28 Mayıs 2014 Çarşamba




 MAHATMA GANDHİ  VE PASİF  DİRENİŞİ


"Eğer zalimlere karşı zalimlerin usullerini kullanırsak, onlardan farkımız kalmaz" diyen Hindistan bağımsızlık lideri Mahatma Gandhi, İngilizlerin denetiminde bulunan Hindistan' da, İngilizlerin tuz tekelini hedef alan bir protesto dalgası başlattı. Öyleki bu ilk dalga büyüyerek tüm Hindistan'ı kapladı. Çünkü tuz, Hint mutfağının vazgeçilmeziydi. Ancak, İngiliz tuz düzenlemesi, Hintlilerin tuz üretmesini ve satmasını yasaklıyordu. Tuz üretme ve satma ayrıcalığı sadece beyaz efendilere aitti ve onlar da fahiş fiyattan satıyorlardı. Üstelik saldıkları yüksek tuz vergisi de cabasıydı.Buna rağmen Hintliler tuz tüketmekten geri durmuyorlardı. Dünya üzerinde her insanın yediği yemekten zevk almasını sağlayan tuz, lezzet açısından  olduğu kadar, insan sağlığı için de gereklidir.

Hintlilerin manevi önderi Mahatma Gandhi, Satyagraha olarak da bilinen "sivil itaatsizlik" politikasını hayata geçirmek için, söz konusu tuz politikalarına meydan okumanın iyi bir başlangıç olacağına karar verdi. 12 Mart 1930' da, 78 yandaşıyla birlikte Sabarmati' den yola çıktı. Hedefleri 241 mil uzakta bulunan Arap Denizi kıyısındaki Dandi' ye ulaşmaktı. Hintli lider oraya ulaştığında, İngilizlerin deniz suyundan tuz üretme politikasına meydan okumaya kararlıydı. Yol boyunca kalabalıklara politikasını anlatarak hitap etti. 5 Nisan' da Dandi' ye ulaştığında ardındaki kalabalık 10 bin kişiyi bulmuştu. Dualar edildi. Ertesi gün kalabalık, deniz kıyısına indi. Kendi tuzlarını kendileri elde edeceklerdi. Ama bir anda İngiliz askerleri o ana dek şiddetten uzak durmaya büyük bir özen göstermiş kalabalığa müdahale etti. Kopan patırtıya rağmen Gandhi, üzerinde kıyametin koptuğu sahilden bir parça doğal tuzu avuçlamayı başardı ve gururla kalabalığa gösterdi. İngiliz hukuku, sembolik de olsa delinmişti. Binlerce takipçisi de onu izledi. Olayın duyulmasının ardından Bombay ve Karaçi gibi sahil şehirlerinde Hint milliyetçileri, kendi tuzlarını üretmek için harekete geçen kalabalıklara önderlik etmeye başladı. Sivil itaatsizlik dalga dalga Hint topraklarına yayıldı. İngiliz hakimiyetine karşı sivil direniş başlamıştı...Ve, nihayetinde Hindistan Ağustos 1947' de bağımsızlığına kavuştu.     
                

Gandhi,"Sivil itaatsizlik felsefesinin temellerini Güney Afrika' da geçirdiği yıllarda atmıştı. Satyagraha (gerçeğe adanma) olarak dillendirdiği felsefenin ana hatlarını şiddet karşıtlığı, sivil itaatsizlik, pasifizm, uzlaşmacılık, çilecilik, Asya milliyetçiliği, Hinduizm akımının dinsel mistik ögeleri, dinlere saygı ve teknoloji karşıtlığı oluşturuyordu." 

Tuz deyip geçmeyin! Tuz, bir ülkenin bağımsızlığına giden yolu açmıştır. Tarihi doğru okuyanlar ya da tarihi olayların neden-sonuç ilişkilerini iyi analiz edenler bundan ders alarak bugünü anlamaya çalışırlar. Aksi takdirde, ülkemizde olduğu gibi, olup bitenlere "birkaç ağaç için, kıyamet koparıyorlar" diye küçümseyerek bakarlar.


- Kaynak: Ali Çimen-  Tarihi Değiştiren Günler.







22 Mayıs 2014 Perşembe




ÇİN  ASTROLOJİSİ



Kendimi bildim bileli mitolojiye ve destansı masallara ilgim hep vardı ve bu ilgim hiç azalmadı. Zaman zaman hayal gücümü harekete geçirmek, içimdeki çocuğu sevindirmek için bu masalları ve mitolojik öyküleri keyifle okurum. Canımın sıkkın olduğu bir gün, kendimi kitapçıya attığımda, yeni çıkan yayınların bulunduğu raflardan birinde Mark Daniels' in "Bir Nefeste Dünya Mitolojisi" kitabını gördüm ve satın aldım. Kitapta; kısa ve öz olarak, dünyanın dört bir köşesindeki görkemli medeniyetlerden, küçük yerel kabilelere kadar her insan topluluğunun kendi tanrılarını, canavarlarını ve mitlerini oluşturduğu mitolojik öyküler yer almakta.

