29 Eylül 2013 Pazar




PİRE ( Cam tavan sendromu )


Pireleri 20 cm derinliğinde fanusun içine koyarlar, alttan ısıtırlar...Pireler rahatsız olur, zıplar tınk diye cama vurup, geri düşerler. Tekrar zıplarlar, nafile, gene çarparlar...Engel şeffaf olduğu için, kendilerini neyin engellediğini bir türlü anlayamazlar. Böylece çarpa çarpa, zihinlerinde " ÖZGÜRLÜK SINIRI " oluşur. Sonra?

Tavandaki camı kaldırırlar, pireleri gene aynı fanusun içine koyup, alttan ısıtırlar. Görülür ki, pireler en fazla 20 cm zıplıyor! Engel yoktur, daha yükseğe sıçramaları, özgür olma imkanları vardır ama kafayı çarpmamak için, buna cesaret edemezler. Çünkü artık, " GÖRÜNMEZ ENGEL " zihinlerindedir... " Yapamayız, boşuna denemeyelim " diye düşünürler. " Cam tavan sendromudur " bu.

Yapabileceğin, anca yapabileceğini düşündüğün kadardır. Örnek, zavallı piredir ama, aslında, tüm canlıların " neyi başaramayacağını" yavaş yavaş nasıl öğrendiğini kanıtlar.

E  hayat bir laboratuvar. Bu nedenle görünmez engeller konur, çabalar engellenir, kafayı kaldıranın kafasına vurulur, böylece yavaş yavaş " YAPAMAYIZ, hiç boşuna denemeyelim " düşüncesi hakim olur. ( Yılmaz Özdil' in İsim, Şehir, Hayvan Kitabından aynen aktarılmıştır.)

Yazı, yoruma meydan vermeyecek kadar açık! Sadece şunu söyleyebilirim: Yapabilecekleriniz, yapabileceğinizi düşündüğünüz şeylerden fazla olsun ve zihniniz  de engelsiz...




26 Eylül 2013 Perşembe




TARİHTEN  NOTLAR -2-


- 15 Haziran 1215' te imzalanan Magna Carta(Büyük Senet) tarihe, İngiliz monarşisinin gücünü, özellikle de Kral John' un mutlak yönetimini sınırlayan bir İngiliz bildirgesi olarak geçmiş ve kralı, bazı haklarından vazgeçmek, kanunlara uymayı ve iradesinin kanunlar tarafından sınırlanmasını kabul etmek zorunda bırakmıştı. Diğer bir deyişle, anayasal hukukun üstünlüğüne giden süreçte atılan ilk adımdı. Kral John' un 18 Ekim 1216' da dizanteriden ölmesinin ardından, tahtın varisi, henüz 9 yaşındaki III. Henry' nin naipleri tarafından 12 Kasım 1216' da bazı maddelerin çıkarılmasıyla yeniden imzalandı. 1225' te 18 yaşına gelen Henry tarafından da onaylanan Magna Carta, bir daha ayrılmamak üzere İngiliz sisteminin bir parçası olmuştu.

1957 yılında Amerikan Barolar Birliği, Runnymede' de bir anıt inşa ederek Amerika' nın, kanunları ve anayasasını Magna Carta' ya borçlu olduğunu kabul etti. Bugün pratikteki uygulaması çok sınırlı olan Magna Carta, başta Amerikan Anayasası olmak üzere anayasal hükümetler kurmak için yapılan tüm girişimler, kaynaklarını bu anlaşmadan almışlar ve bu anlaşmanın bıraktığı izlerden faydalanmışlardır. Magna Carta' nın etkisi hükümetin yetkilerini kısıtlayan ve insanların haklarını sıralayan ABD İnsan Hakları Beyannamesinde açıkça görülmektedir.

Magna Carta aynı zamanda uluslararası bildirgeleri de etkilemiştir. Söz gelimi Başkan Roosevelt' in eşi Eleanor Roosevelt, " İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi' ni " Magna Carta' nın tüm insanlığa hitap edeni " şeklinde tanımlamıştı. ( Kaynak: Ali Çimen- Tarihi Değiştiren Olaylar)

- Adı genetik biliminin atası olarak tarihe geçen Gregory Mendel bir keşişti. 20 yıl sonra manastırdan dışarı çıktığında kalıtımla ilgili üç kanun ortaya atsa da, dönemin tıbbi şartları, iddialarını kanıtlamasına fırsat tanımadı ve fikirleri kabul görmeyince çaresizlik içinde öldü.

20. yüzyılın teknolojisi, kalıtım ve genlerle ilgili fikirlerindeki doğruluk payını gözler önüne serdiğinde, tarihe genetik biliminin babası olarak geçiyordu. Ne yazık ki, bundan haberi olmayacaktı.

Doğa aşkı ile kendince yaratıcı güç olarak gördüğü doğanın sırlarını çözmeye soyundu.

Bilimde çığır açan iddialarını test etmek için bezelyeleri kullandı.  Zira bezelyeler, kalıtımın esrarengiz ilkelerinin çözülebilmesi açısından en uygun bitkiydi. Yedi farklı fenotipik( genetik ) karakteri olması, Mendel' in çalışmalarını zenginleştirmişti.

Deneyleri için 28 bin bitki yetiştirmek zorunda kalmış, bunu da " Evrimin tarihi ile ilgili eşiği geçmek için cesaret verici işlere soyunmak gerekir " diyerek açıklamıştı. ( Ali Çimen- Tarihi Değiştiren Bilginler )




21 Eylül 2013 Cumartesi




ÇAKIRLAR  KORUSU


Türkiye' nin sayılı su basar ormanlarından biri olan ve yaklaşık 22 hektarlık bir alanı kapsayan Çakırlar Korusu Samsun ili, Atakum ilçesi sınırları içinde yer alır. Bu doğa harikası yeri, hem kışın hem de yazın görme olanağı buldum. Ve diyebilirim ki, yazı ayrı,  kışı ayrı güzel.

Kışları, sularla kaplanan ormanlık alan, yazın bataklığa dönüşür. Dağlardan Karadeniz sahillerine doğru akan derelerin taşıdığı alüvyonların birikmesi ve mevsimsel olarak sular altında kalması sonucunda oluşan bu ormanlar " longoz ormanları " olarak da anılır. Yayvan yapraklı ağaçlardan oluşan ormanda çoğunlukla dişbudak ve kızılağaçları görmek beni şaşırtmadı. Çünkü, bu ağaçların devasa büyüklüğe ulaştıklarını biliyordum. (Bir orman köyünde doğup büyüdüğüm için) Düşünebiliyor musunuz? Suların içindeki bu ağaçların dalları ve yaprakları adeta dev bir şemsiye gibi gökyüzünü kapatmış, güneş ışınlarının ormanın derinliklerine girmesine izin vermiyor. Ve siz o loşlukta, kuş cıvıltıları eşliğinde yürüyorsunuz. Tabii ki, suyun içinde değil. Atakum Belediyesince gerçekleştirilen proje kapsamında, tek bir ağaç dalı kesilmeden, kırılmadan, tamamen doğaya uyumlu ve geri dönüşümü olan malzemelerden yapılan gezi alanı ( tahta kazıklar üstüne kurulan ahşap yol ) bu ender ormanın derinliklerine taşıyor sizi. Burada oturup dinlenmek isteyenler için de banklar konulmuş yer yer. Yazın orman alanında gezerken, bataklık olmasına karşın tek bir sivrisineğin olmaması sivrisinekle mücadelede başarılı olunduğunu gösteriyor. Ahşap yolda ilerlerken, parmaklıklardan aşağı, bataklığa baktığınızda, sanki bir timsah fırlayacakmış hissine kapılıyorsunuz. Ama sadece, kocaman plastik timsahları görüyorsunuz! Koruyu gezerken, şunu anladım ki, insan isterse doğaya zarar vermeden ve doğayı koruyarak da başarılı işler yapabilir ve insanları mutlu edebilir...

Zengin biyolojik çeşitliliği ve farklı ekosistemleriyle birçok hayvan türü için kaliteli yaşam alanları oluşturan su basar ormanlarının suyu, dilerim; küresel ısınmadan nasibini almaz ve suyu hiç tükenmez.


İlgilenenler için: Dünyada, su basar ormanları; Amazon, Afrika-Kongo Havzası' nda, Türkiye' de de İğneada( Kırklareli ) ve Samsun' da ( Çakırlar Korusu ) bulunmaktadır.




19 Eylül 2013 Perşembe




YALNIZ  GEZEGEN FİLMİ
    


31. İstanbul Film Festivali' nde " Altın Lale " ödülünü alan Yalnız Gezegen (The Loneliest Planet) bir Julia Loktev filmi.

Filmi gecikmeli de olsa izledim ve izlenimlerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Çünkü gerek basında çıkan eleştirilere, gerekse filmi izleyenler tarafından yapılanlara katılmıyorum. Sadece, filmi hangi kategoriye koyacağımı bilemedim; dağ-doğa filmi mi, tam uymasa da yol filmi mi, bir drama mı? Yoksa, ortaya karışık bir film mi?

Konuşmaların çok az olduğu, davranışların nedenlerinin açıklanmadığı, çok güzel doğa görüntülerinin sergilendiği film, Kafkas dağlarının vahşi güzelliğinin eşliğinde Gürcistan ormanlarında çekilmiş. Filmin kısaca konusu şu: Yakında evlenecek olan Amerikalı nişanlılar Alex ve Nica trekking yapmak üzere Gürcistan' a gelirler. Yöreyi iyi bilen biri olan Dato' nun rehberliğinde Gürcistan ormanlarında yürüyüşe çıkarlar; geceleri çadır kurup, gündüzleri yürürler. Modern dünyanın beraberinde getirdiği stresli yaşamdan uzakta, vahşi doğada kendilerini bulan çift ilk başlarda çok mutludur; ilişkileri canlı, heyecanlı ve sevgi doludur.

Film, doğada yürüyüş ve doğanın zorlu şartlarıyla mücadele şeklinde ilerler. Ta ki, Alex, Nica ve Dato' nun karşısına birkaç kızgın ve silahlı adam çıkıncaya dek. Adamlardan biri, tüfeğini Alex' e doğrulttuğu anda, Alex' in Nica' yı önüne siper etmesi romantik ilişkilerinin de kırılma noktası oluyor. Alex' in yaşama içgüdüsüyle hareket ettiği o birkaç saniyelik sürede olan olmuştur ve artık geriye dönüş yoktur. Yaşama içgüdüsü erkeklik duygusundan, kadına olan sevgisinden, gururundan kısacası her şeyden daha baskındır. Modern dünyadan uzakta, doğada yalnızken beraber olduğun insanları tanımak daha kolaydır. Adeta güvenilirlikleri test edilir. Ve Nica, Alex' in gerçek yüzünü gördüğünde yıkılır; artık Alex onun için, zorda kalınca bencil olan bir erkektir ve bundan sonra ona nasıl güvenebilir?

Nica' nın siper olduğunda duyumsadığı yalnızlık( oyuncu bunu izleyiciye çok güzel aktarıyor) gezegenimizdeki insanların gerçeğidir aslında. İnsanların özünde yalnız olduğunu Aldous Huxley ne güzel anlatmıştır şu sözüyle: " Vücut bulmuş her ruh yalnızlığa mahkumdur."

Filmin sonunda, ilişkilerde sadakati sorgulamamıza neden olan sahne yer alır. İlişkilerin kırılganlığı ve her an değişebileceğini ve bunun an meselesi olduğunu kadın gözüyle anlatması bakımından film izlenmeye değer doğrusu. Ayrıca bir doğaseverseniz, Kafkas dağlarının ve Gürcistan ormanlarının muhteşem güzelliklerini oraya gitmeden de hissedebilir, hayalinizde o yerlerde yürüyebilirsiniz....






16 Eylül 2013 Pazartesi




FARADAY  KAFESİ


" Başarı için gereken beş temel beceri; konsantrasyon, ayırd etme gücü, organizasyon, yenilikçilik ve iletişimdir."
Michael Faraday


Bilimin öncüleri arasında sayılan ve elektriği günlük yaşamda ilk defa kullanan Michael Faraday 1791 yılında Londra' nın varoşlarında dünyaya geldi. Yoksul olan ailesi çocuklarının iyi bir eğitim almasını sağlayamadı. Faraday, kilisenin pazar okulunda sadece okuma, yazma biraz da aritmetik öğrenebildi. Ailesine yardımcı olabilmek için küçük yaştan itibaren çalışmaya başladı. On üç yaşında bir kitapçının yanında çırak olarak çalışırken, ciltlediği kitaplardan ikisi onu derinden etkiledi: Bu kitaplardan birisi Britannica Ansiklopedisi, diğeri Jane Marcet' in Kimya Üzerine Söyleşiler kitabıydı. Ansiklopedinin üçüncü baskısındaki elektrik maddesinden çok etkilendi, o günden itibaren kimya ve elektrikle ilgilenmeye başladı. On dokuz yaşındayken kitap ciltletmek üzere gelen bir müşterinin sağladığı biletle, seçkin bilim adamı Sir Humphrey Davy' nin Kraliyet Enstitüsü' nde düzenlenen konferanslarına katılmasıyla şansı döndü. Davy' nin yardımıyla Kraliyet Enstitüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Davy elmasın saf karbondan meydana geldiğini kanıtladığında yanında Faraday vardı. Ustasıyla birlikte kömür madenlerinin aydınlatılması için geliştirdiği lamba, grizu patlamasının önüne geçti.

