31 Temmuz 2021 Cumartesi

 


İNSANSIZ DOĞA MI?



Güzel ülkemin ormanları cayır cayır yanarken içimizi de yakıyor, kavuruyor. Yangın söndürülse bile, içimizdeki yangın süreceğe benziyor. Yanan, yok olan ağaçların yerine yenileri dikilse bile o ağaçların büyümesi, ormana dönüşmesi on yıllar alır. Ağaç bu; ot ya da çalı değil ki hemen büyüsün de kuşlara, börtü böceğe, bilumum canlıya hayat vermeye başlasın.

Hal böyleyken, sosyal medyada gördüğüm kadarıyla; "insanlar olmasa doğa nefes alır, insanlar olmasa doğa rahat eder, doğa insansız yaşar ama insan doğasız yaşayamaz" gibi paylaşımlar yapılmakta. Elbette bu paylaşımlarda doğruluk payı var; insan kadar doğaya zarar veren başka hiçbir canlı türü yok. Ama insanlar olmasa demek pek doğru değil, bana göre. Ne yani tüm insanlar ölsün mü, insan nesli yeryüzünden silinsin mi? İnsanlar da doğanın bir parçası değil midir? Üstelik düşünebilen ve aklı olan birer canlı. Öyleyse insanların yok olmasını istemek yerine, onları doğayla haşır neşir yapmak, eğitmek ve doğanın kıymetini bıkıp usanmadan anlatmak gerekmez mi? Bu da uzun bir zaman, yoğun bir emek ve de sabır gerektirir. Doğayı korumak istiyorsak bu emeği verip sabrı göstermeliyiz.

İnsanlar olmasa, belki doğa rahat bir nefes alırdı ama o zamanda  üzerinde yaşadığımız toprak parçasının adı "dünya" değil, "yerküre" olurdu. Aralarında fark var. Gezegenimizi dünya yapan insanlardır çünkü. Bunun için inançları bir olan ülke veya insanlar topluluğundan bahsederken "Batı Dünyası, Doğu Dünyası" deriz. Öyleyse doğayı, insanların kötülüklerinden korumak için ne yapmalıyız? Gezegenimizi değiştiremeyeceğimize göre, insanı, insanları değiştirmeliyiz. Peki ama nasıl? İşe, doğayı sevmekle başlayabiliriz çünkü doğayı, ormanları bekçi değil sevgi korur (hemen her ormanın girişinde gördüğümüz tabelada böyle yazar, ki doğrudur). İçgüdüsel olarak insan sevdiği şeylere zarar vermek istemez, kendi canının yanacağını bilir çünkü. Sevgi, çoğu zaman içten gelse de, içinden gelmeyenlere de sevgiyi öğretmek gerekir. Çünkü sevgi, dış dünyayla ilgili olarak öğrenilebilir bir duygudur. Vatan sevgisi, çiçek sevgisi, hayvan sevgisi, doğa sevgisi, evlat sevgisi hep sonradan öğrenilir ve geliştirilir. Kısacası sevgi verirsen(gösterirsen) sevgi alırsın.

Ardından eğitim gelir, ki teorik olarak değil, pratikte uygulamalı eğitimden söz ediyorum. 70'li yıllarda şehirde yaşadığı için doğayla bütünleşememiş  ilkokul öğrencileri zaman zaman yakın köylere pikniğe götürülürdü. İlkokul bünyesinde seçilen veya gönüllü öğrencilerden küçük izci grupları (yavrukurt) oluşturulurdu. Ve bu gruplar deneyimli öğretmenler tarafından eğitilirdi. Eğitim sürecinde, izcilik kurallarını, doğayı sevmeyi ve doğaya saygılı olmayı öğrenen bu öğrenciler de doğayı, kendi evleri gibi korumayı öğrenmiş olurlardı. Biliyorum. Çünkü ilkokulda ben de yavrukurttum. :) 

Sonrasında, iyi ve güzel olan şeylerin bir sonu olduğu gibi, saçma-sapan nedenlerle izciliğin ilkokullardan kaldırıldığını öğrendim. Tıpkı o yıllarda kutlanan ve "milli bilinç" oluşturulmasına katkı sağlayan "Yerli Malı Haftası"nın kutlanmasının kaldırılması gibi. :( 

Eğitim demişken Çinli bilge Konfüçyüs'ün günümüzden 2500 yıl önce söylediği şu sözünü yazmadan geçemeyeceğim.