İnsanlık tarihi boyunca insanın, hayat, ölüm, doğa olayları, astroloji ve insanların birbirleriyle ilişkileri konusunda sorular sorması, bu sorulara cevap bulmak üzere kafa yorması gerekmiştir. İnsan,soruların cevabını bulamadığında ya da zorlandığında bu sorulara mitler yaratarak cevap vermiştir ki, bu mitler açıklanmaz olanı anlamlandıracak hikayelerden başka bir şey değildir.

Yine insanlık tarihi boyunca insan, gök cisimlerinin "insan karakterini" etkilediğine inanmıştır. Bu gök cisimleri; Ay, Venüs, Jüpiter ve Aldebaran' dır. Aldebaran (kırmızı dev yıldız) gece gökyüzünün en parlak yıldızlarından biridir ve Arapça' da takip eden veya izleyen demektir.

Ben de gök cisimlerinin insan karakterini etkilediğine inanırım. Dolayısıyla, astrolojiye de. Bu nedenle, Mark Daniels' in kitabında yer alan "Çin Astrolojisi" ne ilişkin bölümü okuduğumda ve domuz yılında doğduğumu öğrendiğimde, karakterimde baskın olan "araştırmacı bir ruh" , kusursuz zevk ve akıllı olmamın doğduğum yılla ilişkili olabileceğine olan inancım güçlendi.

Sizler de astrolojiye inanıyorsanız eğer, Mark Daniels' in "Bir Nefeste Dünya Mitolojisi" kitabından aktaracağım, Çin Takvimi' nin her yılı, toplam on iki tane olmak üzere kendine has özellikleri olan ve o sene doğan herkese bu özellikleri aktaran farklı bir hayvanla bağdaştırılan "Çin Astrolojisi" ne ilişkin bu yazımı okuyabilirsiniz. Tabii, doğum yılınıza bakarak, doğduğunuz yıla ait özelliklerin siz de var olup olmadığını öğrenmek istiyorsanız.

-Fare Yılı: (1936, 1948, 1960, 1972, 1984, 1996, 2008)
Fareler zeki, popüler ve komiktirler. Çok sadık ve mücadelecidirler, ancak para hırsına ve açgözlülüğe de kapılabilirler.

-Öküz Yılı: ( 1937, 1949, 1961, 1973, 1985, 1997, 2009)
Öküzler güvenilir ve iradeli olurlar, liderlik vasıfları da güçlüdür. İnatçı bir damarları vardır ve bazen kendilerini yalnız hissedebilirler.

-Kaplan Yılı: (1938, 1950, 1962, 1974, 1986, 1998, 2010)
Kaplanlar sakin ve otoriter önderlerdir. Hırslı, cesur ve düşüncelidirler, ancak değişken ve gergin de olabilirler. Pençelere dikkat!

-Tavşan Yılı: (1939, 1951, 1963, 1987, 1999, 2011)
Tavşanlar aile ve arkadaşları arasında olmayı seven evcimen yaratıklardır. Dürüst bir kişilikleri vardır, oldukça güvenilirdirler ve çekişmelerden olabildiğince kaçarlar; bu da onları kolay lokma yapar.

-Ejderha Yılı: (1940, 1952, 1964, 1976, 1988, 2000, 2012)
En güçlü Çin burçlarından biri olan ejderhalar çok şanslıdırlar. Liderlik içlerinde vardır ve çok kişiliklidirler. Zirveye yükselmek için de her şeyi yapabilirler.

-Yılan Yılı: ( 1941, 1953, 1965, 1977, 1989, 2001, 2013)
Yılanlar akıllı insanlardır.Parayla uğraşmayı iyi bilirler, çekici ve alımlıdırlar. Kıskançlığa yatkındırlar ve hafif tehlikeli bir yanları vardır.

-At Yılı: (1942, 1954, 1966, 1978, 1990, 2002, 2014)
Atlar çalışkan ve girişken, alımlı ama sabırsız insanlardır. Seyahat etmeyi çok severler; ancak bu geçici, istikrarsız kişiler oldukları şeklinde de yorumlanabilir.

