26 Ekim 2021 Salı

 


KIZILDERİLİLER HAKKINDA AZ BİLİNEN GERÇEKLER



Çocukken okuduğum çizgi romanlardan tanıdığım ve tanıdıkça doğayla uyumlu  yaşamları, doğaya olan sevgi ve saygıları nedeniyle, Kızılderilileri ve kültürlerini hep sevdim. Dolayısıyla Kızılderililerle ilgili yazılan kitapları okuyarak bu doğasever halkı yakından tanımaya çalıştım. İşte bu okumalarımdan beni etkileyen iki kitabı sizlere tanıtıp bu kadim halkla ilgili öğrendiklerimi paylaşmak istiyorum.

Kitaplardan ilki, Sunay Akın'ın Kız Kulesi'ndeki Kızılderili kitabıdır. Akın'ın kitabı,  Amerika'nın keşfinden başlayıp, keşif sonrasında Amerika Kıtası'nın asıl sahipleri ve yerli halkı olan Kızılderililerin  işgalcilerle olan ilişkilerini, savaşlarını, kültürlerini anlatan deneme tadında güzel bir kitap.

Yıllar önce "Vahşi Batı, Western" filmlerini izlemiş, Teksas, Zagor, Kaptan Swing, Teks" gibi çizgi romanları okumuş biri olmama rağmen, Kızılderililerle ilgili hala bilmediklerim varmış meğer.

Sunay Akın'ın kitabı bir Afrika atasözüyle başlıyor: "Arslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir." Kitabı okuyup bitirdiğimde yazarın neden bu sözü seçtiğini anladım. Kızılderililerin halk olarak ortak bir dili ve alfabeleri yoktur, yani yazı dilleri yoktur. İngilizlerin George Guess diye bildikleri "Sequoya" adlı bir melez(annesi Chorekee, babası ise beyaz), 1821 yılında Latin harflerinden yararlanarak 86 işaretli bir hece yazısı oluşturmuştur. Tüm Kızılderililer tarafından kullanılan bir alfabenin özlemini duyan Sequoya'nın bu düşüncesi gerçekleşemez. Dolayısıyla, Kızılderililerin kendi tarihlerini yazacak tarihçileri de olamamıştır. Geriye avcıyı öven tarih yazarları kalmıştır, ki onlar da arslanları neden yazsınlar ki, kendi başarılarını abartarak övmek varken!

Kız Kulesi'ndeki Kızılderili kitabında, ilginç bulduğum ancak pek duyulmadığını ve bilinmediğini düşündüğüm bilgileri şöyle sıralayabilirim:

- 3 Ağustos 1492 yılında, Santa Maria, Nina ve Pinta adlı üç gemiyle okyanusa açılan Kristof Kolomb'un tayfalarından biri, 12 Ekim 1492'de ilk karayı görür.  Avcının tarih kitaplarında, Pinta'nın direğinde bulunan ve "Kara...Kara..." diye bağıran tayfanın "Trianalı Rodrigez" olduğu yazar. Oysa, karayı ilk gören "Chris" adındaki bir kara derilidir!

- Karaya ayak bastığında Kızılderililerle karşılaşan Kolomb, seyir günlüğüne şunları yazar: "Kızılderililer, kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları yok. Onlara keskin kılıçlarımızı gösterdik. Keskin demir silahları ilk kez gördükleri belli. Bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler." İşte, Kızılderililerle beyaz adam arasındaki ilk kan böyle akar. Sonra da akan kan hiç durmaz!

- Kolomb, 28 Ekim 1492'de demir attığı Küba'yı Çin sanır. Karaya ilk adımını bu topraklarda atar.

- Amerika'ya 1493, 1498 ve 1502 yıllarında da seferler düzenleyen Kolomb, her seferinde Kızılderililer, papağanlar ve az miktarda altınla geri döndüğünden "Sinek Amirali" diye adlandırılır.

- Kovboy filmlerinin kahramanları 1865 yılından sonra Colorada ve Nevada'da altın madenlerinin bulunmasından sonra ortaya çıkarlar. Bu filmlerde kovboylar sarhoş olup sağa sola ateş etmekten ve hızlı silah çekmekten başka bir şey yapmazlar ama beyaz adam oldukları için onlar iyi, Kızılderililer her daim kötüdür.  

- İnanması zor ama edebiyatımızda kovboy filmlerinin ve kovboyların şiirini yazan şairlerimiz vardır. Behçet Necatigil, Ülkü Tamer ve Salah Birsel bunlardan üçüdür. Kitapta şiirleri mevcuttur. Bu değerli şairlerimiz kovboylara şiir yazdıklarına göre, beyaz adamın tarafını tutuyorlardı herhalde!

- Buffalo Bill ününü, attığı kurşunlarla değil, tabancasının kabzasıyla rakiplerinin başlarına vurup korkutarak kazanmıştır. Bu yüzden, unvanından doğan "Buffaloing" sözcüğü günümüzde de, "gözdağı vermek" anlamında kullanılır.

- 1995 yılında sinemalarda vizyona giren "Pocahontas" çizgi filmi beyaz adam ile Kızılderili bir kadın arasındaki aşkı anlatır. Çizgi filmde anlatılan hikaye gerçek bir hikayedir ama hikayenin sonu filmdeki gibi hüzünle bitmez. Gerçek hikaye şöyle: Tütün tüccarı John Rolfe, Kızılderili prensesi Pocahontas ile evlenmek ister. Pocahontas Kızılderililerin büyük reisinin kızıdır. O tarihlerde beyaz adamın bir yerliyle evlenebilmesi için valinin onayı gerekiyordu. John Rolfe'nun valiye verdiği dilekçede Pocahontas ile evlenme gerekçelerinden biri, "Tanrının yüceltilmesi, kendi kurtuluşum ve dinsiz bir yaratığı gerçek tanrıya ve İsa'nın dinine döndürmek" idi. Evlenmek istediği kadına(Pocahontas) yaratık diyen beyaz adam, validen çıkan izinle evlenir. John Rolfe, Pocahontas evliliği Virginia tarihindeki ilk İngiliz -Kızılderili evliliğidir. Pocahontas, filmin final sahnesinin aksine kocasıyla birlikte İngiltere'ye gider. O artık, barbar ve vahşi olmaktan kurtarılmış uygar bir İngiliz kadınıdır! Öldüğünde mezar taşına yeni adını yazdırır kocası; "Rebeca..."

- Amerika'nın keşfi sonrası Kızılderililerin öldürülmesinin tek nedeni, yerlilerin topraklarında bulunan altın ve gümüş madenlerine sahip olmak ve bu zenginlikleri Avrupa'ya taşımaktı. Kristof Kolomb, zengin olmak umuduyla yola çıkmıştı ve kraliçenin desteğini alabilmek için ona şu vaatte bulunmuştu: "Majeste, hayalimin gerçekleşmesiyle bir başka amacım daha var: Alıp getireceğimiz tüm altın, gümüş ve mücevherlerle Kudüs'ü kurtarabiliriz." Beyaz adamın düşlerindeki "Altın Ülke"nin adı ise Eldorado'dur.

- Kolomb'un rotası Hindistan'a değil, altın bulmaya çevriliydi. Eli boş dönse de, 1848'de kıtanın batı kıyılarında altın bulunduğu haberinin yayılması ile Amerika'ya  göç dalgası başlar. Bu göç dalgası Kızılderililere barış anlaşmasıyla verilen son toprakların da beyaz adam tarafından işgaline neden olur. Bu yüzden Maksim Gorki, Amerika'yı anlatan kitabına "Sarı Şeytanın Ülkesi" adını verir.

Altın bulunduğu haberinin yayılması üzerine adına "Altın Kapı" denilen San Fransisco Limanı'nda gemilerin yer bulması olanaksızdır artık.

- San Fransisco Limanı'nda demirleyen gemilerin arasında dolanıp yelkenleri söken,  Bavyeralı yahudi bir ailenin çocuğu olan bir göçmen vardır: adı "Loeb" dir. Madencilere yelken bezinden sağlam pantolonlar dikecek ve zenginleşecek olan Loeb, "Yeni Dünya"da adını değiştirir. Onun adı artık  "Levi Strauss"tur. İşte, hemen herkesin yakından tanıdığı kot markası "Levis" böyle doğar.

- Kanada bölgesindeki Kızılderililer paraya "Fransız Yılanı" adını takmışlardır. Ne isabetli bir tanımlama!

- Fransız şair Arthur Rimbaud "Sarhoş Gemi" şiiriyle ünlenir. Şair bu şiirinde Kızılderililere işkenceci rolü verirken, kendisine beyaz adam rolünü biçer. Beyaz adam rolünü çok sevmiş olmalı ki, şiirden vaz geçip köle ticareti yapmaya başlar.

- Amerika'ya ilk zenci köleler 1619 yılının Ağustos ayında Hollandalılar tarafından getirilir.

- Kızılderililerin topraklarını işgal ederek ellerinden alan beyaz adam bununla yetinmez ve kıtanın kuzeyine doğru ilerlemeye başlar. Burada yakaladıkları av hayvanlarını pişirmeden çiğ olarak yiyen bir toplulukla karşılaşır ve onlara "çiğ et yiyen" anlamına gelen "Eskimo" adını verirler. Eskimoların kendi dillerinde adları ise "İnnuit"tir.

- Kolomb öncesi Kızılderililer atın nasıl bir hayvan olduğunu bilmiyorlardı. Kıtaya at, beyaz adamla birlikte gelir. Öyle ki, yerliler ata binmiş İspanyol askerlerini mitolojide yer alan Sentorlar gibi tek bir yaratık sanırlar.

- Kolomb'un Amerika'ya adım atmasıyla beyaz adam, domates ve patatesle tanışır.  Ardından da Avrupa patates ve domatesle tanışır. İlginç olan ise Fransızların uzun bir süre kadınlara domatesi "aşk meyvesi" olarak sunmasıdır!

- Kızılderililerin dilinde "Cherokee" mağara insanı demektir. Cherokeeler, 1838-39 yılları arasındaki göçlerine "gözyaşı izleri" adını verirler. Batıya gitmeye zorlandıklarında, küçük bir grup bunu kabul etmeyip Dumanlı Dağlar'a saklanır. İşte dağ aracı olan jeepe "Cherokee" adının veriliş nedeni budur!

- Kızılderililerin bir kolu olan Cheyenneler atlara "Güzel İnsanlar" derler ve diğer hayvanlar gibi atlara da son derece saygılı davranırlar. 1541 yılında beyaz adamlar Mississipi Nehri'ni geçerken atlardan bazılarını ellerinden kaçırırlar. Uzmanlar,  yabani at sürülerinin bu kaçan atlardan oluşturulduğuna inanırlar (Kolomb öncesi kıtada at yoktu). Bu at nesli İspanyolca "yoldan çıkmış" anlamına gelen "Mustang" diye bilinir.

- İlginçtir ki, Kızılderililer kafa derisi yüzmeyi, beyaz adamdan öğrenmiştir. Oysa tam tersi bilinmektedir. Kafa derisi yüzmenin hikayesi kitapta anlatılmaktadır.

- Baba filmleriyle yakından tanıdığımız aktör Marlon Brando, Kızılderililerin direnişine destek veren sanatçıların başında gelir. Anılarını derlediği Annemin Öğrettiği Şarkılar adlı kitabında şunları yazmıştır: "İnsanların çoğunun, bu ülkenin, onun asıl sahipleri olan Kızılderililerden çalındığı, bu insanların milyonlarcasının ülkelerini çalanlar tarafından öldürüldüğü gerçeğini ciddiye almamasını hiç, ama hiç anlayamıyorum." (s:136) 

Baba filmiyle 1972 yılında en iyi oyuncu Oscar'ı verilen Marlon Brando, ödülü reddetmiş, törende hazırladığı bildiriyi okuması için salona "Küçük Tüy"ü göndermiştir. Oscar'ı reddeden ilk sanatçı Brando'dur.

- Seattle kenti, Kızılderili Reis Seattle'ın adını taşımaktadır.

