28 Aralık 2017 Perşembe




BAŞLANGIÇ, DAN BROWN





Dijital Kale romanı hariç, diğerlerini okuduğum ve yeni çıkacak kitabını heyecanla beklediğim, sevdiğim bir yazardır Dan Brown. Öyleki, yazarın yarattığı Simgebilim Uzmanı Robert Langton karakteri tüm romanlarında bilmece çözer gibi sembolleri çözerken yaptığı yolculukları  ben de onunla birlikte yaparım. Ülkemizde 3 Ekim'de kitapçı raflarındaki yerini alan "Başlangıç", 4 Ekim'de ellerimin arasındaydı. Okumakta olduğum kitabı daha sonra okumak üzere yarıda bırakıp okumaya başladım heyecanla. Kitap bittiğinde yeniden okuma ihtiyacı hissettiğim ender kitaplardan biri oldu.

Başlangıç, dünyada yaşamın yani ilk canlının nasıl ortaya çıktığını irdelerken insanın nereden geldiğini ve nereye gittiğini anlatan bir solukta okunan sürükleyici bir roman. Yazar, nereden geliyoruz, nereye gidiyoruz sorusuna cevap ararken dolayısıyla Yaratılış ve Evrim Teorileri arasındaki mücadeleyi de açık, anlaşılır bir şekilde anlatıyor. Okurken, yazarın evrimden yana tavır aldığını hissediyorsunuz.

Bu bağlamda, kitapta kısaca dinler tarihi ve tanrıların icadından da söz ediliyor. Şöyleki:
"Antik insanlar sadece gezegenin değil, aynı zamanda kendi bedenlerinin de gizemlerini açıklamak amacıyla sayısız tanrı icat etmişti." diye açıklıyor.
"Doğal dünyayı anlayışımızdaki boşluklar kapandıkça tanrılarımız da azalmaya başladı." diye devam ediyor ve sözü tek tanrılı dinlere getiriyor yazar.

Romanın baş kahramanı Edmond Kirsch, milyarder bir bilgisayar uzmanı, mucit ve girişimci, Robotik bilim, beyin bilimleri, yapay zeka ve nanoteknoloji gibi farklı alanlarda geleceğe dönük büyük adımları temsil eden ileri teknolojilere öncülük etmiş bir fütüristtir. Kirsch, dünyayı yerinden oynatacak, yıkıcı diye tanımlanabilecek bilimsel  buluşunu ilk onlara açıklamak ve tepkilerini öğrenmek üzere, tek tanrılı dinlerin üst düzey temsilcileriyle (Haham Yehuda Köves, Ulema Seyyid el-Fadıl ve Piskopos Valdespino) gizli bir toplantı yapar ve buluşunu açıklar. Toplantı sonrası üç din adamı, Kirsch bu buluşunu dünya kamuoyuyla paylaşırsa, dünya dinlerinin temelden sarsılacağı kaygısına kapılırlar ve bunu önlemek için ne yapabileceklerini konuşurlar. Ancak Kirsch kararlıdır ve üç gün sonra şaşırtıcı olduğu kadar titizlikle hazırlanmış bir etkinlikle icadını insanlara duyuracaktır. Öyle de yapar ve tam buluşunu açıklayacağı sırada öldürülür. Hem de sunumda hazır bulunan kişilerin ve İnternetten sunumu izleyen milyonların gözü önünde.

Biri Edmond'unki olmak üzere kitap iki cinayetle başlıyor. Dan Brown'un önceki romanlarında da adı geçen asıl karakter Simgebilim Profesörü Robert Langdon, öğrencisi Edmond'un özel davetlisi olarak sunumda bulunmakta iken Edmond'un öldürülmesine tanık olmuştur. Söz konusu keşfi öğrencisinin anısına dünyaya duyurmaya karar verir. Ancak kendisini bekleyen şifrelerden, acı sürprizlerden habersizdir. Bundan sonrasını anlatmayacağım elbette. Merak ediyorsanız kitabı okumalısınız. Kendi adıma bu kitaptan çok şey öğrendim. Kitap bir hazine değerinde ve Brown'un en iyi kitabı bence..

Kitapta altını çizdiğim ve önemli gördüğüm bölümlerden bazı satırları paylaşacağım sizlere.

Diyelim ki, dünyadaki tüm bilgilere erişebilecek güçlü bir bilgisayarınız var ve bu bilgisayara aşağıdaki iki soruyu (yani köklerinizi ve kaderinizi) soruyorsunuz. 

Nereden geliyoruz?
Nereye gidiyoruz?

Ve bu soruları sorduğunuzda bilgisayarın size cevabı şu olacak:

Doğru cevap verecek yeterli veri yok

Öte yandan, bir biyolojik bilgisayara(insan beyni) bu iki soruyu sorduğumuzda başka bir şey meydana gelir. "İnsan beyni için herhangi bir cevap, hiç cevap alamamaktan iyidir. Yetersiz veri diye bir şeyle karşılaştığımızda büyük bir rahatsızlık hissederiz. İşte bu yüzden de beyinlerimiz veriyi kendisi uydurur. Görünmeyen dünyada gerçekten de bir düzen bulunduğuna emin olmamız için çok sayıda felsefe, mitoloji ve din oluşturur. Böylelikle en azından bizi düzen varmış yanılgısına düşürür."

Deizm - Ateizm Neden Yükseliyor?

"Son on yıl içinde kör inanca karşı mantığı savunan kitaplar çoksatanlar listesinde ön sıralara yükselmişti. Kültürel eğilimin giderek dinden uzaklaştığı artık Harvard yerleşkesinde bile kendini belli ediyordu. Bir süre önce Washington Post gazetesi, 'Harvard'daki tanrıtanımazlık' üzerine bir makale yayımlamış ve okulun 380 yıllık tarihinde ilk defa birinci sınıf öğrencileri arasındaki agnostiklerle ateistlerin, Protestanlar ile Katoliklerin toplamından daha fazla olduğunu yazmıştı."

Peki insanların tek tanrılı dinlerden neden uzaklaştığı ve Deizm ve Ateizm'e neden büyük ilgi gösterdiğini düşündünüz mü? Düşünmediyseniz kitapta sorulan sorular ve bu sorulara verilen cevaplarda bulabilirsiniz bu ilginin nedenini.