Yaptığı deneyler ve çalışmalarıyla yeteneğini kanıtlayan Faraday, Enstitü' de ders vermeye başladı. Elektro-kimyadaki deneyleriyle, kendi adıyla bilinen elektroliz yasalarına ulaştı. Elektrik motorunu icat etti. İlk elektrik sayaçlarının üretilmesini sağlayacak bilgilere ulaştı. Benzon ve bütileni keşfetti, ilk paslanmaz çeliği imal etti. Klor gazını sıvılaştırmayı başararak, elektrik terminolojisine amper, elektrot, anot, katot, elektrolit ve iyon terimlerini kazandırdı.
Ancak bilimin öncüleri arasına girmesini sağlayan asıl başarısı, elektromanyetik konusundaki buluşu oldu. Önemli deneylerinden birinde mekanik enerjiyi bir mıknatıs yardımıyla elektriğe dönüştürdü. Böylece manyetizmadan elektrik enerjisi elde etmenin yolunu buldu. Bu buluş, elektrik jeneratörlerinin esasını oluşturan önemli bir adım oldu.

Faraday' ın buluşlarından biri olan ve bugün de günlük hayatın çok farklı noktalarında kullanılan kendi adını verdiği meşhur kafesi var: Faraday Kafesi. " Bu kafes, elektriksel iletken metal ile kaplanmış, içteki hacmi dışarıdaki elektrik alanlardan koruyan bir muhafaza sisteminden oluşuyor. Örneğin yıldırımlar gibi güçlü elektrik akımları iletkenlerden geçiyor ama içeriye sıçramıyor. Kafes, aynı zamanda elektromanyetik alanları içeriden dışarıya geçirmiyor."

Faraday kafesinin kullanıldığı yerleri şöyle sıralayabiliriz:
- Yanıcı, parlayıcı maddelerin depolandığı binalar( binanın dışındaki yüksek noktalara yerleştirilen sivri uçlu metaller, bütün iletkenleri toprağa aktarır).

- Radyo frekansı yayan cihazlar(cihaz çevreye parazit radyo sinyalleri yaymasın diye dış metal kılıfından topraklanır).

- Gizli bilgilerin muhafaza edildiği, önemli konuşmaların yapıldığı binaların güvenliği Faraday kafesi ile sağlanır( bina içindeki telsiz haberleşme sinyallerinin dışarıya sızmasını ve dinlenmesini önlemek için bina dışına Faraday kafesi inşa edilir).

- Radyo-televizyon vericileri, cep telefonu alıcı verici devreleri gibi radyo frekans amaçlı modülleri kullanan kuruluşlar da Faraday kafesi takmak zorunda. Elektronik cihazlar yönetmeliğine göre, bu cihazların kontrol altında tutulması için bu önlemin alınması zorunlu.

Royal Society' nin soyluluk ünvanını ve başkanlık makamını reddederek, bilim adamı kimliğini, asalet ünvanına tercih eden bu büyük adam 25 Ağustos 1867' de hayata gözlerini yumdu.

Yaptığı büyük buluşlarla hayatımızı kolaylaştıran Faraday' ın başarısı, sayfa başında yazdığım sözünde saklı bence...


