29 Mart 2021 Pazartesi

 


ERGUVANLAR AÇARKEN





Bir zamanlar, Nisan/Mayıs ayları geldiğinde İstanbul Boğazı'nın yamaçlarında erguvan ağaçları çiçeğe dururmuş. Ve yine derler ki, boğazın yamaçları erguvan rengine büründüğünde dünyanın en güzel manzarası oluşurmuş. Nasıl ki, Japonya'da, Nisan ayında açan ve Japonlar için "yeniden doğuş"u simgeleyen kiraz çiçekleri (sakuralar) seyri doyumsuz manzaralar oluşturuyorsa, ondan bile daha güzel olurmuş İstanbul Boğazı kıyıları. Şimdi durum nasıl, parkların dışında, hala erguvan ağaçları boğazın yamaçlarını süslüyorlar mı bilemiyorum. Bu ömrü uzun olmayan, narin ve nazlı çiçeklere denk gelmedim; Nisan/Mayıs aylarında İstanbul'da bulunmadım çünkü. Benim doğduğum yerde erguvan ağaçları yoktu. Onların yaşaması, serpilip boy atması ve çiçeklenmesi için iklim müsait değildi. Ama ben, ağacın kendisini ve çiçeklerinin rengini görmeden önce, 14-15 yaşlarımda tanıdım, bildim erguvan ağacını. A. J. Cronin'in "Erguvan Ağacı" romanından. Şimdi, bu çok özel renge adını veren, erguvan ağacıyla ilgili çeşitli kaynaklardan almış olduğum notlarıma dayanarak yazacağım tarihi bilgi ve efsaneleri okumaya ne dersiniz?

- İsa Peygamber'in 12 havarisinden birisi olan Yahuda, İsa'ya ihanet ederek, otuz gümüş sikke karşılığında, onun yerini Romalı askerlere ihbar eder ve yakalanıp çarmıha gerilmesine neden olur. Sonra pişman olur. Bu pişmanlık onu intihara sürükler; kendini erguvan ağacına asar. Bu hainin alçaklığını sindiremeyen erguvan ağacının önceleri beyaz olan çiçekleri, utancından kırmızı/pembeye dönüşür. Bundan dolayı, erguvan ağacına Hristiyanlar Yahuda  ağacı(Judas tree) derler.



- Erguvan Eski Mısır'da asaletin ve erişilmezliğin sembolüydü. Roma'da ise,  erguvan rengi imparatorluk rengiydi ve Romalı askerler Hz. İsa'nın göğsüne "Yahudilerin Kralı" yaftasını asmadan önce, onunla alay etmek için erguvan rengi elbise giydirmişlerdir.

- Erguvan aynı zamanda Bizans İmparatorluğu'nun resmi rengi olarak kabul edilmiştir. İnanışa göre, imparatorluk, Mayıs ayında, erguvan çiçeklerinin açtığı zamanda kurulmuştur. İmparatorlar, sarayın erguvan renkli odasında dünyaya gelir, erguvan renkli giysiler giyerlerdi. Doğal erguvan rengini yaratmak çok zordu. Erguvan rengi boya, oldukça ender bulunan dikenli deniz salyangozunun ezilip toz haline getirilmesinden elde ediliyordu. Bu dikenli deniz salyangozu da en çok  Lübnan kıyılarında bulunmaktaydı. Doğal yollardan üretilmesi en zor renk olduğu için, bir zenginlik ve güç belirtisiydi. İmparator dışında hiç kimse erguvan rengi pelerin giyemezdi. Sadece imparator ailesinin giyebildiği erguvan renkli ipek elbiseleri boyama hakkı, imparatorluğun en eski loncalarından olan "Erguvan Boyası Loncası"na aitti. İmparatorlar için hazırlanan ve metni altın yaldızla yazılan İncillerin ciltleri de erguvan rengine boyanırdı.

- 29 Mayıs 1453'te, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethetmesinin ardından yeniçeriler ve ordu İstanbul'a girerler. Bizans İmparatoru Konstantin çatışmada ölmüştür. Ancak ertesi gün, ceset yığınları arasında, altın kartallarla işlenmiş bir çift erguvan renkli ayakkabının fark edilmesiyle, son Doğu Roma İmparatoru'nun öldüğü anlaşılmıştır.
 
- "Erguvan" Farsça'da rengi tanımlayan bir sözcük olup, sonradan dilimize geçmiştir. Adı erguvandır, rengi de erguvan. Yani çiçeğin ismi, rengi tanımlamıştır.  Ve erguvan, adını tarihe yazdırmış çiçeklerden biridir.

