29 Ocak 2016 Cuma




 PETROL (KARA ALTIN)  -  BUZUL İLİŞKİSİ
(Yeni bir Soğuk Savaş nedeni olabilir mi?) 



Yıl 1980, aylardan Mayıs. Ulusça radyonun başında, televizyonun karşısında Eurovision Şarkı Yarışmasının sonuçlarını bekliyoruz. O zamanlar bu yarışma neredeyse milli bir meseleydi.. Bir türlü ilk üçe giremediğimiz yarışmada bu sefer Süperstar Ajda Pekkan "Petrol" şarkısıyla ülkemizi temsil ediyordu. Bir umut işte! Sonucun iyi olacağını düşünüyorduk. Ülkemizde ve dünyada yaşanan petrol krizine gönderme yapan şarkı, güncel bir konuyu işlemenin yanı sıra oryantal melodisiyle de kulağa hoş geliyordu. Tabii bize göre. Sonuç açıklandığında, ki 23 puanla 15. olmuştuk doğal olarak  hayal kırıklığı yaşadık. Bunu yazdım çünkü bugün 36 yaşını sürenler ve daha altındakiler bilmezler ve "petrol nasıl bu kadar önem arz ediyormuş ki adına şarkı bile yazılmış" diyebilirler. Günümüzde durum farklı mı? Petrol şarkısının nakaratına bakalım:

Aman petrol canım petrol
Artık sana sana sana muhtacım petrol
Eninde petrol sonunda petrol
Artık dizginlerim senin elinde petrol

Bugün de yalnız bizim değil, diğer ülkelerin dizginleri de petrolün elinde. Yani atı süren dizginleri elinde tutar misali. İşte Ortadoğu' daki bitmeyen savaşın nedenlerinden biri de oradaki zengin petrol kaynaklarına sahip olabilmek değil midir? Enerjide güçlü olan dünyada da güçlü olur ve dünyaya hükmeder mantalitesiyle yola çıkan ülkeyi yönetenlerin hırsları o raddeye varmış ki, petrol uğruna yapılan savaşlar bir türlü bitmek bilmiyor.

Jean- Jacques Annaud' un yönettiği "Black Gold" filmi, 1930 yılında Arabistan' da geçen petrol merkezli bir hikayeyi, petrolün bulunmasını ve ardından yavaş yavaş altın değerinde önem kazanmasını ve  petrolün yol açtığı rekabeti genç bir prensin gözünden anlatıyor. Hatırlatmak isterim; Birinci Dünya Savaşı sonrasında galip devletlerce harita başında  çizilen Ortadoğu sınırları (Irak, Suriye, Kuveyt, Ürdün) tamamen petrol yataklarında söz sahibi olmak amacı güdülerek çizilmiştir. Ve  sınırların çizilmesinde İngiliz Gertrud Bell' in rolü  büyüktür.

Kara altının sanata konu olmasıyla ilgili bu bilgiden sonra dünya iklim kuşakları için tehlike çanlarının çaldığı iklim değişikliklerinin nedenlerinden biri, hatta en önemlisi olan Kuzey Kutbu  buzullarının erimesine  ve petrolle nasıl bir ilişkisi olduğuna geçebilirim. Öncelikle şunu belirtmeliyim; konuyu hatırlamama neden olan, okuduğum Marc Levy' nin "Korkudan Güçlü Bir Duygu" adlı romanıdır. Kitabı okurken, petrol şarkısını, Dallas dizisini hatırladım gülümseyerek. Ama kitapta okuduğum gerçekler öylesine acıydı ki, gülümsemem dondu kaldı yüzümde. Az çok bilmeme rağmen, resmi belgeler ve raporlarda yazılanları okumak yine de sarsıyor insanı. İşte o gerçeklerin kısa bir özeti:

