ABANT GÖLÜ'NDE DOĞA YÜRÜYÜŞÜ
Uzun zamandır doğada yürüyorum. Güzel ülkemizin dağlarında, ovalarında, vadilerinde, göl kıyılarında, antik yollarında, tozlu topraklı kıraç tepelerinde neredeyse dört bir yanında keyifle yürüdüm, yürümeye devam edeceğim, sağlığım el verdiğince. Çünkü, doğayı ve açık hava sporlarını seviyorum. Doğada yürümek, kamp atmak insanın bağışıklık sistemini güçlendiriyor, heyecanlandırıyor ve ruhsal gelişimine katkıda bulunuyor. En önemli katkısı ise insanın kendi gücünün farkına varması, sınırlarını zorlaması, doğada kendi olabilmesi(doğa maske kabul etmez çünkü) ve zoru başarabilmenin verdiği hazzı tadabilmesidir, ki bu hazzı zirveye çıkanlar ya da yürüyüşün sonuna varanlar çok iyi bilirler. Doğada bir kez yürümek bile alışkanlık yaratıyor, inanın. Ve ben bu alışkanlığımdan çok mutluyum...Kitap okumayı tutku derecesinde seven biri olarak, "Doğa, her yaprağında en derin yazılar olan biricik kitaptır." diyen Goethe gibi doğayı da okumaya, anlamaya çalışıyorum.
Yaşadığımız çevreye, yeryüzüne ve evrene ait bilgileri yalnızca okuyarak ya da anlatılanlara kulak vererek öğrenemeyiz. Gezerek, seyahat ederek de öğrenebiliriz. Hani bir söz vardır; "Çok gezen mi daha çok bilir yoksa çok okuyan mı" diye. Bence, kitap okuyarak gezen daha çok bilir. Yani ben. :)
Yaşadığımız en uzun gecenin ardından 23 Aralık Pazar sabahı, sokak ve caddeler karanlıkla boğuşurken, gece henüz güne dönmeden erkenden kalktım ve hazırlandım. Her seferinde olduğu gibi heyecanım tavan yapmıştı. Çünkü, Yol Arkadaşımla birlikte en sevdiğim göle; Abant'a gidecek, yürüyecek ve anılarımı geri çağıracaktım; fazla silikleşmeden.
Belirtilen duraklardan doğasever arkadaşları topladıktan sonra yola koyulduk. Yol üstünde kahvaltı molası verdikten sonra devam ettik ve yaklaşık üç saat sonra cennetin kapısına vardık. Tabii ki cennet bedava değildi, giriş ücretliydi. İstenen bedeli ödeyerek Abant Tabiat Parkı'na giriş yaptık. Bu arada yol boyunca çiseleyen yağmur, "ne iyi ettiniz de geldiniz" der gibi lapa lapa yağan kara dönüştü. Anlayacağınız hava, altı köşeli kar kristallerini bize sunuyor ve "hoş geldiniz" diyordu. Biz de hazırlıklarımızı tamamlayıp on iki kilometre sürecek yürüyüşe başlamadan önce "hoş bulduk, güzel göl, yeşil dağlar ve muhteşem doğa" dedik. Hava öylesine soğuktu ki, zor çıkan sesimizi duyabildiler mi emin değilim. :)
Öncelikle Abant Gölü'nün oluşumuyla ilgili yanlış bir bilgiyi düzeltmem gerek. Çünkü bu olağanüstü güzellikteki doğal göl, bunu hak ediyor, güzelliği nedeniyle.
"Bolu'nun resmi belgelerinde, yıllıklarında, brifing dosyalarında, Turizm İl Müdürlüğü tarafından hazırlanmış broşürlerde, Abant Gölü kenarında bulunan otellerin Türkçe ve yabancı dillerde basılmış tanıtım broşürlerinde Abant Gölü'nün hep bir krater gölü olduğu şeklinde ifadelere rastlanıldığını söyleyen İzzet Baysal Üniversitesi Rektör Danışmanı ve Bolu Meslek Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Yusuf Tatar, 'Abant Gölü'nün bir krater gölü olduğuna dair yapılan bu yorumun, kim tarafından ve ne zaman yapılmış olduğu bilinmemektedir. Ancak; bölgenin jeolojik yapısını yeterince bilmeyen biri, daha çok Abant Gölü çanağının yuvarlakça olan biçiminden hareket ederek böyle bir yorum yapmış olabilir' dedi.
Yapılan jeolojik araştırmalardan ; Abant Gölü'nün bir krater gölü değil, bir tektonik göl (yer kırıklarına bağlı olarak oluşmuş göl) olduğunu ortaya koyduğunu belirten Tatar, 'Bu husus, eski yıllarda yapılmış jeolojik incelemelerden bilindiği gibi, son zamanlarda yapılan araştırmalarla da doğrulanmıştır. Bayındırlık Bakanlığı Deprem Araştırma Merkezi Afet İşleri Genel Müdürlüğü Jeoloji Mühendisi Dr. Ramazan Demirtaş, Ankara Üniversitesi bünyesinde 2000 yılında hazırlamış olduğu doktora tezinde de bu görüşü doğrulamıştır' dedi."*
Bu düzeltmeyi okuyunca ister istemez aklıma şu atasözümüz geldi; "Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış." Güleyim mi, üzüleyim mi bilemedim. Sizler, yol arkadaşlarım şanslısınız; gerçeği buradan okuyabildiğiniz için. :)
Coğrafyasıyla insana huzur veren Abant Gölünün çevresini turlamadan önce yaklaşık 1700 metre yükseklikteki Keltepe'ye doğru tırmanışa geçtik. Yerde çok az kar vardı ama biz yürüyüşe başladığımızda kar yağışı devam ediyordu. Yürüyüş güzergahında manzara muhteşemdi; sarıçam, karaçam, kayın, meşe, dişbudak ve gürgen ağaçlarından oluşan ağaç tünelinden geçiyorduk sanki. Yükselti arttıkça sis yoğunlaşmaya başladı. Ara sıra görüş mesafesi iki metreye kadar düştü. 53 kişilik grup 1532 metre yükseltiye ulaştığımızda, neredeyse sisten göz gözü görmüyordu. Dağlarda, yüksek yerlerde sis çok tehlikeli olabilir yürüyüşçüler açısından. Çünkü siste kaybolma riski vardır. Bir kişinin kaybolması, tüm grubu riske sokar. Bu bağlamda, rehberimizin bir karar vermesi gerekiyordu; ya geri dönecektik ya da zirveye doğru devam edecektik. Deneyimli rehberimiz doğru bir kararla döneceğimizi söyledi. O anda aklıma gelen şuydu: Everest'te zirveye doğru tırmanırken fenalaşarak olduğu yere çöken, arkadaşlarının onu gördükleri halde yardım etmeyerek zirve yoluna devam etmeleri nedeniyle donarak ölen bir dağcının ölümünün ardından, dünya basınında yer alan ünlü bir dağcının söylediği "Hiçbir dağın zirvesi, bir insanın hayatından daha önemli değildir" sözüydü ve bu sözü sesli olarak dile getirdim orada.
Geri dönüşümüzle birlikte beş kilometre yürümüştük. Tabii bize az geldi ve yedi kilometre olan gölün çevresini, kar yağışı altında turladık. Çok keyifli bir yürüyüş oldu. Gölde ünlü Abant Ala'sını(alabalık) gördüm. Avlanmadıkları için oldukça iriydiler. Biz yürürken yanımızdan geçen gelin gibi süslenmiş faytonlara binenlerin keyfi de yerinde görünüyordu. At binenler de, sanırım araba trafiğinin yoğunluğundan olsa gerek asfalt yolu değil, yürüyüş parkurlarını kullanıyorlardı, ki bu durumda tehlike yarattıklarını söyleyebilirim.
Abant Gölü'ne ilk kez 28 yıl önce gitmiştim ve görür görmez çok sevmiştim. Ondan sonra da her yıl en az bir kere gider olmuştum. Coğrafyacıların ve turizmcilerin haricinde doğru dürüst kimsenin Abant'ı bilmediği yıllardı. 1970'li yıllarda çevrilen romantik filmlerin gözde adresiydi Abant Gölü. Sahneye yeni çıkan birinin starlığa doğru yol alması gibi, Yeşilçam filmleriyle birlikte yıldızı da parlamaya başladı Abant'ın. Keşke parlayan yıldız olmasaydı, belki doğallığını koruyabilirdi. Dört mevsimini bildiğim bu cennetten artık eski keyfi alamıyorum. Göl çevresine kurulan mangal yerleri, yöre köylülerine yardım maksadıyla kurulan köy pazarı, asfaltlanan yolda İstanbul trafiğini aratmayan trafik akışı ve tıklım tıkış olan araç otoparkı o eşsiz doğa harikasının güzelliğini almış götürmüş. Mangalcıların çevreye saçtıkları toplanmayan çöpleri saymıyorum bile. İzlediğim kadarıyla, göl, sanki her yıl gittikçe uzaklaşıyor kendi doğal yapısından. Çok üzücü bir durum. Tabiat Parkı girişinde yapılmış olan ve ücretsiz girebileceğiniz Ziyaretçi Tanıtım Merkezi ve Doğa Müzesi bile tüm bu olumsuzlukları görmemi engelleyemiyor. Benim sevdiğim Abant, artık bir piknik alanı; her bir yanından mangal dumanları tüten, her çeşit kokuyla haşır neşir olan sıradan bir yer olmuş adeta. Eğer Abant'ı görmediyseniz, vakit geçirmeden gidin derim; bu insan ve araç kalabalığına, çevre kirliliğine daha ne kadar dayanır bilinmez çünkü. Ayrıca, gölün kuzey tarafları bataklık olduğundan, ilkbaharda o bataklıkta açan sarı ve beyaz nilüferleri, yeşil yamaçları süsleyen çiğdemleri görmelisiniz mutlaka...Eğer konaklarsanız, sabah çok erken kalkıp Abant'a özgü su samurlarını görebilirsiniz göl kıyısında.
Yürüyüşümüzün sonunda, dünyaca ünlü Bolulu aşçılardan birinin hazırladığı mangalda pişirilmiş (Ele verir talkını, kendi yutar salkımı diye düşünmeyin sakın.Ortama uyum sağlama diye düşünürsek biraz olsun yumuşatabiliriz mangal durumunu sanırım :)) köfte, karlı soğuk havaların vaz geçilmezi sucuk ve tavuktan oluşan menümüzü buz gibi ayran eşliğinde yedikten sonra yaş pastadan tattık. Arkadaşların hazırladığı sıcak şarap eşliğinde Uğur Yüksekdağ'ın bağlamasıyla icra ettiği türküleri dinledik ve çok eğlendik. Çöplerimizi toplayıp yaktıktan ve ateşi söndürdükten sonra aracımıza binip, güzel anılarımızla birlikte Ankara'ya doğru yola koyulduk.
Kendi adıma söyleyebilirim ki, karlı ve soğuk havada yapmış olduğum bu doğa yürüyüşü, varlığıma bir anlam katmama ve kendimi geliştirmeme minicik de olsa bir katkı sağladı. Tıpkı diğer yürüyüşlerimde olduğu gibi. Ve Nasuh Mahruki'nin şu söylemini tüm doğa yürüyüşçülerinin okumasını diliyorum.
"Bilinçli bir doğa sporcusu, doğada girdiği bu mücadelede, mücadele ettiğinin doğa değil de kendisi olduğunu bilir. Doğayla savaşılmaz, onunla ancak bir uyum yakalanabilir; sizi sadece seyreden bir şeyle nasıl savaşabilirsiniz ki? Savaş kişinin kendi içinde, ruhunda, bedenindedir. Çünkü dağcının, kişinin yenmesi gereken kendisidir. Dağcı, her zirveye ulaştığında kendini aşmış, geliştirmiş olur, bu gelişim sürecinde bir de dost kazanmıştır; O dağ."
(BİR DAĞCININ GÜNCESİ, sayfa 52)
Bu keyifli yürüyüşü düzenleyen "Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Yürüyüş Grubu" yöneticisi ve rehberimiz Aytekin Gültekin'e, yardımcı rehberler Dilek Gültekin ve Hakan Aydın'a çok teşekkürler.