- Erguvan, Osmanlı Devleti'nin de simgelerinden biriydi. Sultan Yıldırım Beyazıt'ın damadı Anadolu erenlerinden Emir Sultan'ın* her yıl, erguvanların açma mevsiminde, müritleriyle Bursa'da buluşması nedeniyle 14.yüzyıldan itibaren her bahar düzenlenmeye başlanan "Erguvan Şenlikleri", 19.yüzyıla kadar sürdürüldü. Erguvanın sert ve güçlü dallarından baston yapılır, çiçekleriyle salatalar süslenir (çiçekleri yeniliyor), hastalıklara şifa için ağacın kabukları kaynatılırdı.

- Derler ki, erguvan ağacı iklimini ve toprağını sevdiği için en kolay İstanbul'da yetişiyormuş. İstanbul Boğazı'nın yamaçlarını süsleyen bu görünüşü narin ama güçlü ağaç, hava kirliliğine de dayanıklıymış. 





Buhara'da doğan Emir Sultan, Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa'da yaşamış İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir düşünce adamıdır. Yıldırım Beyazıt Han'ın kızı Hundi Fatma Hatun'la evlenmiştir. Padişahın damadı olduktan sonra  "Emir Sultan" olarak anılmaya başlanmıştır. 1430'da Bursa'da vefat etmiştir. Türbesi Emir Sultan Camii yanındadır.




Beyaz çiçekli erguvan fotoğrafı: Ekrem Yıldırım
Diğer fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.





25 Mart 2021 Perşembe

 


DÜNÜN DÜNYASINDAN BİR KESİT



Bir Stefan Zweig hayranı olarak okumadığım tek kitabı olan, kendi yaşam öyküsünü anlattığı, 1942 yılında hayata veda etmeye karar vermeden kısa bir süre önce tamamladığı "Dünün Dünyası"nı okuyorum. Kitap ilerledikçe, dünün dünyasını, bugünle kıyaslama olanağı da buluyorum ve keşke diyorum kendi kendime; ben, sakin, huzurlu ve güvenli olan dünün dünyasında yaşasaymışım. Bugünler, kaos, salgın hastalıklar, savaşlar ve açlıktan ölümlerle yaşanılası değil artık, diye düşünüyorum çünkü.

500 sayfalık kitabı yarıladım ve neredeyse altını çizmediğim tek bir satır bile yok (bu çizik kitabı benden sonra başkası kolayca okuyamaz herhalde). Kitabın her bir satırı, ayrı bir kitap konusu olabilecek kadar derin ve geniş anlamlar içeriyor. Bugün, kitabı okurken, çiçeklere olan sevgim ve düşkünlüğüm nedeniyle, dikkatimi çeken ve oldukça ilgilendiğim bir konuyu kısa ve öz olarak yazmak istiyorum. Çünkü bilmediğim bir konuyu öğrenmiş oldum. Öğrendiğim bilgiler bende kalmasın, okuyanlar da faydalansın isterim. Bilgiyi paylaşma konusunda hiç cimri değilim, aksine oldukça cömertim. :)

Dünün Dünyasında Partiler Çiçek Açmışlar!

- Sanayi Devrimi'nden sonra, makine çarkını döndürdü ve daha önce dağınık olan işçi sınıfını sanayinin etrafında topladı. Dr. Victor Adler adlı önemli bir adamın önderliğinde Avusturya'da, proletaryanın haklarını kabul ettirmek için sosyalist bir parti kuruldu. İşçiler kırmızı karanfili parti sembolü olarak yakalarına taktılar. Avusturya'daki büyük halk hareketinin ilkini sosyalistler başlatmıştı. 

- Sosyalist partinin ardından, yetenekli ve popüler bir siyasetçi olan Dr. Karl Lueger, bütün küçük burjuvayı ve ürkek orta sınıfı bir araya getirecek olan Hristiyan Sosyal Demokrat Partisi'ni kurdu. Bu parti tam bir küçük burjuva partisi olarak esasen proletaryaya karşı organik bir hareketti ve o da makinenin bilek gücüne üstün gelmesiyle ortaya çıkmıştı. Hristiyan Demokrat Partisi'nin sembolü beyaz karanfildi ve parti üyeleri yakalarına beyaz karanfil takıyorlardı.

- Öte yandan üçüncü bir çiçek, Bismarck'ın çok sevdiği ve Alman Nasyonal Partisi'nin sembolü olan mavi kantaron çiçeği ortaya çıktı.

Hristiyan Sosyal Demokrat Partisi Viyana'da ve kırsal kesimde, sosyalistler ise sanayi bölgelerinde güçlenirken Alman nasyonalistleri de Bohemya'da ve Alpler'in eteklerindeki sınır bölgelerinde kendisine taraftar buluyordu. Bunlar sayıca yetersizdiler ama yetersizliklerini giriştikleri vahşi saldırılar ve sınırsız zorbalıklarla telafi ediyorlardı. Sonrası malum; Hitler'in 1933'te başa gelişi ve ardından tüm dünyayı yıkıma uğratan II. Dünya Savaşı.

Bu yazıyı neden yazdım? Dünün Dünyasında yani o zamanlar, parti sembolü olarak sıradan nesneler yerine çiçeklerin kullanılmış olması etkileyici değil mi? Günümüz partilerinin de (en azından bazılarının) sembolü çiçekler olsaydı, dünyamız çiçekli bir bahçeye dönüşür müydü acaba? Çok mu hayalperestim sizce? Öyle bile olsa güzel bir hayal değil mi?



 

24 Mart 2021 Çarşamba

 


ATATÜRK KÖŞKÜ / TRABZON


Eski kitapların sayfalarını karıştırmak, hatıra defterinizi (tutmuşsanız günlüğünüzü) yeniden okumak gibidir. Sayfaları çevirdikçe, aralarında kurutulmuş bir çiçek, geçmişte herhangi bir güne ait bir not, atmaya kıyamadığınız eski bir fotoğraf, yıllara meydan okuyan kitabın sararmış sayfaları arasından size göz kırpar sanki. Ya da gezip gördüğünüz, çok önem verdiğiniz galeri veya müzelere ait bir giriş bileti bulabilirsiniz ve bu sizi bir define bulmuş gibi sevindirebilir.. Dün akşam, eski bir kitabımın arasında bir bilet buldum. Bu biletle beraber zamanda yolculuğa çıktım ben de. Yolculuk çok güzeldi, geriye dönmeyi istemeyecek kadar hem de. Ama dönmem gerekti ve yolculuk için Wells'in zaman makinesinin içine zor attım kendimi; makine çok hızlı hareket ettiği için koşmam gerekti çünkü. Şimdi Trabzon'a yaptığım bu yolculukta gördüğümü sizlere aktarma zamanı. Belki bir gün siz de zaman makinesiyle yolculuk etmek istersiniz. Kim bilir.

Trabzon'un mesire yerlerinden biri olan soğuksu semtinde Trabzonlu bankerlerden Konstantin Kabayanidis'in yazlık konutu olarak 1890 tarihinde yaptırılmıştır.

1923 yılında hazineye intikal eden köşk, 15 Eylül 1924 tarihinde Trabzon'a yaptığı ilk ziyarette Atatürk tarafından gezilmiş ve çok beğenilmiştir. Bunun üzerine köşk, Trabzon İl Daimi Encümeni'nin 18.05.1931 tarih ve 361 sayılı kararıyla Trabzonluların bir armağanı olarak Atatürk adına temlik ettirilmiştir.

Bu zamana kadar birçok kaynakta yazıldığının aksine yalnızca 10-12 Haziran 1937 tarihinde Trabzon'a yaptıkları son ziyarette burada konaklayan Atatürk, Cumhuriyet tarihimiz açısından son derece önemli bir kararı burada vererek mal varlığını hazineye bağışlama kararını burada almış ve bir telgrafla Başbakan İnönü'ye iletmiştir. Ölümü üzerine kardeşi Makbule Hanım'a intikal eden köşk, Trabzon Belediyesi tarafından 06.04.1943 tarihinde satın alınarak Atatürk Müzesi olarak düzenlenmiş ve ziyarete açılmıştır.



17 Mart 2021 Çarşamba

 


"ÇANAKKALE, YENİ TÜRKİYE'NİN ÖNSÖZÜDÜR." *



Çanakkale Destanı'nın yazıldığı, toprağının her bir parçası şehit kanlarıyla sulanmış Gelibolu Yarımadası'na iki kez gittim. Her gidişimde de, Gelibolu'nun ayazına, ürkütücü uğultusuyla hiç durmadan esen ve adeta insanı döven rüzgarına göğüs gerdim. Çünkü rüzgardan ve rüzgarlı havalardan hoşlandığımı söyleyemem. Ege'de böyle bir ayaz ve rüzgarın olduğuna inanmak çok zor. Belki de bu çok sert esen rüzgar, orada yatan binlerce şehidin hikayelerini tüm dünyaya duyurmak ve unutturmamak için hiç durmadan esiyordur. Kim bilir.

Çanakkale Boğazı'nı geçilemez kılan, askeri birliklerimizden bir alay var ki, savaş sonunda,  alaydan tek bir kişi hayatta kalmamış, tümü şehit olmuştur. Bu alay, Yarbay Mustafa Kemal'in komutasındaki 19. Tümen'e bağlı olan 57. Alay'dır. Çanakkale Savaları sırasında alayın 49 subay ve 3 bin 638 erden oluştuğu, 57. Alay'ın Yarbay Mustafa Kemal'in emriyle bu bölgeye geldiği ve savaş sonuna kadar bu bölgenin savunmasında birçok kahramanlıklar gösterdiği bilinmektedir.

"18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı geçiş harekatı başarısızlıkla sonuçlanınca karadan çıkmayı planlayan düşman birlikleri, bu eylemlerini 25 Nisan 1915 sabahında Arıburnu bölgesinden gerçekleştirmek için harekete geçti.

"19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, 25 Nisan sabahında Arıburnu bölgesinden duyulan top sesleri üzerine 57. Alay'ı, bir top bataryası ve süvari birliğiyle bölgeye gönderdi.

"Tam teşekküllü olan düşmanın 8 taburuna karşı koyan ve neredeyse tüm askerlerini şehit veren 57. Alay, kahramanlıklarıyla ve vatanı için bile bile ölüme gitmeleriyle adını tarihe altın harflerle yazdırdı.

"Mustafa Kemal'in "Ben size taarruz emretmiyorum ölmeyi emrediyorum" sözüyle gözünü kırpmadan düşmanın üzerine yürüyen 57 Alay ve diğer birliklerin katıldığı taarruzla ilgili İngiliz Subay General Hamilton'un "Gebe dağlar Türk doğurmakta devam ediyor." sözü de o yıllarda Türk askerinin ortaya koyduğu mücadeleyi hiç çıkmamak üzere akıllara kazıdı." **



Çanakkale Savaşı'nda, insan üstü bir güçle kaldırdığı 215 kilogramlık top mermilerini top kundağına yerleştirerek Birleşik Krallık'a ait Ocean Zırhlısı'nı dümenden vurarak kontrolden çıkmasına ve Nusret mayın gemisinin döktüğü bir mayına çarpıp batmasına sebep olan Seyit Ali Onbaşı'yı ve tüm şehitlerimizi  rahmet ve minnetle anıyorum. 1918 yılında terhis olup köyüne dönen Seyit Ali Onbaşı, Kurtuluş Savaşı sırasında tekrar orduya çağrıldı ve 26 Ağustos 1922'de başlayan Büyük Taarruz'a katıldı.1934 yılında Havran'da Atatürk'le görüşen Seyit Ali Onbaşı, soyadı kanunu ile Çabuk soyadını aldı; Seyit Ali Çabuk(Eylül 1889 - 1 Aralık 1939).

57. Alay'ın öyküsünü, Buket Uzuner'in 85 yıllık bir sırrı(1915-2000) kurguladığı "uzun beyaz bulut GELİBOLU" romanından okumuştum. Bu romanı okuduktan sonra, tam on yıl önce ilk kez gitmiştim Gelibolu'ya. Ancak, kitapta bahsedilen mavi gözlü, beyaz yüzlü, yüz yaşında kadar yaşlı, bastonuyla dolaşan Beyaz Hala'yı görememiştim Çanakkale Milli Parkı'nda. Ama o hiç bitmeyecekmiş gibi esen rüzgarda," Aman marı dikkat edin kendinize! Gelibolu'nun ayazı yamandır, çarpıverir insanı. Yabancı felan annamaz, heç acımaz ha!" diye uyaran sesini duymuştum sanki...

Yazım uzamasın diye burada Gelibolu romanını özetlemeyeceğim. Sadece kitabın arka kapak yazısından bir bölümü aktaracağım. İlgi duyarsanız, okumanızı öneririm. Ben çok beğenmiştim.

"Çanakkale 1915

Osmanlı teğmeni Ali Osman Bey ile Anzak Er Alistair John Taylor'ın birlikte insanlığa verdiği dehşetengiz ders...