ABD 1945' te, kutup bölgesinde  geniş askeri tatbikatlara girişti ve Musk Ox adı verilen bir operasyonla, buzkıranların yardımıyla beş bin kilometrelik bir yol açıldı. Amaç, kuzey yolundan gelecek bir Sovyet istilasının risklerini değerlendirmekti. 1954' te USS Nautilius denizaltısı bankizin altından geçerek kutba ulaştı. Operasyonun amacı, Kuzey Kutbu' ndan vuracak Amerikan nükleer gücünün kapasitesini kanıtlamaktı, kanıtladı. Yirmi yıl sonra, Sovyetler Kuzey Kutup Dairesi' nde nükleer denemeler yaparak Novaya ve  Zemlya bölgesindeki 80 milyon metreküp buzu yok ettiler. SSCB gibi ABD' de, düşük güçlü nükleer enerjiyi ticari ve sivil amaçlarla kullanmayı planlıyordu. Sovyetler hemen her fırsatta nükleer patlamalara başvurdu. Radyoaktif kirlilik endişesi, onların nükleer enerji sayesinde Kuzey Kutbu' nun jeolojik zenginliklerine ulaşmayı kolaylaştırabilecek bir yöntem konusundaki araştırmalarını engellemedi. Anchorage Konferansı sırasında, Kurçatov Enstitüsü başkanı, hazır bulunan topluluğa sıvı gaz sevkiyatının nükleer denizaltılarla nasıl sağlanabileceği konusunda açıklamalarda bulundu. 1969 yılında ABD kuzey yolunu kullanınca Kanada ile kıta sahanlığı konusunda sorunlar çıktı. Ve Ottawa hükümeti maden çıkarma işini hızlandırma düşüncesiyle, Kanada Kutup bölgesindeki mineral kaynaklarının haritasını çıkarmak için yüz milyon dolarlık bütçe ayırdı. Kremlin' de, Kuzey Kutbu' nda petrol ve gaz çıkartılmasının, Rusya' nın enerjide süper güç olarak kalmasının kilit faktörü olduğunu ilan etti. Grönland otoriteleri bile, mineral zenginliklerin çıkartılmasını Danimarka' ya karşı bağımsızlıklarının şartı olarak savunuyorlar. Petrol, gaz, nikel ve çinko; kutup topraklarında hak iddia edemeyenler ve Arktik kıtanın bütün milletlerin malı olduğunu ileri sürenler de dahil, bütün zengin devletler bu yataklara el koymak istiyorlar. Buzulların erimesi sebebiyle kuzey yolunun açılmasının an meselesi olduğu düşünüldüğünden beri, aralarında Fransa, Çin ve Hindistan' ın da bulunduğu pek çok ülke, yıllardır Panama Kanalı' nda yaptıkları gibi artık bankizleri de kontrol altında tutuyor. Norveç Savunma Bakanı, Rus petrol şirketlerinin gelecek on yıllarda kendi karasularının ötesinde petrol arama çalışmalarına başlayacaklarıyla ilgili bir senaryo sundu ve kelime oyunlarına kalkışmadan, Kuzey Kutbu' nun paylaşımının Batı ile Doğu arasında yeni bir soğuk savaş' ın başlangıcı olacağını vurguladı.

Söz konusu petrol olduğunda iştahlar kabarıyor ve dünya enerji piyasasını elinde tutmak ve enerji de en güçlü olabilmek adına zengin devletler arasındaki rekabet kızışıyor ve olan gezegenimizdeki masum tüm canlılara oluyor. Kısacası; filler tepişiyor, çimenler eziliyor...



Not: Korkudan güçlü bir duygunun ne olduğunu merak edenler için yazıyorum; Cesaret' miş.
 



20 Ocak 2016 Çarşamba




DİLLERİN KÖKENİ, GÜLMEK VE AĞLAMAK ÜZERİNE

Sizi bilmem ama ben yürürken düşünürüm. Viyana'daki rutin yürüyüşlerimden birinde, arkamda kahkaha atan, gülüşerek birbirlerine takılan kişilerin gülme seslerini duyunca(arkama bakmadan) bir yabancı memlekette dilini bilmediğimiz insanlar arasında ortak noktamız ne olabilir sorusu takıldı kafama. Cevabım hazırdı; kahkaha atmak veya gülmek. Gülmek eylemi, dünyanın neresinde olursanız olun sevinci, mutluluğu, memnuniyeti ifade eder. Ve daha da önemlisi gülme eylemin aynılığı. Gülmenin ses şiddeti değişse de yüze verdiği şekil  değişmiyor yani gülerken dişler gözüküyor, yanaklar geriliyor, gözler küçülüyor vs.

Gülmeyi düşünüp ağlamayı düşünmemek olur mu? Olmaz.  Bir söz okumuştum, kime ait  olduğunu hatırlayamadım ama güzeldi: "Gözlerinin rengi, biçimi ne kadar farklı olursa olsun gözyaşlarının rengi aynıdır." diye. Gülmeye uyarlarsam; "Ağızlarının rengi, biçimi ne kadar farklı olursa olsun gülmenin sesi aynıdır." İşte yürürken duyduğum gülmenin sesi her yerde aynıydı. Dünya insanlarının vaz geçmek isteseler de vaz geçemeyecekleri ortak payda olan gülmek ve ağlamak ikilisi insana özgü bir davranış çünkü. Tam da bunları düşünürken köpeğini yürüyüşe çıkaran biri geçti yanımdan ve köpek önünde yürüyen kargaya doğru bir hamle yapıp havladı. Havlama sesiyle birlikte benim düşüncelerimin yönü de değişti. Bu kez, dünyanın dört bir yanında bulunan tüm köpekler aynı şekilde havlıyorlar, neden diye düşünmeye başladım. Hatta düşünce sınırlarımı genişletip kediler aynı şekilde miyavlıyor, tavuklar aynı şekilde gıdaklıyor, horozlar, aynı cinsten olan kuşlar aynı şekilde ötüyor, aslanlar aynı şekilde kükrüyor, balinalar aynı şekilde ses çıkarıyor, sürüngen davranışları, sesleri aynı. Örnekler çoğaltılabilir elbette ama hayvanlara ilişkin davranış ve seslerde değişiklik olmaz. Ha, istisnalar varsa da bunlar kaideyi bozmaz..


Yorulunca dinlenmek için oturduğum taşın üstünde düşünmeye devam ettim. Çevremdeki insanların farklı diller konuşmasına kulak vererek. Tam o anda, insanlar neden hayvanlar  gibi değil sorusu geldi aklıma. Yanlış anlaşılmasın! Kendime sorduğum soru şundan kaynaklı: Peru' da yaşayan bir köpek, Moğolistan' da yaşayan bir köpekle yan yana geldiğinde havlayarak anlaşabilir pekala. İnsanların dili neden ayrı, anlaşmalarını sağlayacak yegane araç olan dili? Dünyanın oluşumundan sonra, insanoğlunun dünya üzerindeki varlığının bilindiği dönemlerde dilleri aynı mıydı? Aynıysa, ne zaman ve niçin farklılaştı? Dilin farklılaşmasının ardındaki nedenler neydi? Hayvanlarda (geçmişten günümüze) neden böyle bir farklılaşma olmadı? Sorular, sorular... Sorular olunca cevapları arayıp bulmak gerekir. Ben de öyle yaptım. Aklıma takılan sorularla ilgili ufak bir araştırma yaptım. Tabii eve gelip, dinlendikten sonra.

İşte araştırma sonucunda bulduğum, "Dillerin Çeşitliliği ve Dillerin Kökeni Nereden Geliyor? sorusunun cevabı:

"Sözel iletişim ve dil insanoğlunun en tanımlayıcı ve ayırıcı özelliklerinden biri. Dünya üzerinde konuşulan yaklaşık 7000 dilin kökeni insanoğlunun ortaya çıktığı yer olan Afrika ile bir şekilde kesiştiği düşünülüyor. Konuşulan dünya dilleri günümüzde birbirlerine pek de benzemiyor. Gittiğiniz ülkelerde neden burada bu dil konuşuluyor diye sormak hiç aklınıza gelir mi? Doğal olarak Fransa' da Fransızca, İtalya' da İtalyanca, Çin' de Çince, İngiltere' de İngilizce konuşulur diye düşünürüz.

Ancak günümüzden yaklaşık birkaç bin yıl öncesine kadar o ülkelerde o diller konuşulmuyordu. Peki ne oldu da bu kadar çok dil oluştu? Bütün bu diller nereden geldi, nasıl ortaya çıktı? Nasıl oldu da tek bir insan türü iletişim kurmak ve konuşmak için birbirinden bu kadar farklı diller kullanmayı seçti?

İnsan dilinin kökeni ve dilsel çeşitliliğin nasıl oluştuğu hala belirsizliğini koruyan konular. İnsanlığın ve dünyanın yaratılış ve oluşum hikayelerinin yanı sıra dilsel çeşitliliğin hikayesi de birçok efsaneye konu olmuş. Bunlardan en bilineni Babil Kulesi Efsanesi. Babil Kulesi, dünyanın birçok bölgesinde yerel efsanelerde sözü edilen, Tanrı' ya ulaşmak için inşa edilmiş bir kule. Efsaneye göre tanrı kendisine ulaşmaya çalışan insanların kendini beğenmişliğine kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Çok yaygın bir diğer efsaneye göre de tanrıların gazabına uğrayan dünyada meydana gelen büyük sel felaketi sonucunda hayatta kalabilenlerin her biri farklı bir dil konuşur, böylece farklı diller ve kültürler oluşur.

İnsan dilinin kökeni dilbilimciler arasında uzun yıllardır kapsamlı olarak tartışılan bir konu. Uzmanlara göre modern insanların ataları Afrika' dan diğer kıtalara göç etmeye başladıklarında daha az kullanılan sesleri de arkalarında bırakmışlar. Birbirini takip eden her göç ile kullanılan ses dağarcığı da giderek küçülmüş. Yapılan bir çalışmada, analiz edilen 504 dil arasında en fazla ses birimi çeşitliliği gösteren dillerin Afrika kökenli, en az ses birimi çeşitliliği gösteren dillerin ise Güney Amerika ve Okyanusya kökenli olduğu tesbit edilmiş.

Günümüzde insan dilinin bağımsız olarak kaç defa değişim gösterdiği tam olarak bilinmiyor.  Var olan yaklaşık 7000 dil, 32 dil ailesi arasında paylaştırılmış. Dünyada bu kadar çok ve çeşitli dil olması gerçekten büyüleyici ve sadece insanoğluna has bir durum. Biyolojik türlerin yaşam alanı koşullarına uyum sağlaması gibi dil de aynı şekilde o dili konuşanların ihtiyaçlarına hizmet etmek için değişebiliyor. Yapılan birçok çalışma en fazla ekvator kuşağında ve tropikal kuşakta görülen dilsel çeşitliliğin, biyolojik çeşitliliğin bir yansıması olduğunu gösteriyor. Dünya üzerinde konuşulan yaklaşık 7000 dilin %60' ı tropikal orman kuşaklarında yer alıyor. Bu kuşaklardan biri Afrika' da, diğeri ise Asya' nın güneyinin karşısındaki tropikal bölgede. Dilsel çeşitliliğin en zengin olduğu yer ise Papua Yeni Gine. Yaklaşık 7 milyon insanın yaşadığı ülkede 830 farklı dil konuşuluyor. Nüfusu 160 milyon olan Nijerya' da ise 521 farklı dil konuşuluyor.

Dilsel çeşitliliği etkileyen bir başka faktör de genlerimizle ilgili olabilir. Yapılan yeni bir çalışmaya göre, özellikle Çin' de, Güney-Doğu Asya' da ve Afrika' daki Büyük Sahra' nın alt kısmındaki bölgede yaşayan ve konuşmalarında daha çok vurgu ve ses tonu sistemini kullanan insanlarda beyin gelişimini etkileyen iki genin farklı varyantlarının bulunduğu belirtiliyor. Çalışmalar henüz çok yeni, gelişmeleri izlemek heyecanlı olacak."

 Düşününce, soru, soruyu doğurur. Soru varsa cevap aranmalı, cevabı bulmak için araştırma yapmalı. Yani sorular cevapsız kalmamalı. Düşünmenin tadına varan bir kişi, düşünmeden duramaz... 

Viyana'da sıradan bir günden geriye kalanlar. :)


KAYNAKLAR: 

--- Bilim ve Teknik Dergisi, Sayı: 531, Şubat 2012, Özlem Kılıç Ekici' nin Dillerin Çeşitliliği yazısı, s: 46

--- dunyalilar.org (Dillerin Kökeni Nereden Geliyor?) 




 




18 Ocak 2016 Pazartesi




FELSEFE YAPMAK


"İnsan ilk kez toprağı kazıp içine tohum ektiğinde, medeniyet başladı. İnsan toprağa ektiği tohumlarda güneşin sevgisini gördüğünde, din başladı. İnsan güneşi, bir şükran ilahisiyle yücelttiğinde, sanat başladı. İnsan toprağın ürününü yiyip sindirdiğinde, felsefe başladı."

Halil CİBRAN



Şimdi sormak gerekir; Karnı aç olan biri felsefe yapabilir mi?


Veya Karın tokluğu için yaşanan bir yerde, insan ilkeli düşünce üretimi yapabilir mi?




HALİL CİBRAN

Halil Cibran, Lübnan asıllı ABD' li ressam, şair ve filozof. Cibran, 1883 yılında Lübnan' da doğdu. Eserleri ve düşünceleri dünya üzerinde geniş yankı uyandırdı. Şiirleri yirmiden fazla dile çevrilmiş olan Cibran, aynı zamanda başarılı bir ressam idi. (Vikipedi)

Doğum: 6 Ocak 1883, Bsham, Lübnan

Ölüm: 10 Nisan 1931, New York, ABD





Görsel:
Artist: Alfred Basha
Work: Illustration






13 Ocak 2016 Çarşamba




IVAN PETROVITCH PAVLOV (1849-1936)

(İlahiyat öğrencisiyken bilime merak sardı; köpeklerin dilini çözdü, "Fizyolojinin Prensi" oldu.)


Günlük yaşantımda beni kızdıran bir olaya, üzerinde düşünmeden verdiğim bir tepkiden sonra kendi kendime söylediğim "Pavlov' un Köpekleri gibi!" benzetmesini yapmasaydım, bugün bu yazıyı okuyor olmayacaktınız. Hangimiz kullanmayız ki bu benzetmeyi? Evde, sokakta, okulda, iş yerinde duyduğumuz "Pavlov' un Köpekleri gibi! "benzetmesinin mucidi Pavlov, bilim tarihine "şartlı refleks" olarak geçen kuramı bulmuştu.  Çağrışım ve öğrenme alanında yaptığı çalışmalarla çığır açmıştı. 

Pavlov' un şartlı refleks üzerine yaptığı çalışmaları sadece tıp alanında değil, reklamcılık sektöründe de, tüketicileri daha çok alış veriş yapma yönünde kışkırtmak/teşvik etmek için sıklıkla kullanılıyor.

Çağdaş psikolojinin pek çok alanında etkisi hissedilen Pavlov, fizyoloji ve psikoloji alanındaki çalışmaları ile psikofizyoloji ve deneysel psikolojiyi de derinden etkiledi.



Rus fizyolog, psikolog ve fizikçi Hekim


Şartlı refleks kuramını bulan adamın hikayesi de ilginç. Bir göz atmaya ne dersiniz? 

Rusya' nın bir taşra kasabasında köy papazının 11. çocuğu olarak dünyaya gelen Pavlov, 7 yaşında geçirdiği kazada kafasına önemli bir darba alınca, 11 yaşına kadar okula gidemedi. Babası teoloji eğitimi almasını planladığı Pavlov' un parlak zekasını fark edince fikrini değiştirdi ve onun bilim adamı olması gerektiğine karar verdi. Bu yüzden 1860' ta  papazlığa hazırlanma niyetiyle başladığı teoloji okulundan ayrıldı. Zaten kendisi de, henüz çocuk yaşlarda gittiği kasaba okulunda, Darwin' in teorileri ile tanıştığında, ilahiyat eğitiminin kendisine göre olmadığına karar vermişti. Bu aşamadan sonra Pavlov' un hayatının yönü tamamen değişecekti.

Eğitimini, yaşadığı kasabada tamamladıktan sonra Petersburg Üniversitesi Doğa Bilimleri Fakültesi' nde Tıp okuyan Pavlov, hiçbir zaman gerçek anlamıyla hekimlik yapmadı. Tek amacı bilimsel çalışmalarını sürdürebileceği bir laboratuvar açmaktı. Bir süre sonra, özel bir klinikle birlikte küçük çaplı bir laboratuvar kurdu ve çalışmalarına burada devam etti.

Pavlov' un hem çocukluk yıllarında, hem de eğitim ve çalışma hayatı boyunca belirleyici olan faktör, yoksulluk oldu. Çok zor şartlarda ve kısıtlı imkanlarla çalıştı. Uzun bir süre asistan bile tutmadan çalışan bilim adamı, yaptığı deneyler ses getirdikten sonra Petersburg Askeri Akademisi' ne profesör olarak atanabildi. Yoksul, ancak her güçlüğün üstesinden gelebilecek kadar inançlı olan Pavlov' un en büyük yardımcısı eşi Sara oldu. Onu, günlük hayatın rutinlerinden ve sorumluluklarından kurtarırken, bir anlamda gözü kulağı haline geldi. Bir apartman dairesi tutacak kadar maddi bir gelire sahip olmayan Pavlov, geceleri laboratuvarındaki bir yatakta uyurken, karısı akrabalarının yanında kalıyordu!
Pavlov' un işsiz-güçsüz, eğitimsiz bir insanmışçasına, hayatı boyunca yaşadığı maddi sorunlardan haberdar olan öğrencileri, konferansları karşılığında ona bir miktar para bile vermişti. Fakat Pavlov' un gözü bilimsel çalışmalardan başka bir şeyi görmediğinden bu parayı da laboratuvarında kullandığı hayvanları için harcamayı tercih etti.





Akademide ders verdiği yıllarda maaş tarihini unutan profesöre, parasını alması gerektiğini sürekli karısı Sara hatırlatırdı. "O kendisine bir takım elbise alma konusunda bile güvenilmeyecek birisidir." diyen Sara, eşinin normal hayatın akışından kopukluğunu böyle dile getiriyordu. Neredeyse bir keşiş gibi yaşıyordu, bile denilebilir. Bununla ilgili bir başka anekdota göreyse, 73 yaşındayken laboratuvarına gitmek için bir tramvaya binmiş ve tramvay durmadan inmeye çalıştığı için düşüp bacağını kırmıştı. O sırada trende bulunan ve olaya şahit olan bir yolcu "Burada çok zeki ama ayağını kırmadan tramvaydan  nasıl ineceğini bilemeyen bir adam var." ifadelerini kullanacaktı. Hayatın diğer alanlarında beceriksiz görünen ve günlük hayata adapte olamayan bilim adamı, konu kendi işine geldiğinde son derece hassas davranıyordu. Anlatılanlara göre, 1917 Rus İhtilali' nin yapıldığı gün, yollardaki askerlerden, onların kontrollerinden ve ortalığa dökülen kalabalıktan dolayı, işine bir saat geciken asistanı kendisinden sıkı bir azar işitir. Kızgınlığı karşısında, "İhtilal yüzünden geciktim." diyen asistanı, hocasını yine sakinleştiremez ve Pavlov' dan, "Bir bilim adamının, ölüm dışında ihtilal veya herhangi bir olay dolayısıyla çalışmalarını bir saat bile geciktirmeye hakkı yoktur!" cevabını alır.





Ünlü bilim adamı laboratuvarda uykusuz geçen yılların karşılığını almaya başlamıştı. "Sindirim Bezleri Üzerine Çalışma" adlı yapıtıyla 1904' te Tıp ve Fizyoloji alanında Nobel Ödülü' nü aldı. Nobel alan ilk Rus bilim adamı olan Pavlov' un, akut deneye karşı kronik deneyi kullanması, metodolojide önemli bir aşama olarak kabul edildi.

Nobel' i almasına rağmen Pavlov' un bilim dünyası tarafından tanınmasına neden olan başka bir şeydi: Köpekler üzerine yaptığı deneyler. Hatta bu nedenle Türkçeye bile bir deyim kazandırmıştır. Birine "Pavlov' un köpekleri gibi..." dendiği zaman, bunun ne anlamına geldiğini herkes çok iyi bilir!

"Düşünmeden, yani otomatik olarak yaptığımız davranışlar ve gösterdiğimiz tepkiler acaba öğrenilebilir mi?" sorusunu kendisine soran bilim adamı, bu sorunun cevabını köpekler üzerine yaptığı deneylerde aradı. Ve şartlı refleks kuramını buldu. ( Bu deneyi burada yazarsam yazı  uzayacak ve okunma oranı düşecektir. :) Bu nedenle toplumsal konularda sıklıkla kullandığımız "Öğrenilmiş Çaresizlik" le devam edip, yazımı sonlandıracağım.

Aslen psikolojik olan, ancak toplumsal konularda sıklıkla kullanılan "öğrenilmiş çaresizlik kuramı" Pavlov' a aittir ve deneyin bir parçasıdır. Şöyle ki:

"İnsan veya bir canlı ne yaparsa yapsın durumu değiştiremeyeceğini öğrenirse, bütün olumsuz durumlar karşısında pasif kalmayı tercih eder. Öğrenilmiş çaresizlikte kanaati tamamlamak ya da cezadan kaçınmak için davranış göstermeye karşı isteksizlik, pasiflik, korku, depresyon ortaya çıkar."

Ölüm döşeğinde bile bilim merakı vardı.Hastalandığında kendi hastalığını inceleyecek kadar bilim tutkunu olan Rus bilim adamı, zatürreden yatağa düştüğünde, bir doktor çağırarak şunları söylemişti: "Beynim iyi çalışmıyor, saplantılı duygular ve istemsiz hareketler ortaya çıkıyor; kangren yerleşiyor olabilir." Doktoru ile bu belirtilerin anlamını tartıştıktan sonra uyudu. Uyandığında eşini son kez dünya gözüyle gördü, ardından vefat etti.


Kaynak: Ali Çimen - Tarihi Değiştiren Bilginler (Popüler Tarih)





10 Ocak 2016 Pazar










VİYANA KRALİYET ORKESTRASI
(WIENER ROYAL ORCHESTER)


Bu akşam, kızımla birlikte izlediğimiz Viyana Kraliyet Orkestrası' nın konseriyle bir hayalimi gerçekleştirmiş oldum. Şairin dediği gibi, "İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşarmış."
Gerçekleştirmek için önce hayal etmek gerek değil mi? Bir diğer hayalim, Moskova Bolşoy Balesi' ni izlemekti ama tek gecelik gösteri için Viyana' ya gelen Belarus  Bolşoy Balesi' nin  sergileyeceği Kuğu Gölü Balesi' ni izlemekle yetineceğim artık. (14 Ocak' ta Viyana Şehir Evi' nde. -Wiener Stadt Halle)

Klasik Müzik Konserini izlediğimiz salonun bulunduğu Endüstri Evi'ni  (The House of Industry), Mimar Karl König tasarlamış. Ve binanın tasarımında 17. yüzyıl eski Roma Klasizminden etkilenmiş. Bina, Viyana' nın ünlü caddelerinden  Ring Strasse üzerinde bulunmakta. Endüstri Evi, Viyana' da en son dönem yapılan taş binalardan biridir. Eski Yunan Tanrısı Hephaestus, zanaat, demircilik, yontuculuk, taş işçiliği, metalürji, volkan ve ateş tanrısı olup Zeus ile Hera' nın oğludur. Hephaestus, endüstrinin sembolü olarak kabul edildiği için Karl König' in tasarladığı bu bina Endüstri Evi olarak adlandırılmış. 1906-1909 yılları arasında tamamlanan bina 25 Mart 1911' de İmparator Franz Joseph tarafından açılmış. Salonda bulunan heykeller sonradan konulmuş.

Ülkemde pek de alışık olmadığım bir şekilde konser tam saatinde başladı ve 200 kişilik salonun tümü dolu olduğu halde salonda çıt çıkmıyordu. Mozart' ın Figaro' nun Düğünü ile başlayan konser geleneğe uygun olarak J. Strauss' un Mavi Tuna' sı ile (Blaun Donau) sona erdi. Mozart' ın Türk Marş' ı çalarken bayağı coşmuşum; kızım öyle söyledi. En çok J.Strauss' un Auf der Jagd, op 373 (avda) eseri çalınırken yapılan mizanseni beğendim. Sempatik tavırlarıyla maestronun avcı kıyafetiyle salona girmesi, çellistin dürbünle bakarak avı işaret etmesi ve piyanistin de tüfekle kocaman bir ördeği havada vurması ile balkondan  önümüze düşen peluş oyuncak ördeği unutamam. Yine Strauss' un Vergnügungszug Polka, op 281 (Ballett) eseri icra edilirken balerinle baletin bir tren istasyonunda geçen mizanseni de güzeldi. Ve Strauss' un Wiener Blut düetinde  artık salondaki herkes kendinden geçmişti.

İki saat sonra konser bittiğinde yağmurlu bir havada Karlzsplatz' da gezmek ve kahve içmek benim için rüya gibiydi. İşte rüyadan arta kalanlar.








8 Ocak 2016 Cuma




MICHELANGELO, MEDICI  HANEDANI, BOTTICELLI, WAGNER, KANARYA ADALARI, HİPOKAMPUSA DAİR BİLGİLER



 ---Hipokampus, Poseidon' un arabasını çeken hayvandı, yarı at, yarı solucandı. Beynin şakak bölgesindeki bir bölüm bu adla anılır. Orada hafıza bilgileri kısa süreli hafızadan uzun süreli hafızaya dönüştürülür. 
(Ferdinand von Schirach- Suç)
 
tr.wordpress.com' dan alınmıştır.

---Fas' ın batısında İspanya' ya bağlı, Atlas Okyanusu'nda  yer alan takımadalar, Kanarya Adaları' nın isminin köpeklerden geldiğini biliyor musunuz? Aslında kuşlar adaya değil, ada kanarya kuşlarına(bu kuşlar adanın yerlileriydi)  ismini vermiştir. Bu takımada adını, en büyük adasında bulunan hem vahşi hem de evcil çok sayıdaki köpekten dolayı, Romalılar tarafından verilen "Köpek Adası" isminden (İnsula Canaria) almıştır.



 
 trthaber.com' dan alınmıştır.


---Michelangelo, Dante için; "Yeryüzüne ondan büyük bir adam gelmemiştir." demiş. "Sistine Şapeli ve Davut Heykeli" yle tanıdığımız Michelangelo usta bir ressam ve heykeltıraş olmanın yanı sıra , yaklaşık 300 şiir yazmış mükemmel bir şairdi. Dante adındaki şiirini, korkutucu cehennem tasvirleriyle Son Hüküm' e ilham veren Dante' ye ithaf etmişti.
(Dan Brown- Cehennem)



David by Michelangelo, www.wga.hu' dan alınmıştır.


---Mediciler 15,16, 17. yüzyıllarda Floransa siyasetini elinde tutan ünlü bir hanedandı. İsim, Floransa' da tek başına bir sembol haline gelmişti. Avrupada' ki en büyük finans kurumunu çıkaran Medici Hanedanı, akıl almaz bir servet ve nüfuz sahibi olmuştu. Modern bankalar bugün bile Medicilerin icat ettiği muhasebe yöntemini kullanıyorlar: Çift girişli borç-alacak sistemi. Bununla birlikte Medicilerin en büyük mirası finans veya politika değil, sanattı. Sanat dünyasının gördüğü belki de en savurgan patron olan Mediciler, Rönesans' ı gerçek anlamda tetikleyen cömert bir sipariş akışı sağlamışlardı. Medicilerin patronluğunda sipariş alan ünlüler listesi Vinci' den Galileo' ya ve Botticelli' ye kadar uzanıyordu. Botticelli' nin ünlü "Venüs' ün Doğuşu" tablosu, kuzenine yatağının başına asacağı, cinsel açıdan tahrik edici bir düğün hediyesi vermek isteyen Lorenzo de Medici' nin siparişiyle yapılmıştı. Lorenzo de Medici, genç bir delikanlıyken Michelangelo' yu himayesi altına almıştı. Ve Medicilerin insanlığa en büyük hediyesi olarak anılır Michelangelo.
(Dan Brown- Cehennem) 


 
 Venüs' ün Doğuşu, Botticelli  -  www.google.com' dan alınmıştır.


---Botticelli' nin Dante portresinde, Dante' nin başlığına, ustalığın sembolü olan defne yapraklı taç eklemiş - Şiir sanatında ustalığı temsil ediyor. Antik Yunan' dan alınan geleneksel sembol, günümüzde bile şiir ödülü ve Nobel kazananları onurlandırmak için kullanılıyor.


Botticelli' nin La Mappa dell' Inferno' su aslında tarihin en çok bilinen eserlerinden biri haline gelen, 14. yüzyılda yazılmış bir edebi eseri canlandırıyordu. Bugüne dek yankılanan korkunç bir cehennem görüntüsü. Dante' nin Cehennem'i.
(Dan Brown - Cehennem)

 
 
 https://www.youtube.com/watch?v=DFDQSHWp9pI



 Casino di Venezia, eskiden,saray olarak kullanılan, Rönesans stilindeki bu muhteşem yapı, bugün kumarhane olarak işletilmektedir. Burası besteci Richard Wagner' in 1883' te "Parsifal Operası" nı besteledikten kısa bir süre sonra kalp krizi geçirip öldüğü yerdir.




 Casino Di Venezia  - commons.wikimedia.org' dan alınmıştır.





