26 Nisan 2021 Pazartesi

 


STEFAN ZWEİG'İN  SON GÜNLERİ 



Benim için iyi bir kitap, başka bir kitabın ya da kitapların öncülüdür. Okuduğum kitabın içinde yer alan ve  adı geçen şair ve yazarlar hep ilgimi çekmiştir. Dolayısıyla, eğer bu şair ve yazarlardan tanımadıklarım varsa eserleri hakkında bilgi sahibi olmak için öncül kitabımın ardından bu eserleri okumaya çalışırım. Bu nedenle, bana göre bir kitap, sadece bir kitap değil, birkaç kitap demektir; kitapçıdan alırım bir tane, okumaya başlarım bin tane gibi. Yeni bitirdiğim Stefan Zweig'in otobiyografisi olan "Dünün Dünyası" da bu kitaplardan biri. Kitabı okurken, dünyaca ünlü bir yazarın yaşam öyküsünü değil de sanki kısa bir Avrupa tarihini, Avrupa edebiyatının yıldız isimlerinin eserlerini  de okur gibiydim. Bunun yanı sıra, iki dünya savaşı arasında geçen tarihi olayların  panoramik görüntüsü de cabası. 

Dünün Dünyası, Nazilerin Polonya'ya saldırmasıyla II.Dünya Savaşı'nın başladığını yazan gazete başlıklarını okuyan Zweg'in, beş yıldır bulunduğu Londra'dan ayrılmaya karar vermesiyle sonlanır. Kitabın son iki cümlesi ise çok manidardır: " ...Ama her gölge, sonuçta bir ışığın çocuğudur. Aydınlık ile karanlığı, savaş ile barışı, yükseliş ile çöküşü yaşamış olan bir kişi, hayatı gerçek anlamda yaşamış demektir."

Zweig'in eşiyle birlikte intihar ettiklerini önceki okumalarımdan biliyordum. Ama Londra'dan New York'a gidişleri, oradan Brezilya'ya geçip yerleşmeleri ve oradaki yaşamları hakkında ise  bilgim yoktu. Vatansız bir sürgün olarak nasıl karşılanmış ve orada neler yaşamıştı? İşte tüm bu sorularıma cevap verebilecek ve merakımı giderebilecek kitabı da otobiyografisinin hemen ardından okudum. Kitabın adı; Stefan Zweig'in Son Günleri, yazarı, Laurent SEKSIK. Zweig'in ve eşi Lotte'nin New York ve Brezilya günlerini okumak, insanın yüreğini burkuyor. Hele de gerçek olduğunu bilerek okumak çok daha hüzünlü...

1934 sonbaharında, Avusturya polisinin silah sakladığı gerekçesiyle evini aramasından sonra Zweig, Salzburg'daki evinden ayrılıyor ve Londra'ya yerleşiyor. Zweig'in arkasından, yurdunu terk edip gittiği için korkak muamelesi yapılıyor; vatanında kalıp Freud ve diğer yazarlar gibi mücadele etmediği ve kaçmayı seçtiği için. İşte bu suçlamalar, nereye giderse gitsin Zweig'in peşini hiç bırakmıyor ve kendisini içten içe kemirip suçluluk duymasına neden oluyor.

Zweig, ünlü bir yazardı ve kitapları altmış milyondan fazla satmıştı ama artık kendi ülkesinde kitapları okunmuyordu, çünkü Hitler tarafından yasaklanmış, mevcut kitapları da yakılmıştı. O bir yazardı ama artık yalnızca çevrilmek için yazıyordu. Bir zamanlar, dünya çapında en çok okunan yazardı oysa. Kitapları yaklaşık otuz dile çevrilmişti. Richard Strauss'un libretto yazarı olmuştu, Jeremias'ı Burgtheater'de alkış yağmuruna tutulmuştu. Münih'teki Staatstheater'de dostu Rilke'nin anısına resmi söylevi o vermiş, Moskova'da Tolstoy'un evinin açılışını yapmış, Londra'da Freud'un cenazesinin başında konuşmuştu. Hermann Hesse'yi yazmaya yeni başladığında teşvik etmişti. Umutsuzluğun batağına saplanmış olan Joseph Roth, onun yardımı olmazsa, Radezkymarsch'ı ını asla bitiremezdi. Einstein bile Zweig'le tanışmak istemiş, 1930 Haziran'ında Berlin'deki bir restoranda akşam yemeği yediklerinde Einstein ona; onun bütün kitaplarına sahip olduğunu itiraf etmişti.

Şimdi ise yersiz yurtsuz olarak Londra'da sürgündeydi, üstelik pasaportunu da kaybetmişti. Ve bundan sonra İngilizlerin vereceği beyaz bir kağıda muhtaçtı. Bir şekilde o beyaz kağıdı alır. İkinci eşi olan Charlotte, ağır astım hastasıydı ve Londra'nın havası ona iyi gelmemişti. Üstelik, kaçtığı Almanlar da yaşadığı Londra'ya yaklaşmaktadır. Bunun üzerine, yaklaşık altı yıl kaldığı Londra'dan eşi Lotte ile birlikte ABD'ye gitmeye karar verirler. Bir  gemiye binerler ve 1940 yılının Haziran'ında New York'a varırlar.