Kaynak: Ali Çimen- Tarihi Değiştiren Bilginler (Popüler Tarih)




10 Eylül 2013 Salı




ACIYLA  BAŞETMENİN  YOLLARI


İnsan olup ta acı çekmeyen biri var mıdır yeryüzünde? Sadece insan olmak acı çekmek için yeter sebeptir. Acı çekmek varoluşun insana armağanıdır. Yaşamını sürdürenler büyük veya küçük olsun bu armağanı alırlar. Acıyı önlemeye çalışmak, acıdan kaçmak, dolayısıyla insana verilen armağanı reddetmek mümkün değildir. Çünkü herkes er ya da geç acı çeker. Düşünün bir kez; acı çekmeseydik, mutluluğa değer biçebilir miydik? İnsan olarak acı çekmek bizim için kaçınılmaz olduğuna göre, acıyla başedebilmek için ne yapabilir, nasıl bir yol izleyebiliriz? Dünden bugüne insanoğlunun bu konuyla ilgili izlediği yol, insandan insana, toplumdan topluma, kültürden kültüre, coğrafyadan coğrafyaya değişse de sonuçta ortak bir noktada kesişmektedir. Acıyla başa çıkmanın çok sayıda yolu olduğunu belirten Lou Marinoff, "Felsefe Hayatınızı Nasıl Değiştirir?" kitabında bu yolları şöyle açıklar:

Kendinize saklamak: Acınızı kendinize saklamak, 'sessizce acı çekmek' tir. Size bunun soylu bir davranış olduğu öğretilmiş olabilir ama aslında gereksizdir.Sizi gereksiz yere neşe ve tatminden yoksun bırakır. Tercih sizin. Bu durumu değiştirmek, acı çekmenin size verdiği eğitimden ders alarak mezun olmak(hayattaki diğer her şey gibi) sizin elinizde.

Kaçmak: İnsandaki en eski biyolojik içgüdülerden biri 'savaş ya da kaç' tır. Acı, kişinin sağlığı ve huzuruna karşı bir çeşit tehdit olduğuna göre bu tehditle savaşmak ya da ondan kaçmak için doğal bir eğilim söz konusudur. Ama acı kişinin kendisinden kaynaklanıyorsa onunla yüzleşmediği sürece savaşamaz ve tamamen kaçamaz.Dünyanın neresine giderseniz gidin acınız bir gölge gibi sizi takip eder. Çektiği acı kendisinden kaynaklanmayanlar içinse durum farklıdır.Şizofreni, manik depresyon, kronik depresyon ve beyinle ilgili birçok bozuklukların uç vakalarında, hastanın çektiği acıya karşı eli kolu bağlıdır, çünkü acı kendisinden kaynaklanmaz. Bu bir kaygı değil hastalık meselesidir. Her ne kadar ileri derecede hasta kişilerin durumunu kontrol altına almaya yarayan ilaçlar olsa da birçoğu hala intihar etmektedir. Onlara göre bu dünyada acılarını dindirmenin başka yolu yoktur. Ve onlar için asıl kaçış ölümdür. Ama arkalarında bıraktıkları için bu sadece yeni bir acının başlangıcıdır.

Çevrenize Yaymak: Çektiğiniz acıyı bir başkasına bulaştırmaya çalışarak yani, acıyı etrafınıza yayarak acıdan kurtulamazsınız.Sadece dünyadaki acıyı artırmış olursunuz. Acılarını başkalarına bulaştırmaya çalışanlar aslında iki kat acı çeker. Birincisi, esas sorunları yüzünden; ikinci olarak da başkalarını da acılarına katmanın kendi sorunlarını hafifleteceği yanılgısı yüzünden acı çekerler.Bu duruma en korkunç örnekleri seri katiller, teröristler, gangsterler ve soykırımcı katiller oluşturur.Bu tür insanlar, kurbanlarına duygusuzca acı ve üzüntü çektirirken, kurbanlarının aile ve arkadaşlarına da hayat boyu unutamayacakları acı anılar bırakırlar. Bazıları sanki diğerlerini insan gibi göremez. Belki de bu kendilerini insan olarak görmedikleri içindir. Çektiğiniz acıyı çevrenize yaymak, acıyla başa çıkmanın hem siz hem de herkes için en kötü yoludur. Bu zarar verici yolu izleyenler, kendi acılarını bir süre için başkalarına yayabilirler ama bu uzun sürmez. Ne bütün dünyaya acı çektirmeyi başarabilirler ne de dünyanın onların cehennemine katlanmasını sağlayabilirler. Yaşarken lanetlenirler ve sonunda kendileri için hazırladıkları kıyametle karşılaşırlar.

Kendi İçinde Bitirmek: Kaygılarınızı sahiplenmek zor olsa da, onlara sahip olduğunuzu itiraf etmelisiniz. Çünkü kaygıyı içinizde bitirebilmek için zihninizde olup bitenin sorumluluğunu üstlenmeniz gerekir. Yani, kendinizi kandırmayın.

Yararlı Bir Şeye Dönüştürmek: "Acınızla yapabileceğiniz en iyi şey, onu acı verici bir şeyden başkaları için yararlı bir şeye dönüştürmektir. Çektiğiniz üzüntüyü sadece kendi içinizde bitirirseniz bu sizin için yapabildiğiniz oranda iyidir. Ama başkalarının acılarını sezip onların da acılarını içlerinde bitirmelerine yardım etmek istemeniz herkes için iyidir. Kendi acınızdan tamamen kurtulamasanız bile başkalarının acılarını azaltmaya yardım ederek kendinizinkini de azaltabilirsiniz. Bunu başarabilirseniz, kendi acınızı başkalarının acı çekmemesine dönüştürebilirsiniz. Bu bir insanın hayatında ulaşabileceği en büyük başarıdır."


Kaçarak, yok sayarak, kendimize saklayarak, çevremize yayarak bütün acılardan kurtulamayacağımıza göre uzun vadede acımıza son vermenin tek yolu onu elimizden çıkarmaktır. Bunu başaran kişinin ödülü, başarabildiği oranda alacağı mutluluk olacaktır. Acınız az, mutluluğunuz çok olsun...




6 Eylül 2013 Cuma




HANDEL  MUCİZESİ


Dosya:George Frideric Handel by Balthasar Denner.jpg



13 Nisan 1737 günü, Georg Friedrich Handel' in Brook Street' te bulunan yirmi beş numaralı evinde, Handel uşağı tarafından yerde sırtüstü yatarken ve inlerken bulundu. işte tam bu sırada, Alman bestecinin asistanı olan ve birkaç arya kopya etmek için gelmiş olan Christof Schmit' in yardımıyla kocaman, dev cüsseli Handel yatağa taşındı ve bir doktor çağrıldı.

Daha elli ikisinde olan Handel' i muayene eden doktor teşhisini koydu: Apoplexia. Bu duruma çok üzülen Handel' in uşağı doktoru yolcularken sorar: - Hep böyle felçli mi kalacak?
Doktorun cevabı: - Sanıyorum, tabii herhangi bir mucize olmazsa. Ve ekler; " Artık bir şeyler üretmesi söz konusu olamaz. Belki insan Handel olarak yaşama geri döndürebiliriz onu, ancak müzikçi Handel' i kesinlikle kaybetmiş bulunuyoruz. Felç beyne kadar gelmiş."

Georg Friedrich Handel, tam dört yıl boyunca bedeninin sağ yarısı ölü olarak yaşadı. Yürüyemiyor, çalamıyor, tek bir tuşa bile dokunup ses çıkartamıyor, konuşamıyordu. Felcin etkisiyle ağzı burnu çarpılmıştı.Buna rağmen, Handel' in varlığının asıl gücü onun yaşama isteğiydi. Onun bu ve daha bir şeyler yaratmak isteği, doğa yasasını yenip geçerek bir mucize yarattı. Doktorunun tavsiyesiyle gittiği Aachen' daki sıcak su kaplıcalarında, yaşama isteği ve irade gücünün inanılmaz zaferi sonunda Handel, ölümün çemberinden bir kez daha kurtulmayı başardı. Hareket serbestliği kazanan ve yeniden çalmaya başlayan Handel' in sanat aşkı yeniden canlandı. Eskisinden daha istekli bir şekilde müthiş bir çalışma temposuna girdi. Artık elli altı yaşında olan Handel, üç opera yazdı. Bunu, "Saul", "İsrail Mısır' da" ve "Allegro e Pensieroso" oratoryaları izledi.

Kraliçenin ölümü, İspanya savaşı ve Londra' nın üzerine çöken dondurucu kış nedeniyle temsiller yapılamadığı için tiyatro salonları bomboştu. Handel' in zaten kötü olan ekonomik durumu, gittikçe daha da kötüleşiyor, alacaklılar kapısına dikiliyor, eleştirmenler küçümseyici sözler söyleyip onunla alay ediyorlardı. Yaşamını kurtarmak için bir dilenci durumuna düşmesi ne kadar acı, ne kadar utanç verici olsa da; yararına düzenlenen bir temsil sayesinde kabaran borçlarından kurtuldu. Ancak gitgide içine kapandı ve 1740 yılında Handel, kendisini yaşama yenik düşmüş, eski ününü yitirmiş ve geride yalnızca külü ve posası kalmış bir adam olarak görmeye başladı. Otuz beş yıldan beri dünyayı etkisi altına alan o yaratma arzusunun kutsal seli, birdenbire duruvermiş ve kurumuştu.