Kitapta Sorulan Sorulardan Bazıları
--Yaşam bir yaratıcı bulunmadan, kendi başına var olabilir mi?
--Din efsaneleri bilimsel buluşlarla yıkılacak mı?
--Hangisini tercih ederdiniz? Dinsiz bir dünyayı mı? Yoksa bilimsiz bir dünyayı mı?
--Cansız kimyasallar nasıl karmaşık yaşam biçimleri oluşturacak şekilde kendilerini örgütlüyor?

Bu soruların  ve "Nereden geliyoruz?" sorusunun cevaplanmasından çıkan sonuç şöyle:

"Gerçek şu ki, hiçbir yerden gelmiyoruz...ama her yerden geliyoruz.Kainattaki yaşamı yaratan aynı fizik kurallarının ürünüyüz. Özel değiliz.Tanrı olsa da olmasa da varız. Entropinin inkar edilemez sonucuyuz. Yaşam evrenin esası değil. Yaşam, evrenin yarattığı ve enerjisini dağıtmak için ürettiği bir şey."

Nereye gidiyoruz? Onu da kitaptan okuyun ama Edmond'un söylemiyle bitireyim yazımı: "Nereden geldiğimiz...nereye gittiğimizin şaşırtıcılığıyla yarışamaz bile."


BAŞLANGIÇ
Dan Brown
Çeviren: Petek Demir İncek
Altın Kitaplar, 2017
535 sayfa, 38 TL.







16 Aralık 2017 Cumartesi




İKARUS'UN HİKAYESİ



Antik Çağ mitolojisindeki en sevdiğim karakterlerden biri de İkarus'tur!

Ege zeytiniyle beslenmiş insanların hayalinden doğmuştur. İnsanın limitlerini zorlaması üzerine tutkulu bir efsanedir.

İkarus'un babası Daidalos, çok başarılı bir mucit ve mimardır. Kıskanç insanların kışkırtması sonucu, kralı tarafından sürgün edilince, Girit Adası'na gider.

Geldiğini öğrenen Girit Kralı Minos onu hemen sarayına davet eder. Kralın başı kendi çocuğu olan bir canavarla derttedir. Karısı tanrılar tarafından cezalandırılıp yarı boğa yarı insan bir çocuk doğurmuştur. Kral, Daidalos'tan Minotaurus adlı bu insan yiyen canavarı hapsedecek bir yer yapmasını ister.

Daidalos üstün zekasıyla içinden bir türlü çıkılamayan bir labirent (labyrnthos) yapar ve canavar oraya konur. Canavar için Atina gibi çevredeki şehirlerden toplanan 7 kadın 7 erkek kurban olarak labirente atılmaktadır.

Zamanla Atina halkı bu duruma isyan eder ama Girit Kralına karşı bir şey yapamazlar. Halk hazır olunca, bir gün halk kahramanı da çıkagelir.

Atinalı üstün bir savaşçı olan Thesseus, kurban adayı olarak Girit'e gider. Labirentte canavarla savaşıp onu öldürmek ister ama labirentin karışıklığında yönünü şaşırır. Daidalos'a başvurur. Daidalos da bir iplik yumağını alıp, labirentin girişine bağlayarak yürürse, kaybolmadan başladığı yere dönebileceğini söyler.

Thesseus labirente girer, yönünü kaybetmeden ilerler, sonunda savaşarak canavarı öldürür. Canavarı öldürünce kahraman olur. Bu arada kralın kızı ona aşık olur! Thesseus kralın kızını da alarak, Girit'ten gider. Kral olanları öğrenince çok kızar.

"Ne çok alçaktan uç, ne çok yüksekten!"

Kral, Daidalos'un Thesseus'a labirentin sırrını açtığını düşünüp onu cezalandırmak için oğlu İkarus'la beraber kendi yaptığı labirente kapatır.

Becerikli mimar nasıl kurtulacağını düşünmeye başlar. O kadar iyi bir labirent yapmıştır ki, kendisi bile içinden çıkamamaktadır!

Sonunda başka bir fikir bulur. Kuşların bıraktığı tüyleri toplayarak, balmumuyla birleştirip kendine ve oğluna birer kanat yapar. Kanatları sırtlarına yapıştırıp kollarına bağlarlar.

Daidalos, oğlu İkarus'a, kanatlar balmumundan yapıldığı için çok alçaktan da çok yüksekten de uçmamasını tembih eder. Çok alçaktan uçarsa nemin kanatları ağırlaştırarak uçmasını engelleyeceğini, çok yüksekten uçarsa güneşin balmumunu eritip kanatlarını yakacağını söyler.

Ona sıkı sıkıya tembih eder: "Ne çok alçaktan uç, ne çok yüksekten!"

Genç İkarus kanatlarını takar ve kendisini hava boşluğuna bırakıp uçmaya başlar.

Giritliler şaşkın bir şekilde aşağıdan olanları seyrederken, onlar özgürlüğe uçarlar.

Takma kanatlarla uçarak yükseldikçe İkarus'a bir şeyler olmaya başlar. Özgürlüğün, uçmanın ve kendi kanatlarıyla yükselmenin keyfini aldıkça, kendinden geçer İkarus. Babasının tüm söylediklerini unutup, gözünü güneşe diker. Ona dokunmak istercesine, tüm gücüyle güneşe doğru yükselmeye başlar. Tüm sınırları unutup yükseldikçe yükselir.

Güneşe yaklaştıkça, İkarus'un balmumundan yapılmış kanatları erimeye başlar. İkarus durmak bir yana daha da yükselir. Sonunda kanatları eriyip kopunca İkarus Ege Denizi'ne düşer, sularda kaybolur. Güneşe ulaşma tutkusu hayatına mal olmuştur. İkarus güneşe ulaşamamıştır ama sınırsızca yükselme tutkusuna sahip insanların ikonu olmuştur!

Kaynak:
Mümin Sekman - Limit Sizsiniz. (Çok güzel bir kitap, okumalısınız.)






12 Aralık 2017 Salı




GÖLLER YÖRESİ: BOLU 
Göynük İlçesi Tanıtımı



9-10 Aralık'ta bir gece konaklamalı Göynük turuna katılacağım için çok hevesliydim, bir aydır yürümüyordum ve  Göynük'e ilk kez gideceğim içinde heyecanlıydım. Bolu'nun coğrafyası, bitki örtüsü öylesine güzeldir ki onlarca kez gitsem o güzellikleri izlemeye doyamıyorum. Kışın Gerede, ilkbaharda Dörtdivan veYeniçağa, sonbaharda Mengen ve yazın neresi olursa giderim Bolu'ya. Göynük'e ise bir türlü gidememiştim. 

Cumartesi sabah erkenden yola çıktık. Yol güzergahımız üzerinde bulunan Nallıhan Kuş Cenneti'nde kısa bir mola verdik, fotoğraf çektik ve tanıtım merkezini gezdik. Pek bilinmez ama Ankara'nın en uzak ilçesi olan Nallıhan'da bir kuş cenneti vardır ve hatırı sayılır  miktarda ve çeşitte kuş bulunmaktadır. Davutoğlan Mahallesi sınırları içerisinde yer alan bu kuş cenneti, Sarıyar Barajı'nın kuzeyinde Aladağ Çayı'nın Sarıyar ekosistemidir. Tarihi ipek yolu üzerinde bulunan Nallıhan Kuş Cenneti, ülkemizin önemli kuş alanlarından biridir ve burada avcılık  yasaklanmıştır(1994 yılında Yaban Hayatı Geliştirme Sahası olarak tefrik edilmiştir).Bugüne kadar Nallıhan Kuş Cenneti'nde 193 kuş türü gözlenmiştir. Bizim uğradığımız saatte kuşlar baraja beslenmeye gittikleri ve ancak akşam üzeri dönecekleri için kuşları göremedik. Canlı kuşların yerine tanıtım merkezinde içleri doldurulmuş kuş türlerini  gördük. İşte onlardan bazıları:




Sonra yola devam ederek öğle saatlerinde şirin mi şirin 4.000 nüfuslu Göynük'e vardık. İki dağ arasında kurulmuş, çevresi başı karlı tepelerle çevrili tablo gibi bir kasaba Göynük. Öğle yemeğini yedikten sonra yerel rehberimiz eşliğinde Çubuk Gölü'ne doğru yola çıktık. Bu gölü çok merak ediyordum çünkü internette fotoğraflarını görüp çok beğenmiştim. İlçeden 11 kilometre uzakta bulunan ve adını, yakınında bulunan Çubuk Köyü'nden alan gölün etrafı bir dizi çekimi için yapılmış yeldeğirmenleriyle çevriliydi. Bir yeldeğirmeninin yanında karlar üzerine uzanıp gözümü kapattım ve yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot'u hayal ettim. O anda ben, Don Kişot gibi hayalle gerçeğin savaşındaydım. Ama yanımdaki Sahcho değil, arkadaşım Sevgi'ydi. :) Sahi neden bir yeldeğirmeni görünce Don Kişot aklımıza gelir hemen ve neden unutamayız onu? Çünkü "Don Kişot, hem gülünçtür hem cesur, hem aptaldır hem duygusal. Yeldeğirmenleriyle savaşırken şövalye ruhludur. Kader arkadaşı Sahcho için yaşananlar çok daha farklıdır. Efendisi Don Kişot'un namus ve güzellik için savaşıyor olması hoşuna gider, ama ne yaptıklarını anlamakta çoğu kez güçlük çeker.

Biz Don Kişot'ta saflığı ve adaleti görürüz. Hayatın iki yüzlü ve nobran gerçekleri karşısında çocuksu ahlakın kırılgan yüzünü görürüz. İçimiz Don Kişot'a ısınırken onun deli olduğunu değil bir kahraman olduğunu düşünmeye başlarız. Maceraya atılırken bindiği atı Rossinante bile bize canlıymış gibi gelir. Bindiği at, kullandığı silahlar ve giydiği kıyafetler Don Kişot'un düzene karşı bir başkaldırısıdır adeta. O, saf insanlıkla ve adaletle o kadar doludur ki her çağda her halk kendisini onda bulmuş ve merakla okumuştur. Bizzat Cervantes kendi eseri için şöyle der: 'Çok açık, anlaşılması kolaydır. Çocuklar ve gençler rahatlıkla okurlar. Yetişkinler anlar, yaşlılar göklere çıkarırlar. Bu kitap her çeşit insan tarafından o kadar çok okunmuştur ki insanlar okurken eğlenceli bulurlar ve kendileri gibi olurlar.' " *
Karlar üstünde ben kendimdim, onun için mi çocuklar gibi şendim? 



Göynük'e döndüğümüzde tarihi yerlerini gezdik, bilgi aldık.

Göynük'ün Tarihi Yerleri

Akşemsettin Türbesi: 1464 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından hocası Akşemsettin için yaptırdığı türbedir.
Gazi Süleyman Paşa Cami: 1331-1335 tarihleri arasında Orhan Gazi'nin oğlu Gazi Süleyman Paşa tarafından tek şerefeli, tek minareli ve tek ahşap kubbeli olarak inşa edilmiştir. 1948-1960 yıllarında restore edilen caminin en büyük özelliği yöredeki ilk Osmanlı eserleri içinde en sağlamlarından biri olmasıdır.
Gazi Süleyman Paşa Hamamı: Gazi Süleyman Paşa tarafından 1331-1335 yılları arasında yaptırılmıştır. Hamam tamamen traverten kesme taş ile yapılmış olup kadın ve erkek bölümleri ayrıdır.Yapı bölgenin en eski ve en büyük hamam olma özelliğini taşımaktaysa da bugün bakımsız ve virane bir halde ziyaretçilerini beklemektedir. 
Sakarya/Zafer Kulesi: Göynük'ün simgelerinden biri olan Zafer Kulesi ilçeye hakim bir tepeye 1923 tarihinde Cumhuriyet döneminin ilk kaymakamı Hurşit Bey tarafından yapılmıştır. Altıgen taş temel üzerine, 3 katlı ahşap yalı baskı mimarisiyle yapılan Zafer Kulesi, Kurtuluş Savaşı'nın başarılarını ebedileştirmek için anıtsal eser olarak yapılmıştır.



Gürcüler Konağı: Tarihi ahşap Göynük evlerinden ve Osmanlı konaklarından günümüze taşınan örnekleri de vardır. Gürcüler Konağı bunlardan biri ve konağın içi etnoğrafya müzesi gibi düzenlenmiş. 

Birazda Bolu iliyle ilgili düşüncelerimi yazayım, akşam yemeğinden önce, ne dersiniz?

Coğrafya dersinde öğrendiğimiz, Türkiye'nin göller yöresi; Akdeniz Bölgesi'nin Batı'sında yer alan Burdur, Beyşehir Gölleri ile irili ufaklı göllerin bulunduğu bir alandır, ki kime sorsanız bilir bunu. Bence Karadeniz Bölgesi'nin göller yöresi de Batı'sında bulunan Bolu ilidir. Karadeniz Bölgesi akarsular bakımından zengin, doğal göller yönünden yoksuldur.  Bu nedenle Bolu'nun gölleri önemlidir. Bolu'da küçüklü büyüklü heyelan set gölleri bulunmaktadır. Bu göllerin en ünlüleri Abant ve Yedigöllerdir. Sünnet Gölü, Çubuk Gölü,Sülüklü Göl, Karamurat Gölü, Yeniçağa Gölü, Karagöl ise şimdilik yürüyüş gruplarınca ve doğaseverler tarafından ziyaret edilmekte ve pek tanınmamaktadır. Bir de sulama amaçlı ve balık yetiştirilmek üzere yapılan göletler vardır ki, bu göletlerin güzelliği, doğal gölleri aratmaz. Bunlar; Gölcük, Çayköy Göleti, Gölköy Baraj Gölü, Şirinyazı Göleti, Aladağ Göleti'dir. Özellikle Şirinyazı Göleti ve Aladağ Göleti kamp için muhteşem seçim olur; yazı ayrı güzel, kışı ayrı güzeldir, benden söylemesi.

Akşam yemeğini yöresel yemeklerden oluşan bir menüyle Göynük Paşazade Restoranda yedik. Hizmet, kalite ve yemekler çok iyiydi. Yolunuz düşerse Göynük'e yemeklerden tadın mutlaka.
Zafer Kulesi'nin yakınında bulunan konakladığımız Sular Butik Otel & Cafe beni çok şaşırttı; temizliğiyle ve işletme yönüyle. Küçük bir kasabada neredeyse beş yıldızlı otel kalitesinde bir hizmet almak doğal olarak şaşırtıyor insanı. Rahatça konaklayabileceğiniz bir yer. Yalnız kışın kar yağdığında yüksek tepeye araç çıkamadığı için yürümeyi göze almanız gerek. Otel oda+kahvaltı hizmet sunuyor.

Sabah kahvaltı sonrasında Sünnet Gölü'ne doğru yola çıktık. Göle vardığımızda çocukluğumda çizdiğim resimle yüzleştim sanki. Resim defterine çizdiğim art arda gelen sıra dağlar ve önünde göl ya da dağdan akan dere vardır ya öyle. Yalnız öğle üzeri olduğundan dağların arasına çizdiğim yeni doğan güneş yoktu manzarada. Göl çevresinde çamurlara bata çıka 5 kilometre yürüdük Yürümeyenler göl kıyısında bulunan tesiste kaldılar. Gölün ismi çok itici geldi bana ve bu güzelliğe yakıştıramadım doğrusu. Adının nereden geldiğini bilen de yoktu. Dönünce iyi bir araştırma yaptım, birçok söylence vardı gölün adı hakkında. Bana yakın geleni (Sünnet Gölü bir heyelan gölüdür) paylaşayım sizinle. " Çoban sürüsünü otlatırken gölün sularını boşalttığı derenin başında, gölün sonu olan vadi bölümünde heyelan olur ve gölün bitimi kapanır.Çoban köye geri dönerken gölün vadi sonundaki bölümüne heyelan düştüğünü görünce 'Göl sünnet olmuş' der. Yani göl kesilmiş anlamında. O günden sonra da göl, Sünnet Gölü olarak anılmış.Gölün hemen ilerisinde bulunan köy de Sünnet Köyü adını almış. Çoban ne kadar mutlu olmuştur kim bilir; gölün ve köyün isim babası olarak. 




Yürüyüş sonrası bir zamanlar tavukçuluğun merkezi olan Mudurnu'ya gittik. Mudurnu'dan sonra Abant'a uğradık. Abant karlara bürünmüştü ve sulu sepken kar yağıyordu. Çok sevdiğim bu gölün havasını solumakla yetindim. Çünkü göl çevresi çok kalabalıktı ve benim için sihrini kaybetmişti artık. Yedigöller de öyle ve ben bir daha gitmemeye karar verdim Abant'a ve Yedigöllere. Nereye yol yapılırsa orayı kirletmekte mahvetmekte üstümüze yok. Henüz Göynük ve gölleri çok fazla bilinmiyor, yollar bozuk çünkü. Halk ekonomik yönden bakarak, ki kendilerince haklılar ilçelerinin tanınmasını yol ve hizmet verilmesini istiyor ama bunları aldıklarında ellerindeki güzelliklerin kaybolacağını bilmiyorlar henüz. Güzellikler yok olunca yollar neye yarar ki?

Sonrası güzel anılar biriktirdiğimiz belleğimizde kalanlarla birlikte eve dönüş hikayesi..

Bu güzel etkinliği düzenleyen rehberimize, rehber yardımcılarına ve  ankarahiking grubundaki arkadaşlarıma ayrı ayrı teşekkür ederim.




* Dünya Edebiyatının Ölmeyen Üç Tipi: Hamlet, Don Kişot, Faust, Prof. J. Calvet, 1932. (Çeviri: Prof. Suut Kemal Yetkin)

En üstteki Göynük fotoğrafı ankarahiking web sayfasından alındı.

6 Aralık 2017 Çarşamba





SİNESTEZİK ÜNLÜLER


Color Study, Squares with Concentric Circles, 1913
(wassilykandinsky.net)


Birçoğunuz gibi ben de "sinestezi" kavramıyla ilk kez Adam Fawer'in "EMPATİ" romanında karşılaştım. Adam Fawer bu ünlü romanında, sinestezik özellikleri olan çocukların güçlerinin farkında olmaları durumunda neler başarabileceklerini anlatır. Bu çocuklar, sinestezik ve empatik özellikleri birleşince, toplum tarafından deli olarak da tanınabilirler, deha da. Önemli olan, çocukların bu özelliklerini nasıl kullanabileceklerini öğrenmeleridir.

Kavram ilgimi çekti ve konuyla ilgili yazılan kitapları okumaya başladım. Okudukça gördüm ki, ben kavramla yeni tanışmıştım ama sinestezinin tanımlanması çok eskilere dayanıyormuş. Şöyleki: "Sinestezi (1895'te Fleurnoy, 1930'da Vernon, 1975'te Marks, 1989'da Cytowic ve 1990'da Vorta tarafından tanımlanmış olan ve) bir duyusal uyaranın bir diğerinin duyusunu çağrıştırdığı durumdur." diye tanımlanmış.

