15 Aralık 2018 Cumartesi




KİTAPÇIDAN ALDIM BİR KİTAP, OKUDUM BİN KİTAP


Büyük küçük hemen herkes tarafından bilinen bir bilmece vardır; "Çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane". "Nedir?" diye, sorulur ardından. Cevap hazırdır; "Nar."

Uğradığım kitapçılarda raflardaki her bir kitaba bakarken nedense bu bilmece gelir aklıma ve kendi kendime gülümserim. Yine mi? diye. Sanırım kitabı nara benzeten ender insanlardan biriyim. Nar sayılamayacak kadar çok yararı ile bedenimizi besler, kitap da beynimizi. Böyle düşününce absürd bir durum yok ortada değil mi? Öyle ya beynimizin de bedenimiz gibi beslenmeye, açlığının doyurulmasına ihtiyacı var. Bu açlığı gidermenin en iyi yolu da  olabildiğince fazla kitap okumaktan geçer.

Ben, "zarfa değil, mazrufa bakmak gerek" diye düşünenlerdenim. Nice bedenler gördüm besili, sapasağlam ama bu bedenlerdeki beyinler  aç ve sefil. Nereden mi anlıyorum? Konuşmalarından, oturup kalkmalarından yani davranışlarından tabii ki. Ne tehlikelidir bu aç beyinler, bir bilseniz. Bunların çoğu nöronlarının yetersizliğinden, var olanların da her gün öldüğünden haberdar bile değildir, öylesine göbek şişirmeye dalmışlardır ki. Hayal edin lütfen; dev bir vücutta, minik bir beyin. Çok komik durmuyor mu sizce de?

İnsanların kıskançlığından, ikiyüzlülüğünden, boş sohbetlerinden kaçmak istediğimde kitaplarım sığınağım olur.  Tam da bu anlarda Montaigne'i ve kütüphanesini düşünmekten alıkoyamam kendimi. Kitaplara olan düşkünlüğü bilinen Montaigne, Bordeaux Parlamentosu'nda 13 yıl danışman olarak çalıştıktan sonra kendini kitaplara adamak için emekliye ayrılır. Okumak hayatının tesellisidir ve şöyle der:
"Okumak beni çekildiğim bu inzivada avutuyor; hem aylaklığın ağırlığından hem de sohbetleriyle canımı sıkan misafirlerden kurtarıyor. Eğer çekilen acı, altından kalkılamayacak kadar ağır değilse okumak acının açtığı yaraları da iyileştiriyor. Tatsız, düşüncelerden kurtulmak için tek yapmam gereken kitaplara başvurmak."

Kitapla ilgili duygularımı yazmama  neden olan, yeni aldığım bir kitap oldu, ki gerçekten de okumaya başladığımda içindeki bilgiler, bir narın parçalanmasından sonra ortaya saçılan tanelerinden çok daha fazlaydı. :) Bu kitabı okuduğumda sanat ve bilim dünyasının görünmeyen yüzünü gördüm, dönem filmi izler gibi kahramanları hayalimde canlandırdım. Dağılan nar tanelerine bakınca çokluğunu görüyoruz, bir kitabı okuyunca da bilginin sonsuzluğunu. Bakmak ve okumak. İkisini bir arada yapabileceğimiz bu  eylemin tek öznesidir kitap...

Sanırım kitabın adını merak ediyorsunuz. Heyecanı artırmak için adını sona sakladım. Ahmet Altan'ın "bir hayat bir hayata değer" adlı  deneme kitabından söz ediyorum. Bakın kitabın  içinde neler var?

-Beethoven tek bir kadını çok sevdi hayatında. Ona mektuplar yazdı, onun için besteler yaptı. Adını hiç kimseye söylemedi. Kimse bilmedi onun sevdiği kadının adını.

-Juan Ramon Jimenez, karısı Zenobia'ya aşıktı. Karısı hastalandı, ölüm döşeğine düştü. Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığını, sırf Zenobia ölmeden öğrenebilsin diye Nobel Komitesi zamanından önce açıkladı. Zenobia öldü sonra. Jimenez bir daha tek satır yazmadı.

-Oğul Alexsander Dumas, pahalı bir fahişeye aşık olmuştu. Aslında bütün Paris bu veremli genç kadının peşindeydi. O kadın ise sadece Lizst'i sevdi. Onu terk eden tek erkek de Lizst oldu. Oğul Dumas, sevdiği kadın ölünce Kamelyalı Kadın'ı yazdı. Verebileceği en büyük armağanı verdi ona.

-Dünyanın en ünlü mimarlarından Louis Kahn, bencil ve çirkin bir erkekti. Bir tren istasyonunun tuvaletinde 74 yaşında ölü bulunduğunda, arkasında kendisine aşık üç kadın bıraktı. Oğlu, babası gibi birisini onların neden sevdiklerini merak edip o kadınları tek tek dolaştı.
(Arka kapak yazısından)

Kitaptan Notlarım:

- Kitaba adını veren Bir Hayat Bir Hayata Değer bölümünde, Turgenyev'in unutulmaz eseri Babalar ve Oğulları'nın  güçlü karakteri  Bazarov anlatılıyor. Bir nihilisttir bu genç tıp öğrencisi. Her türlü siyasal düzeni, ahlakı, aileyi reddeder, sadece bilimin ve aklın doğruyu bulabileceğine inanır. Benim de çok severek okuduğum yazarlardan biri olan Turgenyev, Dostoyevski'nin ve Tolstoy'un da edebiyat anlayışını etkilemişti. Hatta, Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'daki Raskolnikov (bu hukuk öğrencisini çok sevmişimdir) karakterini yazarken, Bazarov karakterinden etkilendiği hep söylenir.

-Kadınlara karşı epey insafsız davranan, tıpkı yonttuğu mermerler kadar sert ve dayanıklı yapısı olan ve insanlık tarihinin en büyük heykeltraşlarından biri olarak kabul edilen Rodin, ancak altmışlı yaşlarına yaklaştığında ünlü olur. Hatta yaptığı Balzac heykeliyle bütün Paris alay eder. Ya sonra? Rodin, kendisinden yirmi dört yaş küçük bir heykeltraşla Camille Claudel'le tanışır. Paris'in entelektüel sosyetesini uzun yıllar konuşturan, kitaplara, filmlere konu olan, kadınlarla erkekler arasında hala tartışılan en dramatik aşkını Camille ile yaşar. Rodin'in en ünlü heykellerinden biri olan "öpüşme"nin bu aşktan doğduğu söylenir. Ve bu gel-gitli aşkın sonunda Rodin sanat tarihinin en erişilmez başarılarına doğru yürür, Camille ise akıl hastanesine doğru. Ve Camille bir daha o hastaneden çıkamaz, orada ölür.

-Gustav Flaubert'in  "Madam Bovary" adlı romanı yayımlandığı tarihten itibaren  tüm dünyada tutuldu ve çok sevildi. O roman binlerce yıldan beri tekrarlanan bir kederi, bir yalnızlığı, çaresizliği, hayallerinin peşinden giden bir kadını toplumun yalnızlaştırıp cezalandırmasını anlatıyordu.
Üstelik insanlığın en unutulmaz kitaplarından birini yazan  G. Flaubert, yazdığı kitaptan dolayı eleştiriliyor, tutuklanıyor ve yargılanıyordu. 
Kendini yapayalnız hissediyordu.
Dostu Turgenyev'e yazdığı bir mektupta, "Ne kadar yalnız olduğumu bir bilsen! Konuşacak kim var ki? Zavallı ülkemizde edebiyatı hala umursayan kim var? Belki de yalnızca bir kişi? Ben! Kaybolmuş bir ülkenin enkazı ve romantizmin eski fosili," diyordu.

-Ve kitapta en beğendiğim bölüm; Edward R. Murrow'un anlatıldığı bölüm oldu. Ünlü sinema sanatçısı George Clooney, "Amerikan yayıncılığının en büyük azizi" diye anılan Murrow'un hikayesini anlatan bir film çevirdi. Bir tür "efsane" olan Murrow gerçekten de insanlara anlatılmayı hak ediyordu. Çünkü o dürüst ve cesurdu. Merak ediyorsanız eğer, bu bölümü kitaptan okumalısınız. :) 

-Oğul Dumas'ın "Kamelyalı Kadın" romanını temel alan G. Verdi "La Traviata" operasını besteledi.





2 yorum:

  1. Merakımı sağlayıp,araştırmaya sevk edici yazınız için minnettarım.Teşekkürler, saygılar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben teşekkür ederim, yazılarımı takip ettiğiniz ve yorumlarınızla değer kattığınız için...

      Sil