31 Ağustos 2015 Pazartesi




KOYUN MASALI






Sabahattin Ali, Türk Edebiyatı' nın büyük öykücülerinden biridir. Zamana karşı koyan 13 öyküsünün ve 4 Masalının yer aldığı "Sırça Köşk" ü bir solukta okunacak bir öykü kitabı.

Sosyal medyada bir-iki söz paylaşmakla ya da hazır kitap özetlerini okumakla, bir yazarı, bir şairi, bir öykücüyü tanımış olmayız. Onların  dünya görüşlerini, fikirlerini, düşüncelerini, topluma bakış açılarını, sistem eleştirilerini ancak onların kitaplarını okuyarak öğrenebiliriz dedikten sonra, kitaptan seçtiğim Koyun Masalını anlatmaya geçebilirim.

Bir zamanlar bir ormanın kenarındaki çayırlıkta, başında çobanı ve köpekleriyle bir koyun sürüsü yaşıyormuş. Çayırın otu bol, kenardan akan derenin suyu çok ve temizmiş. Kışın soğuktan kaçıp barınacak kuytu bir mağara, sürünün rahatını tamamlıyormuş.

Buna rağmen koyunların keyfi yerinde değilmiş. Çobandan şikayetçilermiş. Sakalına kır düşmeye başlayan bu adam, sabahtan akşama kadar bayırda uzanıp uyuklar, arada bir kavalını üfler, köpeklere bağırır, yine uykusuna dalarmış. Koyunların sütünü sağıp içebildiğini içer, içemediğini satar, canı istedikçe bir kuzu kesip kebap eder, yahut bir koyun boğazlayıp kışa kavurma hazırlar; iki üç haftada bir gelen celebe en yağlı koyunları, kuzuları satar, sonra yine yatıp uykusuna bakarmış. Hepsi bir tarafa, bu celebin eline düşenlerin eninde sonunda kasaba varacağını bilen koyunlar, celep her göründüğünde korkudan titreşirler, birbirlerine sokulurlar ve karşı koymayı akıl edemezlermiş. Ne yapsınlar? Bu dünyanın düzeni böyleymiş.

Ama koyunların arasında bu işe bir türlü aklı ermeyenler, günün birinde bıçak altına yatmak korkusuyla yaşamaktansa, bu işi kökünden halletmek isteyenler türemişti, günden güne de bunların sayısı çoğalıyordu. Mesela, sürünün içinden gözü kızmış bir koç fırlayıp çobanın kaba etine bir boynuz yapıştırıyormuş. Çoban da köpeklerin yardımıyla koçu yakalayıp bir ağaca bağlıyor ve ilk gelen celebe bu hayvanı teslim etse bile, bu hal öbürlerini yıldırmaya yetmiyormuş. "Sonu kasaba gitmek olduktan sonra, bugün de bir, yarın da bir!" deyip boynuz savuran koyunların sayısı günden güne artıyormuş.

"Eh, koyun deyip geçmeyelim. Onların içinde de ne koçlar, ne yiğitler vardır. Dünya kuruldu kurulalı bütün koyunlar çobanla, köpekle yaşamadılar ya! Onlar da bir zamanlar kasaptan, celepten, çobandan, köpekten habersiz yiyeceklerini kendileri arayıp bulurlar, düşmanlarını kendi sert boynuzları ile yıldırıp kaçırırlardı.

Ama onların yağlı etlerine göz dikenler, sütünden yağ ile peynir, derisinden kürk ile çarık yapanlar, her şeyden önce koyunları, çobansız kalırlarsa kurdun kuşun şikarı (av) olacaklarına, kendi başlarına açlıktan öleceklerine inandırdılar. Bu böyle sürüp gittikçe koyunlar da kendilerine inanamaz, kuvvetlerine güvenemez oldular. Sandılar ki çobanın onları canavardan koruması, önlerine bir tutam ot atması, yumuşak etleri için değil, kara gözleri içindir."

Yavaş yavaş koyunların aklı başına gelmeye başlamış. Çobanlar da günden güne kötülemişler. Hele sonuncusu iyice dalgacıymış, keyfinden, rahatından başka bir şey düşünmez, sürüye canavarlar saldırınca, eski çobanın aksine canavarların önüne birkaç koyun kuzu atıp başından savmaya bakarmış.

Günün birinde bitişik ormandaki yabani hayvanlar, canavarlar birbirine girmişler. Çünkü o sene kış sert olmuş, kurtlar, ayılar yiyecek bulamayınca azmışlardı. Ormandaki kavgadan yararlanıp kaçan, yahut açlıktan pek zebun düştükleri için kavgaya katılamayan birkaç sıska kurt, ormanın kenarına sığınmışlar. Korkudan şaşırmış koyunları görünce: "İşte dişimize göre düşman!" diyerek ileri atılmışlar. Koyunlar işin şakaya gelmeyeceğini anlamışlar, köpekler de, koyunlar elden gidince kendilerinin aç kalacağını düşünüp gayrete gelmişler; hep beraber bu sıska kurtlara saldırmışlar. Zaten dermansızlıktan dört ayakları üzerinde zor duran aç kurtların birkaçı gerisingeriye ormana kaçmış, öbürleri cansız yere serilmiş.

