24 Ocak 2023 Salı

 


KORKUNÇ İVAN GERÇEKTEN KORKUNÇ MUYDU?




Şevket Süreyya Aydemir'in "Suyu Arayan Adam" kitabını okurken, kısa ve öz olarak yazdığı Rusya tarihinde, Moskova'nın ilk kurucusu olarak bahsettiği Korkunç İvan oldukça ilgimi çekti. Kendi öz oğlunu işkence yaparak öldüren bir baba kimin ilgisini çekmez ki? Sadece kitapta okuduklarımla yetinmeyip internette de bir araştırma yaptım. Ve gördüm ki, bugün hala devam eden Rusya-Ukrayna savaşının temelleri ve de Ukrayna'nın Rusya için neden önemli olduğu sorusunun cevapları Rusya'nın tarihinde yatıyor! Merakınızı uyandırabildiysem eğer, Rusya tarihinde kısa bir yolculuk yapmaya ne dersiniz?

Rusların ilk tarihi dokuzuncu yüzyılda (888-889) Kiev (Bugünkü Ukrayna'nın başkenti) Kinyazı Vladimir zamanlarında, Bizans Hristiyanlığının ve Rum alfabesinin, güneyden Rus ovalarına girişiyle başlar. O zamanlar bütün Ukrayna ovalarında Hunlardan arta kalanlar, Polvesler, Avarlar ve Kumanlar(Kıpçaklar) hakimdi. Slavlar daha çok Kiev ve çevresinde gruplaşmışlardı. Sekizinci yüzyılda bu ovalardaki kasaba ve şehirlerin başkenti Kiev'di. Gerek o zaman gerek daha sonraları Moskova'nın bu ovalardaki şehirlerin üstünde sivrileceğine dair hiçbir emare yoktu.

Rusların, Kiev'de bile hükümdarlık edecek hanedanları yoktu. Aslında birer köyden ibaret olan Rus şehirleri, hükümdarlarını daima diğer memleketlerin asil ailelerinden kiralarlardı. Örneğin; bir İsveçli olan Rurik sülalesi, sekizinci yüzyıldan itibaren Kiev'de ve diğer şehirlerde idareyi bu yoldan ele almıştı. Rus şehirlerini yöneten prenslerin hepsi aynı hanedandan olsa da bağımsız yaşarlardı. Bunların hepsi de en kuvvetli zamanlarında bile Moğol Hanlarına vergi verirlerdi. Bu vergi verme şekli sonucunda, şehirlerin hepsi Moğol Hanlarına tabi oldular.

Kiev çökünce, Moskova Kinyazları, Moğollara daha çok sadakat göstererek, Büyük Kinyaz(Büyük Prens) oldular. Kısaca, Moskova'nın asıl saltanatı Korkunç İvan'la başlar (1546-1584).

Travmatik bir çocukluk geçiren İvan, henüz üç yaşındayken babasının ölümü üzerine Moskova Knezliğinin başına geçer. Sekiz yaşındayken de annesi zehirlenerek ölür ve İvan yapayalnız kalır. Rus asillerine ve beylerine büyük bir nefret ve hırsla büyüyen İvan, 17 yaşında kendisini Rus Çarı ilan eder. Aşık olduğu eşi Anastasia Romanovna onun tek güvendiği kişidir. Anastasia onun hırslarını törpüler. Bu nedenle henüz kontrolden çıkmamıştır. Fakat Anastasia'nın erken ölümü ile birlikte İvan, geri dönemeyeceği bir karanlığa sürüklenir. İleri derecede paranoyaktır, gittikçe gaddarlaşır. Bu gaddarlığından ailesi de payını alır. Çevresindeki herkesin ihanet içerisinde olduğunu düşünen İvan, Anastasia'dan sonra sık sık evlenmiş, sonrasında eşlerini zehirletmiş, kalan aile üyeleri üzerinde son derece sadistçe işkenceler uygulamıştır.  

