28 Nisan 2015 Salı




 AH  FELEK  


"Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz:
Kuklacı Felek usta, kuklalar da biz.
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer, ikişer.
Bitti mi oyun, sandıktayız hepimiz."

"Akıl sana günde yüz kere mi söylesin:
Felek kuyusunu kazar bir gün herkesin.
Yaşadığın anı ele geçmez fırsat say,
Ot değilsin ki biçildikçe bitesin! "
                                          
                                         Ömer Hayyam



Ömer Hayyam' ın Rubailerinde sıkça adı geçen, türkülere konu olan; hatta  "Bilmem şu feleğin bende nesi var?" diye sitem edilen, bazen de gözünün kör olması için "Ah" edilen felek, nedir gerçek anlamda? 

"Felek "gök" demektir. Çoğulu "eflak" olmakla birlikte felek kelimesi de bu anlamda, "gökler" anlamında kullanılmıştır. Ama felek daha çok Dünya, zaman, şans, talih, kader anlamlarında kullanılagelmiştir. Bu nedenle felek sözcüğü hiçbir zaman Tanrı anlamında algılanmamalıdır. Öyle olmasaydı "zalim felek", "kahpe felek". "kambur felek" gibi sözler söyleyebilir miydik."  (Ahmet Kırca - Ömer Hayyam Rubailer)









19 Nisan 2015 Pazar




ÖLÜM  ÇİÇEĞİ
(LAVİNİA)


Bir çiçek düşünün ki, adı ölümle anılsın ve "ölüm çiçeği" olarak adlandırılsın. Çiçeğin adı; Lavinia.  

Lavinia! Ölüm çiçeği,Titus adlı Romalı generalin bahtsız kızı, Özdemir Asaf' ın platonik aşkına yazdığı ünlü şiiri ve Hilmi Yavuz' un "Lavinia İçin Sonnet" i. Meğer, ne çok hikayesi varmış bu güzel çiçeğin. Araştırdığımda öğrendim. Hikayeler farklı olsa da sonları aynı: Mutsuzluk ya da ölüm. İşte güzel Lavinia'nın hikayesi:

"Roma İmparatorluğu'nun baş kumandanı Titus Andronicus'un kızıydı Lavinia..
Dünyalar güzeliydi..
Babasının aksine hayat doluydu..
Öldürmeyi değil, yaşatmayı severdi..
İyi kalpliydi, yardımseverdi, merhametliydi..
Titus'un savaşta olduğu birgün, düşmanları Tamora'nın iki oğlu tarafından tecavüze uğradı..
Haber Roma'ya tez yayıldı..
Titus savaştan döndükten sonra kızını kendi elleriyle öldürdü..
Şehrin uzağında bir tepeye gömdü..
Aylar sonra mezarının üzerinde bir çiçek çıktı..
O çiçeğe de Lavinia dediler..
Ölüm çiçeği demekti.
Ya da Misk çiçeği.
Bazı yörelerde yavşan otudur adı.

*  *  *
Her çiçek bir kelebektir aslında..
Kelebeği yaşatan çiçektir..
Çiçeği çoğaltan da kelebek..
Çiçeksiz yerde kelebek olmaz..
Kelebeksiz yerde çiçek çoğalmaz..
Çiçeğin üzerine konan kelebek, aynı zamanda tat alma organı olan ayaklarıyla balözünü test eder..
Tadı hoşuna giderse, kıvrımlı hortum şeklindeki ağzını uzatarak o balözünü emer..
Özellikle mavi kelebekler çok seçicidir..
Her çiçeği emmezler..
Onlar en çok Lavinia'nın(ölüm otu) balözünü severler.." *


Düşünüyorum da "mavi kelebekleri" çok sevmemin, doğada yürürken onları görebilmek için algılarımı açık tutmamın bu öyküsünü bildiğim Lavinia ile ilgisi olabilir mi? diye..
Sonra Hilmi Yavuz'un şiiri gelir aklıma: "sana yas değil elbet, yaz yaraşır lavinia"  dizeleri ve ölümü düşünmeyi ertelerim bir başka sonbahara..



LAVİNİA İÇİN SONNET

"sana da yas yaraştığı söylenir, öyle değil!..
 birden bir dal kırılır, hani düşer ya suya,
 sen o akarsusun...akma!..kendine eğil,
 orda gördüğün dalı, ey solgun Lavinia,
 sanki tanır gibisin...belki eski yerinden
 göçmüş bir yaz sözünde unutulan zakkumu
 usulca büyüttündü, akarak ta derinden;

 anımsa, öpüşlerdeki taşı, çakılı, kumu...

 nerde bir yaz olduysa o dalı taşır şimdi;
 ah! al götür, al götür...bırakma bir kuytuda;
 sen onu bıraktıkça ona yaraşır şimdi
 yas... ansızın köpüklerle sevişen bir duyguda...


 kırık...o yaz aynalarda durulsun diye güya
 sana yas değil elbet, yaz yaraşır lavinia..."

 Hilmi Yavuz


 Şiir, siir.gen.tr' den alıntılanmıştır.


 * http://www.haberhurriyeti.com/lavinia-cicegi-mavi-kelebegin-dansi-176005.html

 

9 Nisan 2015 Perşembe




ERGUVAN  AĞACI
(JUDAS TREE)



 





İnsan bu ya; onursuz veya gülünç olacak bir duruma düştüğünde mahcup olur, utanır. Bazen de birilerinden çekindiğinde ya da sıkıldığında yüzü kızarır. İnsanı diğer canlılardan ayıran bir duygu olarak utanmak veya yaptığından utanç duymak insan olmanın gereğidir. İyi ki, utanma duygumuz var. Olmasaydı, dünya nasıl bir yer olurdu insanlar için, hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm; utancından kızaran ağacın hikayesini okuduğumda.

Yıllar önce, A. J. Cronin' in "Erguvan Ağacı" romanını okurken öğrendim hikayeyi. Hikaye şöyle: İsa Peygamber' in Havarilerinden Yahuda, İsa' ya ihanet ederek, otuz gümüş sikke karşılığı Romalı askerlere ihbar eder.Sonra pişman olur. Bu pişmanlık onu intihara sürükler; kendini Erguvan Ağacı' na asar. Bu hainin alçaklığını sindiremeyen erguvan ağacının önceleri beyaz olan çiçekleri utancından kırmızı/pembeye dönüşür. Bundan dolayı, erguvan ağacına Hristiyanlar Yahuda (Judas) ağacı derler.

Roma' da erguvan rengi imparatorluk rengidir ve Romalı askerler Hz. İsa' nın göğsüne "Yahudilerin Kralı" yaftasını asmadan önce, onunla alay etmek için erguvan rengi elbise giydirmişlerdir.

Nisan ayındayız. Şimdi erguvan ağaçlarının çiçeklenme zamanı ve ben, her bir yanı erguvanlarla çevrili bir cennetteyim. Çiçekleri ayrı güzel, çiçeklerinin rengi ayrı...Hikayesini bildiğimden, ayrı bir gözle bakıyorum erguvan ağaçlarına. Erguvanlar arasında bulunmak, yaşadığım anı efsaneleştiriyor ve ben, düşlediğim bir masal içinde yaşıyorum sanki...






Görseller tarafımdan çekilmiştir. İzinsiz kullanılamaz.






1 Nisan 2015 Çarşamba





 ATATÜRK' ÜN  OKUMA  TUTKUSU



Bir okuma tutkunu olan Atatürk en çok tarihsel içerikli kitaplar okuyordu. Onun okuma tutkusunu kanlı savaş meydanları bile engelleyememişti. Afet İnan, Atatürk' ün çok çeşitli tarih kitapları okuduğunu, kendi döneminde çıkan yabancı dillerdeki yeni kitapları çevresindeki düşünce insanlarına tercüme ettirerek, özetlerini çıkarttırdığını ve okuduğu kitapları yakın çevresindeki kişilerle tartıştığını anlatmaktadır. Atatürk kazandığı büyük başarıları okumaya, özellikle de tarih konusunda kitaplar okumaya borçlu olduğunu söylüyordu. Onu tanıyanlar, yakın çevresinde bulunanlar, Atatürk' ün tarih kitaplarını elinden düşürmediğine tanık olmuşlardı.
Onu tanıyanlardan biri bu konuda şunları söylemişti:

"Boş zamanlarında Atatürk' ün elinden tarihle ilgili kitapların düşmediğini hatırlarım. Bir gün yine Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu.Öğlesine dalmıştı ki çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt meselesi dururken Devlet Başkanı' nın kendini tarihe vermesi, Vasıf Çınar' ın biraz canını sıkmış olmalı ki Atatürk' e şöyle dediğini duydum:
"Paşam...Tarihle uğraşıp kafanı yorma...Mayıs' ta kitap okuyarak mı Samsun' a çıktın?"
Atatürk, Vasıf Çınar' ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek, şöyle karşılık verdi:
"Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiç birisini yapamazdım."

Atatürk, özellikle 30' lu yıllarda vaktinin o kadar büyük bir bölümünü tarih ve dil konusunda kitaplar okumaya ayırıyordu ki tarihin ve dilin öneminin farkında olmayanlar, Atatürk' ün devlet işleri dururken tarih ve dil konularıyla bu kadar fazla ilgilenmesinin yanlış olduğunu söyleyerek, onu gizliden gizliye eleştiriyorlardı. Bu dedikoduları duyan Atatürk, tarihin ve dilin öneminin farkında olmayan bu insanlara şöyle seslenmişti,
"İşitiyorum, benim dille, tarihle uğraştığımı gören bazı kısa düşünceli yurttaşlar, (Paşa' nın işi yok, dille tarihle uğraşmaya başladı) diyorlarmış...Yağma yok...Benim işim başımdan aşkın...Ben bugün ileri bir Türkiye' yi kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye'sinin temellerini atmaya da o kadar dikkat ediyorum."

Atatürk, ölünceye kadar geçmişin sırlarının peşinde koştu. Tarihin karanlık dehlizlerinde hem kendi atalarının hem tüm insanlığın izlerini sürdü. Ölmeden önce son okuduğu kitaplar bile Türk tarihi ve Türk diliyle ilgiliydi.

 Konuyla ilgili olarak yaverlerinden Nuri Conker şöyle diyordu:

" Buraya eli altında bulunması lazım kitapları asıl kütüphaneden alıp getirdim. Onlar, şurada bir dolap vardı, orada dururdu. Şurada da bir masa vardı, orada okurdu. En son okuduğu kitaplar hep Türk tarihine ve Türk diline aitti."

Önce tarih yapan, sonra da tarih yazan Atatürk, geleceğin tarihçilerine sloganlaşacak olan şu sözlerle seslenmişti:

" Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtan bir hal alır."



Kaynak: Sinan Meydan - Atatürk ve Kayıp Kıta Mu.




Dip not: Bir başka kaynakta okumuştum; Atatürk eline aldığı kitabı bitirmeden uyumazmış. Öyle ki gözlerinden yaşlar akarmış ve bu yaşları beyaz bir tülbentle siler, okumaya devam edermiş. Kitap tutkunu olanlar bilirler; uzun süre kitap okumak gözlerden yaş gelmesine neden oluyor. Gözler yoruluyor çünkü.