Lotte uğruna terk ettiği eski eşi Friderike'de New York'tadır. Zweig, otobiyografisini yazmaya karar vermiştir ve eski karısından yardım ister, çünkü elinde avucunda hiçbir belge yoktur, kaçarken yanına alamamıştır. Yirmi yıl evli kaldığı, iki kızının annesi olan Friderike'nin hafızasına güvenmektedir; o her şeyi hatırlardı. New York'ta kaldıkları sürede, Zweig "Dünün Dünyası"nı (otobiyografisini) yazmaya başlar. 

New York'un kirli havası Lotte'ye yaramamış, astımı ilerlemiştir. Tekrar gitmeleri  gerekmektedir. 15 Ağustos 1941 günü için Rio'ya  gitmek üzere bilet alır. Evet, Zweig yine kaçıyordu. Reich'ten kaçmıştı, sonra Londra'dan kaçmıştı, şimdi de New York'tan kaçıyordu. Bu gidişin sebepleri arasında Lotte'nin sağlığı vardı elbette. Ama aynı zamanda yöneticilerin verdiği tedirginlikler de vardı, düşman bir ülkeden gelmiş bir yabancıydı o. Hakim olduğu, kitaplarını yazdığı o lisan vardı; Almanca. Ayrıca, New York'un hayhuyundan, gürültüsünden ve havailiğinden de yakınıyordu.

Rio'ya vardıklarında, karı-koca daha önceden kısa bir ziyaret yaptıkları ve havasını bildikleri  Petropolis şehrine yerleşirler. Çiftin son altı ayı burada kiraladıkları evlerinde geçer. Hatta Lotte ile evliliklerinin ikinci yılını da bu küçük evde kutlarlar. İki yıl önce Bristol yakınındaki Bath'ta evlenmişlerdi. 

Zweig, kendisine ve eşine oturma izni veren ve doğasını çok sevdiği Brezilya'ya,  kaleme aldığı "Brezilya, Geleceğin Ülkesi" kitabıyla teşekkür etmek ister. Ancak bu kitabı Brezilyalılarca eleştirilir; devletin siparişi üzerine yazıldığı, Brezilya'ya methiyeler düzmek için cumhurbaşkanından para aldığı yönünde dedikodular yapılır.

28 Kasım 1941'de Zweig, altmışıncı doğum gününü kutlar; bu yaş onu yılgınlığa uğratır, yaşlandığını düşünmektedir çünkü. Doğum gününü kutlamak için evlerine gelen birkaç arkadaşına o gün için yazdığı şiirini okur.

Altmışlığın Şükranları

Daha yavaş döner saatler,

Saçlara kır düşmüşse çoktan,

Kadeh boşaldığında ancak,

Görülebilir dibindeki altın, Yaklaşan karanlığın önsezisi

Korkutmaz, rahatlatır!


Dünyayı seyre dalmanın sevincini

Artık hiçbir arzusu kalmayan tadabilir bir tek,

Nereye geldiğini artık sormayan

Kaybettiklerine artık ağlamayan

Yaşlanmayı gidişinin habercisi olarak gören.


Gözler hiç olmadığı kadar ışıltılı ve hür

Günbatımının ışığında,

Hayat hiç olmadığı kadar içten sevilir

Vazgeçişin gölgesinde.


Zweig, Petropolis'in sakinliğinde kitaplarını yazmaya devam etmektedir. Montaigne'in biyografisi, Satranç kitabının yazımı tamamlanmış Clarissa ise yazılmaktadır (Clarissa, intiharıyla yarım kalan tek kitabıdır). Bir taraftan da hayran olduğu ve yazmayı düşündüğü Balzac'ın biyografisi için Petropolis kütüphanesinde araştırma yapmaktadır. Londra'da bulunduğu yıllarda, Balzac'a ilişkin yaptığı inceleme ve araştırmalarına ait sandıklar dolusu bilgi notlarının ve belgelerin, Londra'dan yola çıkan gemiyle Petropolis'e ulaşmasını beklemektedir. Atlantik'te savaş tüm şiddetiyle sürdüğünden geminin bir Alman denizaltısıyla batırıldığını düşünmektedir. Çünkü beklediği sandıklar, çok uzun bir zaman geçmesine rağmen Petropolis'e ulaşmamıştır. Oysa Londra'daki arkadaşı, sandıkları kendi elleriyle gemiye teslim ettiğini bildirmiştir. 

Bunları düşünüp karamsarlığa kapıldığı bir anda, radyodan ABD'nin savaşa katıldığını duyar. Roosevelt, Japonya ve Almanya'ya savaş ilan etmiştir. Tarih 8 Aralık 1941'dir. Zweig ve eşi için artık sürgün günleri sona erecek, vatanına geri dönebilecektir. Zafer, müttefik devletlerin olacak, Hitler yenilecektir; böyle düşünüyordu. Daha bir şevkle yazmaya devam eder ama sevinci fazla uzun sürmez. Çünkü başkent Rio'da Alman casuslarının kol gezmekte olduğu, otellerin Gestapo ajanlarıyla kaynadığı haberini almıştır dostlarından. Kısa sürede kendisine ulaşabileceklerini tahmin eder, ki tahmininde yanılmaz; on gün içinde üç tehdit mektubu alır. Üçüncü mektupta şunlar yazmaktadır: " Seni bulduk. Seni geberteceğiz; seni de, Yahudi kancığını da."

Birkaç gün önce gazeteler yazmıştı; orada sürgünde olan Alman Komünist Partisi eski üyesi Arthur Wolfe, limanda kafasına bir kurşun sıkılmış halde ölü bulunmuştu. Bunu okuduktan sonra, korku ve kaygıları artan Zweig, kendi kendisine bir söz verir; Gestapo'nun eline asla canlı olarak geçmeyecektir. Bunun üzerine her daim yanında taşıyacağı bir Veronal şişesi hazırlar. Veronal onların, izi sürülenlerin büyülü iksiridir sanki. Şişeyi hazırlarken de Romain Rolland'ın son mektubunda söylediklerini hatırlar; " Sizi Brezilya'ya yerleşmiş olarak düşünemiyorum. Orada derin kökler salmak için hayatınızın çok geç bir dönemindesiniz. Ve köksüz olunca, insan bir gölgeye dönüşüyor."

Kudretli olan yazar ve şairlerden ziyade Zweig'in ilgisini lanetliler çekiyordu. Sonu trajik biten şairlere sınırsız bir hayranlık besliyordu. En iyi denemesini onlar için yazmıştı: Kendileriyle Savaşanlar; Kleist, Nietzsche ve Hölderlin'i anlatmıştı. Kleist'e olan hayranlığı ise başkaydı; Kleist'te ilk karısı Marie'yi terk edip son yoldaşı olarak kendinden genç ve hasta bir kadını seçmişti. Kendisi de aynısını yapmıştı.

Zweig çifti, 1942 yılının 16 Şubat'ında başlayan Rio Festivaline katılırlar ve eğlenceli zaman geçirirler. 17 Şubat sabahı gazetelerin birinci sayfasında Singapur'un düştüğünü ve Japonlara teslim olduğunu okurlar. "İngilizler savaşı kaybetti" diye alt başlık atan gazeteler, başlığın altında ise; "Son kale düştü. Dünya barbarların ayakları altında şimdi. Singapur düştü. Petrol yolu Japonlara açılıyor. Savaş sona erdi. Almanlar Süveyş Kanalı'na doğru saldırıya geçiyorlar. Bir yıl içinde barbarlar Rio'da olacak" yazıyordu. Bu haberi okuduktan sonra Zweig, acı ve keder içinde düşünür; onları uçurumun kenarında durduran hiçbir şey kalmadı artık. Bu dünyadan ayrılma, Petropolis'e dönme vakti geldi.

Rio'dan ayrılıp Petropolis'teki evlerine dönerler. Kahya kadına yol verirler. 1942 yılının 22 Şubat  Pazar günü Zweig, ilk karısı Friderike'ye ve birkaç dostuna son mektuplarını yazar. Karar vermiştir; bugün dünyaya veda edecektir, isterse karısı da bu yolculuğunda ona katılabilir. Pazar günü olduğu için spor bir takım elbise giyinir; kahverengi bir gömlek, düz renkte bir kravat, golf pantolonu. Saçını tarar, traş olur. Karısı Lotte, yolculuğunda yanında olacağını ve onu yalnız bırakmayacağını söyler. Yolculuk için en sevdiği çiçekli elbisesini giyinir ve kocasına hazır olduğunu işaret eder. Küçük beyaz kristallerle dolu iki şişecik hazırlayan Zweg, önce kendisi içer ve yatağa uzanır. Arkasından Lotte beyaz kristal dolu şişeciği bardağa boşaltıp içer ve kocasının yanına uzanır. Artık ikisi de özgürdür; ne kaçmaları gerekecek ne de saklanmaları.



24 Nisan 2021 Cumartesi

 



ÜNLÜ ŞAİRLERİMİZDEN İLKBAHARA DAİR SÖZLER





-- İlkbahar gibi bir mevsimi olan bu dünya, üzerinde yaşanmaya değer. Ne olursa olsun...

Sabahattin Ali

-- Bu sabah mutluluğa aç pencereni / bir güzel arın dünkü kederinden / bahar geldi, bahar geldi güneşin doğduğu yerden / çocuğum uzat ellerini...

Ataol Behramoğlu

-- Çömeldim toprağa, otlara bakıyorum, böceklere bakıyorum, mavi mavi çiçek açmış, onlara bakıyorum / sen bahar toprağı gibisin sevgilim, sana bakıyorum...