- Kızılderililerin güneş dansı yapmaları yakın bir zamana kadar yasaktı. Bu engelleri aşmak için direnenler, Richard Oakes reisliğinde 20 Kasım 1969'da Alkatraz Adası'nı işgal ederek, Amerika Birleşik Devletleri'nden bağımsız bir Kızılderili Cumhuriyeti kurarlar. Özgürlüklerine kavuşan Kızılderililer Alkatraz'dan beyaz adama şöyle seslenir: " Birçok söz verdiler ama yalnızca bir tanesini tuttular / Topraklarımızı alacaklarını söylediler ve aldılar." 1971 yılına kadar Kızılderililerin idaresinde kalan adanın iskelesinde okunan "Indian Landing" yazısının anlamı şudur: Kızılderili Toprakları...Adanın "Doğal Güzellikleri Koruma" kurumuna verilmesiyle Kızılderililerin özgürlükleri bir "operasyon" ile ellerinden alınır. Ve Alkatraz eğlence merkezine dönüştürülür! (s:174)

- Beyaz adamlarla yaptıkları savaşlarda fazla kayıp vermeyen Kızılderililerin asıl büyük kayıpları "rezervasyon" bölgelerine toplanmalarıyla başlar. Bu toplama kamplarında Kızılderililerin çiftçilik yapmadıkları gerekçesiyle toprakları sürekli ellerinden alınır. Toplama kampları dışındaki alanlarda ise buffalolar  öldürülür. Dolayısıyla bu yerli halk açlığa mahkum edilir. Açlıktan ve hastalık mikrobu bulaştırılarak dağıtılan battaniyelerden yayılan salgın hastalıklardan, savaşlardan daha fazla Kızılderili ölür. Savaşlarda yalnız erkekler ölürken açlık ve hastalıktan kadınlar, çocuklar ve bebekler de ölür. 

- ABD Senatosu 1871 yılında, yerlilerin bir ulus olamayacağı kararını alır. 1877'de yürürlüğe konulan "Dawes Genel Tahsis Yasası" gereğince de, Kızılderililere toplama kamplarının yolu görünür.

- Kızılderili toplama kamplarındaki sisteme hayran olan Adolf Hitler, bu toplama kamplarına bir araştırma heyeti gönderir. Heyetin getirdiği bilgilerden etkilenerek 1933'te, Almanya'nın Dachau kentinde ilk toplama kampını kurar.

- Kızılderililer, Aralık ayına "Geyiklerin Boynuzlarını Döktükleri Ay" derler. Şubat ayında dağlarda doğa yürüyüşü yaparken bazen bir ağacın altında bırakılmış, dökülmüş geyik boynuzlarına rastlamışımdır. Bundan sonra geyik boynuzlarının Aralık ayında döküldüğünü asla unutmam. :)

- Bazı Kızılderili kabilelerinde, doğum sonrası çadırdan çıkan baba, dışarıda gördüğü ya da duyduğu ilk şeyin adını bebeğe koyar: Avın peşinde koşan tilki, oturan boğa, çakan şimşek ya da gök gürültüsü. 

Beyaz adamın altın uğruna Kızılderili kültürünü yok etmesi gibi günümüz egemenleri de yine altın uğruna tüm insanlığı yok etmek istiyorlar! 19. yüzyılın ortalarında topraklarını satın almak isteyen beyaz adama Kızılderili Reis Seattle'ın yazmış olduğu mektuptaki şu satırlar, adeta günümüzü anlatmıyor mu? "Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakıyor. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir."

Kısaca tanıtmak istediğim ikinci kitap ise Ella Cara Deloria'nın Nilüfer adlı romanıdır. Deloria'nın kendisi bir Dakota(Siu) yerlisidir ve aynı zamanda etnologdur da. 



Bu romanı özel kılan, kendisi de bir yerli olan kadın yazarın Kızılderili kültürünü, bir Siu kadınının yaşamını, biz okurlara kadın bakış açısıyla roman formatında  aktarmasıdır. Beyaz adam ve Kızılderililer arasındaki ilişkiler çoğunlukla  savaşçıların ya da misyonerlerin gözünden anlatılmış ve film yapılmıştır. Bu kitap ve filmlerin büyük çoğunluğunda da beyaz adam uygar ve iyi, Kızılderililer vahşi ve kötü olarak tanıtılmıştır. Kalıpları yıkmak adına okunması gereken bir kitap. Kitapta paylaşımın güzelliğini ve erdemini anlatan şu sözü yazmadan edemeyeceğim:

"Paylaşmak, Dakota yaşantısının temelini oluştururdu. Bunun mantığı şuydu: herkes verirse, herkes alır; bu kaçınılmazdır. Bu yüzden yaşlılar sürekli olarak hatırlatırdı: 'Misafirperver olun; verici olun. Hiçbir şey verilemeyecek kadar kıymetli değildir'." Çocuklar bu sözleri duyarak büyür ve bu fikir kafalarında iyice yer ederdi. (s:91) 

Doğaya ve yaşayan tüm canlılara saygı duyan diğer Kızılderililer gibi Siular da  hayvanların yiyeceklerini aldıklarında, aç kalmamaları için aldıklarının karşılığında başka bir yiyecek bırakırlardı. Kitapta ilgimi çeken ağaç kesme ritüeli var ki, okuyunca bu yerli halka hayran olmamak mümkün değil. Ağaç kesme ritüelinin diğer bir adı da "Kuşlardan Özür Dileme" ayinidir. Çünkü ağaçlar kuşların yuvasıdır, evidir. Ağacı keserek onların yuvasını yok ediyorsunuz. 

İşte kutsal adamın bu ayini yönetirken söyledikleri:

"Siz! Ey bulutların tepelerinde kanat çırpan canlılar,

Bana kulak verin!

Sen, ağaçkakan,

Sen, kızılgerdan,

Sen, ak kanat:

Bu, senin ağacın, senin evin.

Yavrunu burada büyüttün.

Bugün güzel bir genç, kendini kurban olarak adıyor,

Senin ağacına ihtiyacı var ve sana sesleniyor:

'Ağacını alıyorum, halkım senden öğrenebilsin diye.

Yavrularını büyütmeyi öğrensinler senden şefkatle,

'Halkım ancak böyle ayakta kalır!"

Ve ardından gruplar yere bağdaş kurup birlikte "Ağacın Ağıdı" adı verilen şarkıyı söylerler. Ağacı kesmek başlı başına bir şerefti. Bunu yapmak için kabilede sevilen gençlerden dört kız, dört erkek seçilir ve bu sekiz kişi ağaca ilk baltayı vururlardı. (s:185)


Not: Sayfa numarası verdiğim paragraflar, kitaptan direkt alıntıdır. 



15 Ekim 2021 Cuma

 

ŞAVŞAT PERİBACALARI




Doğu Karadeniz'de bulunan Artvin'in Şavşat ilçesinde yer alan ve ladin ağaçlarıyla kaplı ormanda yükselen peribacalarını andıran kayalar, yöre halkı tarafından "Karadeniz'in Kapadokya'sı" olarak anılıyor.

Şavşat ilçesine bağlı Meşeli köyünde yer alan bu kaya oluşumları, yıllar önce ormanlık alanda meydana gelen heyelan sonucu oluşmuş. Orman içinden yürüyerek ulaşılan peribacası şeklindeki kayalar , uçurumun kenarında yer alıyor.

İlçeye 25 kilometre uzaklıkta yer alan Karagöl Tabiat Parkı'na 15 dakika yürüme mesafesinde olan peribacaları, görünümleriyle yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekiyor.










Fotoğraflar izinsiz kullanılamaz.


12 Ekim 2021 Salı

 


SQUID GAME (KALAMAR OYUNU) DİZİSİNİN KONUSU VE YORUMU






Yayımlandığı Eylül 2021 tarihinden itibaren dünyayı kasıp kavuran, Güney Kore yapımı  Netflix dizisi Squid Game'i iki güne bölerek izledik kızımla. Dünyalılardan ayrı kalmak istemedik. Eh! Birazda merak vardı tabii. Kızımın önerisiyle zaman kaybetmedik ve diziyi izledik. 9 bölümlük diziyi bitirdiğimizde, kızım bana şöyle dedi: "Annem, seni tebrik ediyorum, sanki senaryoyu sen yazmışsın gibi tahminlerde bulundun ve hiç yanılmadın." Henüz ilk bölümü izlerken, neler olabileceği konusunda düşüncelerimi söylediğim ve her bir bölümde insan davranışları konusunda fikrimi belirttiğim için olsa gerek, kızım beni senaristle bir tuttu. :)