4 Ocak 2016 Pazartesi



SAKURA
Yeniden Doğuşun Simgesi
 




Mevsim ilkbahar değil, sakurayı yazmak da nereden geldi aklıma derseniz, sakuraya yüklenen birçok anlamın yanında benim en çok sevdiğim, sakuranın yeniden doğuşun simgesi olmasıdır, ki yeni yılın bu ilk günlerinde ruhen yenilenmeye, yeniden doğmaya olan gereksinimden, derim. Her insanın buna ihtiyacı vardır değil mi? 

Japon kiraz çiçeği sakura, yeniden doğuşun simgesidir. Sakuranın rengi pembedir, bu renk Uzakdoğu ' da ilkbaharın, doğanın uyanışının, hayatın başlangıcının işaretidir. Beş yapraktan oluşan bu çiçek en önemli beş dileği - şansı, bolluğu, uzun ömrü, sevinci ve barışı- sembolize ediyor.

Japonya' da her yıl meteoroloji sakuraların açacağı günü bütün ülkeye önceden ilan eder ve sakuraların açması tüm halkın canı gönülden katıldığı coşku dolu bir bayram havasıyla ve festivallerle kutlanır. Bu köklü bir gelenektir. Japon milleti, her baharın yeni, güzel oluşumlar getireceğine inanır, yeni yıla coşkuyla başlar ve bu hissi yıl boyu kaybetmemeye özen gösterir.


İlkbahar bu ülke için yeni başlangıcın, yeni umutların sembolüdür. Aynı zamanda hayatı düzenleyen bir yanı da vardır bu çiçeklerin. Japonya' da iş yaşamı ve okulların eğitim programı ilkbaharda başlar. Yeni bir işe başlamaktan evlilik tarihini belirlemeye kadar, insan hayatında dönüm noktası olabilecek her türlü önemli olay, sakuraların açılma günlerine göre düzenlenir.


Sakura açınca pirinç ekimi başlar. Yani sakura pirinç tohumu ekimi için komut veren, zamanlayıcı ve müjdeleyici bir habercidir. Pirinç, çiftçiler için sadece en önemli gıda değil, aynı zamanda bolluğun da sembolüdür.

Sakura çiçeğinin ömrü bir ila iki hafta sürer. En güzel ve en olgun oldukları dönemde, solmadan, kurumadan bir anda dallarından dökülen sakura çiçekleri, Japonlara ölümün birdenbire gelebileceğini hatırlatır. Japonlar hayatın en coşkulu ve en keyifli anında bile, bir anda yaşamın sona erebileceğini  ve aniden bu çiçekler gibi dallarında kopabileceklerini düşünürler. 

Sakuranın her bir Japon' un kalbinde özel bir yeri vardır. Japonlar sakuralar çiçeklendiğinde atalarının ruhlarıyla temasa geçebileceklerine inanırlar. Atalarıyla konuşmak istediklerinde kiraz ağacının altında dinlenmeye çekilir ve hatırlamak, öğrenmek istediklerini hayallere dalarak anlamaya çalışırlar. Her ilkbaharda sakurayla buluştuklarında hayatın geçici olduğunu bir kez daha anlayıp, olumsuz duygularından, düşüncelerinden, davranışlarından arınmaya çalışırlar. Japonlar sakuraları özenle yetiştirip koruyarak yaşlılara, aile ve soylarının geleneklerine saygıyla davranmayı öğrenirler.

Ayrıca, sakura dişiliğin, tazeliğin, gençliğin, güzelliğin, masumiyetin ve soyun devamlılığının, yani kadının da geleneksel simgesidir.


Sakuralar çiçeklendiğinde ağaçların altında el ele tutuşarak yürüyen çiftleri görürsünüz. Erkek kadının elini tutarken sakuralardan ilham alarak, kadının güzelliğini, tazeliğini, zarafetini aynı zamanda kırılganlığını tam olarak hisseder. Japon öğretilerinde insanı oluşturan dört unsur, beden, beyin, kalp ve ruh şeklinde sıralanır. Kadın ve erkeğin doğasında bu dört unsurdan erkekte beyin ve ruhun, kadında ise beden ve kalbin daha önde olduğu anlatılır. Beden diğer üç unsuru da içinde barındırarak soyun devamını da sağladığı için kadının yeri daha özel ve önemlidir. Erkek kadını korumalıdır. Sakura çiçeklerini izleyen bir erkek, kadının zarafeti ve tazeliğinin yanında kırılganlığını da bir kez daha hisseder ve bundan ilham alır. Kadını yücelttiğinde kendisini de yüceltmiş olacağını bilir.

(Kabuljan Murzaev, SAKURA) 

Bir kültür ve bir çiçek, ancak bu kadar uyumlu olabilir. Sakuraya yüklenen anlamlar, aslında  hayatı anlatıyor. Başka hangi çiçeğe böylesi anlamlar yüklenmiştir ki? Tek bir anlam ifade eden çiçeklerden bahsetmiyorum. Hayatın bütün yükünü sırtlayan bir çiçek daha var mı? Onu soruyorum. 



















Fotoğrafların tümü tarafımdan çekilmiştir. İzinsiz kullanılamaz.