Tarih kitaplarında yer almasına henüz hiçbir milletin izin vermeye hazır olmadığı büyük insanlık sınavı: Aynı adam aynı savaşta iki düşman ülkede savaş kahramanı olur mu? Ya da: Tarih düz okunacak bir metin midir? Ve tarih yeniden yazılmalı mıdır?"

Çanakkale Savaşı'nın önemli sonuçlarından biri, dünya tarihini değiştiren bir savunma olmasının yanında, Çanakkale'nin geçilemez olduğunu, diğeri ise savaşın düşman yaratmayacağını tüm dünyaya göstermesidir. Şöyle ki; İngiltere sömürgesi olan Avustralya ve Yeni Zelanda, ANZAC(Australian and New Zealand Army Corps) adındaki birlikleriyle savaşmak için Çanakkale'ye gelmişler, belki de hiç görmedikleri İngiltere ve onun kralı için canlarını vermişlerdi. Atatürk ise, savaşta hayatını kaybeden Anzak askerlerine ve annelerine hitaben söylediği "Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra bizim de evlatlarımız olmuşlardır." sözleriyle dünyaya bir kere daha örnek olmuştur. 








* Fazıl Hüsnü Dağlarca - Çanakkale Destanı.

** aa.com.tr



9 Mart 2021 Salı

 


BİR HANIMA YAŞI SORULMAZ



13 Ağustos 1961'de yapımına başlanan ve Doğu Almanya ile Batı Almanya'da bulunan Berlin şehrini ikiye ayıran utanç abidesi Berlin Duvarı, 9 Kasım 1989'da  yıkılmıştı. Sovyetler Birliği'nde Mihail Gorbaçov'un öncülük ettiği ve başı çektiği Perestroyka (yeniden yapılanma) ve Glasnost (ekonomik sorunlara son verme) politikalarının amacı, mevcut ekonomik ve siyasi sistemi yeniden yapılandırmaktı.  Bu politikalardan Doğu Blok'u ülkeleri de etkilenmiş, bazılarında ise yer yer ayaklanmalar başlamıştı. Bu ülkelerden biri de Avrupalıların çok fazla umursamadığı, Bay ve Bayan Çavuşeskuların yönettiği Romanya'ydı.

1989 yılının Aralık ayı. Yer Romanya'nın başkenti Bükreş. Nikolay Çavuşesku İran'da resmi bir ziyarette bulunurken, yerine eşi Elena Çavuşesku vekalet eder. Temaşver ve Braşov'da maden işçilerinin başlattığı ayaklanma, Devlet Başkanı  Vekiil Elena Çavuşesku'nun talimatıyla kanlı bir şekilde bastırılır. Üç-dört gün sonra, olaylar başkent Bükreş'e sıçrar ve Bükreş sokakları hareketlenir. Haberi duyan Nikolay Çavuşesku, İran ziyaretini yarıda kesip Romanya'ya döner. Ayağının tozuyla hiç vakit kaybetmeden radyo ve televizyondan ulusa sesleniş konuşması yapar ve halka çeşitli vaatlerde bulunur. Ancak Ulusal Kurtuluş Cephesi, bu konuşmanın ardından birkaç dakika geçmeden bir beyanat yayınlayarak Çavuşesku'yu istifaya ve çalışanları genel greve uymaya çağırır. Sokakların hareketliliği artarak devam eder.

Sokak hareketlerini durduramayacağını anlayan Çavuşesku, Merkez Komite Binası'nın balkonundan canlı olarak halka hitap edeceğini duyurur. O ve eşi halkın kendilerini kayıtsız ve şartsız sevdiklerine inanmakta ve bunu da tüm dünyaya göstermek istemektedirler. Daha sonra, Elena yargılama sırasında şöyle diyecekti; "İnsanlar bizi seviyorlar ve bu zorbalığa asla izin vermeyecekler..."

Bu gövde gösterisi için otobüslerle başkente işçiler taşınır. Merkez Komite Binası'nın önündeki Zafer Meydanı, oraya zorla getirilen memnuniyetsiz işçilerle  dolduktan sonra Çavuşesku yorgun ve yıpranmış yüzüyle balkona çıkar ve konuşmasına başlar. Konuşmasını sürdürürken kalabalıktan bir haykırış; "Temaşver! Temaşver! Temaşver! Çavuşesku, bu haykırışlardan rahatsız olarak halka; daha fazla yiyecek, daha fazla para, bir ulusal bayram daha vaat eder ama nafile. Kalabalığın sesi iyice yükselirken, koruması tarafından Çavuşesku balkondan içeri alınır. Çünkü artık, işçiler ve halk onu konuşturmaz.

Çavuşesku ayaklanan birlikleri bastırma girişiminde başarısız olunca helikopterle kaçar. Ancak kendisi ve eşi yakalanır ve yargılama başlar. Noel tatilidir. Targoviste'de bir sığınakta yapılan yargılama sırasında Nikolay ve Elena Çavuşesku, kibarlıklarını  korumaya çalışırlar. Elena, şaşkınlık ve korku içinde olmasına rağmen boynuna eşarp bağlamış, yanından hiç ayırmadığı çantasına sıkıca sarılmış bir durumdayken, kaç yaşında olduğu sorulduğunda, "Bir hanıma yaşı sorulmaz" diye cevap verir, vurulmalarından sadece yarım saat önce.

Yargılama sırasında Nikolay ve Elena Çavuşesku'nun söylediklerini kitaptan aynen aktarıyorum.

"Her diktatörün yargılanışı, içimizde coşan kana susamışlık duygusu bocalamaya başladığında bu tür beklenmedik onurlu ve prensipli davranış anları içerir. Ne söylüyor? Altyazılar var (TV'de) ama sadece üzücü ölüm-kalım söylemleri bunlar: 'Ben devlet başkanıyım', 'eşkıyalardan oluşan bu mahkemeyi tanımıyorum...', 'Ben halka, sadece halka hesap veririm'...Sonra, Elena: ' Sizi biz yarattık. Size biz baktık. Karşılığını böyle mi ödüyorsunuz?', ' Bu saçmalık: Romanya halkı bizi seviyor ve bu darbeyi kabul etmeyecektir.' Cesaret gösterisi mi? Yoksa gerçeklikle ilişkisi çoktan bitmiş bir fantezi mi, tıpkı bir senfoninin son notasının kendisini yutacak olan sessizlikte havada asılı kalması gibi?" *

Yargılama sonunda Nikolay ve Elena Çavuşesku kurşuna dizilerek infaz edilirler. Akılda kalan ölülerin yüzleri değil, üzerindeki giysiler olur: Elena'nın ayakkabılarından biri yok, Nikolay'ın astragan şapkası yanında; Elena'nın elinden sonuna kadar bırakmadığı çantası dirseğinin kıvrımında duruyor.

Çavuşeskuların kurşuna dizilmesinden sonra, Romanya'da durumun nasıl olduğunu merak edenler için, yazar Bir Rumen atasözüyle kitabına son noktayı koyuyor: "Yeni genelev, eski orospular." "Nasıldır biliyorsun işte...Ne de olsa orospunun deneyimlisi makbuldür..."


*SON 100 GÜN - PATRICK Mc GUINNESS, s: 362, Habitus



8 Mart 2021 Pazartesi

 


KANDIRILMIŞ HİSSEDİYORUM!



Aktif İnternet kullanıcısı olmama rağmen, İnternetten yapılan alışverişleri sevmiyorum. Satılan ürünlere, iki değil üç boyutlu da baksanız, ürünü tanımanız yeterli olmuyor. Çünkü, sanal ortamda satın alacağınız ürüne dokunamıyor, koklayamıyor ve de tadamıyorsunuz. Hele satın alacağınız bir kitap ise, seçim daha da zorlaşıyor; sayfalarını çevirip bir ön okuma yapamıyorsunuz. Sadece süslü bir kapak görüyor, editör veya yayınevinin daha çok satsın diye kitabın arkasına yazdığı birkaç ibareyi okuyabiliyorsunuz, ki bu hiç bana göre değil. Çünkü ben, zarfa değil, mazrufa bakanlardanım. Ama pandemi nedeniyle kitapçılara gitme, elimde kahve fincanımla  kitapları inceleyerek alma keyfinden mahrum olduğum için, istemesem de internetten kitap satın alıyorum. Şartlar gereği.

Geçen hafta internetten satın aldığım dört kitaptan, üçünü çok beğendim ve severek okuyacağımı biliyorum. Ancak bir kitap var ki, aldığıma pişman olsam gene iyi, resmen kandırıldığımı hissediyorum. Livaneli'nin "Bizi Sürükleyen Nehir / Hayat üstüne düşünceler" adlı derleme kitabından bahsediyorum. Kitabın kapağında, "Hayat üstüne düşünceler" cümlesini görünce güzel bir deneme okuyacağımı sanmıştım. Yanılmışım. Üstelik, kitabın adı, bir roman adını da çağrıştırmıyor değil(Kanmış olduğuma bir bahane olur mu). Şunu özellikle belirtmeliyim; iyi bir Livaneli okuruyum. İsveç'te sürgünde olduğu zamanlarda yazmış olduğu kitapları dahil, tüm kitaplarını severek okudum ve onlardan çok şey öğrendim. Bu bakımdan minnettarım kendisine. Ama "Bizi Sürükleyen Nehir" beni fena halde hayal kırıklığına uğrattı. Öyle ki, hayatımda ilk kez bir kitaba verdiğim 39 TL'ye üzüldüm, boşa gitti diye. Neden? Dün, 28. baskısı yapılan 307 sayfalık kitabı okudum. Kitapta, Livaneli'nin 30 yıldır yaptığı röportajlardan, konuşmalardan ve yazdığı kitaplardan seçilerek derlenmiş sözleri her sayfaya üç-dört aforizma sığacak  şekilde aralıklı olarak sıralanmış. Seç, beğen, OKU misali. Çoğu sözlerinin hangi romanlarından alındığını bilerek okudum. Aforizma ve sözler Livaneli'ye ait ama derleyenler, literatür taraması yapanlar, Ozan Bilge ve Durmuş Cevlan. Dolayısıyla bu derleme kitabın adı "Livaneli'den Aforizmalar" olmalıydı, diye düşünüyorum. Böyle olsaydı, bilerek alırdım kitabı ve de verdiğim paraya üzülmezdim. Üstelik, derlemeyi de hiç başarılı bulmadığımı belirtmek isterim. Livaneli, bu görevi bana verseydi eğer, çok daha iyisini yapardım. Sanırım, bu kitap, tamamen ticari bir kaygıyla hazırlanmış ve piyasaya sürülmüş. Kitabın çok baskı yapması, çok satması  bana bir şey ifade etmiyor. Derleyen arkadaşlara ve yazarına hayırlı olsun.

Livaneli'nin kitabı, aforizmalar olarak değerlendirildiğinde, başlıklar altında toplanan sözleri su götürür. Ancak, roman ve denemelerinde çok daha derinliği olan sözlerinin altını çizmiştim ben. Buradakileri sığ buldum açıkçası. 

Fotoğrafta, "Aforizmalar"a ne kadar önem verdiğimin göstergesi olarak elimin altında bulundurduğum kitapların adlarını görebilirsiniz. Bu kitapları bilerek, isteyerek aldım. İnternette dolaşan çoğu aforizmanın yalan yanlış olduğunu görerek, çok fazla bilgi kirliliğine maruz kaldığımız düşüncesiyle, sayfamda paylaşacağım söz ve aforizmaların kaynağından doğru olarak paylaşmak amacıyla satın almıştım. İyi de yapmışım. :) Şimdi, neden kandırıldım dediğimi anlatabildim sanırım. Kitabı okuduktan sonra, tek tesellim, Abidin Dino'nun desenlerini izlemek ve anlamaya çalışmak oldu.

Kitaptan seçtiğim ve düşüncelerime yakın bulduğum aforizmalarla yazımı sonlandırmak istiyorum. Bu aforizmaları seçme nedenim; beni duygusal olmamakla(bizde sulu gözlü olmak, duygusallıkla eş tutuluyor maalesef)  eleştirenler için güzel bir cevap olmasıdır. Ben duygusal değil, duyarlıyım çünkü, hem de çok.

"Duyarlılık ile duygusallık birbirinin zıddı."

"Duyarlılık, kimseye bir şey satmaya çalışmaz, kendini belli belirsiz ele verir. Duygusallık ise insanları feryat figan kendine acımaya çalışır. Genellikle sahtedir."

"Duyarlı olmak, sadece acıları ve çirkinlikleri değil, sevinçleri ve güzellikleri de algılamamızı sağlar."

"Duygusallıkta hiçbir gerçek duyguya yer yok."


Kaynak: Livaneli, Bizi Sürükleyen Nehir, 28. Baskı. s: 23-24





1 Mart 2021 Pazartesi

 


İSİM ALERJİSİ!

Alerjinin tıptaki hastalık tanımına eş olarak bir de mecaz anlamı vardır; bir kimseye veya bir şeye karşı olumsuz yönde duyulan aşırı duyarlılık. Beni üzen, kızdıran ve mutsuz eden kişilerin isimlerine karşı, tedavisi mümkün olmayan bir alerjim var. Öyle ki, bazı isimleri duymak bile alerjimi tetikliyor. Kendi kendime koyduğum bu tanıya, "isim alerjisi" adını verdim. Rahat bir kafayla düşünürseniz, sizde de isim alerjisi olup olmadığını, kendiniz teşhis edebilirsiniz.