Diziyi izlemek isteyenler olabilir diye, spoiler vermemeye özen göstereceğim. Sadece dizinin konusunu yazıp, dizi sonunda vardığım sonuçları aktaracağım. Dizinin konusu: Squid Game, piyasaya borçlu ve borçlarını ödeyemeyen 456 kişinin, 38 Milyon Dolar tutarındaki ödülü kazanmak için ölümüne girdikleri bir yarışı anlatmaktadır. Yarışmada 6 oyun oynanacaktır. Bu oyunlar Güney Kore'de oynanan çocuk oyunlarıdır. Diziye adını veren Squid Game de (Kalamar Oyunu) bu oyunlardan biridir. 6 oyunu kazanan ödülün sahibi olacaktır. 

Diziyi sosyolojik, ekonomik ve psikolojik yönden üç ayrı kategoride değerlendirdiğimde beğendim. Ayrıca dizide anlatılan "rekabetçi toplum", "tekelci kapitalizm" ve bunun sonucunda doğan gelir eşitsizliği sorununa dikkat çekmesini çok anlamlı buldum. Çünkü bu gelir eşitsizliğinin, tüm dünyada  artarak devam edeceğini öngörmek hiç de zor değil. Gelecek günlerde, borçlu daha çok borçlanacak, zengin daha fazla zenginleşecek. Bunu görmek için müneccim olmaya gerek yok! Kısacası, dizide sıkı bir sistem eleştirisi mevcut. Bunu oynanan her oyunda görmek mümkün. 

Oyunlar kazanmak üzerine kurulu ve oyunun kuralları var; oyuncular arasında tam anlamıyla bir eşitlik sağlanması, eşit şartlarda yarışılması gibi. Kaybedenler elenir (ölür). Kazanan ve kaybedenin, kurallara uygun ve adil bir şekilde belirlendiği yarışmaya katılacak olan toplulukla ilgili yarışma yöneticilerinden biri bunu şöyle ifade ediyor: " Yarışmaya katılan herkes eşit. Dışardaki dünyada adaletsizliğe ve ayrımcılığa maruz kalan her kişiye adil bir yarışı kazanması için son bir fırsat veriyoruz."  Böyle bir eşitliğin sağlanması teoride mümkün. Ya pratikte? Bu soruya, halat çekme oyununu izledikten sonra cevap verebilirsiniz.

Yazılı olarak belirtilmese de oyunda geçerli olan bir diğer kural, oyunda kalabilmek uğruna şiddet hariç her yolu denemenin serbest olması; yalan söylemek, hile yapmak, kandırmak, üç kağıt çevirmek gibi. Peki, oyuncuları şiddete yöneltmek için kışkırtmak, şiddete teşvik değil midir? Ya da sistemin devamını sağlayan güvenlik  güçlerinin, oyunda kaybedeni gözünü kıpmadan öldürmesi şiddetin ta kendisi değil midir? Bunun, gücü elinde bulunduranlar tarafından uygulanması şiddet tanımını değiştirir mi? Mevcut sistem bize şunu dayatıyor; güç kimdeyse kuralları o koyar, diğerleri de bu kurallara uyar, uymak zorundadır. 

Dizideki bazı oyunların gereksiz uzatıldığını düşünüyorum. Bu nedenle sıkıldığım anlar oldu. Dokuz bölüm sonunda, cevapsız kalan birkaç sorumun cevabının ikinci sezonda (eğer çekilirse) verilebileceğini düşünüyorum. Çünkü dizi ucu açık bir şekilde bitirildi. Aksi halde sorularım cevapsız kalacak. 

Yukarıda belirttiğim üzere diziyi beğeniyle izledim. Çünkü bir felsefesi var. Gençlerin diziyi macera ve dram olarak değerlendirip, izlediklerini düşünüyorum (birkaç gençle konuştuğum için bu kanıya vardım). Oysa felsefesini anlayıp izleyen her kesimden izleyicinin, dizide kendilerinden bir şeyler buldukları için dizinin izlenme rekorları kırdığına inanıyorum.  

Dizi hakkındaki yorumlarım ise şöyle:

-Borçlu olmanın ve borçlarını ödeyememenin verdiği çaresizlikle, insanların neler yapabileceği konusunda sınır tanımamasını çok iyi ifade etmiş.

-Diziye bütünsel olarak baktığımda, Uzak Doğu felsefesinin temelini oluşturan Ying-Yang felsefesini oyunlara yayarak çok iyi işlemiş. Yani, iyiler ve kötülerin savaşını. İyi, duygusal ve dürüst olarak bilinen bir kişinin içinde, kötü, gaddar ve de yalancı bir yanının  daha olduğunu ve o kötü yanın, dışarı çıkmak için uygun bir ortamı kolladığını  güzel anlatmış. Aynı şekilde kötü bir insanın içinde de dışarı çıkmak için bekleyen iyi bir yan vardır. Özellikle 6. ve son oyun olan "squid game"de bunu görebilirsiniz. 

-Dizide Budizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık dininden  figürler olmasına rağmen, Musevi olan bir figür yok. Cevapsız kalan sorularımdan biri bu; neden yok? Vardı da ben mi atladım acaba diye düşünmeden edemiyorum. Aslında bir tahminim var ama burada yazmayacağım. :)

-Birbirini hiç tanımayan bir toplulukta insanlar arasında güven nasıl oluşur ya da oluşur mu? Tanımadığınız insanlarla iletişime geçtiğinizde aranızda oluşacak duygusal bağ sizi etkiler mi, etkilerse, sizi hangi yönde etkiler; olumlu mu, olumsuz mu? Bu bağın oluşumunu çok iyi aktarıyor seyirciye.

-Dizi ıssız bir adada geçiyor. Oyun alanının ada olması ütopyayı çağrıştırsa da aslında günümüz dünyasının gerçeklerini anlatıyor. Dizide anlatılan çocuk oyunlarının çoğu, aynı şiddet ve kanla dünyanın bir yerlerinde oynanıyordur belki de. Oyun sistemi öyle bir kurulmuş ki, yönetici ölse bile yerine bir başkası geçerek sistemin devamını sağlıyor.

-Rasyonalizmle dogma çatışıyor, Tanrı inancı sorgulanıyor. Bizleri kötülükten koruyan dua edip yardım istediğimiz Tanrı mı yoksa mantık yürütüp kurduğumuz stratejiler ve eylemlerimiz mi? 

Sonuç olarak:

Dizinin ana temasını oluşturan kişisel haklarından feragat etmesine neden olan para ödülü metafor olarak kullanıldığında günlük hayatımızın tümünde benzer takaslara rastlıyoruz. Bunu çaresizlik temeline oturtup kendimize bu seçim için bir neden yaratmış oluyoruz. Üniversitede istemeden okunan bölümler, sevilmeden yapılan meslekler, sevgisiz sürdürülen ilişkiler, iyi para kazanmak  için verilen tavizler... Biz her gün, her ay, her yıl "çaresizlik" adı altında bedenlerini olmasa da ruhlarını ilmek ilmek öldüren canlılarız. Bu nedenle bu diziyi izlerken kim şu soruyu sorma hakkına sahip olabilir ki; "Bu insanlar bu yarışmaya neden katıldılar?"

Not: Bu dizi neden Güney Kore'den çıktı diye şöyle bir araştırdım. Güney Kore, intihar oranlarının en yüksek olduğu ülkelerden biri. Yarısı yoksulluk sınırının altında yaşayan yaşlılara bakmakla yükümlü olan gençler ise işsiz. Güney Kore'deki hane halkı borcunun GSYİH'nin yüzde 100'ünü geçtiği söylenmekte. Dünyanın büyük ekonomilerinden biri sayılan Güney Kore'de ülkenin ekonomisi, adı yolsuzlukla anılan bir avuç holdingin elinde. Diziyi izlemem, güçlü olarak bildiğim Güney Kore ekonomisi hakkında bilgi edinmeme neden oldu.


Görsel alıntıdır.

3 Ekim 2021 Pazar

 


SİZCE ÖYKÜ MÜ, ROMAN MI YAZMAK DAHA ZOR?



