27 Aralık 2012 Perşembe




NİCOS  KAZANCAKİS' İN  MEZAR  TAŞINDA YAZANLAR
Nicos Kazancakis(1883-1957), Zorba, Günaha Son Çağrı, Yeniden Çarmıha Gerilen İsa kitaplarının Yunanlı yazarı.İsa Peygamber ve Hristiyanlıkla ilgili yazdığı kitaplar nedeniyle kilise tarafından aforoz edildiği için mezarı, doğduğu yer olan Girit' teki Herakleion şehrinin eski surlarının dışında yer alır. Ölüsü bile dışlanır böylece.
Yazarla ilgili olarak ilgimi çeken; mezar taşında kendi seçtiği şu yazının yer almasıydı: " Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şeyden korkmuyorum. Özgürüm."
Yaşayan, varolan bir insan hiçbir şey istemeden, hiçbir şeyden korkmadan özgür olamaz mı?  Diğer bir deyişle, istekler, arzular, kaygılar, acılar varken insan özgür değil midir? Bütün bunların tutsağı mıdır? Hayat,  insan için bir mahkûmiyet midir?

Bu soruların cevabı, yaşanmışlıklara bağlı olarak değişse de ve öznel olsa da; ben,  düşüncenin, isteğin ve iradenin olmadığı yerde özgürlüğün olmayacağını; fakat özgürlüğün olmadığı yerde düşünce, istek ve iradenin söz konusu olabileceğini söyleyen John Locke ' e katılıyor, düşüncemin, isteğimin ve irademin gücüyle  özgürlüğümün  farkına varıyorum...



26 Aralık 2012 Çarşamba




 SANATÇILAR

Güzel sanatların herhangi bir dalında hayal gücünü kullanarak özgün bir eser ortaya koyan, yaratan kişidir sanatçı. Yarattığı eser, sanatçının kendine özgüdür ve tekrarı yoktur.
Sanatçı yeteneklidir, dahi olarak nitelendirilenler de vardır. Bu yönleriyle sıradan insanlardan ayrılırlar. Arthur Schopenhauer, insanlar ile yetenekli insanlar arasındaki farkı şöyle ifade eder: "Yetenek başkalarının ulaşamadığı hedefi vuran nişancı gibidir;  dahi ise başkalarının göremediği bir hedefi vuran bir nişancı."
Bizim ulaşamadığımız ya da göremediğimiz hedefleri vurdukları için sanatçılara hayranlık duyar, sever, birazda  kıskanırız. Bizden farklı olduklarını görür, hissederiz ama yine de onlardan bize örnek olmalarını, toplum kurallarına uymalarını bekleriz.    Oysa onlar, ilginçtirler ve  özgür ortamlarda yaratıcılıklarını hayata geçirebilirler. 
Ahmet Altan"Kristal Denizaltı"kitabında sanatçıların ilginç ve çok bilinmeyen yönlerini şöyle yazar: "Mozart' ın hayatını anlatan Amadeus piyesinde Mozart cırtlak sesiyle sarayın içinde kızları kovalarken kralla karşılaşır, üstünü başını biraz düzelttikten sonra şöyle der kendisine şaşkınlıkla bakan krala: 'Ben bayağı biriyim ama yazdıklarım öyle değildir.'
Wagner' in hayatını anlatan bir belgeselde, müzik anlayışını temellerinden sarsan bu tuhaf dahinin karısı Cosima' yla ilişkileri için sunucunun söylediği sözü unutmak pek kolay değildir: 'Wagner' le Cosima çok iyi anlaşıyorlardı, Cosima, Wagner' i seviyordu, Wagner de Wagner' i seviyordu.' 
En saygıdeğer olanlardan biri Victor Hugo' dur; onun da, özellikle yazarken azgınlaşan cinsel iştahını bastırabilmek için karısı, metresi, hizmetçisiyle art arda seviştiği söylenir; en saygıdeğerlerinin hayatı bile sizin kalıplarınıza uymaz. 
Ama birkaç defa adam vuran Villon' u katil diye, Genet' yi hırsız diye, Defoe' yi sahtekar diye,Dostoyevski' yi kumarbaz diye, Balzac' ı dolandırıcı diye, Pound' u hain diye, Baudelaire' i kokainman diye, Poe' yu alkolik diye, Marlow' u jurnalci diye, Ehrenburg' u casus diye, Michelangelo' yu bencil diye, Hamsun' u faşist diye, Henry Miller' i karısını sattı diye sanat dünyasında dışlayıp onları tarihin paryaları diye lanetlemeye kalkışırsanız, onların değil sizin hayatınız eksilir.
Onların kişilikleri saygıdeğer değildir belki, ama insanlık onların eserleri sayesinde saygıdeğer olmuştur."
Sanatçılar, bizlerden biri ama bizim gibi değiller... Zaten bu yüzden sevmiyor muyuz onları?


23 Aralık 2012 Pazar





FETİH  1453 (KERKAPORTA  KAPISI)

Başlığa bakıp İstanbul' un fethini anlatan filmi yazacağım anlaşılmasın. Filmi izlemedim. Ben, çağ kapatıp çağ açan Fatih Sultan Mehmet' in ve fethin yabancı gözüyle nasıl görüldüğüne dikkat çekmek istiyorum sadece.

Stefan Zweig' in "İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar"kitabında yazdığı On İki Tarihsel Minyatür arasında Fatih Sultan Mehmet' e yer vermesini ve İstanbul' un fethinin küçük bir kapı sayesinde nasıl gerçekleştiğini anlatmasını yazacağım.
Kitapta, 21 yaşındaki Manisa Sancak Beyi Mehmet' in zeki olduğu kadar hırslı, hırçın, şöhret düşkünü olduğu belirtildikten sonra,  tahta çıkan şehzadenin Bizans' ı dehşete düşürdüğünü yazıyor. Çünkü Bizanslılar, yüzlerce casusu aracılığı ile bilmektedirler ki utku ihtirasıyla yanıp tutuşan bu genç adam, dünyanın bir zaman ki başkenti İstanbul' u ele geçirmek için ant içmiştir. Yeni padişahın askeri ve politik konulardaki engin bir bilgi birikimi ve yeteneği olduğunu Bizanslılar çok iyi bilseler de Mehmet' in hem dindar, hem de acımasız, hırslı ve gaddar, yaman bir asker ve başarılı bir diplomat olduğunda hemfikirdirler.

Bizans İmparatoru Konstantin, tehlikeyi gördüğünde İtalya' ya, Papa' ya, Venedik' e, Cenova' ya peş peşe elçiler göndererek asker ve donanma istiyor. Fakat Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesi arasında var olan derin inanç ayrılığı, Roma ve Venedik' in duraksamasına neden oluyor.

Kuşatma başladığında dev toplar Bizans surlarını dövüyor, bir taraftan da donanma karadan yürütülüyor. İmparator' un kendisi surlara gelerek, halkına moral veriyor. Kitapta "İşte tam bu sırada, insanlık tarihinde zaman zaman karşılaşılan gizemli anlardan birine, çok acıklı bir olaya tanık oluyor ve bu olay, Bizans' ın yazgısını kesin olarak belirliyor.

Hiç akla gelmeyen, çok tuhaf bir şey olmuştur. Dış surlarda açılan ve asıl saldırı yerinin hemen yanında bulunan bir gedikten, içeriye birkaç Türk askeri sokuluyor. Bunlar iç surlardan içeriye girmeyi göze alamıyorlar. Fakat iki sur arasında şaşkın şaşkın dolaşarak çevreyi seyrederlerken, Kerkaporta denilen küçük bir kapının, anlaşılmaz bir tedbirsizlik yüzünden açık kalmış olduğunu görüyorlar. Aslında bu, büyük kapıların henüz açılmadığı saatlerde ve barışta yayalara ayrılmış bir sürü küçük kapıdan biridir. Askeri bakımdan hiçbir önemi bulunmadığı için de, varlığı son gecenin büyük telaşı içinde unutulmuş olmalıydı"diye yazıyor. Sonrası malum; yeniçeriler içeriye giriyorlar ve halk "kent ele geçirildi" feryadı ile bütün direncini kaybediyor. İmparator Konstantin çatışmada ölüyor. Ancak ertesi gün, ceset yığınları arasında, altın kartallarla işlenmiş bir çift erguvan renkli ayakkabının fark edilmesiyle, son Doğu Roma İmparatoru' nun öldüğü anlaşılıyor. 

Stefan Zweig,"işte bir toz zerreciği kadar küçücük bir rastlantı, herkesin unuttuğu kapı Kerkaporta, dünya tarihinin akışını kesin bir biçimde değiştirmiştir" diye yazıyor.

Tarihe bakmak; hangi tarafta ve nerede bulunduğunuzla ilgili olarak değişebiliyor: Bizim için, zor kuşatma ve askeri dehanın sonucu fethedilen İstanbul, bir başkası için açık unutulan küçük bir kapı nedeniyle kaybedilmiş oluyor.


20 Aralık 2012 Perşembe




KİTAPLAR  YAKILIYOR
Buyurunca Hitler Hazretleri
Zararlı fikirlerle dolu kitapların yakılmasını
Halkın önünde, alanlarda,
Öküzler odun yığınlarına araba araba kitap taşıdı.
Gözden düşmüş şairlerden biri,
Hem de en iyilerinden biri,
Şöyle bir göz gezdirdi yakılacak listesine,
Gitti aklı başından:
Unutulmuştu kendi adı.
Hemen seğirtti çalışma odasına,
Sanki öfkesinden kanatlanmıştı.
O saat bir mektup karaladı zorbalara:
'Benimkileri de yakın!', Benimkileri de!
Yapamazsınız bana bu kötülüğü,
Kenarda bırakamazsınız beni!
Ben de hep gerçeği söylemedim mi kitaplarımda?
Neden davranırsınız bana yalancıymışım gibi?
Yakın benimkileride!
Bertolt Brecht
Alman şair Heinrich Heine "Kitapların yakıldığı bir yerde, sonunda insanlar da yakılır."demiş, bu sözden yaklaşık yetmiş yıl sonra Naziler, 10 Mayıs 1933' te Berlin Humboldt Üniversitesinin önündeki meydanda yirmibin "şüpheli"kitabı yakmıştır.Bu olayı yetmişbin kişi izlemiş ve radyodan naklen yayınlanmıştır.(Newsweek 15 Mart 2009)

Kitap yakma olayından sonra da Naziler Yahudileri fırınlarda yakmışlardır.Kitap yakanlar, insanları da yakmışlardır gerçekten.



16 Aralık 2012 Pazar




21 ARALIK: KIYAMET  KOPACAK MI?


Maya takviminin yorumlanışına göre evet. Kimdir Mayalar ve 21 Aralık 2012' de dünyanın sonunun geleceğini nasıl bilebilirler?
Meksika ve Orta Amerika' daki yağmur ormanlarında(yaklaşık M.Ö 600-M.S 900)yıllarında yaşamış, büyük şehirler kurarak Astronomi ve Matematik alanında çok gelişmiş bir uygarlıktır.Binlerce yıldır gizemi çözülemeyen Maya Uygarlığı, esrarını korumaya devam ediyor. Bilinmeyenden korkan insanoğlu, Mayaların  sırrına eremediğinden geliştirmiş oldukları takvime de  çeşitli   anlamlar yüklüyor doğal olarak.
 Bilinmeyenden korkmayan, bilmek ve anlamak için sorgulamayı, olgulara inanmayı tercih eden biri olarak, kehanetlere değil, bilime inanırım. Bu nedenle 21 Aralık bana kuzey yarımkürede yaşanacak olan en uzun geceyi hatırlatıyor: Dünya ekseni ile yörünge düzlemi arasındaki 66 derece 33 dakikalık açı nedeniyle yıl içinde gece ve gündüz uzunlukları sürekli değişir. 21 Aralık, kuzey yarımküre için kış dönümüdür ve  geceler kısalmaya, gündüzler uzamaya başlar. Bu tarihte en kısa gün ve en uzun gece yaşanır.Güney yarımkürede ise tam tersi.
Gelelim kıyamet kehanetine. Hatırlarsınız,2000 yılına girilmeden önce de 31 Aralık' ı 1 Ocak' a bağlayan gece bilgisayar sistemlerinin çökeceği, hayatın duracağı söylentisi yayılmıştı. Ne oldu? Hiçbir şey, hayat kaldığı yerden devam etti.
Bilim ve teknoloji bu kadar ilerlemişken, Ay' a, bazı gezegenlere gidiş-geliş rutinleşmişken, gelişmiş teleskoplar dünyaya çarpması beklenen bir kuyruklu yıldız veya göktaşının gözükmediğini saptarken bu korku niye?
Sözlükte kıyamet günü, Dünyanın yok olacağı, ölülerin dirilip, ayağa kalkacağı zaman olarak tanımlanıyor. Diğer bir deyişle, uyanışın gerçekleşeceği zaman; radikal bir değişim, dönüşüm zamanı.
21 Aralık 2012 tarihinin dünya için bir değişim, dönüşüm günü olması, uyanışı simgelemesi, dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını hoyratça kullanan ülkelerin akıllarını başlarına toplaması için bir işaret olarak görüyor, en uzun geceyi karşılamaya hazırlanıyorum.

12 Aralık 2012 Çarşamba



BİR  TÜKETİM  MASALI

Bir varmış, bir yokmuş, çook eski zamanlarda Kaf Dağı' nın ardındaki bir ülkede güzel mi güzel meyveler, sebzeler yetiştirilir, büyük ve küçük baş hayvanlar beslenirmiş. Zamanı geldiğinde meyve ve sebzelerden reçel, pekmez, konserve, turşu v.s. yapılır, fazlası da pazarda satılırmış. Hayvanların eti ve yünü de değerlendirilir, yünlerinden kaliteli kumaşlar dokunurmuş el tezgahlarında. Tüketicilerde bu malları satın alırlarmış; böylece o ülkenin insanlarının paraları kendi ülkelerinde kalırmış. Yani halk yerli malı kullanırmış.

Yerli malı kullanımını teşvik etmek için; ilkokullarda Yerli Malı Haftası kutlanırmış, henüz çocukken tüketim kültürü edinsinler, tutumlu olmayı öğrensinler, har vurup harman savurmasınlar diye. Aşırı harcamalardan sakınsınlar, idareli davransınlar diye de zamane gençlerinin klişe dedikleri Atasözleriyle desteklerlermiş söylediklerini:" Ak akçe kara gün içindir. Sakla samanı gelir zamanı. Damlaya damlaya göl olur. Ayağını yorganına göre uzat."gibi. Sonraları bu haftayı kutlamak unutulmuş ya da unutturulmuş.

Gel zaman git zaman, bu ülkenin çiftçileri keyiflerinden! ekip biçmeyi azaltmışlar, hayvan beslemez olmuşlar.Dolayısıyla yerli malların fiyatları artmış. Kolayı var demişler ve kalitesiz, ucuz ithal malları pazara sürmüşler. Kalitenin bir önemi yokmuş, mallar ucuz ya kapanın elinde kalıyormuş. Mallar çoğalmış çoğalmasına ama o ülkenin insanlarının alım gücü düşmüş, nakit sıkıntısı baş göstermiş. Onun da kolayını bulmuşlar; ödeme gücü olsun olmasın her başvuranın eline bir kredi kartı tutuşturmuşlar. Al bu karttan kredi kullan diye. Halk da kartla yapılacak alışverişi bedava sanıp kendisine ait olmayan parayı harcamaya başlamış. Alışverişte nakit ödenmiyor ya, bir tüketim çılgınlığı başlamış ki sormayın...Derken, kartların limitleri dolmuş. Dolmuş ama kart sahiplerinin ödeyecek gücü yokmuş, ayakları yorganın dışından gözüküyormuş. Sonra ne mi olmuş? Evlere icralar gelmiş, aileler dağılmış, işyeri sahipleri iflas etmişler hatta yaşamına son verenler bile olmuş.

Baştakiler düşünmüşler, taşınmışlar günü nasıl kurtarabiliriz diye ancak tüketim çılgınlığını durduracak kalıcı önlemler almayı başaramamışlar, borç batağı daha da büyümüş. Ancak,  Kaf Dağı' nın ardındaki ülkenin insanları "buna da şükür, nefes alıyoruz ya" diyerek mutlu, mesut bir şekilde yaşamaya devam etmişler. 
  

Not: Masalda anlatılan ülkenin, bizim ülkemizle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Benzerlikler varsa eğer, tamamen tesadüfidir.




11 Aralık 2012 Salı




FREUD' UN  ÖLÜMÜ  VE  YAŞAMA  HAKKI
 
   
Doğa filozoflarından itibaren insanoğlu, hayatın anlamı var mı, varsa nedir sorularına cevap aramış durmuş, bulamamış olacak ki aramaya devam ediyor.
Hayatın anlamı olsun ya da olmasın, doğan her canlı yaşar ve ölür. İnsanın  diğer canlılardan farkı; öleceğini bilmesindedir. Arthur Schopenhauer " Aldığımız her nefes bizi sürekli etkisi altında olduğumuz ölüme doğru çeker.....Nihai olarak zafer ölümün olacaktır, çünkü doğumla birlikte ölüm zaten bizim kaderimiz olmuştur ve avını yutmadan önce onunla yalnızca kısa bir süre için oynar. Bununla birlikte, hayatımıza olabildiğince uzun bir süre için büyük bir ilgi  ve özenle devam ederiz, tıpkı sonunda patlayacağından emin olsak da , olabildiğince uzun ve büyük bir sabun köpüğü üflememiz gibi."diyerek insanın hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığına dikkat çeker.

Yeryüzündeki bütün dinler yaşama hakkının kutsallığını kabul eder ve canlı varlıkların bulundukları çevrenin her türlü zorluğu karşısında yaşayabilmek için verdikleri yaşama çabasına saygı gösterirler.Ayrıca ölüm cezası hariç, yaşama hakkı yasalarla da korunur.

Gün gelir, insan, çektiği acılara dayanamadığında, yaşama çabasından vazgeçmek ister. Çünkü çektiği acı, hayata  devam etmesini anlamsız kılar, o ana kadar anlamlı olan her şey anlamını yitirir. Çünkü acıya odaklıdır ve ondan kurtulmak ister. Bu istek, çok sevdiğiniz birinin isteğiyse ve  kendi iradesiyle yaşama hakkından vazgeçme isteğiyse ne yaparsınız?Acısına son vermesine yardımcı  olur musunuz? Yoksa, acı çekmesini  izler misiniz? Cevap vermek çok zor değil mi?

Sigmund Freud' un doktoru Max Schur, yazdığı Freud, Yaşamak ve Ölmek kitabında; sigaranın neden olduğu üst çene ve damak kanserinin Freud' un hayatını yavaş yavaş nasıl yiyip bitirdiğini anlatır.Doktor Schur, Freud' a zamanı geldiğinde ölmesine yardım edeceğine söz verir. Ve Freud, ona acısının büyük olduğunu, devam etmesinin bir anlamı olmayacağını söylediğinde, Dr. Schur ölümcül dozda morfin enjekte ederek Freud' un acısına son verir.

Psikoanalitik Kuram' ın kurucusu, Avusturya' lı nörolog Sigmund Freud, 83 yaşında kendi iradesiyle, başka bir doktorun yardımıyla yaşama hakkından vazgeçmeyi seçmiştir.(23 Eylül 1939)

"Ölüm bazen bir ceza, bazen bir armağan, çoğu zaman da bir lütuftur."der Seneca.
Yani, ölümün kabulü, onu nasıl anlamlandırdığımıza bağlı olarak kolay ya da zor olur.


5 Aralık 2012 Çarşamba



MUHTEŞEM  SÜLEYMAN
Tarihi olayları, bugünkü konjonktüre göre değil, olayların geçtiği zaman ve yerdeki koşullara bakarak değerlendirebiliriz ancak.
Tarih kitapları incelendiğinde; genelde savaşlar ve bu savaşların sonucu imzalanan antlaşmalardan oluştuğu görülür. Tarihe bakarken, tarihi kayıt altına alanların subjektifliğini de (görüş ve duygularını) göz ardı edemeyiz. Oscar Wilde' nin deyişiyle: "Tarih kitabı adı altında, çocuklarımıza dünyanın cinayet takvimini öğretiyoruz." Tabii ki bu tartışılabilir, ama doğruluk payı yok mu? 
Tarihe yön veren şahsiyetlerle ilgili çok hassas davranmak normal olsa da, onların da bizim gibi birer insan olduğunu, kuvvet ve zaaflarının olabileceğini düşünmek istemiyor, unutuyoruz çoğu zaman. 
Batıda Muhteşem Süleyman, doğuda ise adaletli yönetimine atfen Kanuni Sultan Süleyman olarak tanınan I. Süleyman, 1520-1566 yılları arasında hüküm sürmüştür. Padişahlık yaptığı 16. yüzyılın muhteşem olup olmadığını tarihçilere bırakarak, Kanuni'nin imparatorluğu muhteşem yöneterek, Dünya'nın en kudretli devleti haline getirdiğini söyleyebiliriz. Tabii ki onun da bir insan olduğunu unutmadan.
Tarihi şahsiyetlerin yaşamları her zaman ilgi çektiğinden, haklarında romanlar yazılır, senaryolar üretilir. Bu romanlar ve senaryolar tarihi olaylara sadık kalınarak kurgulanırlar. Gerisi, yazarın veya senaristin hayal gücüne kalmıştır. Hayal gücü nasıl eleştirilebilir ki? Aslında tarihi şahsiyetleri okurlara, izleyicilere tanıttıkları ve sevdirdikleri için, onları desteklemek gerekir.
"Geçmişi öğrenen, geleceği belirler." der Konfüçyüs. Eğer, geleceği belirlemek istiyorsak; çocuklara, gençlere  tarihimizi öğretmenin yanı sıra tarihi olaylara at gözlüğü ile bakmamak gerektiğini de anlatmalı, eleştirel bakış açısı sunmalıyız.