İsim alerjimin olduğunu, ilk  ne zaman fark ettiğimi sorarsanız, kozmetik ürünleri kullanmaya başlamam ve  ünlü Vichy markasıyla tanışmamla birlikte oldu, diyebilirim. Yo, satın almadım, kozmetik reyonunda sıra sıra dizili ürünlerde Vichy adını okuduğumda, zihnimde şimşekler çaktı ve "bu o şehir" dedim, kendi kendime. Evet, kaplıcalarıyla ünlü Fransa'nın Vichy kentini kastediyordum ama zihnimde şimşekler çaktıran oranın kaplıcaları değil, Vichy Hükümeti'ni anımsamamdı. Vichy Fransası ile ilgili çok şey okumuş, çok fazla film izlemiştim. Dolayısıyla, II. Dünya Savaşı sırasında, Hitler Almanyası ile işbirliği yapmış bu kente, kent halkına ve yöneticilerine karşı hoşgörülü olamıyordum. Kafadan çatlak biri olduğumu düşünmemeniz için, yakın tarihin bu çok bilinmeyen dönemini kısaca açıklamak isterim. :)

Vichy Fransası, II. Dünya Savaşı sırasında Almanya'nın Fransa'yı mağlup etmesinden sonra Fransa'nın Vichy kentinde kurulan Almanya'ya bağlı (kukla) ülke olarak tarihe geçer. Bu ülke, Temmuz 1940 - Eylül 1944 tarihleri arasında varlığını sürdürür. Devlet başkanlığına ise, I. Dünya Savaşı sonrasında, Fransızların milli kahramanlarından biri olan Mareşal Philippe Petain getirilir.

ABD ve Britanya kuvvetleri Kuzey Afrika'ya çıkarma yaptıktan sonra, Almanya 11 Kasım 1942'de Fransa'nın tümünü işgal ederek Vichy'deki "mütareke ordusu"nu dağıtır. Vichy Hükümeti, giderek Alman politikasının basit bir kuklası durumuna düşer. Aynı dönemde, Fransız gençlerinin Alman zorunlu çalışma kamplarından kurtulmak için dağlara ve kırlara çıkmasıyla birlikte Fransız direniş hareketlerinin gücü hızla artmaya başlar.

Haziran 1944'te Müttefiklerin Normandiya Çıkarması'ndan sonra, Fransa'ya geçen Charles de Gaulle başkanlığındaki geçici hükümet, bütünüyle çökmüş faşist rejimin yerini alır. Eylül 1944'te Paris'in kurtarılmasından sonra bu yeni hükümet Petain'in Fransız Devleti'nin bütün yasalarıyla birlikte ortadan kaldırıldığını ilan eder.

Almanya'ya kaçırılmış olan Petain, yargılanmak üzere kendi isteğiyle Fransa'ya döner. Mahkeme sonunda idam cezasına çarptırılır ama ölüm cezası, Charles de Gaulle tarafından ömür boyu hücre hapsine çevrilir. Ve Petain, 1951'de hapiste ölür. Böylece, I. Dünya Savaşı'nda milli kahraman ilan edilen Petain, II.Dünya Savaşı sonrasında vatan haini olarak ölür. Hayatın cilvesi bu olsa gerek.

İşte böyle. Vichy'ye olan isim alerjimin başladığı zamanlarda çok gençtim. Düşüncelerimde bireysellikten ziyade toplumsallık ön plandaydı. Şimdi geldiğim noktada ise, alerjim kendiliğinden şekil değiştirdi; toplumsal düzeyden bireyselliğe geçiş yaptı. Daha doğrusu tamamen bireyselleşti ve bana ihanet eden, kötülük yapan, canımı yakan insanların isimlerine karşı alerjiye dönüştü. Öyle ki bu isimleri duymak dahi istemiyorum. Gülmeyin lütfen. İsim deyip geçmemek lazım, isimlerin de negatif ve pozitif enerjileri vardır. Hele bu isimler sizin üstünüzde negatif enerji bırakmışlarsa "isim alerji" si geliştirmeniz  normal değil mi?


Not: Vichy Fransası ile ilgili tarihi bilgiler, Vikipedi'den tarafımca derlenmiştir.