Bolu'nun çok sevilen bir türküsünü "Beyaz Giyme Toz Olur"u yürüyüşe katılan tüm doğaseverlere armağan ediyorum. Türküyü dinlemek için linki tıklayınız:
https://www.youtube.com/watch?v=5TkPvbJKFuY
* m.bianet.org-abant-krater-golu-degil
Yaşadığımız çevreye, yeryüzüne ve evrene ait bilgileri yalnızca okuyarak ya da anlatılanlara kulak vererek öğrenemeyiz. Gezerek, seyahat ederek de öğrenebiliriz. Hani bir söz vardır; "Çok gezen mi daha çok bilir yoksa çok okuyan mı" diye. Bence, kitap okuyarak gezen daha çok bilir. Yani ben. :)
Yaşadığımız en uzun gecenin ardından 23 Aralık Pazar sabahı, sokak ve caddeler karanlıkla boğuşurken, gece henüz güne dönmeden erkenden kalktım ve hazırlandım. Her seferinde olduğu gibi heyecanım tavan yapmıştı. Çünkü, Yol Arkadaşımla birlikte en sevdiğim göle; Abant'a gidecek, yürüyecek ve anılarımı geri çağıracaktım; fazla silikleşmeden.
Belirtilen duraklardan doğasever arkadaşları topladıktan sonra yola koyulduk. Yol üstünde kahvaltı molası verdikten sonra devam ettik ve yaklaşık üç saat sonra cennetin kapısına vardık. Tabii ki cennet bedava değildi, giriş ücretliydi. İstenen bedeli ödeyerek Abant Tabiat Parkı'na giriş yaptık. Bu arada yol boyunca çiseleyen yağmur, "ne iyi ettiniz de geldiniz" der gibi lapa lapa yağan kara dönüştü. Anlayacağınız hava, altı köşeli kar kristallerini bize sunuyor ve "hoş geldiniz" diyordu. Biz de hazırlıklarımızı tamamlayıp on iki kilometre sürecek yürüyüşe başlamadan önce "hoş bulduk, güzel göl, yeşil dağlar ve muhteşem doğa" dedik. Hava öylesine soğuktu ki, zor çıkan sesimizi duyabildiler mi emin değilim. :)
Öncelikle Abant Gölü'nün oluşumuyla ilgili yanlış bir bilgiyi düzeltmem gerek. Çünkü bu olağanüstü güzellikteki doğal göl, bunu hak ediyor, güzelliği nedeniyle.
"Bolu'nun resmi belgelerinde, yıllıklarında, brifing dosyalarında, Turizm İl Müdürlüğü tarafından hazırlanmış broşürlerde, Abant Gölü kenarında bulunan otellerin Türkçe ve yabancı dillerde basılmış tanıtım broşürlerinde Abant Gölü'nün hep bir krater gölü olduğu şeklinde ifadelere rastlanıldığını söyleyen İzzet Baysal Üniversitesi Rektör Danışmanı ve Bolu Meslek Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Yusuf Tatar, 'Abant Gölü'nün bir krater gölü olduğuna dair yapılan bu yorumun, kim tarafından ve ne zaman yapılmış olduğu bilinmemektedir. Ancak; bölgenin jeolojik yapısını yeterince bilmeyen biri, daha çok Abant Gölü çanağının yuvarlakça olan biçiminden hareket ederek böyle bir yorum yapmış olabilir' dedi.
Yapılan jeolojik araştırmalardan ; Abant Gölü'nün bir krater gölü değil, bir tektonik göl (yer kırıklarına bağlı olarak oluşmuş göl) olduğunu ortaya koyduğunu belirten Tatar, 'Bu husus, eski yıllarda yapılmış jeolojik incelemelerden bilindiği gibi, son zamanlarda yapılan araştırmalarla da doğrulanmıştır. Bayındırlık Bakanlığı Deprem Araştırma Merkezi Afet İşleri Genel Müdürlüğü Jeoloji Mühendisi Dr. Ramazan Demirtaş, Ankara Üniversitesi bünyesinde 2000 yılında hazırlamış olduğu doktora tezinde de bu görüşü doğrulamıştır' dedi."*
Bu düzeltmeyi okuyunca ister istemez aklıma şu atasözümüz geldi; "Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış." Güleyim mi, üzüleyim mi bilemedim. Sizler, yol arkadaşlarım şanslısınız; gerçeği buradan okuyabildiğiniz için. :)
Coğrafyasıyla insana huzur veren Abant Gölünün çevresini turlamadan önce yaklaşık 1700 metre yükseklikteki Keltepe'ye doğru tırmanışa geçtik. Yerde çok az kar vardı ama biz yürüyüşe başladığımızda kar yağışı devam ediyordu. Yürüyüş güzergahında manzara muhteşemdi; sarıçam, karaçam, kayın, meşe, dişbudak ve gürgen ağaçlarından oluşan ağaç tünelinden geçiyorduk sanki. Yükselti arttıkça sis yoğunlaşmaya başladı. Ara sıra görüş mesafesi iki metreye kadar düştü. 53 kişilik grup 1532 metre yükseltiye ulaştığımızda, neredeyse sisten göz gözü görmüyordu. Dağlarda, yüksek yerlerde sis çok tehlikeli olabilir yürüyüşçüler açısından. Çünkü siste kaybolma riski vardır. Bir kişinin kaybolması, tüm grubu riske sokar. Bu bağlamda, rehberimizin bir karar vermesi gerekiyordu; ya geri dönecektik ya da zirveye doğru devam edecektik. Deneyimli rehberimiz doğru bir kararla döneceğimizi söyledi. O anda aklıma gelen şuydu: Everest'te zirveye doğru tırmanırken fenalaşarak olduğu yere çöken, arkadaşlarının onu gördükleri halde yardım etmeyerek zirve yoluna devam etmeleri nedeniyle donarak ölen bir dağcının ölümünün ardından, dünya basınında yer alan ünlü bir dağcının söylediği "Hiçbir dağın zirvesi, bir insanın hayatından daha önemli değildir" sözüydü ve bu sözü sesli olarak dile getirdim orada.
Geri dönüşümüzle birlikte beş kilometre yürümüştük. Tabii bize az geldi ve yedi kilometre olan gölün çevresini, kar yağışı altında turladık. Çok keyifli bir yürüyüş oldu. Gölde ünlü Abant Ala'sını(alabalık) gördüm. Avlanmadıkları için oldukça iriydiler. Biz yürürken yanımızdan geçen gelin gibi süslenmiş faytonlara binenlerin keyfi de yerinde görünüyordu. At binenler de, sanırım araba trafiğinin yoğunluğundan olsa gerek asfalt yolu değil, yürüyüş parkurlarını kullanıyorlardı, ki bu durumda tehlike yarattıklarını söyleyebilirim.
Abant Gölü'ne ilk kez 28 yıl önce gitmiştim ve görür görmez çok sevmiştim. Ondan sonra da her yıl en az bir kere gider olmuştum. Coğrafyacıların ve turizmcilerin haricinde doğru dürüst kimsenin Abant'ı bilmediği yıllardı. 1970'li yıllarda çevrilen romantik filmlerin gözde adresiydi Abant Gölü. Sahneye yeni çıkan birinin starlığa doğru yol alması gibi, Yeşilçam filmleriyle birlikte yıldızı da parlamaya başladı Abant'ın. Keşke parlayan yıldız olmasaydı, belki doğallığını koruyabilirdi. Dört mevsimini bildiğim bu cennetten artık eski keyfi alamıyorum. Göl çevresine kurulan mangal yerleri, yöre köylülerine yardım maksadıyla kurulan köy pazarı, asfaltlanan yolda İstanbul trafiğini aratmayan trafik akışı ve tıklım tıkış olan araç otoparkı o eşsiz doğa harikasının güzelliğini almış götürmüş. Mangalcıların çevreye saçtıkları toplanmayan çöpleri saymıyorum bile. İzlediğim kadarıyla, göl, sanki her yıl gittikçe uzaklaşıyor kendi doğal yapısından. Çok üzücü bir durum. Tabiat Parkı girişinde yapılmış olan ve ücretsiz girebileceğiniz Ziyaretçi Tanıtım Merkezi ve Doğa Müzesi bile tüm bu olumsuzlukları görmemi engelleyemiyor. Benim sevdiğim Abant, artık bir piknik alanı; her bir yanından mangal dumanları tüten, her çeşit kokuyla haşır neşir olan sıradan bir yer olmuş adeta. Eğer Abant'ı görmediyseniz, vakit geçirmeden gidin derim; bu insan ve araç kalabalığına, çevre kirliliğine daha ne kadar dayanır bilinmez çünkü. Ayrıca, gölün kuzey tarafları bataklık olduğundan, ilkbaharda o bataklıkta açan sarı ve beyaz nilüferleri, yeşil yamaçları süsleyen çiğdemleri görmelisiniz mutlaka...Eğer konaklarsanız, sabah çok erken kalkıp Abant'a özgü su samurlarını görebilirsiniz göl kıyısında.
Yürüyüşümüzün sonunda, dünyaca ünlü Bolulu aşçılardan birinin hazırladığı mangalda pişirilmiş (Ele verir talkını, kendi yutar salkımı diye düşünmeyin sakın.Ortama uyum sağlama diye düşünürsek biraz olsun yumuşatabiliriz mangal durumunu sanırım :)) köfte, karlı soğuk havaların vaz geçilmezi sucuk ve tavuktan oluşan menümüzü buz gibi ayran eşliğinde yedikten sonra yaş pastadan tattık. Arkadaşların hazırladığı sıcak şarap eşliğinde Uğur Yüksekdağ'ın bağlamasıyla icra ettiği türküleri dinledik ve çok eğlendik. Çöplerimizi toplayıp yaktıktan ve ateşi söndürdükten sonra aracımıza binip, güzel anılarımızla birlikte Ankara'ya doğru yola koyulduk.
Kendi adıma söyleyebilirim ki, karlı ve soğuk havada yapmış olduğum bu doğa yürüyüşü, varlığıma bir anlam katmama ve kendimi geliştirmeme minicik de olsa bir katkı sağladı. Tıpkı diğer yürüyüşlerimde olduğu gibi. Ve Nasuh Mahruki'nin şu söylemini tüm doğa yürüyüşçülerinin okumasını diliyorum.
"Bilinçli bir doğa sporcusu, doğada girdiği bu mücadelede, mücadele ettiğinin doğa değil de kendisi olduğunu bilir. Doğayla savaşılmaz, onunla ancak bir uyum yakalanabilir; sizi sadece seyreden bir şeyle nasıl savaşabilirsiniz ki? Savaş kişinin kendi içinde, ruhunda, bedenindedir. Çünkü dağcının, kişinin yenmesi gereken kendisidir. Dağcı, her zirveye ulaştığında kendini aşmış, geliştirmiş olur, bu gelişim sürecinde bir de dost kazanmıştır; O dağ."
(BİR DAĞCININ GÜNCESİ, sayfa 52)
Bu keyifli yürüyüşü düzenleyen "Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Yürüyüş Grubu" yöneticisi ve rehberimiz Aytekin Gültekin'e, yardımcı rehberler Dilek Gültekin ve Hakan Aydın'a çok teşekkürler.
Bolu'nun çok sevilen bir türküsünü "Beyaz Giyme Toz Olur"u yürüyüşe katılan tüm doğaseverlere armağan ediyorum. Türküyü dinlemek için linki tıklayınız:
https://www.youtube.com/watch?v=5TkPvbJKFuY
Merhabalar,yazınızı okuduktan sonra en kısa zamanda, özünün, dengesinin bozulmasından önce görmeyi amaçladım.Karda ,soğukta yürüyor olmak ,sadece doğa tutkunlarının tutkusu olsa gerek.Teşekürler
YanıtlaSilMerhaba. Yorumunuz için teşekkür ederim. İyi ki varsınız...
SilSizden biraz daha öncedir benim Abant'ı keşfim.
YanıtlaSilHaklısınız, çok piknik alanı gibi oldu ve dumanlar, poşetler, sönük ateş lekeleri her yerdeler.
Babam burada görev (Orman mühendisi) yapmıştı tanışıklığım çocukluğumdan geliyor ve doğa sevgimin tohumlarını aldığım yer desem yalan olmaz.
Gölde sandalla Abant Alası tutardık ve tadı hala damağımdadır.
Artık mevsim dışı ve/veya hafta içi gidiyorum nispeten tenha oluyor.
Heyecanla yazdığınız anlatımınızı, büyük zevkle heyecanınıza ortak okudum.
Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim, yorumunuzla yazıma değer kattığınız için. Ne güzel, size de anılarınızı hatırlatmış oldum. Doğa harikası diyebileceğimiz yerleri neden koruyamadığımızı bir türlü anlayamıyorum. Eski halini bildiğim bu güzel yerlere artık gitmek istemiyorum. Üzülüyorum çünkü. Trabzon/Uzungöl ve Rize/Ayder Yaylası bunlardan yalnızca ikisi.
Sil