Nazım Hikmet



-- Bu bahar güleceğiz en içten sevinçle, bir melek oradan bize uzatacak elini / beni bırakma kalbim, kalbim sen bana söyle, ümitlerin en güzelini...

Ziya Osman Saba

-- Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz / bir ömür karşılığı, bir ömür yani, ne saçma.../ Bahar mıdır bizi bu hale getiren? Galiba...

Can Yücel

-- İki sevgilinin gülüşüne benzer / Nisan havası değil mi esen...

Cahit Sıtkı Tarancı




-- Düşler mi ki şu burcu burcu kokan havada, renk mi ki üzerimden akaduran bu nehir? / Bahar seni bir al güle döndürebilir...

Ahmet Muhip Dıranas

-- Ben seni yalansız / bahar gibi sevdim...

Metin Altıok

-- Her vazoya baktıkça karşımdasın, ne tuhaf / her kokladıkça dönüp dönüp geliyorsun / düşünceler gibi filizleniyorsun gün geçtikçe, yaprak yaprak gelişiyorsun...

Rıfat Ilgaz





-- Bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde / bir yanlışı düzeltircesine açmış...

Cemal Süreya

-- Tüyden hafif olurum böyle sabahlar, karşı damda bir güneş parçası, içimde kuş cıvıltıları, şarkılar / bağıra çağıra düşerim yollara, döner döner durur başım havalarda / her sabah böyle bahar, ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum / derim ki sıkıntılar duradursun, avunurum...

Orhan Veli Kanık

-- Bana bir şey söyle, ilkbahar gibi. Çiçek aç mesela veya yağ rahmet olarak içime veya gökkuşağı ol sar ruhumu. Bir şey söyle, sözü aşsın, öze değsin. Bir şey söyle, yanındayım mesela? 

Turgut Uyar






19 Nisan 2021 Pazartesi

 


KARANFİLLİ TÜRKÜLER



Zengin Anadolu kültürüyle beslenerek büyüyen ve bununla gurur duyan, üzüntümü, sevincimi türkülerle dile getiren, türkülerin ana sütü kadar temiz ve saf olduğuna inanan biri olarak bugünkü yazımı "karanfilli türküler"e ayırdım. 

Türkülerimiz seni, beni, onu, "biz" yapan değerlerimizden biri ve ortak kültürümüzdür. Kederde, tasada, sevinç ve mutlulukta aynı türküleri söylemiyor muyuz? Aynı türkülerle düğünlerde halay çekip, acılar karşısında aynı ağıtları yakmıyor muyuz? Yayla vakti yollara düştüğümüzde, aynı yol havalarını söylemiyor muyuz? İşte bizi manen birleştiren türkülerimizin güzelliği ve derinliği karşısında şairliğinden utanan bir şairimiz vardır; Bedri Rahmi Eyüboğlu. Türküler Dolusu şiirinde ne güzel söylemiş:

Şairim

Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası

Ayak seslerinden tanırım

Ne zaman bir köy türküsü duysam

Şairliğimden utanırım

Nisan ayındayız ve dağlarda yabani karanfiller açmıştır çoktan. Dağlara gidip o güzelim dağ karanfillerini yerinde ziyaret edemesem de, koklayamasam da türkülerini dinleyerek avunurum ben de. Bu düşünceyle ufacık bir araştırma yaptım ve gördüm ki, güzel ülkemin dört bir yanında karanfil için yakılmış onlarca türkü varmış meğer. Hatta, bu karanfilli türküler, başı dumanlı, karlı ve sisli dağlara yazılan türkülerle nicelik bakımından çok rahat rekabet edebilirmiş. Belki, sizler de bu türkülerin çoğunu ilk kez duyacaksınız, benim gibi. :)

Aşağıda  isimlerini ve linklerini verdiğim karanfilli türküleri keyifli dinlemeler. İlk türkünün linki, Muammer Sun'un düzenlemesi olan "Karanfil Deste Gider". Yakın bir tarihte kaybettiğimiz Muammer Sun ( D: 15 Ekim 1932, Ankara - Ö: 16 Ocak 2021, Ankara), besteci ve müzik eğitimcisidir. TRT Ankara Radyosu Çoksesli Korosu ve TRT'nin müzik dairesinin kurucusudur. Anısına saygıyla...


1- Karanfil Deste Gider

https://www.youtube.com/watch?v=eEkOqiAXZos

2- Karanfil Eken Bilir

https://www.youtube.com/watch?v=sK3zwfRVeaI

3- Karanfil Ekeceğim

https://www.youtube.com/watch?v=EPzbD9D_6Tw

4- Karanfil Oylum Oylum

https://www.youtube.com/watch?v=JzqraGgqEJA

5- Karanfil Suyu Neyler

https://www.youtube.com/watch?v=WYsbnDQrDUM

6- Karanfilim Dağ Başında

https://www.youtube.com/watch?v=bwZdokM7rr0

7- Karanfil Olacaksın

https://www.youtube.com/watch?v=bh4WYL2ucaY

8- Karanfilin Moruna

https://www.youtube.com/watch?v=8lZjn7Az0Rc

9- Karanfilsin Tarçınsın

https://www.youtube.com/watch?v=Y0zrFEMJOT0

10- Karanfil Mengisi

https://www.youtube.com/watch?v=dkJh7GIhSCI

11- Karanfil Eker misin?

https://www.youtube.com/watch?v=sOqieRQ7GCQ

12- Karanfil Yalakları

https://www.youtube.com/watch?v=rFdXpNON0W4

13- Karanfil Ocak Ocak

https://www.youtube.com/watch?v=KUutwg0_krY

14- Karanfil Üzer Gider

https://www.youtube.com/watch?v=uJ-bm7G6-Zc

15- Karanfilim Saksılarda Çanakta / Bolu

https://www.youtube.com/watch?v=U6apdLFHPFs

16- Karanfilim At Beni /Bucak

https://www.youtube.com/watch?v=TPVjGyeZuBs

17- Karanfilim Budama / Kayseri

https://www.youtube.com/watch?v=9ArPM6Zkhhc&t=0s

18- Karanfilsin Bibersin / Akşehir

https://www.youtube.com/watch?v=LgE8G_LCrXk

19- Karanfilli Allı Yar

https://www.youtube.com/watch?v=_X96gyoWAWg

20- Karanfilim Serende

https://www.youtube.com/watch?v=oceATG-cm4w

21- Bünyan Karanfil Halayının Türküsü

https://www.youtube.com/watch?v=LTe4X9SY6d0&t=75s

22- Karanfil Ekmişim, Gül Ekmemişim

https://www.youtube.com/watch?v=6ka_uC7zKHY


Araştırma sonucunda gördüm ki, daha başka karanfilli türküler de var ama bu kadarı yeterli diye düşünüyorum. Türkülerimizden başka Pop Müzik ve Türk Sanat Müziği'nde de "karanfil" için bestelenmiş olan popüler birkaç şarkının adını da vereyim, türkü sevmeyenler için. :)

1- Karanfil / Yeni Türkü

2- Karanfil / Sıla

3- Karanfil Oylum Oylum / TSM


Görsel: Sıtkı Özkaya(Türkiye Florası). Dağ karanfili.



15 Nisan 2021 Perşembe

 


AĞLAYAN GELİN ÇİÇEĞİ



Halk arasındaki adıyla Ağlayan Gelin Çiçeği yani ters lale endemik bir bitkidir. Latince adı; Fritillaria Imperialis'tir. Soğan olarak dikilen, Mart ve Mayıs ayları arasında çiçek açan Ağlayan Gelini, Güneydoğu Anadolu, Doğu Anadolu, Ege ve Akdeniz Bölgeleri'nde gözlemlemek mümkündür. Yoğun olarak görülen iller; Hakkari, Adıyaman, Tunceli, Van Gölü Havzası, İzmir, Muğla ve Antalya'dır.

Ülkemizde 37 Ağlayan Gelin Çiçeği türü vardır ve bunlardan 21'i endemik olarak nitelendirilmektedir.

Mezopotamya'nın önemli merkezlerinden biri olan Hakkari'de yaşamış olan Asurlular zamanından itibaren var olup adına "Ağlayan Lale" denilmesinin nedeni, bu bitkinin çiçeklerinin alt kısmında çiçek özlerinin damlacık oluşturması ve bunların da sarkan çiçekler nedeniyle yere damlamasındandır. Ayrıca, Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği zaman Meryem Ana'nın gözlerinden yere akan gözyaşlarına benzetildiği için bu ismin verildiği de rivayet edilir. Meryem Ana'nın gözyaşlarının düştüğü yerde yetiştiğine inanılan ters laleler, Hristiyanlar nezdinde kutsal çiçek olarak kabul edilmektedir. 

Kaynak: peyzax.com








Fotoğrafların tümü tarafımdan çekilmiştir. İzinsiz kullanılamaz.



13 Nisan 2021 Salı

 


TOLSTOY'UN KARISINA YAZDIĞI VEDA MEKTUBU, EVİNDEN KAÇIŞI, ÖLÜMÜ VE MEZARI



Dev eserlere imza atan dünyaca ünlü Rus yazar 82 yaşındaki Leo Tolstoy, evden kaçışının üçüncüsünde geri dönmemeye kararlı olarak bir daha görmek istemediği karısına bir veda mektubu yazmıştı. Mektubu kısaca şöyleydi:

"Gidişim sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yan ısıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak, dünyayı terk edip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim.(...)

"Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim kararımı değiştiremez. (...)

"Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırk sekiz yıllık yaşam için sana teşekkür ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle, senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan Saşa'ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz verdi."

Tolstoy, karısına yazdığı bu veda mektubunu istasyonda aceleyle yazmış ve mektubu arabacıyla göndermişti. Tolstoy, 28 Ekim 1910 günü sabahın altısında Yasnaya Polyana'daki evinden gizlice kaçar. İstasyonda adını T. Nikolayev olarak söyler, çünkü kimse tarafından tanınmak istemez. Trenle Şamardino Manastırı'nda rahibe olan kız kardeşinin yanına gider ve onunla da vedalaşır. İki gün sonra yanına kızı gelir. 31 Ekim'de sabahın dördünde, birdenbire kızını uyandırarak daha uzağa, nereye olursa olsun gitmek, kaçmak istediğini söyler. Bulgaristan'a, Kafkasya'ya, yabancı ülkelere, insanların, şan ve şöhretin artık kendisine ulaşamayacağı, sonunda yalnız kalabileceği, kendini ve Tanrı'yı bulacağı yerlere gitmek için ısrar eder.  Kızıyla trene binerler ama trende büyük ustayı tanıyanlar olur ve şehirden şehire telgraflar işlemeye başlar. Trenin geçeceği istasyonlar gazetecilerle dolup taşar ve Tolstoy'un sınırdan geçmesine izin verilmez. Astapova İstasyonuna vardıklarında Tolstoy aniden titremeye başlar, tükenmiş bedeninin her tarafından ter fışkırır. Hastanın daha uzağa gidemeyeceği anlaşılınca istasyon şefinin evindeki küçücük çalışma odasına yatırılır. Dışarıda meraklılar, gazeteciler, gözcüler, polisler, jandarmalar, bir papaz ve çarın gönderdiği subaylar beklemektedirler. Tolstoy'un yanında ise kızı ve doktoru vardır. 4 Kasım gecesi, hasta olan Tolstoy, son bir kez kendine gelir ve içini çekerek; "Peki ama köylüler nasıl ölüyorlar?" diye sorar ve üç gün sonra 7 Kasım'da son nefesini verir. Karısı Sofiya'nın, Tolstoy'u görmesine ise  ancak ölümünden sonra izin verilir. *

Hayat ne gariptir ki, "Leo Tolstoy, 1890 yılında, ölümüyle yarım kalacak olan ve "Karanlıkta Bir Işık" başlığıyla yayınlanıp sahnelenen bir tiyatro eseri, kendi hayatını yansıtacak bir dram yazmaya başlar. Bu yarım kalmış dram, Tolstoy'un evinde yaşadığı kendi dramının büyük bir açıklıkla anlatılmasından başka bir şey değildir ve şairin bunu, tasarladığı bir kaçışı haklı göstermek ve aynı zamanda da karısını bağışlamış olmak için yazdığı açıktır; büyük bir ruhsal çöküntü içindeki bir insanın manevi dengesini en iyi biçimde yansıtan bir eserdir bu." 

Eserde geçen olayların büyük bir bölümü hayal ürünü olsa da Tolstoy'un bu dramı yaşamsal sorunlarından kurtulmak için yazdığına kuşku yoktur. Tolstoy, dramının eksik kalmış son perdesini tamamlamayı hiç düşünmedi, ama bundan çok daha önemlisini yaptı: Onu yaşadı. Kendisiyle yaptığı dramatik bir hesaplaşma sonucunda ve düştüğü bunalımın pençesinde tam zamanında evinden kaçıp kurtuluyor. Ve hayatı küçük bir tren istasyonunda son buluyor. **

Tolstoy'un vasiyeti üzerine, naaşı, yaşadığı Yasnaya Polyana'da kendi diktiği ağaçların altına gömülür. Stefan Zweig, yapmış olduğu Rusya gezisinde Tolstoy'un mezarını ziyaret eder ve Dünün Dünyası kitabında mezarla ilgili şunları yazar:

