30 Ocak 2014 Perşembe




TİLKİ  İLE  KİRPİ  


Anlatacağım Tilki ile Kirpi hikayesi bir yerlerden size tanıdık gelebilir. Zaten hikayelerde biraz kendimizden izler bulmaz mıyız? Buluruz da, hikayenin verdiği dersi anlar mıyız, yoksa anlarız da anlamamazlıktan mı geliriz?  Anlamak ya da anlamamak...İşte bütün mesele bu!  Kendi adıyla anılan masalların anlatıcısı Ezop' un yolsuzluktan yargılanan bir siyasetçiyi "Tilki ile Kirpi" nin hikayesini anlatarak nasıl savunduğunu Aristotales' ten öğreniyoruz. Hikayeyi anlatmakta ki amacım siyasi bir göndermede bulunmak değil. Amacım sadece, savunmanın isterse ne kadar başarılı olabileceğini, suçluyu bile beraat ettirebilecek güce sahip olduğunu anlatmaktır. Gelelim hikayeye:

"Tilki, sırtındaki pirelerden şikayet edip duruyormuş. Kirpi, tilkiye acıyarak dilerse kendisine yardım edebileceğini, onu pirelerden kurtarabileceğini söylemiş. Tilki, "istemem, sağol" deyince, kirpi "neden" diye sormuş. Tilki şu cevabı vermiş.
"Sırtımdakilerin karnı doydu, daha fazla kanımı emmezler. Yerlerine geçecek olanlar daha aç olacaklar." 

Mahkemede bu hikayeyi anlatan Ezop, jüri üyelerine dönerek, sözlerini şöyle bitirmiş:
" Dolayısıyla saygıdeğer jüri üyeleri, müvekkilimi cezalandırırsanız onun yerine onun kadar zengin olmayan birileri gelir ve sizi daha beter soyar." (*)

Ezop, bu kısa hikayesiyle jüri üyelerini büyüler ve yolsuzluktan yargılanan siyasetçi beraat eder.

Ezop' un M. Ö. 6. Yüzyılda yaşadığı düşünülürse, geçmişten günümüze dek pek bir şeyin değişmediğini söylemekle yetineceğim. Ve insan vicdanının bütün kanunların üzerinde olduğuna olan inancımı belirttikten sonra F. Nietzche' nin şu sözünü yazmadan edemeyeceğim: " Vicdanlı olmak, hesaplı olmaktan iyidir. Hesap insanı makam sahibi yapar da, vicdan daha önemli bir işe yarar, insanı insan yapar." 
                                                                                                                     
İnsan, insansa eğer hırsızlık yapıp yapmaması tamamen vicdanına kalmıştır. Tabii o insanın vicdanı varsa...

(*) Tilki ile kirpi masalı, Aristoteles, Retorik. YKY. Çeviren: Mehmet H. Doğan.


27 Ocak 2014 Pazartesi




SARDUNYA
(FAKİR  ÇİÇEĞİ)




Sıcağı, güneşi seven, kolay yetiştirilebilen ve her mevsim açtığı katmerli, rengarenk çiçekleriyle ve sinir sistemini gevşeten o güzelim yapraklarının kokusuyla, insanı mutlu eden güzel görüntüsüyle ne mütevazi çiçektir sardunya. Mütevazi olduğuna bakmayın! Hayata meydan okur adeta; kırıldıkça dalları, yeniden yeşerir daha bir güçlü. Kırılsa da dallarım, ölmedim, ölmeyeceğim der inatla. O, bazı çiçekler gibi çiçek açmak ve yaşamak için itina istemez, özel ilgi beklemez. Sevgi vermeniz yeterlidir ona. Sevildikçe daha bir parlak olur çiçekleri, daha bir güzel kokar yaprakları. İşte, bu yüzden severim sardunyaları...

Köylerin, kentlerin kenar mahallelerinde pencere önlerinde, yol kenarlarında eski kaplara, teneke kutularına dikilmiş görürsünüz sardunyaları. Evlerinin güzel görünmesini isteyen dar gelirli insanların tercih ettiği bir çiçek olduğundandır ki, adı "fakir çiçeği" diye de anılır. Görüyorsunuz ya! Her koşulda ve her yerde yaşamını sürdürebilen daha doğrusu, hayatta kalabilmek için değişime ayak uydurmasını becerebilen bu güzel çiçeğe tevazusundan dolayı bu isim yakıştırılmıştır. İşte bu yüzden severim sardunyaları.




Sardunya, ülkemizde bir çok sanatçıya  ilham perisi olmuş, adına güzel şarkılar bestelenmiş, şiirler yazılmıştır. Sardunyayı seven ve ona özenen şair Halim Yağcıoğlu, bakın "Sardunya" isimli şiirinde ne güzel anlatmış duygularını:

Bir sardunya olmak isterdim şu dünyada
Kırıldıkça kırıldıkça yeşeren
Öylesine al al veren
Bir sardunya

Bir sardunya olmak isterdim şu dünyada
Bir avuç toprağım olsun ama benim olsun
İster bir saksıda olsun ister dağda olsun
Yeter ki gönlüm rahat olsun 


Hayat, yaşadığı sürece insana her zaman adil davranmıyor: Kırılıp dökülüyorsun, yere düşüp kalkıyorsun, göğe yükselip yere iniyorsun ve her şeye rağmen yaşıyorsun. Tıpkı sardunya gibi. Kırıldıkça kırıldıkça yeşeriyorsun...





Not: Sardunya şiiri, 20. yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi' nden (İlhami Soysal) alınmıştır.
Fotoğrafların tümü tarafımdan çekilmiştir. İzinsiz kullanılamaz.



23 Ocak 2014 Perşembe





HAVA KURŞUN GİBİ AĞIR-NAZIM HİKMET'İN ROMANINDAN ATATÜRK İLE İLGİLİ BİR ANI


Hıfzı Topuz, "Hava Kurşun Gibi Ağır - Nazım Hikmet' in Romanı" kitabında yazdı: Nazım Hikmet ve arkadaşı Vala Nurettin  Milli Mücadeleye katılmak için Ankara' ya giderler. Ankara' da Büyük Millet Meclisi' nin salonunda Mustafa Kemal ile tanıştırılırlar. Mustafa Kemal, Nazım ve arkadaşı Vala' ya; "Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız," der.

Aradan yıllar geçer, Milli Mücadele başarılı olur, düşmanlar ülkeden çıkarılır, Saltanat ve Halifelik kaldırılır, Cumhuriyet kurulur. Cumhuriyet İdaresi' nin oturması ve Türk Ulusu' nun uygar ülkelerdeki ulusların seviyelerine ulaşabilmesi için devrimler yapılır. Atatürk Cumhurbaşkanıdır. O yıllarda (1930' lu yıllar) Nazım yazdığı şiirlerle oldukça ünlüdür, şiirleri her yerde coşkuyla okunmaktadır. Nazım' ın hayranları, şairin şiirlerini kendi sesinden dinlemek isterler, çünkü şairin sesini çok merak ederler. Ama o dönemde ne teyp vardır, ne kaset, ne de CD. Sahibinin sesi Columbia firması, Nazım' ın sesiyle şiirlerinin plağa alınmasını önerir. Nazım bu öneriye sıcak bakar; "Bahri Hazer ve Salkımsöğüt" şiirleri plağa alınır. Plak kısa sürede kapışılır ve çok satar.


Cumhurbaşkanı Atatürk, Dolmabahçe Sarayı'nda açılan resim ve heykel sergisine gelirken (20 Eylül 1937)


İşte o günlerde, plağın ünü Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa' ya kadar ulaştı. Gazi, bir akşam Dolmabahçe Sarayı' nda sohbet ederken söz Nazım' dan açıldı. Sofrada bulunan devrimci arkadaşlarından biri;
"Paşam, dedi, hani şu Nazım Hikmet var ya, hani 1921 yılı başlarında Ankara' da mecliste size de tanıtmışlardı. Şimdi onun şiirlerini kendi sesiyle plağa almışlar, her yerde çalıyorlar, çok hoş bir plak."
"Evet, hatırladım, bana iki genç şair tanıtmışlardı, ben de onlara gayeli şiir yazmalarını önermiştim. Çok merak ettim, o plağı dinlemek isterim."
Gazinin çevresindekiler sağa sola emirler verdiler, plak bulunup getirildi ve gramofona kondu.
"İnsanlarda bir takım ince, yüksek ve asil duygular vardır ki insan onlarla yaşar. İşte o ince, yüksek, derin ve asil duyguları en çok duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen şairdir." diyerek şairlere verdiği önemi dile getiren Mustafa Kemal şiirleri dikkatle dinledikten sonra;
"Bu şair sizlere benzemiyor," dedi, "kendisini yakından tanımak isterdim. Bulup getirsinler, şiirlerini bu akşam bize kendisi okusun bakalım."
Vakit gece yarısını geçiyordu. Vali Muhittin Üstündağ Kadıköy Polis Merkezi' ne telefon ederek; "Derhal Nazım Hikmet' i bulup saraya getirin," dedi."Kendisini Paşa Hazretleri emrediyor."
Kadıköy polisi seferber oldu, gece yarısı şairin evine bir ekip gönderdiler. Nazım uykudaydı. kalkıp karşısında polisleri görünce hiç şaşırmadı.
"Emniyete mi gidiyoruz?" diye sordu."Beş dakika izin verin çantamı hazırlayayım." dedi.
Polis memuru,"Reisicumhur Hazretleri sizi emretmişler, şiirlerinizi dinlemek istiyorlarmış!" dedi.
Nazım rahat bir nefes aldı ve düşündü, gitsin mi, gitmesin mi? Davete uyarak  kalkıp saraya gitse ne olacaktı? Ne olabilirdi? Bütün bu belalardan kurtulur, artık başı hiç derde girmez, hapislere düşmez, belki de rejimin yarı resmi şairi olurdu. Ama o, bunu kabul edecek yaradılışta bir adam mıydı? Bir an düşündükten sonra;
"Oğlum dedi, "Reisicumhur hazretlerine benden selam söyleyin. Ben Denizkızı Eftalya değilim."
Polis ayıp olacağını söylese de Nazım" Oğlum, ben ne diyorsam onu yap," demekle yetindi.
Polis şaşkın bir vaziyette geri çevrilmenin üzüntüsüyle evden ayrıldı ve olayı merkeze bildirdi. Merkezdeki komiser de Nazım' ın cevabını Vali Muhittin Bey' e iletti, o da Gazi' ye.
Masadakiler merak içindedir. Peki, Gazi ne yapacaktı? Ne yapması beklenirdi? Hele diktatör diye adı çıkmış bir devlet başkanından ne beklenirdi? Şairi zorla getirmesi mi, tutuklatması mı?
Hayır, hiçbiri değil. Mustafa Kemal;
"Aferin çocuğa," dedi, "işte şair dediğin böyle olur."

"Sanatkar el öpmez; sanatkarın eli öpülür!" diyebilecek kadar sanatı ve sanatçıyı önemseyen, sanatı güzelliğin bir ifadesi olarak gören Mustafa Kemal' den söylediğinin aksi bir söz veya bir davranış beklemek mümkün değildir zaten...


Nazım Hikmet, Mustafa Kemal' in tavsiyesine uygun "gayeli şiirler" yazmış, Türk şiirinde devrim yaratmış bir şair olarak, düşüncelerinden asla taviz vermemiş,  yazdığı şiirler, savunduğu fikirler nedeniyle ömrünü hapishanelerde geçirmiş, suçsuz olmasına rağmen, haksız olarak hüküm giydiğine inandığı için ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Ve nihayetinde, o çok sevdiği vatanına hasret duyarak hayata veda etmiştir. 
  


Not: Denizkızı Eftalya kimdir? Denizkızı Eftalya (Atanasia Yeorgiadu), Darülelhan, bugünkü adıyla Konservatuar adına plak dolduran ilk Rum sanatçıdır.(1930' lu yıllarda) Mehtaplı gecelerde, saz çalan babasıyla birlikte boğazda sandal gezileri yapar, bütün gece şarkı söylermiş. Geceleri, bu sandalın arkasına 20-30 sandal takılır, Eftalya' yı dinlerlermiş. Fakat hiç kimse onun kim olduğunu bilmezmiş. İncecik sesiyle şarkı söyleyen bu gece şarkıcısı beş yaşındaki Eftalya' ya "Denizkızı" demeye başlamışlar. Ve Atanasia Yeorgiadu, "Denizkızı " Eftalya olmuş.



18 Ocak 2014 Cumartesi




HER  ŞEY  SENDE  GİZLİ


 MEB tarafından, 2013-2014 Öğretim Yılı, Ortaöğretim 10. Sınıflar için hazırlanan " Dil ve Anlatım" ders  kitabının 39. sayfasında yer alan "Her Şey Sende Gizli" şiiri dikkatimi çekti. Çünkü, çaresiz kaldığınızda, "çare yine sizsiniz" e inanan biri olarak, insanın potansiyelini (içinde nelerin gizli olabileceğini) keskin bir şekilde anlatan şiiri okudum ve şairin, Can Yücel   olduğunu gördüm. Ancak, ders kitabında şiirin girişi yer almıyordu. Şiiri çok beğendiğim için internette araştırma yaptım ve şiirin tamamını okuma olanağı buldum. Bu arada, Can Yücel' in kızı Su Yücel' in,  Ağustos 2013' te Milliyet Gazetesine vermiş olduğu mülakatta bu şiirin Can Yücel' e ait olmadığını açıklayan yazısını okudum. Araştırmayı genişletince, Can Yücel' in şimdiye kadar yayınlanan kitaplarında bu şiirin hiç yer almadığını da öğrendim. 

Şiir, insanı, insan yapan değerleri anlatması, insana umut vermesi bakımından son derece etkili yazılmış. Hatta bu şiirin, intiharları bile önlediği söyleniyor, etkisi bu kadar güçlü yani. Şair, sanki mutluluğun sırrını çözmüş ve o sırrı bize açıklıyor gibi. Şiiri her okuduğunuzda, daha değişik ve daha güzel anlamlar çıkarıyorsunuz...Sakinleştiren, rahatlatan bir müzik gibi adeta. Tüm bu açıklamalardan sonra, merak ettiğinizi düşündüğüm şiiri yazıyorum: Şairin adı Can Yücel. Öyle ya, koskoca MEB' lığı araştırmadan, incelemeden ders kitabında şairin adını yanlış yazacak değil! Şairinin kimliğinin  tartışmalı olması, şiirin  muhteşemliğine gölge düşürmüyor...


Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü...
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin...
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün...
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın,
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...

Can Yücel




14 Ocak 2014 Salı




CİBRAN' DAN  İNSAN  RUHUNA  İLİŞKİN  AFORİZMALAR


" Benim varlığımın sonu yoktur. İnsanın ruhu, Tanrı' nın yaradılışta kendinden ayırdığı meşaledir." diyerek ruhun ölümsüzlüğüne ve insan ruhunun Tanrı' nın ışık saçan bir parçası olduğuna inanan ve bu inançla insan ruhunu yücelten Lübnan asıllı ABD' li yazar ve düşünür Halil Cibran, ( D:1883- Ö:1931)" dinin, kişiyi özgürleştiren bir ruhsal yükseliş sistemi olarak algılanması gerektiğini ve dinsel hakikatın vicdan ve sezgiye dayanması gerektiğini savunur. " 

Özlü sözler ve aforizma ustası Cibran, ruhunun içini dökenleri dinleyip, anlayanlara "deli" damgası vurduğumuzu şu aforizmasıyla ne güzel anlatır:
" İnsanoğlunun gönlü yardımına koşacak birini arar; ruhu içini dökmeyi diler; ama biz tıkamışızdır kulaklarımızı onların feryatlarına ne duyarız, ne anlarız.  Ve 'deli' deriz onlara kulak verip anlamış olanlara, üstelik kaçışırız yanlarından." 

Bu aforizmasını okuyunca, Cibran' ın fikirleri üzerinde iz bırakan filozoflardan biri olan Nietzsche'  nin şu sözü çağrışım yaptı ve yazmadan edemeyeceğim: " Ve dans ederken görülenler deli sanıldı, müziği duyamayanlar tarafından." Anlayamadığımız şeyleri anlayanlara, duyamadıklarımızı duyanlara bizden farklı oldukları için içten içe kızar, hatta kıskanırız. Farklı olanlara tahammül edemediğimizden hemen işin kolayına kaçar ve "deli" der geçeriz .Deli olmadan, veli olunamayacağını bilmediğimiz için...

Cibran, insan ruhunun kınanması gereken 7 halini şöyle açıklar;

"Yedi kez ruhumu kınadım:

İlki- Yükseklere ulaşmada zayıflık gösterdiğini gördüğüm zaman.

İkincisi- Dosdoğru gidenlerin önünde sekmeye başladığını gördüğüm zaman.

Üçüncüsü- Kolayla zor olan arasında seçenek sunulduğu zaman kolayı yeğlediğinde.

Dördüncüsü- Bir suç işlediği, sonra da başkalarının buna benzer suçları onu teselli ettiğinde.

Beşincisi- Kendi zayıflığına tahammül ettiği, üstelik bu tahammülü güçlü oluşuna bağladığında.

Altıncısı- Bir yüzün çirkinliğini hor görüp, aslında onun kendi maskelerinden biri olduğunu fark edemediğinde.

Ve yedincisi- Bir övgü şarkısı söyleyip de bunu bir erdem sandığında.

Bu aforizmayı tersten okumak gerekirse, insan ruhunun yücelmesi için; hedeflenen amaca ulaşırken kararlı olmak, zaaf göstermemek, doğru bildiğin yoldan şaşmamak ve sıkışınca kıvırmamak, zor olanı seçmek ve zoru başarmak (kolayı herkes yapar), işlediği suç için kötü örnekleri emsal göstermemek, kendi zayıflığını sabra yormamak, maske takmadan, gerçekleri görmek ve  söylemek, son olarak da mütevazi olmak (bırakın başkaları sizi övsün) yeter şarttır. Bunu başardığınız zaman Cibran' ın deyimiyle; Ruhunuzun saklı kaynağı yükselecek ve çağıldayarak denize doğru koşacak; Ve o zaman, sonsuz derinliğinizin hazineleri gözlerinizin önüne serilecektir.


Not: Aforizmalar,  Aforizmalar kitabından ( Derleyen: Orhan Düz) alınmıştır.
        (Tutku Yayınevi)


11 Ocak 2014 Cumartesi




ÜNLÜ  YAZARLAR  HAKKINDA AZ BİLİNENLER



Genel kültürümüzün gelişmesine katkı sağlayan, okuduğumuz klasiklerin yazarlarının hayatları hakkında bilmediklerimizi veya az bildiklerimizi  çeşitli kaynaklardan araştırarak sizler için yazdım. Yazdığım bu bilgilerin bir kısmını belki, internette bulabilirsiniz ama bu bilgiler, kitaplardaki kadar doğru olmayacağı gibi, bu bilgilerin tümünü de bir arada bulamazsınız. Bu nedenle yazının uzunluğuna bakıp, okumaktan vazgeçmemenizi öneririm. Eminim, okuyacaklarınız "genel kültür hazinenizi" daha da zenginleştirecektir.


-İstanbul' da ilk Rus Elçiliğinin kurulması, İstanbul Antlaşması' yla mümkün olmuştur. I. Petro, elçilik görevi için soylu, ancak varlıklı olmayan Pyotr Andreyevich Tolstoy' u görevlendirir. P. A. Tolstoy, ünlü yazar Lev Tolstoy' un büyük büyük dedesidir. (1 ) 


-Yurttaşlık yasası, Napolyon' un ortaya koyduğu bir yasa olup, Avrupalıların toplumsal yaşamını bir düzene bağlamıştır. Stendhall ünlü romanı "Parma Manastırı" nı yazarken ; "anlatım biçimini bulmak ve daha doğal olmak için, her sabah Yurttaşlık Yasası' ndan iki ya da üç sayfa okurdum." demiştir. (2)

-19. yüzyılın başlarında, Rusya dışındaki Slavlar arasında edebi ve kültürel bir hareket olarak ortaya çıkan Panslavizm, Slav halklarının kültürel ve siyasal birliğini ifade eder. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasi yönü öne çıkan Panslavizm, 1870' lerin Avrupasında "Rusya' nın öncülüğünde bütün Slavların birleşmesi" olarak algılanır. Panslaviz' in Rus devleti ve toplumu tarafından benimsenmesi ise Kırım Savaşı( 1853-1856) yıllarına rastlar.
Gelelim, ünlü yazar Dostoyevski' nin Panslavizm' le ilişkisine. Ömrü boyunca Hristiyan teolojisini sorgulayan ve Çar' a isyan ettiği için Sibirya' ya sürülen Dostoyevski, hayatının son yıllarında halkçı, Çar taraftarı ve katı bir Ortodoks olarak karşımıza çıkar. Ölü Bir Evden Hatıralar, Karamazov Kardeşler ve Bir Yazarın Günlüğü adlı eserlerinde, Türklere ve Müslümanlara karşı eleştirel bir bakış ortaya koyar.
19. yüzyılda pek çok Rus aydını ve yazarı Panslavizmin etkisi altında kalırken, Tolstoy, Turgenyev ve Granovski bu akıma kapılmaz. Dostoyovski' yi çağdaşları Tolstoy ve Turgenyev' den ayıran en önemli özellik, Slav milliyetçiliği ve Hristiyanlık sevgisidir. Pek çok batılı araştırmacı tarafından Dostoyevski, Slav ruhunu en iyi betimleyen yazar olarak görülür.

Turgenyev, liberal, batıcı ve Avrupa hayranı bir yazar olarak karşımıza çıkar. O yıllarda Rusya' da başlayan Panslavizm hareketine katılmadığı için milliyetçi Rus aydınları tarafından eleştirilir.
Tolstoy ise Türklere ve Müslümanlara, özellikle de İslamiyete olan ilgisiyle dikkati çeker. Anna Karenina' da Karadağ ve Sırbistan' a giden Rus gönüllüleri sadece "serseri güruhu" olarak nitelemekle kalmaz, Slav meselesinin belirli çıkarlar peşinde koşan bir grup tarafından yaratıldığını, Rus gazetelerinde çıkan yazıların da abartılı olduğunu söyler.

Dostoyevski, eserlerinde Türkler hakkında gerçek dışı ve abartılı birçok şey söylemesine rağmen, Türk edebiyatında her zaman dünyanın en önemli yazarlarından biri olarak görülmüştür. (3)

-Rus edebiyatında doğuyu ilk defa gerçekçi çizgilerle işleyen Puşkin, 1799' da Moskova' da doğmuş ve 29 Ocak 1837' de, henüz 38 yaşındayken bir düelloda hayatını kaybetmiştir.
Puşkin' in nesir olarak yazdığı ilk eser, 1827 yılında başladığı, "Büyük Petro' nun Arabı"dır. Puşkin' in bu eserinde kahramanı büyük dedesidir.Petro' nun Arabı olarak tanımladığı dede, Osmanlı' ya giden ilk Rus elçisi Tolstoy tarafından satın alınan ve Rusya' ya gönderilen siyahi bir çocuktur. Tolstoy ve Puşkin gibi iki dev yazarın büyük dedeleri de, yaşamlarının bir dönemlerinde karşılaşmıştır böylece... Dede Tolstoy' un , dede Puşkin' i köle olarak" satın aldığı" yer İstanbul' dur.
Puşkin' deki Türk etkisi, ya da daha genel bir tanımlamayla doğu etkisi, Puşkin' in şiir sanatına farklı bir duygusallık kazandırır. Şairin Türkiye' den Rusya' ya göçen Kalipso Polihroni adlı İstanbullu bir Rum kızından çok sayıda Türkçe şarkı ve şiir öğrendiği bilinmektedir. Şair, bu İstanbullu kıza aşıktır da aynı zamanda.
Puşkin' in, 1829 yılında çıkan Rus-Osmanlı savaşı nedeniyle cepheye gitmesine izin verilmiştir.  1839 yılında yayınlanan "Erzurum Yolculuğu" kitabı, şairin ilk yurt dışı gözlemlerini yansıtması açısından ayrı bir değere sahiptir. Erzurum Yolculuğu, şair Ataol Behramoğlu tarafından Türkçe' ye çevrilmiştir. (4)


-" Kalemle, kılıcın yaptıklarından daha fazlasını yapabilirsiniz" diyen Harriet Beecher Stowe,  kendi adını bile geçecek olan yazdığı  "Tom Amca' nın Kulübesi"romanıyla Amerika' daki kölelik uygulamasına duyulan öfkeyi anlatıyor, bu sistemin hem beyazlar hem de siyahlar üzerindeki yıkıcı etkilerinden bahsediyordu.
ABD Başkanı Abraham Lincoln, kendisiyle karşılaştığında ona "Demek bu büyük savaşı başlatan kitabı yazan küçük kadın sizsiniz" demişti. Dünya genelinde 3 milyondan fazla satan eseri, etkisini İngiltere' de bile hissettirmişti. Kölelikle ilgili eserleri Kuzey Amerika' da kölelik karşıtlarını harekete geçirmiş, köleliği savunan Güney eyaletlerindeyse tepkiyle karşılanmıştı. Nihayetinde Amerika' nın Kuzey ve Güney eyaletleri arasında yaşanan iç savaşın ardından kölelik kaldırıldı. Harriet Stowe, yazdığı bu eserle, Amerika' da köleliğin kaldırılmasında etkili bir rol  oynamakla kalmamış,dünya genelinde kölelik sisteminin gündeme gelmesini sağlamıştır. (5)

-Don Quijote adlı eseriyle ölümsüzlüğe kavuşan Cervantes, 1575' te, bir neferi olarak Levia adlı bir komutanın filosundaki dört gemiden biriyle ülkesine dönerken, Fransa karasuları içindeki "Üç Meryem" adı verilen bölgede, Deli Mehmet Reis adlı Türk korsanı tarafından esir alınan İspanyol denizcilerden biridir. Esirler arasında Cervantes' in kardeşi Rodrigo' da vardır.

İtalya' dan ayrılan Cervantes' in üzerinden, İspanya Kralı II. Felipe' ye yazılmış iki tavsiye mektubu çıkınca, bu durum Cervantes' in üst düzeyde, önemli bir insan olarak algılanmasına neden olur ve Türk korsanlar bu önemli adam için alacakları fidyeyi düşünürler. Cezayir' e getirilen Cervantes ve Rodrigo' yu kurtarmak için yoksul olan ailesi varını yoğunu, kızlarının çeyizini satarak topladıkları parayla ancak Rodrigo' yu kurtarabilirler.
Birkaç kez kaçmayı deneyen Cervantes, Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa tarafından 500 altın karşılığında satın alınır. Hasan Paşa kaçma girişimlerinde bulunan Cervantes' i cezalandırmaz. Bunun nedeni olarak Hasan Paşa' nın Cervantes' deki zekayı, farklılığı, yaratıcılığı anlamış olabilmesinden kaynaklandığı görüşünde olan yazarlar vardır. Cervantes' in esaretten nasıl kurtulduğuna dair ise kesin bilgiler yoktur. (6)


Kaynaklar: (1), (3), (4) Orhun Şemin-Perihan Yücel, İki Kıyı, Bir Deniz (Türk-Rus ortak tarihinden kesitler) Deniz Kültür Yayınları.


(2) Jean- Louis Besson, Keşifler ve İcatlar. TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları.


(5) Ali Çimen, Tarihi Değiştiren Kadınlar


(6) Sunay Akın, Geyikli Park. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.



7 Ocak 2014 Salı





DEĞİRMENCİ  VE  ADALET


Potsdam'da Sansosi Sarayı


"Adalet, bir gün herkese lazım olur." Genel geçer doğruluğu tartışmasız olan bu söz, güzel ülkemde son zamanlarda çok fazla duyulur oldu. Dünün öznel adalet anlayışına sahip olan kişileri bile, bugün herkesin, hepimizin ortak ürünü olan "hukukun" adaletine güvenmek ve o adaletin nesnelliğine sığınmak zorunda kaldılar. Çünkü, adaletin terazisi adildir ve hiç bir ayrım yapmadan, herkes için eşit tartar. Yani, adaletin karşısında herkes eşittir." Hiç bir güç,hiç bir iktidar, kral dahi olsa adaletten üstün değildir!" Bir değirmencinin  Alman Kralı II. Friedrich' e söylediği bu sözü okuduğumda, 18. yüzyılda totaliter bir rejimin kralına bu sözü söyleyen ve tarihe geçen değirmencinin cesaretine hayran kaldım; değirmenci adeta insanlığın sesini bu sözlerle kralın yüzüne haykırmıştı çünkü. Okuyacağınız hikaye, işte bu cesur değirmencinin hikayesidir.

Alman Kralı I. Friedrich, gelecekte yerine tahta geçecek oğlu ile bir türlü iyi geçinemez. Çünkü oğlu, soyluluğun gösterisi olan sporlarla ilgilenmez, askerlikten ve avdan hoşlanmaz. Üstüne üstlük oğlu, dönemin ünlü müzisyeni Bach' la yakın arkadaştır ve ondan flüt dersi almaktadır. Oğlunun davranışlarını içine sindiremeyen ve çileden çıkan I. Friedrich, bir gün kılıcını çekerek, öfkeyle oğlunun üstüne yürür!

1740 yılında babasının ölümü üzerine Alman tahtına oturan II. Friedrich' in ilk icraatlarından biri ülkede işkenceyi yasaklamak olur. Düşünce özgürlüğünün önemini dile getiren 28 yaşındaki kral, basın üzerindeki sansürü de kaldırır. Almanya'yı Almanya yapan "Büyük Friedrich" olarak tarihe geçecek olan Avrupa' nın bu en aydın kralı, hastalığa yol açtığına inanılan patatesi yemeyen halkının bu inancını kırarak, onlara patates yemeyi öğretmiştir. Bu nedenle, günümüzde de II. Friedrich' in mezarını ziyaret eden Almanlar, yanlarında getirdikleri patatesleri çiçek demeti yerine kralın mezarına bırakırlar.

Almanya' nın güçlendiğini duyan Osmanlı Padişahı III. Mustafa, krala bir mektup yazarak, başarısının nedeni olan müneccimleri ister. Alman Kralı II. Friedrich, yanıt olarak üç müneccimi olduğunu söyler ve onları şöyle sıralar: " Tarih ve tecrübelerden istifade etmek, askeri her zaman savaşa hazır bulundurmak üzere talim ettirmek ve muharebe için hazinede para bulundurmak."

II. Friedrich, henüz beş yıllık kralken, Berlin yakınlarındaki Potsdam' da bir yazlık saray yaptırmaya karar verir. Bu sarayın adı Almanca olmayıp, Fransızca "kaygısız" demek olan Sanssouci' dir. Çünkü, II. Friedrich Fransızca konuşup yazabilmektedir.