Korkunç İvan'ın annesi bir Moğol prensesiydi. Annesinin ölümünden sonra İvan, hemen tahta oturmadı. Kendi yerine tahta Kırım Tatarları'ndan olan Bek Polat'ı oturttu. Ona biat etti ve kendisi bir manastıra çekildi. Manastırda, asıl kendi saltanatının usul ve kuvvetlerini gizlice hazırladı. Önce Opriçnina denilen bugünkü silahlı polis gücünü hatırlatan, hem gizli istihbarat hem de terör işleriyle uğraşacak bir teşkilat kurdu. 

Mutlak bir hükümdar olmak ve her şeyden önce saltanatına engel olarak gördüğü beylerden intikam almak tek amacıydı. Tahta bunun için oturdu ama kapandığı manastırla da ilişkisini kesmedi.

Her gün kaba bir rahip elbisesi içinde, başını taştan taşa vurarak kendinden geçercesine ibadete dalardı. Sonra manastırın çan kulelerinde mecalsiz düşene  dek çan çalardı. Daha sonra eğlence alemleri başlardı. O zaman; Tanrı, din, İncil, kilise her şey unutulur, daha birkaç saat önce kendisiyle beraber ibadet edenler, bu kez mukaddesatı aşağılamak için birbirleriyle yarışırlardı. Gün sadizm krizleriyle devam ederdi.

Sadizm krizleri geldiğinde, işkence odalarına geçilirdi. Boyarların (beyler), asilzadelerin, esirlerin dilleri kesilirdi. Kemikleri kırılırdı. Derileri yüzülürdü. Her gün uygulanmak üzere yeni bir işkence metodu bulunurdu. Korkunç İvan'ın kendi oğlu bile bu işkencelerden kurtulamadı ve babasının elinde can verdi. Çünkü İvan, oğlunun kendisine ihanet ettiğini düşünüyordu.

Paranoyası o kadar ilerlemişti ki, 1569 yılında kendisine ihanet ettiğini düşündüğü Novgorod şehrini tamamıyla yıkmış, tüm halkı kılıçtan geçirtmiştir.

Korkunç İvan 1584 yılında çar olarak öldüğünde, Rusya'nın toprakları Çin sınırlarından, Baltık Denizi'ne, Kuzey Buz Denizi'nden Karadeniz'e kadar genişlemişti. Bu da devlet anlamında kafasının çok iyi çalıştığını gösterir.

Geçtiğimiz yıllarda İvan'ın kemikleri üzerinde yapılan araştırma sonucunda , kemiklerde yüksek miktarda cıva bulundu. Bazıları cıvayı ağrılarını dindirmek için kullandığını, bazıları ise çeşitli ritüellere katıldığını veya zehirlendiğini düşünüyor.

Tüm bu akli sorunlarına karşın İvan yine de Rusların ulusal kahramanıdır. Merkezi otoriteyi tesis etmesi ve askeri zaferleriyle Rusya'da başarılı bir hükümdar olarak kabul edilir.

İster korkunç olsun, ister Rusların ulusal kahramanı, yüzlerce yıl geçmesine rağmen İvan'ın mirasının bugün de ülke üzerinde bir etkisinin olduğu yadsınamaz...


Kaynakça:

- Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam. Remzi Kitabevi. (s:269-271)

- seyler.eksisozluk.com

- listelist.com



14 Ocak 2023 Cumartesi

 



MORYILDIZ, KUM ÇİĞDEMİ (ROMULEA TEMPSKYANA)



Familyası, Iridaceae (Süsengiller)

Çiğdeme benzeyen bu küçük soğanlı bitki, ülkemizde yetişen diğer Romulea türlerinden, çiçeklerinin büyük ve koyu mor renkli olması nedeniyle kolaylıkla ayırt edilebilir. Koyu mor renkli çiçekleri, sarı renkli çiçek boğazı ile çok gösterişlidir. Altı taç yapraklıdır.

Çiçeklenme Dönemi: Ocak-Mart

Çok yıllık otsu ve soğanlı bir bitkidir.

Bitki, deniz seviyesinde kumullar ve kıyılardaki maki topluluklarından, daha yükseklerde iğne ve geniş yapraklı ormanlara kadar değişik habitatlarda 30-500 m. arasındaki yüksekliklerde yetişir.

Anadolu'nun batısı ve güneyinde kıyı kesimlerinde yaygındır.

İlk kez 1894 yılında Kıbrıs'tan toplanan örneklerle, 1897 yılında bilim dünyasına tanıtılmıştır. Kıbrıs dışında Türkiye ve Filistin'de doğal olarak yetişen bir Doğu Akdeniz bitkisidir. Türkiye'de Soğanlı Bitkiler Yönetmeliği kapsamında ticari amaçlarla toplanması yasaktır. Ülkemizde sınırlı bir yayılış gösteren bu nadir bitki, doğal yaşam alanlarında koruma altına alınmalıdır. 






Kaynak: agaclar.net/akdeniz-bolgesi


Fotoğrafların tümü, 31 Aralık 2022'de Kaleköy (Simena)/Antalya'da tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan kullanılamaz.


BONUS: Sarıyıldız (Gagea Sp.)





12 Ocak 2023 Perşembe

 



ANDRİAKE ANTİK KENTİ / DEMRE / ANTALYA




Andriake, Demre kent merkezine yakın olan Çayağzı mevkiinde yer almaktadır. Andriake antik kenti, Myra'nın limanı olarak bilinir. Bölgede ticaretin yoğun olduğu liman kentinde birçok tarihi yapı dönemin ticari hareketliliğine ışık tutuyor. Kenti gezerken gördüğüm hamam, agora, sarnıç ve bir zamanların Granarium yapısı (tahıl ambarı) şimdilerin Likya Uygarlıkları Müzesi ihtişamıyla göz kamaştırıyor. Limanda bulunan ticaret gemisi sanki bizi tarih öncesine yolculuk yaptırmak için hazır bekliyor.

Andriake, antik dönemde ayrı bir kent olmaktan çok, Myra'nın bir dış mahallesi ve limanı konumundaydı.  Kent ilk olarak M.Ö 197 yılında, Seleukos Hanedanı Kralı III. Antiokhos'un daha önceleri Ptolemaioslar egemenliği altında bulunan kenti ele geçirmesiyle tarih sahnesine çıkmıştır. M.S 60 yılında Aziz Paulus Roma'ya giderken Myra'ya gelmiş ve Andriake'de gemi değiştirmiştir. Andriake, özellikle imparatorluk döneminde Phaselis ve Patara kentleri kadar önemli bir liman kenti olmuştur. Kentte bulunan Lykia Eyaleti'nin gümrük yasasını içeren, İmparator Nero (M.S 54-68) döneminden gümrük yazıtı Andriake'nin liman olarak bu dönemdeki önemini ortaya koymaktadır.

Antik dönemde Lykia Bölgesi'nin önemli limanlarından biri sayılan, fakat günümüzde Kokarçay'ın (Andriakos) taşıdığı alüvyonlar nedeniyle limanı kapanmış ve bir bataklık halini almış olan Andriake kentinin kalıntıları küçük bir koyun her iki yakasına yayılmış durumdadır. Andriake kentinden günümüze kadar korunabilmiş kalıntılar arasında en önemlisi ve en iyi korunmuş olanı şüphesiz İmparator Hadrianus'a adanmış olan Granarium'dur (Likya Uygarlıkları Müzesi). 
















Fotoğrafların tümü tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan kullanılamaz!


9 Ocak 2023 Pazartesi

 


CEMAL SÜREYA'NIN BİR İDDİA SONUCU KAYBETTİĞİ SOYADINDAKİ MÜKERRER "Y" HARFİNİN HİKAYESİ




Türk şiirinin usta kalemlerinden şair Cemal Süreya'yı tanımayan, gençliğinde aşık oldukları kızlara şiirlerinden bir mısra okumayan yoktur sanırım. :) Yoktur desem de, yanlış anlaşılmasın, bana okunmadı. Ben, kendim okudum; hayat hikayesini ve şiirlerini. Onu tanıyınca çok sevdiğim şairlerden biri oldu böylece...

Cemal Süreya, 1931 yılında Tunceli'nin Pülümür ilçesinde doğdu. 9 Ocak 1990'da İstanbul'da öldü. Asıl adı Cemalettin Seber olan Cemal Süreya, 1938 Dersim isyanı sonrasında ailesiyle birlikte Bilecik'e sürgün edildi. Şair, Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olup Maliye Bakanlığı'nda müfettişlik yaptı. 1938 sürgününü;

"Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,

Bizi kamyona doldurdular,"

dizeleriyle başlayan bir şiirinde anlatır. Şiirin sonunda da annesi ve babasının sürgünde öldüğünü. Kim bilir, belki de "Özlemek, ölmekten sadece iki harf fazla be çocuk" derken, çocukluğunun memleket özlemini dile getirmiştir.

Cemal Süreya'nın soyadındaki "y" harfinin çıkarılması meselesi kiminle yaşanmıştır aslında bir muammadır. Ama herkes tarafından kabul edilmiş iki ayrı hikaye anlatılır konuyla ilgili. 

Birinci hikaye şöyle: Cemal Süreya'nın günlüklerinde başka anlatılanlarda başkadır bu hikaye. Baştan belirteyim. "Elma" şiirinde, adındaki "Y" harflerinden birini attığını ilan etmiş Cemal Süreya. Kendi anlatımına göre, Nedeni, bir arkadaşıyla girdiği iddiayı kaybetmesiymiş. Hafızasına çok güvendiğini iddia eden şair, Üvercinka diye anılan kadının telefon numarasını hatırlayıp hatırlamadığı konusu üzerine iddiayı kaybetmiş. Böylece soyadındaki bir "Y" harfini de.

İkinci hikaye biraz daha farklı. Cemal Süreya ile Sezai Karakoç efsanesi doğru ya da yanlış (emin olunmadan) anlatılıp durur. Cemal Süreya ile Sezai Karakoç üniversitede sınıf arkadaşıdırlar. Sınıflarındaki "Muazzez Akkaya" adındaki kıza ikisi de gizliden gizliye aşıktırlar. Sınıfta bu kıza duydukları ilgiyi birbirlerine anlatırlarmış. Anlatmakla yetinmeyip Muazzez'e yazdıkları şiirleri birbirlerine okurlarmış. Sonra bu aşk ikisi arasında iddia konusu olmuş. İddiayı kaybeden büyük bir bedel ödeyecek ve bu bedel ömrü boyunca üzerinde kalacak diye anlaşmışlar.

Cemal Süreyya kazanırsa; Sezai Karakoç'un soyadı "Karkoç", Sezai Karakoç kazanırsa da Cemal Süreyya'nın adı "Süreya" olacakmış. 

Malumunuz, iddiayı Sezai Karakoç kazanmış ve Muazzez Hanım'la ilişkiye başlamış. Cemal Süreyya da soyadındaki "Y" harfini çıkarmış.

Peki, iddia sonrasında neler olmuş dersiniz? Muazzez Akkaya, Sezai Karakoç'un kendisiyle bir iddia üzerine sevgili olduğunu öğrenmiş. Biraz da psikolojik sorunları olan Muazzez Hanım, bu durumu kaldıramayıp okulu bırakmış ve memleketi olan Geyve'ye dönmüş. 

Sezai Karakoç bu duruma çok üzülmüş Muazzez Akkaya'ya ithafen "Mona Rosa" yı yazmış. Şair, bu şiiri üniversitede iddia konusu olmuş Muazzez Hanım'a 1950 yılında Mülkiye'de öğrenci iken yazmış. Ancak, 2002 yılına kadar bu şiir yayımlanmamıştır.

İşte böyle anlatılan hikayeler. İki şair ve  şiirlere konu olan bir kadın sadece Muazzez Akkaya değil. Edebiyatımızda birçok şairin aşık olduğu, hakkında şiirler yazdığı kadınlar var. İlk aklıma gelenler; Nahit Gelenbevi Fıratlı Damar, Tomris Uyar, Celile Hanım, Mevhibe Beyat, Leyla Erbil ve Piraye oldu.

Bugün 9 Ocak. Usta şair Cemal Süreya'nın ölüm yıldönümü. Anısına sevgi ve saygıyla. Onun dediği gibi; "Öyle büyümüş ki içimizdeki yalnızlık. Sevilmeyi beklerken, beklemeyi sevmişiz." 


Kaynaklar: 

-NAZAN ARISOY, Cemal Süreya - Aşk Günü Doğdu. Dokuz. 61.baskı.

- LEYLA ŞAHİN, Cemal Süreya'da Dağlarca. Kaynak Yayınları. 



6 Ocak 2023 Cuma

 


DEMRE / MYRA ANTİK KENTİ VE AZİZ NİKOLAOS (NOEL BABA)



Antalya Valiliği'nin web sitesindeki bilgiye göre, dünyada bir şehir olarak içerisinde en çok antik tiyatro ve antik şehir barındıran kent Antalya'dır. Likya Birliği'nin en önemli şehirlerinden biri olan Myra antik kenti ve bu kentin limanı olan Andriake antik kentini 31 Aralık 2022'de gezdim. Her iki antik şehir, Antalya'nın Demre ilçesinde bulunmakta. Myra Antik Kenti'nin ve Demre'nin dünyaca tanınması ve ünlü olmasının nedeni gerçek Noel Baba'nın (Aziz Nikolaos) burada yaşamış ve ölmüş olmasındandır. 20. yüzyılda ise Aziz Nikolaos, Santa Claus'a, yani Noel Baba'ya dönüşmüştür.

Otuz yıl önce, Demre-Myra-Patara antik kentlerini gezmiştim. O zamanlar Myra'da bulunan Aziz Nikolaos'un lahti ziyarete açıktı. Böylece kalıntıları yerinde görmek ve oradaki ruhani havayı teneffüs etmek mümkündü. Antik kenti korumakla görevli olan bekçinin ziyaretçilere anlattığı ve unutmadığım, Aziz Nikolaos ve hakkında anlatılan birçok hikayeden en ünlüsünü burada yazmak isterim. 

Nikolaos çok zengin bir ailenin tek çocuğu olarak, Hristiyan inancına göre büyütülür. Anne ve babasını çok genç yaşta kaybeder. Nikolaos kendisine kalan mirasın tümünü hasta, yaşlı ve bakıma muhtaçlara yardım için kullanır. Hayatını Tanrı'ya ve insanlara hizmete adar. Bu sayede genç yaşta Myra Episkoposu olur. Bu yaptığı yardımlardan dolayı, Episkopos Nikolaos dünyaya, ihtiyaç sahiplerine karşı olan cömertliği, çocuklara olan sevgisi ve denizcilere olan kaygısından dolayı ün salmıştı.

Hikayeye gelince; Aziz Nikolaos'un yaşadığı kendi köyünde fakir bir adamın üç kızıyla ilgilidir. O zamanlarda bir genç kızın çeyizi ne kadar büyükse, evlilik şansı o derecede artardı. Eğer hiç çeyizleri yoksa, kızlar köle olarak verilirdi. İşte bu fakir adamın kızlarının hiç çeyizi olmadığı için köle olarak satılmak üzeredirler. Bir gün bu fakir adamın evinin penceresinden üç kese altın atılır. Bu keseler kurumak üzere sobanın önüne konulan ayakkabıların yanına düşer. Altın keselerinin Aziz Nikolaos tarafından atıldığı ortaya çıkar. Bu, günümüzde çocukların Aziz Nikolaos'un, yani Noel Baba'nın hediyelerini özlemle beklerken uydukları bir gelenek haline gelir. 

Episkopos Nikolaos 6 Aralık'ta (Miladi takvime göre 22 Aralık) vefat eder. Katolik, Ortodoks ve Anglikan kiliseleri kendisini önemli bir Aziz olarak kabul ederler. Bazı Avrupa ülkelerinde Aziz Nikolaos en çok kullanılan kilise ismidir.