Sinestezi Nedir?

"Sinestezi, algılamada duyuların birleşmesi anlamına gelir. Sinestezikler gerçeği, farklı duyusal algılamaları birbiriyle karıştırarak görür. Kimi için 'E' harfi yeşildir örneğin. Bazısına göre 'R' nin tiz bir sesi vardır ya da '5' rakamı sarı renktir ve 'Fa' notası çikolata tadındadır. Bazı araştırmacılar tarafından 'hastalık' olarak kabul edilen Sinestezi, bazılarına göre mucize, hatta mistik bir insan yeteneğidir. İşin ilginç yanı, sinestezikler çoğu zaman farklılıklarının farkında bile değildir." *

Jeffrey Moore'nin kaleme aldığı "Sinestezya" kitabı, sinestezik Noel Burun'un yetişkinlik döneminde tuttuğu günlüklere dayanmakta. Bu günlüklerden alıntılanan bir kısım ilk olarak 1993 yılında yayımlanmış ve pek çok bilim adamının makul ve ayırt edici övgüleri sayesinde yaygın kabul görmüş.

Noel Burun'un (NB) durumunda sesli uyaranlar zihinde kuvvetli renk algılarını tetikler; NB tıpkı Vladimir Nabokov ve pek çok diğer kişi gibi harfleri de renkli olarak algılar. Kuzey Amerika'da sinesteziklerin %80'i kadın, %25'i ise solaktır. (NB'de solaktır). Liserjik asit dietilamid (LSD) ya da meskalin gibi halüsinojen maddeler kullanan kişiler de sinestezik belirtiler göstermektedir.

Kitabın 11.sayfasında; Liszt, Rimsky-Korsakov ve Scriabin sinestezikti, hatta Baudelaire, Rimbaud ve Proust da! diye yazarken dip notta şöyle bir düzeltme var: "Proust'un sinestezik olduğunu belirten herhangi bir kanıt yok, hatta ondan bahsettiğimi de hatırlamıyorum (Bu sözcük, NB'nin günlüğünden yanlış okunmuş olmalı). Her halükarda Fransız besteci Oliver Messiaen, (belki) Rus film yapımcısı Sergei Eistenstein ve Japon şair Bashö'nün yanı sıra iki ressamı, Kandinsky ve Hockney'i de listeye ekleyebiliriz. Elbette ki iki ayrı sinestezik aynı ses renklerini görmez. Örneğin Fa Majör Rimsky Korsakov için yeşildi, Scriabin içinse mor. (Scriabin Prometheus'unun notaları çok renkli ışıkların birleşmesinden oluşuyordu.) 

'Une saison en enfer, Delires II: Alchimle du Verbe' adlı eserinde, 'Sesli harflerin renklerini keşfettim!' - A siyah, E beyaz, I kırmızı, O mavi, U yeşil - ve sessiz harfin şekli ve hareketiyle ilgili kurallar oluşturdum." diyen Rimbaud'nun sinestezisi esrar ve apsentle keskinleşiyordu.

Baudelaire ise Çoklukta Birlik adlı şiirinde sinestezisinden şu şekilde bahseder: 
"Bir derin, bir karanlık birlik içinde
 Aydınlık kadar sonsuz, gece kadar geniş
 Uzaktan söyleşen uzun yankılar gibi
 Renkler, sesler, kokular karışır birbirine."
Kötülük Çiçekleri'ndeyse, asla unutulmayacak o sözleri söyler: 'Bin yaşında bir adamdan daha fazla anıya sahibim.'

Fizikçi Richard Feynman da şöyle söylemişti: 'Denklemlerdeki rakamları renkli görüyorum ve bunun nedenini bilmiyorum. Konuşurken Jahke ve Emde'nin kitaplarındaki Bessel fonksiyonlarının karmakarışık resimlerini görüyorum; güneş yanığı renkte j'ler, mor-mavi karışımı n'ler ve koyu kahverengi x'ler havada uçuşuyor. Bütün bunların öğrencilere nasıl göründüğünü merak ediyorum.' **

Sinesteziklerin çoğu ortalamanın üzerinde uzamsal hafızaya sahiptir ve tipik bir özellik olarak konuşma, düz yazı, film repliği, v.b. şeyleri aynen hatırlayabilirler.


Sonuç olarak; ister hastalık kabul edilsin, ister mucize, isterse de mistik bir insan yeteneği kim zihninde sürekli "renk çarkı"yla yaşamak ister ki? Hele de unutmayı imkansızlaştıran güçlü bir hafızaya eşlik ediyorsa bu renkli çark. Unutmak iyidir bazen, insanın ruhunu iyileştirir...Tabii bu benim yorumum. Yukarıda adlarını yazdığım ünlüler sinestezik olmasalardı böylesine yaratıcı olabilirler miydi diye düşünmeden edemiyor insan çünkü.

Bir kitap okursunuz bilmediğiniz, tanımadığınız başka bir aleme götürür sizi. O başka alemin karanlık dehlizlerinde kaybolduğunuzu sanırsınız ama kaybolmazsınız; çünkü okuduklarınız size yol gösterir, göstermekle kalmaz yolunuzu aydınlatır. Ve siz yaşadığınız bu aydınlanmayla dehlizden çıkmayı başarırsınız. İşte okuduğum "Sinestezya" böyle bir kitap oldu benim için; çok şey öğrendim...

Not: Yaptığım araştırmada Nikola Tesla, Johann Van Goethe, Amy Beach ve daha birçok ünlünün sinestezik olduğunu öğrendim ama romanda bu isimlerden söz edilmediği için yazmadım.

Kaynak:

* Kitap arka kapak yazısından.

** Jeffrey Moore - Sinestezya (Dr.Vorta'nın Notu, not: 2-4-5)



25 Kasım 2017 Cumartesi




HAVA DURUMUNUN AMOK'LA DANSI




İnsanın ruh hali her zaman aynı olmuyor. Olayların akışına, zamana, kişilerle yapılan diyalog ve karşılıklı  davranışlara göre değişebiliyor. Bazen kızgın ve öfkeli, bazen neşeli ve sevecen, bazen kıskanç, bazen de deli-dolu. Bertrand Russell şöyle diyor ruh için: "Herhangi bir ruh hali tartışılamaz; ruh, herhangi bir olayla ya da beden yapısındaki bir değişiklikle, bir halden öbür hale geçebilir, ama tartışmayla değiştirilemez." *

Montesquieu'nun "iklim teorisi", henüz ispatlanamadı ve teoride kaldı, bildiğim kadarıyla. Bu teoride, azıcık gerçeklik payı olmasaydı ayın dolunay şeklini aldığında ortaya çıkan kurt adamları yazar mıydı romancılar? Emin değilim doğrusu. İbn-i Haldun da iklimin gelişmişlik üzerinde etkili olduğunu iddia eder. "İbn-i Haldun'a göre, iklim koşulları da insanın yaşam biçimini ve karakterini etkiler. İklimin ekonomik yaşam üzerinde de etkileri vardır. Çok soğuk ya da çok sıcak iklim bölgelerinde büyük yerleşim merkezleri gözlenmediği gibi, bu bölgelerde uygarlık da ileri değildir." **
Yine de iklim koşulları-insan ruhu ve  davranışları arasındaki ilişkiyi açıklayacak olan kapıyı aralık bırakmak gerek. Yarın nelerin kanıtlanabileceğini bilemeyiz çünkü.

Hepimizin çok sinirlendiği, öfkelendiği anlar vardır. Bu sinir ve öfke halini geçirebilmek, sakinleşmek kişiden kişiye göre değişir hiç kuşkusuz. Çok öfkeli, deli gibi bağıran birini gördüğümde aklıma amok koşucusu gelir, korkarım. Hani Stefan Zweig'in yazdığı öyküyle ünlenen "Amok Koşucusu." Bu öyle bir koşu ki rakip tanımıyor, önüne çıkanı deviriyor ve sonu ölümle bitiyor. Anlayacağınız, aklı başında biri böyle koşmak, amok koşucusu olmak istemez.

-Amok'un ne olduğunu biliyor musunuz?
-Malezyalılarda görülen çılgınlık, insanın öfkeden gözünün dönmesi...insanın korkunç, delice bir saplantıya kapılması. İklimle bir bağlantısı var bunun, sinirlerin üzerinde fırtına gibi baskı yapan ve sonunda patlama noktasına getiren o boğucu, yoğun havayla... İşte amok...Şöyle oluyor: Bir Malezyalı, herhangi bir sıradan, kendi halinde adam içkisini içiyor...Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta...sonra ansızın ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor...dosdoğru koşuyor, dosdoğru...nereye gittiğini bilmeden...Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor...Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi uluyor...ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor...Köylerdeki insanlar bu amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler...o gelirken uyarmak için 'Amok! Amok!' diye haykırırlar ve herkes kaçışır...ama o bunları hiç duymadan koşar, görmeden koşar, önüne çıkanı devirir...sonunda kuduz bir köpeği vururcasına vurup öldürürler onu ya da o ağzından köpükler çıkararak yere yığılıp kalır...***

Bugün Almancada "Amok koşucusu" (der Amoklaufer) intihar saldırıları için kullanılan bir deyim. Ayrıca Amok, cinnet halinde olma, sonuçlarını hesap edemeden  şiddet kullanma halini ifade etmektedir.. Psikoloji'de kullanılan bu tabir derin bir düşünce döneminin sonrasında gelen şiddet ve bazen cinayet ile sonuçlanan atakların görüldüğü durum olarak izah edilmektedir.

Amok'un sadece Malezya'da görülmesi ve Kuzey ışıklarının görüldüğü kuzey ülkelerinde(güneş yılda çok az görünür) intihar oranlarının yüksek olmasının nedenlerinden biri de iklimsel koşullar olabilir mi dersiniz?


İlgilenenler İçin Not:
Montesquieu'nun ortaya koyduğu İklim Teorisi'ne göre, ekvatordan uzaklaştıkça insanların çalışma şevkleri artmakta ve bu sebepten dolayı ekvator bölgesindeki devletler azgelişmiş bir profil sergilerken ekvatordan uzak devletler gelişebilmişlerdir.

Medeniyetler Çatışması adlı çalışmasıyla tanıdığımız Prof. Samuel Huntington da tıpkı Montesquieu gibi sıcak iklimin insanın üretkenliğini olumsuz etkilediğini düşünmekte ve azgelişmişlik üzerinde iklimin etkili olduğunu iddia etmektedir. ****





Kaynaklar:
* Bertrand Russell - Mutlu Olma Sanatı (s:29)

**http://politikakademi.org/2010/10/azgelismislik-montesquieunun-iklim-teorisi-2/

***Stefan Zweig - Amok Koşucusu (s:101-102)

****http://politikakademi.org/2010/10/azgelismislik-montesquieunun-iklim-teorisi-2/

Görsel: Amok Koşucusu - vbrevis.tumblr.com'dan alınmıştır.




14 Kasım 2017 Salı




3D SOKAK SANATI VE TARİHÇESİ



Her ne kadar üç boyutlu sokak sanatı görece yeni bir sanat olsa da sokaklara resim çizmenin tarihi 16. yüzyıla kadar dayanır. O dönemde İtalya'da sokak ressamları katedral, kilise gibi dini yapıların duvarlarında, tavanlarında yer alan resimleri sokaklara tebeşirle çizerlermiş. Bu şekilde resimler yapan sanatçılara Madonnari denirmiş. Bu ressamlar sayesinde sokaklara tebeşirle resim çizme akımı önce Avrupa'ya, oradan da Amerika'ya kadar yayılmış.

Sokak ressamlarının yaptığı bu sanat, kaldırım sanatı, tebeşir sanatı gibi adlarla da biliniyor.

Üç boyutlu sokak resminin en belirgin özelliği yalnızca belirli bir açıdan bakıldığında resmin düzgün görünmemesidir. Farklı bir açıdan bakıldığında resim bozuk görünür, ne olduğu anlaşılmaz. Resmin yalnızca belirli bir açıdan düzgün görünüp diğer açılardan bozuk görünmesi perspektiften kaynaklanır. Böyle resimlerin yapımında kullanılan bu teknik anamorfoz farklı şekillerde yapılabilir. Kimi anamorfozlarda resmin düzgün görünmesi için belirli bir açıdan bakılması gerekir. Kimisindeyse resmin düzgün görünmesi için bazı araçlar kullanmak gerekir. Örneğin kimi resimler eğik bir aynayla bakıldığında düzgün görünecek şekilde yapılmıştır.

Aşağıda 3D sokak sanatının en güzel örneklerini görebilirsiniz.