"Doğa eğitimin önüne geçerse, bir dağ adamı yetiştirmiş olursunuz. Eğer eğitim doğanın önüne geçerse, katip yetiştirmiş olursunuz. Doğa ve eğitim doğru oranla harmanlanabilirse ancak o zaman üstün özellikleri olan insanlar yetiştirebilirsiniz."

Doğa ve eğitim harmanlamasını doğru ve dengeli yapmayı başarabilirsek, bu "eğitimli insanlar başkalarında iyi olanı beslerler, kötü olanı değil. Küçük insanlar ise tersini yaparlar" diye de ekleyen Konfüçyüs'ün üstün özelliklere sahip insanları doğaya daha az zarar verirler. 

Sözün özü; doğayı korumak adına, insanların yok olmasını istemek gerçekçi olmadığı gibi, işin kolayına da kaçmaktır. Doğaya zarar verenleri cezalandırmak ise önleyici bir etki yapmayacaktır. Zarar verenler, cezalarını çeker ya da öderler ama dışarı çıkınca zarar vermeye devam ederler. Tekrar ediyorum; doğayı korumak için sevmek ilk şartsa ikincisi eğitimdir. Bunun en güzel örneğini Avrupa'daki ormanlarda görebilirsiniz...

Atatürk'ün dediği gibi, unutulmamalıdır ki, "Ormansız yurt, vatan değildir." VATANIMIZA SAHİP ÇIKALIM...



Görseller sozcu.com.tr'den alınmıştır.


30 Temmuz 2021 Cuma

 


BOLU'NUN PAMUKKALESİ; AKKAYALAR TRAVERTENLERİ



Bolu'nun Pamukkalesi olarak ünlenmiş, Mudurnu'ya bağlı Çepni Köyü yakınlarında bulunan Akkayalar travertenleri doğal güzelliğiyle büyülüyor. Doğal yapısını korumuş olan bu travertenler, suda bulunan kalsiyum mineralinin katılaşması(çökmesi) ve güneş gördüğü zaman da beyazlaşması sonucunda oluşmuş. Oluşumun alt taraflarında irili ufaklı mağaralar bulunmaktadır. Ayrıca şifalı olarak bilinen ve içilen suyunun yanında, çeşitli deri hastalıklarına iyi geldiği söylenen, suyunun içindeki  kalsiyum değeri çok yüksek olan büyükçe bir yüzme havuzu da mevcuttur. Havuzda yüzerken, dört bir yanı yemyeşil ormanlarla çevrili manzarayı izlemek ise hem büyük bir keyif hem de ayrıcalıktır.
















Fotoğrafların tümü tarafımdan çekilmiştir. İzinsiz kullanılamaz.



 


UYGARLIKLARIN BATIŞI



Amin Maalouf'un "Ölümcül Kimlikler" ve "Çivisi Çıkmış Dünya" adlı deneme kitaplarının ardından yayımlanan "Uygarlıkların Batışı" adlı üçüncü denemesi, dünyamızdaki mevcut durumun devam etmesi halinde, insanlığı ne tür bir geleceğin beklediği konusunda bizleri adeta uyarmaktadır. Bu deneme kitabını kitapsever dostlarıma ve deneme okumayı sevenlere mutlak surette tavsiye ederim.

Yazar, "Uygarlıkların Batışı" kitabını, yetmiş yaşının verdiği bir karamsarlıkla yazsa da, dile getirdiklerinde haksız değil ve çok doğru tespitlerde bulunmuş. Diyebilirim ki, 198 sayfalık kitapla müthiş bir yakın tarih okuması yaptım. Sanki Maalouf, kitabında kendi yaşamıyla ilgili bir özeleştiri de yapmış gibi. Bu kanıya varma nedenim; yazarın çocukluk, gençlik yıllarıyla birlikte Lübnan'dan ayrılışı ve Fransa'ya gidişiyle ilgili olarak yaptığı yer yer otobiyografik anlatılarla düşüncelerini ya da değişen düşüncelerini samimi bir şekilde aktarmış olmasındandır.

Kısacası, Amin Maalouf yakın tarihe ilişkin ama günümüzü de etkileyen tarihi olayları; Mısır-İsrail arasında gerçekleşen 6 Gün Savaşını, İngiltere'de Demir Leydi'nin iktidara gelişini, İran İslam Devrimi'ni ve Afganistan'ın işgalini neden ve sonuçlarıyla birlikte gayet akıcı ve kolay anlaşılır bir dille kaleme almış. Yakın tarihi az çok hatırlamam nedeniyle, kitapta benim en çok ilgimi çeken iki konu oldu: 1978-79 yıllarında tüm dünyada yaşanan petrol krizine ilişkin yazdıkları ve "Domino Teorisi" ile bu teorinin sonuçları...

İlk kez yazarın "Doğu'dan Uzakta" kitabını okurken dikkatimi çeken bir kavram vardı. Çok beğendiğim ve de ara sıra kullandığım bu kavram "zamanın ruhu" idi.  Zamanın ruhu söylemini bu kitabında da kullanmış yazar. Bu ruhu, tüm insanlığın ister istemez ya da farkında olmadan yaşadığını ve biz ölümlüleri etkilediğini göz önünde bulundurarak kitaptan yapacağım alıntıyla "zamanın ruhu" kavramının ne olduğunu ve insanları nasıl etkilediğini aktarmak istiyorum:

"Alman felsefesinin Zeitgeist adıyla biçimlendirdiği "zamanın ruhu" kavramı, göründüğü kadar sanal değildir; hatta tarihin yürüyüşünü anlamak açısından temel öneme sahiptir. Aynı çağda yaşayanların hepsi birbirlerini çeşitli şekillerde ve genellikle farkına varmadan etkiler. İnsanlar birbirinden kopya çeker, birbirine öykünür, hatta birbirini maymun gibi taklit eder; revaçta olan tavırlara, bazen muhalif gibi durulsa da, uyum sağlanır. Ve bu durum her alanda -resim, edebiyat, felsefe, siyaset, tıp, moda, dış görünüm veya saç modeli- geçerlidir.

"Söz konusu "ruh"un hangi yollarla yayıldığını ve kendini kabul ettirdiğini saptamak güçtür, ancak her çağda kusursuz bir etkinlikle iş başında olduğu da yadsınamaz. İçinde bulunduğumuz bu kitlesel ve anlık iletişim çağında, etkiler geçmişe göre çok daha hızlı yayılıyor." (s:106)




17 Temmuz 2021 Cumartesi

 


İTİRAZIM VAR!



Müslüm Gürses'in aynı adlı şarkısı değil itiraz ettiğim. :) Elbette, bu zalim kadere, bu sonsuz kedere, feleğin cilvesine, hayatın sillesine, dertlerin cümlesine itirazım var (şarkının sözlerinden birkaçı). Kimin yok ki? :)

Benim itirazım; Ahmet Ümit'in son kitabı "Kayıp Tanrılar Ülkesi" nde, hikayelerini anlattığı aile ve Almanya'da yaşayan Türk göçmenler için sıkça kullandığı "Türkiyeli" kavramına. Yazacaklarımın yanlış anlaşılmaması ve politik bir tartışmaya meydan vermemek için bazı açıklamalar yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Ne yazık ki bunu yapma ihtiyacı duymam bile çok üzücü. Doğrusu, yazıp yazmama konusunda  çok düşündüm ama sonuçta bu romanı okudum ve romanla ilgili düşüncemi yazmakta bir beis görmüyorum.

Çok kültürlü bir coğrafyada doğup büyüdüğüm için, kültürlerarası geçişten etkilenmiş ve de farklı kültürlere saygı gösterilmesi gerektiğini öğrenmiş biri olarak yaşamımda farklı kültürler için söylem ve eylemlerim hep tutarlı olmuştur. Yakın çevrem ve beni tanıyanlar iyi bilirler; insanları etnik köken, dini inanç, siyasi görüş farklılıklarıyla değil, iyi ve ahlaklı  bir insan mı sorusuna alacağım yanıtla değerlendiririm. Bunda sorun yok. Ancak "özeleştiri" yapmanın mutlak bir gereklilik olduğuna inanmam ve kendimde bunu en acımasız şekilde uygulamam nedeniyle, iyi ve ahlaklı diye adlandırdığım kişi ya da kişileri, sevdiğim ve iyi bir okuru olduğum yazarları, sanatçıları da eleştirmekten kaçınmam. Bu bağlamda şu kişi, bu kişi fark etmez, öyle kimseye bir hayranlığım ve gözü kapalı bir bağlılığım yoktur. Hiç olmadı da.

Kitaplarını beğeniyle okuduğum Ahmet Ümit'in okuyamadığım tek kitabı "Bab-ı Esrar" olmuştu. Bu roman Mevlana ile Tebrizli Şems'i ve aralarındaki muhabbeti anlatıyordu. Romanın ilk yüz sayfasını okumuş ve kitabı yarım bırakmıştım. Bırakma nedenim ise ilginçtir. Romanın yayımlanmasından sonra, yazarın bu romanla ilgili olarak bir gazeteye verdiği röportajı okumuştum. Okurlardan gelen tepkiye göre, kitabın okunmasının ve anlaşılmasının zor olduğunu söyleyen gazeteciye, Ahmet Ümit mealen  şöyle demişti: " Ben bu kitabı yazarken çok araştırdım, çok emek verdim ve yazarken çok zorlandım. Okurlar da bir zahmet okurken zorlansınlar." Bunu okur okumaz, bu ne kibir diye düşünmüş ve yazarın iyi bir okuru olarak  kitabını yarıda bırakarak tepkimi ortaya koymuştum. Okuru velinimeti olarak görmeyen yazarın egosunu bir anlamda protesto etmiştim. :)

Her neyse, konuyu toparlamam gerekirse, Kayıp Tanrılar Ülkesi romanıyla ilgili yazılan yazıları ve yine yazarın kitabıyla ilgili yaptığı röportajları okudum. Ancak gördüm ki, romanda benim takıldığım "Türkiyeli" kavramına benden başka takılan olmamış. Hiçbir gazeteci "Türkiyeli" kavramını neden ve niçin kullandığını sormamış yazara. Sanki "Türkiyeli" kavramı, bir benim dikkatimi çekmiş ya da bunu bir ben fark etmişim gibi kendimi kötü hissettim. Kötü hissetmemin nedeni, demek ki sorun bende diye düşünmemden kaynaklandı. Başka okurların ilgisini bile çekmeyen bir sözcük, seni niye rahatsız ediyor ki? Tek akıllı sen misin, filolog musun da taktın kafaya diye kızdım kendime. :(

Filolog değilim ama iyi bir okur ve araştırmacıyım. Dolayısıyla, tarih konusunda uzman olan Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın 29 Mart 2015'de bir gazeteye verdiği röportajdan alıntıladığım "Türkiyeli kavramına itiraz" başlıklı haberdeki Türkiyeli  kavramı açıklamasına aynen katılıyorum. İşte İlber Ortaylı'nın röportajından yaptığım alıntı:

"Türkiyeli gibi bir kavram kurnazlık. Sovyetler Birliği'nde bir zorunluluk, bir sopa olduğu halde hiç kimse de "Ben Sovyetim" demedi. Gerçekçi değil Türkiyeli lafı. Bir de Türkiye'nin azınlık gruplarında ikilik vardır. Kimliğini açıkça söylersin, ben buyum dersin. Söyleyebilse söyleyecek."

Bir başka röportajda ise İlber Ortaylı, "Türkiyeli" kavramını, millet tanımını yaparak kendine özgü lisanıyla şöyle açıklamış; " 50 kere söyledim odun kafalılara, kendine has dili olanlara millet denir. Sonu; lı, li ile bitenler belirsizdir. Amerikalı, Kanadalı, Perulu, Pakistanlı, Avustralyalı, Arjantinli, Şilili, Yeni Zelandalı, İsviçreli diyebilirsiniz. Çünkü bunların kendilerine has dilleri yoktur. Alman'a Almanyalı, Fransız'a Fransalı, İtalyan'a İtalyalı, İngiliz'e İngiltereli, Rus'a Rusyalı, Japon'a Japonyalı diyemezsiniz. Aynı Türk'e Türkiyeli diyemediğiniz gibi." 