Myra Antik Kenti özellikle Likya Dönemi kaya mezarları Roma Dönemi tiyatrosu ve Bizans Dönemi Aziz Nikolaos Kilisesi (Noel Baba) ile ünlüdür.

"M.Ö. 2'nci yüzyıl Myra'nın büyük bir gelişmeye sahne olduğu dönemdir. Likya Birliği'nin Metropolisi olan şehirde, Likyalı zengin kişilerin yardımları ile birçok yapı inşa edilmiş ve onarılmıştır. Bizans Dönemi'nde ise Myra, dini yönden olduğu kadar idari yönden de önde gelen şehirlerden biri olmuştur. Günümüze dek ulaşan ününü, Aziz Nikolaos'un (Noel Baba) M.Ö. 4'üncü yüzyılda şehrin piskoposu olmasına ve ölümünden sonra aziz mertebesine ulaşıp adına kilise yapılmasına borçludur." (*) Gezdiğimiz tarihte, Aziz Nikolaos'un lahtinin bulunduğu kilise ziyarete kapalıydı.

Ayrıca Myra'nın ünlü olmasının bir diğer nedeni de M.S 60 yılında Aziz Paulus'un Kudüs'te yarattığı huzursuzluğun hesabını vermek üzere Roma'ya giderken Andriake limanına ve anakent Myra'ya uğramasıdır. Myra'nın, M.S 2. yüzyılda Metropolis ünvanı alması, M.S 408-450'de Likya'nın başkenti ilan edilmesi Myra'nın tarihinin önemli olaylarından birkaçıdır. 
















Roma Dönemi tiyatrosu.

10.000 kişiyi aşkın kapasitesiyle bölgenin en büyüğüdür. Çok daha küçük olan Helenistik dönem tiyatrosunu altında bırakarak tamamen yeniden Roma tiyatrosu inşa edilmiştir. At nalı formundaki cavea, altta 29, üstte ise 9 oturma sırasına sahiptir. Myra tiyatrosu bölgenin en görkemli ve nitelikli dekorasyonuna sahiptir. Üç katlı sahne binası frizlerinde pek çok tanrı figürü kabartması yer almaktadır.




Not: Fotoğrafların tümü ve video tarafımdan çekilmiştir. İzinsiz kullanılamaz!


(*) kulturportali.gov.tr

 

4 Ocak 2023 Çarşamba

 


LİKYA YOLU; ÜÇAĞIZ - KALE(SİMENA) - KEKOVA(BATIK ŞEHİR)

"İnsanın öğretmeninin doğa, kitabının insanlık ve okulunun yaşam olduğu bir gün gelecek mi?"

Halil Cibran


Simena kalesinden görünüm.

Yıllar önce doğa yürüyüşüne Likya yolunun Adrasan-Karaöz-Olimpos-Çıralı etaplarını yürüyerek başlamıştım. Sonraki yıllar içinde de Likya  yolunun farklı etaplarını yürümüştüm. Pandemi nedeniyle uzun süre ara verdiğim doğa yürüyüşüne, yine Likya yolunun daha önce yürümediğim Üçağız-Kale(Simena)-Kapaklı etaplarını yürüyerek devam edeceğim. Üstelik bu yürüyüşüm, 2022 yılının son iki günü gerçekleşti. Ve yeni bir yıla Demre'de deniz kıyısında bir restoranda, üstelik ılık bir havada merhaba dedim. İşte size anlatacağım; bu özel ve güzel yerlerdeki gördüklerim, görüp fotoğrafladıklarımdır.

29 Aralık 21.30'da buz gibi bir Ankara gecesine hoşça kal diyerek yola çıktık. Ara ara molalarla on bir saat sonra Antalya'nın Demre ilçesine bağlı Üçağız köyüne vardık. Deniz manzaralı pansiyona yerleştik. Pansiyon portakal, limon ve greyfurt ağaçlarının ortasında yer almaktaydı ve havada mis gibi portakal-limon kokusu vardı. Kahvaltı yaptıktan sonra, yazdan kalma günlük-güneşlik bir havada Kaleköy'e (Simena) yürüdük. Deniz kıyısından bakınca kale heybetli görünüyordu. Kaleye  varmak için taş döşeli, yer yer antik basamaklı patikadan dik bir tırmanış yaptık.