Başlık bir soru olduğuna göre, sorunun cevabı da olmalı değil mi? Soru, çünkü bu konuda sizin düşüncelerinizi merak ediyorum. Ama öncelikle soruya kendim cevap vermeliyim, yani kendi sorumu cevaplandırmalıyım ki sizlerin düşüncelerini de öğrenebileyim. :)

Çocukluğumda okuduğum Ömer Seyfettin ve Sait Faik Abasıyanık'ın öyküleri  çocuk zihnimde öylesine yer etmiş ki bazıları bugün bile zihnimde canlılığını koruyor; hem konusuyla hem de karakterleriyle. Tabii o zamanlar Türk Edebiyatı'nda "novella (uzun öykü" türü henüz gelişmemiş olduğundan novella türü kitapları büyüdüğümde çevirilerden okudum. Kısacası öykü okumaya çok küçük yaşlarda başladım.  Sonrasında ilk gençlik yıllarının verdiği coşku ve duygusal değişikliklerle romanlar okumaya başladım. Daha sonra ise gençlik yıllarının sosyo-politik konularında bir şeyler söyleyebilmek, kendi fikir ve düşüncelerimi açıklayarak, bir yerde kendimi ispat etmek için daha ciddi kitaplar  okudum. Anlayacağınız, kendimi bildim bileli kitap  okurum. Klişe deyimle; en iyi arkadaşlarım kitaplar oldu hep...

Bu bağlamda, başlıkta sorduğum sorunun cevabını şöyle verebilirim; bence öykü yazmak daha zor. Çünkü, kısa bir anlatıda olayları ayrıntılarıyla anlatmak hiç kolay değil. Romanda sayfalar dolusu anlatabilirsin, betimleme yapabilirsin, karakter tahlillerini uzun uzun yazabilirsin. Bu da romanın hacminin yazarın hayal gücüne (geniş ya da dar) bağlı olarak değişebileceği gibi bir özgürlük tanır yazara. Ama öykü kısa ve öz olmalı, okurun kafasında hiçbir açık bırakmadan olayları anlatabilmeli. 

Öykü okumayı seviyorum ama her yazarın öyküsünü değil. Türk Edebiyatı'nda öykülerini severek okuduğum yazarlardan ilk aklıma gelen isimler şunlar: Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Ömer Seyfettin ve Sait Faik. Daha birçok değerli öykü yazarlarımız var elbette, onları unutmadım ama burada isimlerini yazsam sayfama sığmaz. :)

Oldu olacak Dünya Edebiyatı'nda en sevdiğim öykü yazarlarının isimlerini de yazayım: En başta Stefan Zweig, Edgar Allan Poe, Ernest Hemingway, Mark Twain, Oscar Wild ilk aklıma gelen isimler.

Kitaplığımın değerli kitaplarından biri "BAŞLANGICINDAN BUGÜNE TÜRK HİKAYE ANTOLOJİSİ"dir ki birçok öykü yazarını bu antoloji sayesinde tanıdım. VARLIK YAYINLARININ 1975 yılında basımını yaptığı antolojide ünlü hikayecilerimizin en bilinen birer hikayesi bulunmakta. Antolojiden sırayla her gün bir öykü okusam, bitirmem bir yıl sürer. Defalarca okuduğum öyküler var. Bu nedenle antolojim biraz hırpalanmış, zamana karşı duramayan sayfaları sararmış ama içindeki öyküler canlılığından hiçbir şey kaybetmemiş; bulunduğu yer ve zamana direnmiş, eskidikçe değeri artmış...

İşte bugün öyküden söz etmişken bu çok değerli Türk Hikaye Antolojisini de tanıtmak istedim. Elimde bulunan 2. baskıyı hazırlayanlar; Yaşar Nabi Nayır, Mustafa Baydar ve M. Sunullah Arısoy. Bence harika bir iş çıkarmışlar. Keşke, yeni bir çalışma yapılsa da bu antolojiye girememiş (zaman bakımından) yeni nesil öykücülerimizin öykülerini birleştiren ve geleceğe taşıyan yeni bir hikaye antolojimiz olsa. Ne güzel olur değil mi?

Antoloji içinde "SUSUZ" adlı öyküsüyle yer alan Nezihe Meriç'in sözüyle yazımı sonlandırmak istiyorum: " Çok yazamıyorum ama öyküler içinde yaşıyorum." Öykünün temeli de tıpkı yazarın dediği gibi nefes aldığımız her günü farkına vararak yaşamaktan geçiyor.