"Ben Rusya'da Tolstoy'un mezarından daha muhteşem, daha etkileyici bir yer görmedim. Ormanın derinliklerine yerleştirilmiş bu yüce kutsal mekan tek başına ve yapayalnızdı. Hiç kimsenin uğramadığı ve hiç kimsenin korumadığı, sadece birkaç büyük ağacın gölgelediği, dikdörtgen biçimindeki bir toprak yığınından başka bir şey ifade etmeyen bu tepeye, dar bir patika yoldan gidiliyordu. Torununun mezarı başında bize anlattığına göre, boylu boyunca uzayıp giden bu ağaçları Lev Tolstoy kendi eliyle dikmişti. Erkek kardeşi Nikolay ve kendisi, çocukluklarında bir köylü kadından bir efsane dinlemişlerdi, efsaneye göre ağaçların dikildiği yer, dikenlerin mutluluk mekanı oluyordu. İşte bunun için oyun oynar gibi onlar da birkaç fidan dikmişti. Yıllar sonra yaşlı bir adam olan Tolstoy bu olayı, yani ağaç dikilen yerin mutluluk mekanı olacağını anımsamış ve kendi elleriyle diktiği ağaçların altına gömülmeyi istemişti. Arzusu yerine getirilmiş, isteğine uygun olarak oraya defnedilmişti ve burası, insanın duygularını altüst eden bu sadelik sayesinde, dünyanın en etkileyici mezarı oldu. Ormandaki gür ağaçların ortasındaki bu dikdörtgen biçimindeki küçük toprak yığınının üstünde ne bir haç ne mezar taşı ne de bir yazıt vardı. Adı ve ünü yüzünden hiç kimsenin çekmediği kadar acı çeken bu büyük adam, tesadüfen bulunmuş bir sokak serserisi, kimliği bilinmeyen bir asker gibi üzerinde adının yazmadığı bir mezara gömülmüştü. Onun bu son dinlenme yeri herkesin ziyaretine açıktı. Çevresindeki ince parmaklık da kapalı değildir. Ömrü boyunca huzursuz bir yaşam süren bu adamın sonsuz huzura kavuştuğu bu yeri, insanların gösterdiği büyük saygıdan başka hiçbir şey korumuyor. Genelde gösterişli mezarlara yoğun ilgi gösterilirken bu mezarın sadeliği karşısında insan büyüleniyor. Bu isimsiz ve sahipsiz adamın mezarında Tanrı kelamı gibi uğuldayan rüzgardan başka hiçbir ses duyulmuyor. İnsan burada yatan adamın herhangi bir Rus olduğunu düşünerek önünden geçip gidebilir. Ne Napolyon'un Les Invalides'in mermer kemerlerinin altındaki mezarı ne Goethe'nin prensler mezarlığındaki tabutu ne de Westminister'daki o ünlü mezarlar, üzerinde hiçbir sözün ve mesajın yer almadığı, sadece rüzgarın hışırdattığı bir ormanın içindeki bu sade mezar kadar insanın içini burkar." ***

Eserleriyle Rus edebiyatında olduğu kadar, zamanımızın fikir, düşün ve edebiyat dünyasında da derin izler bırakan Leo Tolstoy'un 28 Ağustos 1828'de Moskova'nın yüz elli kilometre güneyinde yer alan Tula eyaletine bağlı Yasnaya Polyana kasabasındaki doğumuyla başlayan hayatı, ne hazindir ki küçük bir tren istasyonunda, istasyon şefinin kirli yatağında son bulur. Varlıklı ve asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açan Tolstoy, yersiz yurtsuz bir yoksul gibi, dünyaya veda eder.


Kaynaklar:

* Sofiya Tolstoy'un Güncesi, Çevirmen: Muzaffer Kuşuloğlu, Düşün Yayınları.

** Stefan Zweig - İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, Can Yayınları.

*** Stefan Zweig - Dünün Dünyası, Can Yayınları.

Görsel alıntıdır.



9 Nisan 2021 Cuma

 


ZEYTİNDAĞI



Belki de Zeytindağı'nın  adını ilk kez duyuyorsunuz. Arapçada "Cebel ez-Zeytün", İngilizcede "Mount of Olives" ve Almancada "Ölberg" olarak adlandırılan Zeytindağı, Kudus'ün doğusunda yer alan ve Eski Ahit'te, Yeni Ahit'te ve çağdaş edebiyatta bahsi geçen bir tepedir. Zeytindağı tepesi, Yahudilerce kutsal kabul edildiği için, ölünce buraya gömülmek istemektedirler. Bu nedenle, tepede bazıları ünlü kişilere ait yüz elli bine yakın mezar bulunmaktadır.

Zeytindağı adını ilk kez lise birinci sınıfta duymuştum; okulumuza yeni atanan edebiyat öğretmenim sayesinde. Falih Rıfkı Atay'ın hatıralarını anlattığı "Zeytindağı" kitabını ve ardından yine Falih Rıfkı Atay'ın Atatürk Devri hatıralarını anlattığı "Çankaya" kitabını okumamızı önermişti. İki kitabı da okumuştum. Öğretmenim  yalnızca edebiyat öğretmeni değil, benim için o, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Tarihi'ni de çok iyi bilen bir tarih öğretmeniydi. Bu vesileyle kendisini sevgi ve saygıyla anıyorum. Bugün ise üzülerek, nerede o eski öğretmenler ve o eski öğrenciler diye sormak geliyor içimden, cevabını bildiğim halde. :(

Zeytindağı kitabını kaç kez satın aldığımı hatırlamıyorum; ara sıra açıp okuduğum bölümlerini tekrar okumak istediğimde kitaplığımda bulamadığım çoğu zaman, kitabı kime ödünç verdiğimi hatırlayamayınca, gidip yeniden satın alıyordum çünkü. Artık kimseye vermiyorum. :)