Büyük Friedrich, sarayın daha büyük olmasına engel olan değirmenin satın alınarak yıkılmasını emreder. Ancak, sahibinin değirmeni satmaya niyeti yoktur. Kral, adamlarıyla değerinin çok üstünde para vereceği haberini gönderse de, değirmenci teklifi reddeder. Bunun üzerine II. Friedrich, değirmencinin yüzüne kendisinin kral olduğunu, istese değirmeni para vermeden de elinden alabileceğini haykırır. Değirmenci, büyük bir soğukkanlılıkla bunu yapabileceğini söyledikten sonra insanlık tarihinin en unutulmaz yanıtlarından birini verir:
" Ama unutmayın ki, Berlin' de hakimler var."
"Hiçbir güç, hiçbir iktidar, kral dahi olsa adaletten üstün değildir! Bir değirmencinin Alman Kralı II. Friedrich' e söylediği bu söz, adaletin karşısında herkesin eşit olduğu gerçeğini taçlandırmış ve totaliter rejimlerin yıkılmaya başlayacağı dönemin habercisi olmuştur."

Hikayeyi okudunuz ve görsele baktığınızda saray ve değirmenin yan yana durduğunu görünce kralın gözlerinin içine bakarak söylediği sözle hem değirmenini yıkılmaktan kurtaran, hem de adaletin herkesin karşısında eşit olduğunu cesurca krala hatırlatan bu onurlu değirmenciye saygı duymamak mümkün mü? Adalet, bir kral ile bir değirmenciyi komşu yapmıştır. Tabii ki bu görüntüde," değirmencinin karşısında II. Friedrich gibi sanata ve özgürlüklere düşkün, kitap okuyan, aydın bir kral olmasının payı büyüktür. Diktatör kafalı bir koltuk sevdalısının değirmencinin sözü karşısında alacağı tavır bellidir: "Atın zindana!"


Eminim bu öyküden herkesin alacağı bir ders vardır. Mehmet Akif' in dediği gibi; "Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi? "


Kaynak: Öykü, Sunay Akın' ın "Geyikli Park" kitabından alınmıştır.
Görsel  Linkedin'den  alınmıştır. 


3 Ocak 2014 Cuma




SEVGİYİ  ÇAĞIRMAK


Mutlu olmak mı istiyorsunuz? O zaman sevgiyi çağırın evinize ve girmesi için evinizin kapılarını ardına kadar açık bırakın. Nasıl mı yapacaksınız bunu? İşte böyle:

" Kadının biri evden dışarıya çıktığında kapısının önünde oturan aksakallı 3 ihtiyar görür. İçinden "Bunlar kesin aç kalmışlardır, eve çağırıp yemek ikram edeyim," diye düşünür ve onları eve davet eder. Yaşlı adamlardan birisi "Kızım, teşekkür ederiz. Ancak biz üçümüz birlikte gelemeyiz. Benim adım sevgi, yanımdakilerin adı da zenginlik ve başarı. Siz evinize dönün ve ailenizle konuşarak kararlaştırın ve aramızdan birine karar verin." der.

Kadın eve dönerek ailesine durumu anlatır. Eşi, zenginliği davet edelim, der. Çocukları başarıyı isterler. Kadın ise sevgiyi çağıralım der. Aralarında kısa süre tartışırlar. Sonunda sevgiyi davet etmeye karar verirler. Kadın dışarı çıkar ve "Adı sevgi olan eve gelsin," der. Adam ayağa kalkar ve eve girerken diğerleri de arkasından gelir. Bunun nedenini sorunca şu cevabı alır;

"İçimizden sevgi hariç diğerlerini çağırsaydın tek bir kişi içeriye girecekti. Ama sen sevgiyi seçtiğin için diğer arkadaşlarımda benimle birlikte gelmek zorunda." Ve şöyle devam eder;

"Çünkü, sevginin olduğu yerde, huzur da olur, sağlık da olur, başarı ve mutluluk da olur. İşte mutluluğun sırrı da budur!.."

Sevgi, hoşgörüyü, affedebilmeyi de beraberinde getirir. Dünyada barışın sağlanması için, bu üç sihirli sözcüğe (sevgi, hoşgörü ve affetme ) ihtiyacımız var. Bu nedenle:
2014 yılı, evlerine sevgiyi çağırmasını bilen herkese sağlık, mutluluk, huzur ve başarı getirsin...



Not: Öykü, Hüseyin Şahin' in "Güncel Problemlere Psikolojik Analizler" kitabından alınmıştır.