Kaynak: TÜBİTAK - Bilim ve Çocuk Dergisi.

Görseller: www.wordlesstech.com
3D street art by.........Edgar Muller.



1 Kasım 2017 Çarşamba




GÜZEL BİR AŞK HİKAYESİ
EROS VE PSYKHE(Aşk ve Ruh)



"Mitolojinin en güzel ve en etkileyici hikayelerinden biridir Eros (Aşk) ve Psykhe' nin (Ruh) hikayesi. Hikayeye kaynaklık eden yer Anadolu ve Ege kıyısında bulunan Miletos(Milet) kentidir. Eros ve Psykhe, hayatımızdaki iki soyut kavramın, aşk ve ruhun somutlaştırılarak hikaye edilmiş hali. Ruh bilimi (psikoloji) kökenini Psykhe'den (Psiko) alır." *

Kadim Anadolu toprakları nice uygarlıklara beşiklik yapmış, nice efsaneler bu topraklarda hayat bulmuş. Ahmed Arif'in dizelerinde dile getirdiği gibi:

"Beşikler vermişim Nuh'a
 Salıncaklar, hamaklar,
 Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
 Anadoluyum ben,
 Tanıyor musun?"

Anadoluyu tanımak biraz da efsanelerine kulak vermek demektir. İşte o efsanelerden birini, "Eros ve Psykhe'nin hikayesini, okuduğum Paulo Coelho'nun "Casus" adlı kitabından aynen aktaracağım.

"Bir zamanlar güzel bir prenses varmış, fazla bağımsız olduğu için herkesin içine hem hayranlık hem de korku salarmış. İsmi Psykhe'ymiş. Babası, kızı evde kalacak diye telaşa kapılıp tanrı Apollo'ya başvurmuş. Tanrının çözümü gayet açıkmış: Psykhe matem giysilerine bürünüp bir dağın tepesinde yalnız kalmalıymış. Şafak sökmeden hemen önce bir yılan gelip onunla evlenecekmiş. 

Babası Apollo'nun söylediğini yapmış ve kızını dağın tepesine yollamış; kız korku içinde soğuktan ölmek üzereyken bir daha uyanamayacağından emin, uykuya dalmış. 

Ama ertesi gün gözlerini muhteşem bir sarayda açmış, artık bir kraliçeymiş. Her gece kocasıyla buluşuyormuş fakat adamın bir şartı varmış: Psykhe kendisine tamamen güvenmeli  ve asla yüzünü görmemeliymiş.

Beraber geçirdikleri birkaç ayın ardından Psykhe, Eros adındaki adama aşık olmuş. Sohbetlerine bayılıyor, sevişmelerinden büyük haz alıyormuş ve hak ettiği saygıyı da görüyormuş. Ama bir yandan da iğrenç bir yılanla evli olduğu düşüncesi onu çok korkutuyormuş. 

Bir gün merakına yenik düşmüş ve kocasının uyuyakalmasını bekleyip örtüleri kaldırınca mum ışığında inanılmaz güzellikte bir erkeğin yüzünü görmüş. Ama ışık Eros'u uyandırmış ve karısının, koyduğu tek koşulu yerine getirmediğini anlayıp ortadan kaybolmuş. 

Bu efsane her aklıma geldiğinde kendi kendime sorarım: Aşkın gerçek yüzünü asla göremeyecek miyiz? Yunanlıların ne demek istediklerini anlıyorum: Aşk, bir inanç eylemidir ve çehresi daima gizemle örtülmelidir. Yaşanan her an sonuna kadar hissedilmeli; çünkü çözümlemeye ve anlamaya uğraştığımız saniye büyüsü kayboluyor. Uğruna dolambaçlı ve aydınlık yollarında ilerleriz, yeryüzünün en yüksek noktalarına çıkar, denizlerin en derinlerine ineriz ama bunları yaparken bizi idare eden ele daima güvenmemiz gerek. Korkumuza yenik düşmedikçe mutlaka bir sarayda uyanırız; aşkın talep ettiği adımları atmaya çekinir ve ondan her şeyi açıklamasını beklersek hiçbir şeye ulaşamaz hale geliriz.

Aşk kimseye itaat etmez ve sadece gizemini çözmeye çalışanlara ihanet eder." **

Aşk üzerinde insanlık daima kafa yormuştur. Kimi "mit"lerle, efsanelerle, kimi de insanın kimyasıyla ve bilimle açıklamaya çalışmıştır aşkı. En iyisi ben, aşk üzerine söylenmiş sevdiğim bir sözle;  Marcel Proust'un şu sözüyle  sonlandırayım yazımı:

"Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran bir yüzey bulur; bizi gidişten daha fazla büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir."




*  Görsel: arkeorehberim.com

** Paulo Coelho - Casus (s:140-141)





24 Ekim 2017 Salı




KARALAR YERLEŞKESİ VE GALAT KALESİ 

DOĞA YÜRÜYÜŞÜ


Yine bir Pazar sabahı erkenden yollara düştüm; ilk kez yürüyeceğim bir rotada tarih ve doğayla bütünleşmek için. Heyecanlıydım; çünkü başkent Ankara'nın Kalesi'ni inşa eden bir kavim olan ama çok fazla bilinmeyen, tanınmayan  Galatların bölgesine(Karalar yerleşkesi) gidecek  ve 2500 yıl öncesine yolculuk edecektim. Doğa ve tarihle iç içe olacaktım, bir günlüğüne de olsa...

Büyük otobüsle yaptığımız rahat bir yolculuktan sonra, parkur başlangıcında araçtan inip hazırlıklarımızı tamamlayıp yürüyüşe başladık. İnişli çıkışlı, kaya tırmanışlı yürüyüşümüz 13 km sürdü. Mevsim sonbaharsa doğa çok cömerttir. Bizlerde doğanın bu cömertliğinden bolca yararlandık. Alıç, dağ eriği, elma ve armut yedik, yemediğimizi de toplayıp çantalarımıza koyduk. Tabii ki bu ağaçlar, dağda bulunan sahipsiz, kimsesiz ağaçlardı, meyveleri toplanmadığı için yere düşmüş ve çürümeye başlamıştı bile. Doğal olarak bu meyveleri sahiplendik. Bu arada, biz doğa yürüyüşçüleri, sahipli olan hiçbir ağaca ve meyvesine izinsiz dokunmayız, biline.

Yürüyüşümüz sona erdiğinde, yorgunluğumuzu gidermek için içtiğimiz çay ve kahve keyfinden  sonra, aracımıza binerek Galat Kalesi ve mağarayı görmek için tekrar yola çıktık. On beş dakika sonra bu tarihi yere vardık.

Bir kitapta okumuştum: Balta girmemiş Amazon Ormanları'nda yaşayan ilkel kabilelerde bir ritüel varmış.  Güneş battıktan sonra kabile mensupları yakılan bir ateşin çevresinde toplanıyorlar. Köyün şifacısı olan yaşlı bir kadın (şifacı kadın, ölmeden önce yerine geçecek başka bir kadını yetiştiriyor) bu köylülere hayat dersi veren masallar anlatıyormuş. Tahmin edeceğiniz üzere bu masallar hep ormanda yaşayan canlılar üstüne. Yani, şifacı olan kadın, aynı zamanda köyün masal anlatıcısı da. Yürüyüşlerde bazen kendimi bu ilkel yaşlı kadın gibi hissederim. Çünkü tarihi yerlere yapacağım yürüyüşlerde tarihi daha iyi duyumsamak için mutlaka bir ön araştırma yaparım. Galatlarla ilgili de bu araştırmamı yapmış, dahası bir kitap okumuştum. Ama bu bilgileri kime aktaracaktım? Elbette gönüllü olanlara. Ve anlattım da. İşte, o anda ben, masal anlatıcısı yaşlı kadındım, bir farkla; ben masal değil, geçmişte yaşanılanları anlatıyordum. :) Aslında iki farkla-o kadar yaşlı da değilim ben :)
Size de anlatayım bu pek bilinmeyen, tanınmayan Galatlar'ı:





Galatlar

"Eskiçağın Yunanlı ve Romalı yazarlarının eserlerinde Keltler ve Galler adlarıyla da anılan Galatların asıl yurtları Ren Nehri boylarıydı. Batı Avrupa'nın ilk halkları olan ve Keltçe konuşan Galatlar, Eski Yunanlılar ve Romalıların 'Barbar' olarak tanıdıkları göçebe ve savaşçı bir kavimdi. İ.Ö. 7.Yüzyıldan itibaren göç ederek tüm Avrupa'ya yayılmaya başlayan Galatlar (Keltler/Galler) bu günkü Fransa'ya yerleştikten sonra bu ülke onların adıyla (Gallia) anıldı. Portekiz (Porta Galli) adını onlardan alan bir başka ülkeydi. İtalya'nın Alp Dağları bölgeleri (Gallia Cisalpina ve Gallia Transalpina) de adını onlardan alan bölgeler oldular. İ.Ö. 280 yılında kadın, çocuk, yaşlı ve hastalarıyla birlikte sayısı takriben 300 bin olan büyük bir kitle halinde Balkanlara giren, Makedonya ve Yunanistan'ı istila eden Galatların grubu Trakya'ya yöneldi. Yarısı silahlı olan 20 bin kişilik bir grup da İ.Ö. 277 yılında İstanbul ve Çanakkale boğazlarından Anadolu'ya geçti. Onlar, Anadolu'nun Ege Denizi kıyılarıyla, kıyıya çok uzak olmayan bölgelerinde yaklaşık on yıl yersiz yurtsuz dolandılar. Kentlere yağma seferleri düzenlediler, onlardan savaş vergisi aldılar. İ.Ö. 268 yılında Suriye (Seleukoslar) Kralı I. Antiokhos ile yaptıkları savaşta bu krala yenildiler. Tarihe Filler Savaşı olarak mal olmuş bulunan bu savaştan sonra onlar, Merkezi Ankara ve Yozgat'ın Böyük Nefesköy dolayları olmak üzere İç Anadolu'nun Yukarı Kızılırmak havzasına çekilip oraya yerleştiler. Onların yerleştikleri bu bölge adlarıyla, yani Galatia/Galatya olarak anıldı. Galatlar meskün oldukları Galatya'da içinde bulundukları Hellenistik dünyanın değerlerini uzun süre benimsemeden, kendi dinleri ve geleneklerine bağlı kalarak, onlarla savaşarak ya da bazı kralların ordusunda paralı asker olarak savaşarak yaşamlarını idame ettiler. Çok üreyen bir kavim olarak nüfusları zamanla artan Galatlar İ.Ö. I. Yüzyıl ortalarında Roma'ya bağımlı olan birleşik Galatya Krallığı'nı kurdular. Aynı yüzyılın son çeyreğinde Galatia Krallığı, Romalılar tarafından Roma Eyaleti (Galatya Eyaleti) yapılarak Roma İmparatorluğunun sınırlarına dahil edildi." *



Karalar Köyü, Kazan ilçesine bağlı, Ankara'ya 63 km uzaklıkta bir yerleşim birimi. Köyün özelliği Galatların Askeri Garnizonunun burada konuşlanmış olması. İyi bir tırmanışla vardığımız mağara, dik merdivenlerle aşağı iniyordu ve mağaranın içi karanlıktı.







Mağaradan sonra, Galatlardan günümüze kalan kale kalıntılarını gezdik. Kayalar oyularak yapılmış merdivenlerde yürüdük, fotoğraf çektirdik. Bu tarihi yolculukla günün tüm yorgunluğunu kalede bırakarak aracımıza bindim ve kürkçü dükkanına geri döndüm. :) Kentin kaosuna, gürültüsüne kavuşmak ve kendimi rahatsız hissetmek için, Nietzsche'ye gönderme yaparak: "Doğa bize aldırmadığından, doğanın ortasında kendimizi öyle rahat hissederiz."

Bu doğa-tarih buluşmasını gerçekleştirmemizi ve doğada güzel bir gün geçirmemizi sağlayan deneyimli rehberimiz Nedim Yılmaz'a, yardımcı rehberimiz Ekin Güney'e, katılımcı tüm arkadaşlara ve zorlu tırmanışlarda bile yılmadan video çekimi yapan arkadaşımız D. Ali Yıldız'a teşekkürler. 
İşte o videolardan biri:






Kaynak:
* Mehmet Ali Kaya - ANADOLU'DAKİ GALATLAR, GALATYA TARİHİ (Çizgi Yayınevi)  (Bu kitap, sözünü etmiş olduğumuz Galatlar ve Galatya'nın yaklaşık 500 yıllık siyasal, sosyal ve kültürel tarihini anlatmaktadır.)