Falih Rıfkı Atay Birinci Dünya Savaşı'na yedek subay olarak katıldı. Bir süre sonra 4. ordu komutanı Cemal Paşa'nın emir subayı olarak, Kudüs'te ve Suriye'de bulundu. İşte Zeytindağı kitabında Kudüs ve Suriye anılarını anlatır. Kimi siyasetçi ve yazarlar, Falih Rıfkı'yı, Cemal Paşa'nın adamı olarak gördükleri için eleştirirler (Birinci Dünya Savaşı sırasında, İttihat ve Terakki Partisi yönetimdeydi ve Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa partinin en güvenilir ve sözü geçen isimleriydi. Ancak Birinci Dünya savaşına girilmeden önce, parti üst yönetiminde yaşanılan fikir ayrılıkları nedeniyle İttihat ve Terakki Partisi'nde gruplaşmalar oluşmuştu. Bu gruplaşma neticesinde de Falih Rıfkı'yı Cemal Paşa'nın adamı olarak damgalamışlardı). Bence, kitap oldukça tarafsız bir gözle ve çok iyi bir gözlem yapılarak yazılmış. Zeytindağı'na ilişkin Behçet Kemal Çağlar'ın söylediklerini yazmadan geçemeyeceğim. Şöyle söylemiş:

"...Gençlere kitap, mekteplere kıraat, milli edebiyata numune...İşte; bu kitap, o kadar çok beklenen ve o kadar çok aranan hayati ihtiyaçlara tek başına cevap vermek kudretine haizdir.

Ne kadar muhteşem; kimsenin dudağını bükmeye hakkı olamaz. Halep ordaysa arşın buradadır...

Bu kitabı okumak adeta bir borçtur ve bir vazifedir."

Ben, kitabı okuyarak borcumu ödemiş ama vazifemi yerine getirmemiştim. Uzun zamandır kitabı tanıtmak ve hatırlatmak için yazmayı düşündüğüm yazımı yazarak vazifemi de yerine getirmek istiyorum. Özellikle bu günlerde, vazifesini yapmış olmanın verdiği rahatlığı duyumsamak istiyorum çünkü.

Osmanlı İmparatorluğu, üç kıtada egemen olmuş, sahip olduğu bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadığı bölgeler oluşturmuştu; Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı, sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü, kazanılan bu toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine, mal mülk ve para gibi şeylerine dokunulmamıştı. Bu nedenle olsa gerek ve ne hazindir ki, Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine, oradaki Türkler Araplaşmıştır. Falih Rıfkı Atay Zeytindağı kitabında konuyla ilgili "Bizim İmparatorluk" başlığı altında aynen şöyle yazar:

"....Çıplak İsa, Nasıra'da marangoz çırağı idi; Zeytindağı'nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs'te kirada oturuyoruz. Halep'ten bu tarafa geçmiyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe, ne de Türk geçiyor.

Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. 

Osmanlı saltanatı som bürokrat iken, bürokrasi bile tam- Arap, yahut yarı- Araptır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk'e az rastgeliyordum.

Arap milliyetçiliği güden Şamlı Azimzadeler, Konya'dan gelme Kemik Hüseyin torunları idi. Haleb'in esas familyalarının asılları Türklerdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda itibar, azınlığın imtiyazı olduğu için ve Türk unsuru imtiyazsız olduğu için herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan faydalı idi."

Falih Rıfkı Atay, Arapları anlatırken din sömürüsü konusuna da değinmiş ve din sömürüsünün bütün dinler için geçerli olduğunu "İsa'nın Mezarı" başlığı altında örneklerle anlatmıştır. "

Kitabın "Çöl Destanı" bölümünde, Bedevi kültürünü ve çölde savaşmanın zorluklarını  (sıcaklık ve susuzluk) anlatır. Bu zorlukları bizzat yaşamış biri olarak. "İstanbul" başlıklı son bölümde ise şöyle yazar Falih Rıfkı:

"Tenha çöllerde Türklerin harbini görmeyenler, Türklerin kahraman olduğunu nasıl anlayabilir?..Irak, Çanakkale, Kafkasya, Galiçya ve Romanya cephelerinde her mevsime, her düşmana ve her iklime karşı harb eden bu cesur adamlar Herkül'ün on iki imtihanını verdiler.

Daha sonra Hicaz hattını, Medine'yi, Yemen'i müdafaa edenler var. Hicaz çölünde düşman sabit bir şey değildir. İstikametini bulmamış bir rüzgar gibi şuradan buradan az veya çok, gece ve gündüz çıkıverir. 

...........

Her tarafta bir neslin kahramanları var, kahramanlar için iklimler, düşmanlar, denizler ve karalar birdir" diyerek kitabını sonlandırır.

Falih Rıfkı Atay, Birinci Dünya Savaşı sona erince, Bahriye Özel Kalem Müdür Muavinliğine  atandı. O sıralarda iki arkadaşıyla birlikte "Akşam" gazetesini kurdu(1918). Devrim aleyhinde bulunanlarla çetin bir savaşa girişen Atay, 1922 yılında Bolu'dan milletvekili seçildi, 1950'ye kadar milletvekili kaldı. Bu arada, "Hakimiyet-i Milliye", "Milliyet", "Ulus" gazetelerinin de başyazarlığını yaptı. 1950'de siyasi hayattan çekilerek kendini tamamen gazeteciliğe adadı. Kısa bir süre "Cumhuriyet" gazetesine haftalık sohbetler yazdıktan sonra, bir arkadaşıyla birlikte "Dünya" gazetesini kurdu. 20 Mart 1971'de İstanbul'da öldü.