Günümüzde Kaleköy olarak anılan  antik Simena 2400 yıllık bir tarihe sahip  stratejik bir nokta özelliği gösteren küçük bir Likya kıyı kenti. Kaleye ulaşmadan önce iki lahit dikkatimi çekti. Kale yolunda ve kalenin eteklerinde mor ve beyaz anemonlar açmıştı. Sanki kalenin etekleri anemon motifleriyle süslü bir halı gibiydi.  Kaleye ulaştığımızda doğal kayaya oyularak inşa edilmiş sarnıçları, kaya mezarları ve önce tapınak, ardından kilise ve en son cami olarak kullanılmış dini yapının izlerini gördük. Kaleden Kekova Adası(Batık Şehir) ve çevresinin görüntüsü muhteşemdi. Kıyıda su içinde Likya tipi lahitler, mendirek ve yapı kalıntılarını görmek ve sonrasında aşağıya Kekova'ya inmek ve bu antik kalıntıları yakından görüp, onlara dokunmak antik Likya'ya yolculuk yapmak gibiydi.




Kekova'ya doğru inişe geçtiğimizde her tarafta zeytin ağaçları vardı; kimisi uzun yıllardır var olan, kimisi genç ağaçlar. Yöre halkı zeytin hasadını yapmış, toplanan zeytinler mavi naylon kasalarda işlenmek üzere bekletiliyordu. Birinci derece sit alanı olan Kekova'da neredeyse köy evlerinin içinden geçerek, çeşitli çiçeklerin arasından sahile indik. Kekova'nın simgesi haline gelen su içindeki Likya'nın en yaygın mezar çeşidi olan semerdam (ters kayığı andırır biçimde olan) kapaklı lahiti yakından görmek beni heyecanlandırdı. Batık şehrin kalıntılarına yakından bakmak, 2400 yıl önce burada yaşayan insanların yaptığını düşündüğüm gibi ayaklarımı denize sokarak Kekova Adası'nın güzelliğini uzaktan izlemek(adaya çıkmak yasak) ne muhteşem bir duyguydu. Burada ve tüm doğa yürüyüşlerimde olduğu gibi, doğayı daha fazla gözlemleyerek onun tüm varlıkları ile devasa bir organizasyon olduğunun bir kez daha farkına vardım.




Teke Yarımadası denilen coğrafyada 2400 yıl önce yaşayan halka Likyalılar, bölgeye ise "Işık Ülkesi" anlamına gelen Likya denmekteydi. Antik Çağ'da, Likya'nın sahip olduğu kentler demokrasiye yön verecek olan Likya Birliği'ni kurmuştur. Bu birlikte yer alan 23 kent vardı. Bunlardan en güçlü olan kentler şunlardı: Patara, Xantos, Tlos, Olimpos, Pınara e Myra idi. Likya Uygarlığı Antik Kentleri 2009 yılında UNESCO Geçici Miras Listesi'nde yerini almıştır.

M.Ö Dördüncü yüzyıldan beri yerleşim yeri olarak kullanılan Kekova Adası ve Roma-Bizans dönemine ait batık şehre denizden tekne ile ulaşmak mümkün. Zamanımız kısıtlı olduğu için tekne ile gezinti yapamasak da Kekova'da deniz manzaralı bir kafede  kahve içip yorgunluğumuzu attık. Bu kahvenin bende kırk yıl hatırı olacaktır. :)

Hava kararmaya başladığında, pansiyona döndük. Akşam yemeğinden sonra dinlenmeye geçtik. Ertesi günü yürüyeceğimiz Likya yolunun Üçağız-Kapaklı arası etabı için hazırlıklarımızı tamamladık.

Not: Fotoğrafların tümü ve video tarafımdan çekilmiştir. İzinsiz kullanılamaz!