21 Ağustos 1741 gecesi, geç vakit eve döndüğünde, masasının üstünde şair Jennens' ten gelen bir mektup bulur. Jennens ona yeni bir eserini gönderdiğini, müziğin yüce ve saygın dehasının sayesinde ve onun kanatları yardımıyla kendi değersiz sözcüklerinin de ölümsüzlüğe uçacaklarını yazmıştır. Önce, kendisiyle alay edildiğini düşünüp öfkelense de, yazılı sayfalara bakmaktan alıkoyamaz kendini. İlk sayfa "The Messiah!" la başlamaktadır. Metin ise, "Comfortye" ile. "Teselli bul!" bu sözcükte bir mucize kudretinin var olduğuna inanan Handel, yeniden hissetmeye, müziği yeniden ruhunun derinliklerinde duymaya başladı.

Handel, tam üç hafta boyunca odasından dışarı çıkmadan, "The Messiah!" oratoryosunu besteledi. "Kutsal sözcük müzik olmuştu. Kısa zaman öncesine kadar kuru ve yavan olan sözcükler şimdi ahenge dönüşüp ölümsüzleşmişlerdi. İrade gücüyle gerçekleşen ve felçli bedenini yeniden yaşama döndüren o mucize, bu yapıtla bir kez daha gerçekleşmiş oluyordu."

Bu eser, Dublin-İrlandada ilk kez sahnelendi ve gelirinin tümü Dublin Mercier Hastanesinde yatan hastalara ve mahkumlara bağışlandı Handel tarafından.

Handel, düştüğü uçurumdan onu çıkaran, mahvolmaktan kurtaran "The Messiah!" ını çok seviyordu, çünkü bu esere şükran borcu olduğunu düşünüyordu. Handel, eserini her yıl Londra da seslendirip, her seferinde elde edilen gelirin beş yüz sterlinini hastaneye bağışlıyordu.

6 Nisan 1759 tarihinde ağır hasta olan yetmiş dört yaşındaki Handel, Covent Garden' de bir kez daha sahneye çıktı. Artık gözleri görmüyor, kulakları işitmiyordu. Ve 13 Nisan 1759 gününün kutsal cumasında Handel' in ruhu bedeninden sonsuza dek ayrıldı. Geride, onu ölümsüz kılan birçok eser bırakarak...


Kaynak kitap: Stefan Zweig - İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar (On İki Tarihsel Minyatür)

Görsel. wikipedia.org dan alınmıştır.




3 Eylül 2013 Salı




TÜM DİLEKLERİMİZ KABUL OLSAYDI 


" Tüm dilekler anında kabul olsaydı, insanlar hayatlarını nasıl meşgul eder, nasıl zaman geçirirdi? Bu yarışın Ütopya' da gerçekleştiğini, orada her şeyin kendi kendine yetiştiğini, nar gibi kızarmış hindilerin etrafta uçuştuğunu, aşıkların hiç aksilik olmadan kavuştuğunu ve hiç zorlanmadan ilişkilerini yürüttüğünü hayal edin; böyle bir yerde bazıları can sıkıntısından ölür ya da kendini asar, bazıları kavga edip birbirini öldürür, böylece doğanın onlara vereceğinden daha fazla acıya kendi kendilerine sebep olurlardı."
Arthur Schopenhauer


Hayal ettim ve hayal dünyasının tek düzeliğinden, sıkıcılığından, amaçsızlığından, hareketsizliğinden ve daha da önemlisi her dileğimin anında gerçekleşmesinden bıkıp, can sıkıntısından ölmemek için hayallerimden uyandım ve  yeryüzüne yani gerçek dünyaya döndüm. Ee ne demişler? "Bal yiyen baldan bıkarmış." Varsın, tüm dileklerim gerçekleşmesin! Duygularım, düşüncelerim,acılarım ve sevinçlerimle yaşadığımı hissediyorum ya, bu bana yeter...