-Keçi Yılı: (1943, 1955, 1967, 1979, 1991, 2003, 2015)
Keçiler yaratıcı kişilerdir. Zihinleri kendi iç dünyalarının derinliklerine yolculuk edebilir, bu da onları büyük düşünür ve felsefeciler yapar. Ancak keçiler aynı zamanda endişeye ve güvensizliğe de eğilimli oldukları için güvensizliklerinin giderilmesine de muhtaçtırlar.

-Maymun Yılı: (1944, 1956, 1968, 1980, 1992, 2004, 2016)
Maymunlar zinde ve canlıdırlar. İyi birer dinleyicidirler, ancak anı yaşamayı sever ve kendi menfaatlerini ön plana koyarlar. Eğlencelidirler, ancak uzun süreli ilişkilerde zorlanabilirler.

-Horoz Yılı: (1945, 1957, 1969, 1981, 1993, 2005, 2017)
Horozlar açık sözlü ve pratiktir, her konuyu enine boyuna düşünürler. Mükemmeliyetçi ve çalışkandırlar, bu yüzden bazen aşırı titiz oldukları söylenebilir.

-Köpek Yılı: (1946, 1958, 1970, 1982, 1994, 2006, 2018)
Köpekler mert ve dürüsttürler.İş yaşamında başarılıdırlar, ancak arada bir yalan söylemekten yahut kapris yapmaktan da çekinmezler.

-Domuz Yılı: (1947, 1959, 1971, 1983, 1995, 2007, 2019)
Domuzlar çok iyi arkadaşlardır ve başkalarına yardımcı olmayı severler. Kusursuz bir zevke, araştırmacı bir ruha sahiptirler. İş bitirici ve akıllıdırlar. Ancak onları fazla sınamayın, tepki gösterirler.

Hepsi bu kadar işte! İnanıp inanmamak size kalmış...






16 Mayıs 2014 Cuma




SOMA  FACİASI  TEKRAR  YAŞANMASIN


Soma' daki kömür madeninde çıkan yangında şu an itibariyle 283 can kaybı olması yüreklerimizi dağlıyor. Üzüntümüz çok büyük, ülke olarak yastayız. Çıkan yangında ihmalin olup olmadığı, gerekli önlemlerin alınıp alınmadığı elbette araştırılıp, incelenip sonucu kamuoyuna açıklanacaktır. Hazırlanan rapor, ne yazık ki ölen canları geri getirmeyecektir, ancak diğer maden ocaklarında  önlemler alınacağı umudunu verecektir; madende çalışanlara, ailelerine ve de bizlere. Dileğimiz, Soma' daki gibi bir facianın tekrar yaşanmaması...

Eskilerin deyimiyle; "Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür" yani "insan hafızası unutma ile sakattır." Soma' daki acıyı tekrar yaşamamak için unutmamak ve unutturmamak gerekir. Yoksa, biz çabuk unuturuz. 17 Ağustos depremini ve sonrasında yaşanan acıları unuttuğumuz gibi. 
Bir yerde okumuştum; Japonlar 1945' te Hiroşima ve Nagazaki' ye atılan atom bombalarının yaptığı tahribat ve dehşeti unutturmamak ve yeni nesillere anlatmak için muhafaza ettikleri beton duvarları, demir ve çelik enkazlarını öğrencilere ve gençlere gösteriyorlar ve ölenler için tören düzenliyorlar, dua ediyorlar. Japonlar, geçmişte yaşadıkları acıları unutmuyorlar, unutturmuyorlar; aynı acıları bir daha yaşamamak için.

Daha ne diyebilir, ne yazabilirim ki? Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bu durumda; "başımız sağolsun" demekten başka...





6 Mayıs 2014 Salı





RABINDRANATH TAGORE





Tagore adını ilk kez, çıkmış olduğu bir TV programında rahmetli Bülent Ecevit' ten duymuştum. Tagore' dan yaptığı şiirlerin çevirilerini okuyordu ve şiirlerinin yer aldığı kitabın "baş ucu" kitabı olduğunu anlatıyordu. Öyleki, sıkıntılı olduğu, zor zamanlarında Tagore okuduğunu da ekleyerek. Program sona erdiğinde Tagore' u bayağı merak etmiştim; işleri yoğun bir politikacıyı rahatlatacak, zor günlerinde ona yol gösterecek neler yazmış olabilirdi ki dİye. Araştırdığımda, Tagore'u tanımak için oldukça geç kaldığımı fark ettim.

Kitapçıdan aldığım 1999 yılı basımı, Adnan Cemgil' in çevirisi "Gora" romanını ilgiyle okudum. Kitabın Tagore' u tanıtan bölümünde şöyle yazıyor: "1913' de Nobel Edebiyat ödülünü kazanan Rabindranath Tagore' un çoğu mensur şiir biçiminde yazılmış olan yapıtları arasında, Türkçesini sunduğumuz "GORA" romanı, onun yaşam felsefesini olduğu kadar, Hindistan' ın kurtuluşu yolundaki inançlarını, en derin fikirlerle, en tatlı, en ince duyguları, çok namusluca bir gerçekçilik ile yansıtması bakımından da büyük bir değer taşımaktadır.
Romain Rolland' ın söylediği gibi Gora, Rabindranath Tagore' un en büyük yapıtıdır."

Tagore' un yaşamından ve düşüncelerinden sunacağım kısa bir kesitle, derin bir insan sevgisiyle dolu, doğa tutkunu bu şairi sizlere tanıtmak istiyorum. Olur ya, bir gün benim ilk paragrafta yazdığım gibi, siz de Tagore' u benim blogumda okuyup tanıdığınızı söylersiniz, belki...:)

Tagore, 1861 yılında Hindistan' da doğdu. "Kalküta' nın en varlıklı ve en ilerici ailelerinden birinin çocuğuydu. Kişiliğini biçimlendiren yılları nasıl bir ortam içinde geçirdiğini anlatırken şöyle der: 'Ailemin tüm bireyleri yetenekli kişilerdi - kimi ressam, kimi şair, kimi müzisyen. Evimizin tüm havası yaratıcılık ruhuyla doluydu. Neredeyse bebekliğimden beri, doğanın güzelliğini ta içimin derinliklerinde duyuyor, ağaçlara, bulutlara karşı yakın bir dostluk besliyor; kendimi mevsimlerin havada titreşen müziğiyle uyum içinde hissediyordum." (Romantizmden Modernizme Rabindranath Tagore, Rahajit Sarkar. Çeviren: Ünal Aytür)

"17 yaşında hukuk eğitimi için İngiltere' ye gidişine kadar Hindistan' ın en köklü ve zengin ailelerinin birinin içinde çok iyi bir eğitim alarak, İngiliz sömürgesi bir ülkede, vatansever bir Hintli olarak yetişti. Anlama, kavrama ve yaşama ekseninde şiir, tiyatro, resim ve müzikle ilgilendi. İngiltere yıllarında Hindistan' ın teknolojik geriliğine daha yakından şahit oldu. Bu gerilik, geriliğin getirdiği aşağılık kompleksi ve ardından gelen çaresizlik ancak eğitimle aşılabilirdi.

Eğitim, Tagore için kurtuluşun mayasıydı, ama eğitim milleti kökünden uzaklaştırmamalıydı. Batı' nın teknolojisi, tıbbı, fenni alınmalıydı, kültürü değil. Her millet kendi kültürünü yaşamalıydı. Dışarıdan gelen unsur milleti ancak taklitçi yapardı. Bir mektubunda oğluna diyordu ki: 'İyilik ve kötülük kavramlarını aklından çıkarma. Başkalarının sözleri, eylemleri seni etkilemesin. Modern dünyanın göz alıcı yapaylıkları seni bozmasın, yalın ve düz bir yaşam sür, zengin sarayına da, yoksulun kulübesine de gönül rahatlığıyla, açık alınla gir. Hindistan' ın dışı yoksul, içi zengindir, ona göre yaşa.'

Şiirlerinde güneş, ay, bulut, ışık, çakıl taşları, dalgalar gibi unsurlara geniş yer veriyor ve onlarda sonsuzluğu arıyordu. Ölümü sonsuzluk olarak görüyor; 'bu yaşamı sevdiğim için ölümü de seveceğim / biliyorum' diyordu.
Hastalandığı bir gün arkadaşına diyordu ki; 'kelebeğin ömrüne bir gün deme, o senin gibi ayları değil, anları yaşar.'" (Çeviri: Bülent Ecevit - ortabahçe mecmuası)

Tagore, 1941 yılında vefat etti ve seveceğini bildiği ölüme kavuştu.


İlgilenenler için: Andre Gide, Tagore' un şiirlerini Fransızcaya çevirmiştir. Tagore' dan etkilenen şairler ve ünlüler arasında; 1946 Nobel Edebiyat ödülünü alan Hermann Hesse, Bülent Ecevit, Nehru ve Rilke gibi isimler yer alır.



Fotoğraf: Tagor -  Biraz Edebiyat.






1 Mayıs 2014 Perşembe




NAZIM HİKMET'İN ÇİZDİĞİ DESENDEKİ KIZA TUTULAN VE ONUNLA EVLENEN ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR'İN ÖYKÜSÜ


Uzunca bir süredir, tarihin sararmış sayfalarından seçtiklerimi sizlerle paylaşmadığımı fark ettim. Ve bugün, bunu telafi etmek istiyorum. Paylaşacaklarım "sanat"la ilgili olacak. Umarım, keyifle okursunuz...

II. Dünya Savaşı sürerken Türkiye, 1940 yılının Haziran ayında savaşın eşiğine gelmişti. Ama I.Dünya Savaşındaki yanılgısına düşmemişti. O eşiği aşmasını bilmişti. Ankara, savaşa girmekten kurtulurken, konservatuvar öğrencilerinin ilk opera temsilini seyretti. Genç soprano Mesude Çağlayan' ın aryalarını dinledi. Gerçi bu, üç perdelik Madame Butterfly' ın sadece ikinci perdesiydi. Birinci ve üçüncü perdelerin çalışmaları daha bitmemişti. Ama çok önemli bir başlangıçtı. Devlet Konservatuvarı'nın  Carl Ebert yönetimindeki öğrencileri, ilk opera temsillerini Ankara Halkevi Sahnesinde, 21 Haziran 1940 gecesinde Cumhurbaşkanı İnönü' nün huzurunda verdiler. İnönü' yle birlikte tüm devlet erkanı ve kordiplomatik oradaydı. (Altan Öymen - Bir Dönem Bir Çocuk)


Verdi' nin  "Aida" operası Süveyş Kanalı' nın açıldığı yıl (1869) Kahire Operası için bestelenmiş olup Verdi, operayı yazarken Eski Mısır' dan esinlenmişti. Daha sonra Mısır' da Aida, Zafer Marşı olarak çalınıyordu. (Gilbert Sinoue - Yasemin Kokusu)

Bunu şunun için yazdım: Ülkemizde, 21 Haziran 1940 gecesinde ilk opera temsili verilirken (o da, sadece 2. perdesi), 1869' da Kahire Operası için, opera bestelenmiş!..

Nazım Hikmet hayranları bilirler; hapiste kaldığı yıllarda sadece şiirler ve yazılar yazmamış, resimler  de çizmişti. Resimleriyle ilgili şunları anlatacaktır yakın dostlarına Nazım:

"Bedri Rahmi' nin bende özel bir yeri vardır. Bir süre önce Eren' le birlikte beni görmeye geldiler, çok sevindim. Bedri' nin resimlerini de şiirlerini de çok beğenirim. Son günlerde burada boncuklu çanta yapmayı düşündüm. Resimleri Bedri çizecek, Adalet de (Cimcoz) bunları İstanbul' da satacaktı.

Geçenlerde birkaç resmimi Bedri' ye yolladım. Hiç ses çıkmadı. Benim resim yapmama icazet vermiyor mu acaba? Abidin' e de (Dino) bir iki çizgi yollamıştım. Belime hakkaklık peştamalı (ressamlık belgesi) bağlamasını rica ettim. Ondan da ses çıkmadı. Anlaşılan biz ellisinden sonra ressamlar loncasına çırak bile olamayacağız." (Hıfzı Topuz - Hava kurşun Gibi Ağır Nazım Hikmet' in Romanı)


Aslında Nazım gayet başarılı desenler çiziyormuş ki, çizdiği bir resimde Şevket Süreyya Aydemir' in  resimdeki kıza tutulmasına neden olmuş. Nasıl mı? Yine Hıfzı Topuz' un aynı kitabından aktarayım:

"Nazım ile Vala' nın Kafkasya maceralarında önemli bir olay, Şevket Süreyya' yla tanışmaları oldu. Şevket çok kitap okumuş, akıllı, becerikli bir aydındı. Cezaevinden kurtulduktan sonra soluğu Kafkasya' da almıştı. Batum' da Nazım ve Vala' yla sıkı fıkı dost oldular.

Nazım bir gün defterine desenler çiziyordu. Çizdiği desenlerden biri de Batum' da tanıdığı Hikmet Bey adında birinin kız kardeşi Leman' dı. Nazım kaküllü, saçları kurdeleli, yuvarlak yüzlü bir kız deseni çizmişti. Şevket bu kıza hayran oldu ve ' Bu kız bana varırsa alırım' dedi.
İnanamadılar. Nasıl olur da bir insan Nazım' ın çizdiği bir desene tutulur dediler. Ama Şevket' in kararı kesindi. Birkaç gün sonra Nazım ona kızı tanıtınca Şevket ne kadar isabetli bir karar verdiğini anladı. Hemen kızı ailesinden istedi ve evlendiler. Leman Hanım' da Ahmet Cevat, Nazım, Vala ve Şevket grubuna katıldı."