Bu sırada saklandığı yerden çıkan çoban sopasını savura savura sürünün başına geçmek isteyince, koyunlar akıllarını başlarına toplamışlar, köpekler de onun sopasından kurtulmanın ve koyunlarla baş başa kalmanın sırası geldiğine hükmetmişler. Hep birlikte çobanın üstüne yürümüşler. Ödlek çoban kaçıp canını zor kurtarmış ve bir daha da ortada görünmemiş.

Bu kavgadan en karlı çıkan köpekler olmuş. Hem kurt leşlerini hem de kavgada ölen koyunları yemiş, karınlarını doyurmuşlar. Kuyruklarını keyifli keyifli sallayıp ortalıkta dolaşmaya, "Gördünüz ya, sizi kurtlardan da, çobanlardan da kurtardık!" diye caka satmaya başlamışlar. Aradan zaman geçtikçe  daha da burunları büyümüş. Meğer köpekleri köpekleten çoban korkusuymuş, çobansız kalınca ondan beter olmuşlar. Hatta, kendilerinin öyle rastgele köpeklerden olmadıklarına inanıyorlar, "Köpek ne demek? Bizim de aslımız kurt değil mi?" diye övünüyorlarmış.

Yavaş yavaş bu kuruntu hepsinin zihnini sarınca, koyunlara tepeden bakmaya başlamışlar. Koyunların etlerinin tadına vardıkları için, kenarda köşede yakaladıkları kuzuları parçalayıp yemeye, hatta sürüden ayrılan iri koyunlara bile saldırmaya başlamışlar. "Bizim gibi soyu ormanlara hükmetmiş kahramanların miskin miskin koyun bekçiliği etmesi ne demek?" diye hayıflanıyorlar, tekrar vahşi ormanlardaki saltanatlı günlere dönmek istiyorlarmış. 

"Köpeklerden kurtulmak çobandan kurtulmak kadar kolay değildi. Bunların hem sayısı çok, hem dişleri keskindi. Üstelik bir niza çıksa fırsat bilip üç beş koyunu paralayıveriyorlardı. Bunun için koyunlar, işin sonu neye varacak? diye telaş içinde bekleşiyorlar, çobanı kovdukları gibi bu köpekleri de defetmeyi bir türlü gözlerine kestiremiyorlardı. Ama köpekler en sonunda hem kendilerinin hem de koyunların başını nara yaktılar; bir gün, daha fazla sabredemeyip, ormanı zapt etmeye karar verdiler. Bu işi kendi başlarına yapamayacaklarını bildikleri için koyunları önlerine kattılar:
'Siz boynuzlarınızla yol açar, karşınıza çıkanları tepelersiniz,, biz de etrafınızda bağrışır, size cesaret verir, düşmanları yıldırırız!' dediler. Bu seferin sonu hayra varmayacağını ileri sürerek katılmak istemeyenleri, 'Alçak, korkak, miskin, hain! Sen bizim gibi damarlarında asil kurt kanı taşıyan köpeklerle bir arada yaşamaya layık değilsin!' diye parçaladılar ve ...iştahla yediler."

Ormanın kenarındaki çalılıklarda, dört taraftan üzerlerine saldıran kurtlar, ayılar, parslar, hatta sırtlanlar ve çakallar sürüyü kısa zamanda perişan etmişler.

Hasta, yahut ihtiyar oldukları için bu sefere katılamayan dört beş koyunla bir hayli körpe kuzu çayırın kenarındaki mağarada ormandan gelen acı sesleri dinleyip korkudan titreşiyorlarmış. Sesler kesildiğinde, ormanı zapt etmeye giden koyunlarla köpeklerin başına geleni anlamışlar ve aralarındaki iki ihtiyar koç mağaranın kapısına ağır ağır yürüyüp, kendilerini beklemek üzere orada kalmış olan iki sakat köpeğe yaklaşmışlar. Henüz kuvvetini kaybetmemiş olan boynuzlarını, şimdi karşılarında şaşkın şaşkın uluyan itlerin karınlarına geçirdikleri gibi, ta ilerdeki dereye fırlatmışlar. Sonra mağaradaki kuzulara dönüp şöyle demişler:
"Bu dünyada çobansız da, köpeksiz de yaşanabilirmiş. Ama bunu anlamak için her defasında bu kadar kanlı kurbanlar verecek olursak pek çabuk neslimiz kurur. Bari siz gözünüzü açın da, ileride başınıza yeniden itler, hele kendilerini kurt sanan palavracı itler musallat olursa, sürüyü canavarlara paralatmadan onları defetmeye bakın! "
                                                                                                                                      1946


Sabahattin Ali - Sırça Köşk (YKY)
Siyah puntolarla yazılanlar, kitaptan direkt alıntıdır.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder