17 Aralık 2014 Çarşamba





ANKARA' DA  İLK OPERA  TEMSİLİ



Türkiye' nin ilk "savaşa girme tehlikesi" ni atlattığı 1940 Haziran' ı, Ankara' nın  kültür ve sanat hayatına, artık haftalarca günün konusu olacak bir yenilik getirdi: Devlet Konservatuvarı öğrencilerinin ilk opera temsilini.

Devlet Konservatuvarı, eski "Musiki Muallim Mektebi" nin yerine 1936 yılında kurulmuştu. Klasik Batı müziğine ve klasik tiyatro disiplinine dayalı bir eğitim programıyla müzik ve tiyatro insanı yetiştirecekti.

Batı' daki örneklerine uygun bir opera sahnesi oluşturmak, operayı yurt dışında görüp seven Atatürk' ün amaçlarından biriydi. 1930' ların başlarında bazı Türk yazar ve bestecilerine eski Türk tarihine dayalı operalar ısmarlamıştı. Ama istediği sonucu alamamıştı. Bunu Hindemith gibi ünlü müzik adamlarının katkısıyla kurulan yeni konservatuvardan bekliyordu.

Atatürk' ün bu isteği, ölümünden iki yıl sonra 21 Haziran 1940 gecesi gerçekleşti. Devlet Konservatuvarı'nın  Carl Ebert yönetimindeki öğrencileri, ilk opera temsillerini Ankara Halkevi sahnesinde, Cumhurbaşkanı İnönü' nün huzurunda verdiler. İnönü' yle birlikte tüm devlet erkanı ve kordiplomatik oradaydı. Gerçi bu ilk temsil için seçilen ve provaları aylardan beri devam eden eserin -Puccini' nin Madama Butterfly' ının- sadece ikinci perdesi hazırlanabilmişti. Birinci ve üçüncü perdenin çalışmaları devam ediyordu. Ama onun yanında, Mozart' ın tek perdelik Bastien ve Bastienne operası da sahneleniyordu.

Bu ilk temsil "olay" oldu. Radyo, gazeteler, dergiler sonucun ne kadar başarılı olduğunu uzun uzun anlattılar. Ve opera birden Ankara' da herkesin gidip görmek istediği, bazılarının çocuklarını da götürmek istediği en önemli etkinlik haline geldi. Fakat bu kolay değildi. Hem temsillerin sayısı azdı, hem de bilet bulmak kolay olmuyordu. 

O olanağı bulanların çoğu için bu yeni bir keşif gibiydi. Aralarında operayı yurtdışında görenler de vardı. Fakat sayıları pek azdı. Büyük çoğunluk sahnedeki bu "şarkıyla konuşma" işiyle ilk defa karşılaşıyordu.

İlk temsilde zevkine varamasalar bile, hallerinden memnundular. Çünkü o sıralarda Ankara' daki ev ziyaretleriyle otobüs durağı veya işyeri sohbetlerinin başlıca konusu oydu. Artık o sohbetlere "operayı görmüş" olarak katılacaklardı.

Benim (Altan Öymen) operaya ilk götürülüşüm daha sonraları oldu. Gene Butterfly oynanıyordu.Fakat artık üç perdesinin üçü de sahneye konulmuştu. Benim aklım, müzikten çok konuya takıldı. Babam, hem yurtdışında opera görmüş nadir kişilerden biri olarak, hem de herhalde "libretto" yu veya özetini okumuş olarak durumu anlattı:

Amerikalı deniz subayı (Süleyman Güler), bir Japon genç kızla (Mesude Çağlayan' la) birlikte oluyor, "Japon nikahı" yla evleniyor, sonra onu bırakıp Amerika' ya gidiyor. Japon kızın bir çocuğu oluyor. Kocasını umutla bekliyor. Ama anlaşılıyor ki, kocası Amerika' dayken başkasıyla evlenmiş. Onun üzerine Japon kız, çocuğunun gözlerini bağlayıp Japon usulü intihar ediyor. Daha sonra eşi geliyor ama, artık çok geç.

Hikaye bu kadar acıklı olunca konunun müziği bastırması doğaldı. Sadece benim gibi, aileleriyle gelen çocukların değil, büyüklerin de dikkati, sahnedeki intiharla sonuçlanan hareketlerdeydi. Hafif hafif ağlamak, "vah vah" diye sesler çıkarmak, Amerikalı subayın vefasızlığını fısıldamak da, herkesin katıldığı seyirci tepkileri arasındaydı.

Operanın müziğini dinleyip sevmeyi, zamanla, seyredişlerim arttıkça öğrendim. Bu galiba, operayla ilk karşılaşan Ankaralıların çoğu için böyleydi. Ama o süreç başlayınca artık arkası geliyordu. Opera sevgisi giderek gelişiyordu.

Radyo o gelişmeyi teşvik ediyordu. Müzik programlarında operalardan aryalar ve koro parçaları yayınlanıyordu. Bunlar belleklere yerleşiyordu.

Ama opera temsilini canlı olarak seyretmek, uzun süre, sadece Ankaralılara özgü bir olanak halinde kaldı. İstanbul' da, Şehir Tiyatrosu' nun bazı operet denemeleri dışında, düzenli bir opera çalışması yoktu.

İstanbul' da o zamanki Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası gibi bir orkestra da yoktu. Batılı konsoloslukların veya kurumların desteklediği bazı amatör gruplar oluşmuştu., bazen küçük çapta konserler veriyorlardı ama, yapabildikleri de, toplayabildikleri ilgi de çok sınırlıydı. 

Özetle, İstanbullular, Klasik Batı müziği etkinlikleri açısından, biz Ankaralılardan hayli gerideydi. Bununla övünebilirdik. (Bir Dönem - Bir Çocuk, Altan Öymen, Anı)

En sevdiğim opera olan, Madam Butterfly' ı defalarca izlemiş biri olarak, nereden nereye diyesim geliyor; opera ve balenin bugünkü durumunu düşündüğümde...

Batı' daki örneklerine uygun bir opera sahnesi oluşturmayı amaçlayan, ancak bu amaca ulaşıldığını göremeden vefat eden Atatürk' ün sanat ve sanatçıya verdiği değeri gösteren sözüyle yazımı sonlandırmak istiyorum:

"Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur."   






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder