fonunu oluşturuyor. Polisiye ve cinayet romanlarının bu kadar tutulmasının nedeni bence, Nordik ülkelerde suç oranının düşüklüğü, halkın refah ve mutluluk içinde yaşamasından kaynaklanan rahatlık, yaşanılan  coğrafyanın  uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı olması nedeniyle, yazarların hayal güçlerini sınırsızca kullanması ve hayallerinde suç ve suçluyu gerçeğinden daha iyi betimleyebilmeleridir. 

Şimdi Nordik mitolojideki dünyanın sonu bölümüne geçebilirim. Tek tanrılı dinlerde ve kutsal kitaplarda dünyanın sonu (İslam dininde "kıyamet") betimlenmiş ve kıyametin alametleri sayılmıştır. İşte Nordik mitolojisinde bu sona "Ragnarök" deniyor.

"Nors mitolojisinin masallarında, aralara bütün dünyanın sonunu getirecek dehşet verici bir felakete göndermeler serpiştirilmiştir. Ragnarök (hükümdarların sonu) olarak da bilinen ve gelecekte bir zamanda gerçekleşecek olan bu olayda, Odin'in (tanrıların babası olan tek gözlü tanrı) krallığının sonu gelecek, ayrıca önemli diğer birçok tanrı da tahttan düşecektir. Bu korkutucu kıyametin birkaç alameti olacaktır. Üç yıllık sonsuz bir kış her şeyi başlatacak ve üç horoz ötecektir: Birincisi devleri, ikincisi tanrıları, üçüncüsüyse Hel'de dirilen ölüleri uyandıracaktır.

"Güneş ve ay tükenecek, yıldızlar artık parlamayacaktır, insanlar ahlaklarını kaybedip birbirlerine çatacaktır. Vahşi kurt Fenrir, zincirlerinden kurtulacak ve Hel'in (ölüm tanrıçası - yeraltında yaşar) bekçi köpeği Garmr, yeraltı dünyasının girişinde uluyacaktır.

"Bütün evreni taşıyan ağaç Yggdrasil (dünya ağacı) titreyip inleyecek, Jormungad ise kıvrılıp bükülerek büyük bir zelzele yaratacaktır. Çeşitli canavarlar tanrıları öldürecek ve bütün dünyalarda (dokuz dünya) büyük savaşlar patlayacaktır. 

"Zaman içinde her yeri ateş kaplayacak ve dünya okyanusun dibine çökecektir. Bu anda kıyamet ve kasvet sona erecek ve dünya yeniden, bütün bereketi ve tazeliğiyle dirilecektir. Bazı tanrılar ya yerinde kalacak ya da yeniden doğacaktır ve sefalet, açgözlülük ya da günahkarlık tarihe karışacaktır."

Mitoloji, Eski Yunan'da "geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi" gibi bir anlam barındırmaktayken zamanla Doğu dillerinde "efsane", Batı dillerinde ise "mit" anlamı kazanmıştır. Kısaca mitoloji, bir milletle, bir dinle, özellikle Yunan ve Latin uygarlığıyla ilgili söylencelerin tümüdür. Ve bu söylencelerdeki ortak yan, dünyanın bir sonu olduğu ve bu sondan sonra yeni bir başlangıcın olacağı yönündedir...


Not: Nors mitolojisinin en kayda değer etkilerinden biri (İngilizcede) haftanın günlerinin isimlendirilmesinde görülür. Pazartesi (Monday) ve Pazar (Sunday) günleri isimlerini sırasıyla Ay (moon) ve Güneş'ten (sun) alırken, Salı (tuesday) ve Cuma (Friday) günlerinin isimleri tanrılarla ilintilidir. Nordikler, Latince gün isimlerini alıp kendi tanrılarının isimlerini her günle eşleşecek şekilde değiştirmişlerdir; İngilizce dahil Germen dilleri de bu isimleri muhafaza etmiştir.


Kaynak: Mark Daniels, Bir Nefeste Dünya Mitolojisi - Maya Kitap.