Filoloji ve coğrafi kavramların tanımlarıyla beraber verdiği örneklere baktığımızda(ki aynen katılıyorum) İlber Ortaylı'nın bu açıklamasına katılmamak mümkün mü? Kanımca değil elbette...Çünkü Türkiyeli  kavramı bana da uyduruk ve zorlama geliyor...

Not: Kayıp Tanrılar Ülkesi romanında üç farklı konu ustaca ve üzerinde epeyce düşünülmüş bir kurguyla çok güzel anlatılmış. Almanya'daki Türk göçmenlerin sorunları ve son yıllarda Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde yükselmeye başlayan "yabancı düşmanlığı-ırkçılık" konusu oldukça çarpıcı gerçeklerle ve yabancı düşmanlığının tarihsel süreci de vurgulanarak anlatılmış. Bu birincisi ve bence en önemlisi. İkincisi, Yunan Mitolojisinin başlangıcı, mitolojik efsanelere göre, insanların, titanların, devlerin ve Olimpos  tanrılarının yaratılması ve yaratım süreci  kronolojik sırayla gayet akıcı ve anlaşılır bir dille anlatılmış. Üstelik mitolojik efsanelerle, günümüzdeki olaylar ve roman kişileriyle yadırganmayacak bir bağ oluşturmayı başarmış yazar. Üçüncüsü ise, ülkemizdeki tarihi eserlerin korunmasızlığına ve ilgisizliğe dikkat çekilerek, güzel ülkemizde bulunan eşi ve benzeri olmayan antik çağda dünyanın sekizinci harikası olarak kabul edilen ve Tanrıların Kralı Zeus'un yeryüzündeki sarayı olan Pergamon Altarı'nın (sunak) kurnazlıkla ve o dönemin yöneticilerinin cahilliğinden yararlanılarak yurtdışına nasıl kaçırıldığı ve kaçıran yol mühendisinin hayat hikayesi  anlatılmış. Bu satırları okurken içim acıdı doğrusu...

Kısacası romanı beğeniyle okudum ve bilgilendim; "Türkiyeli" kavramına taktığımı saymazsak eğer. :)



13 Temmuz 2021 Salı

 


KOKUSU VE GÜZELLİĞİ DİLLERE DESTAN MAVİ SÜSEN ÇİÇEĞİ




Latince adı "cennetin gözü" anlamında olan İris, renkleri ve çizgileri göz simgesine benzediğinden, adını İris tanrıçasından almıştır (Mitolojide baş tanrı Zeus, insanlara mutlu haberleri iletmek istediğinde hep İris'i kullanırmış). Eski Yunan'da her insanın cennetten bir parça taşıdığına inanılırmış. Bunun nedeni ise tüm insanların "göz bebeğine" sahip olmasıymış.

İris'in yani mavi süsen çiçeğinin kokusu dillere destandır. Güzel kokusundan dolayı ünlü parfümlerde kullanılır. Lancome - Tresor parfümünde gül, kehribar ve sandal ağacının yanı sıra iris de yerini alır. 

Bazı bölgelerde bahar bayramı olan nevruz'a ithafen nevruz çiçeği olarak da bilinir. Eskiden kitap veya defter sayfaları arasında kurutularak uğur getirdiği inancıyla evlerde saklanırdı. Bir zamanlar ben de süsen çiçeği kurutmuştum.  :)

Fotoğraf; yabani süsen(iris) çiçeği, tarafımdan çekilmiştir.



9 Temmuz 2021 Cuma

 


AZİZ STEFAN KATEDRALİ (STEPHANS DOM) / VİYANA


Viyana'nın dolayısıyla Avusturya'nın en önemli tarihi yapısı Stefan Katedrali'dir. Stefan Katedrali dini ve tarihi özellikleriyle Avrupa'nın simge yapılarından biri olup Viyana'nın kalbinde yer alır. Aziz Stefan Katedrali, 1147 yılında inşa edilmiştir.

Viyana, Osmanlı İmparatorluğunun orduları tarafından tarihinde iki kez kuşatılmıştır. Birinci kuşatma 1529 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından, ikincisi ise 1683 yılında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından kuşatılmıştır. Her iki kuşatmada da Avusturya ve Osmanlı ordusunun büyük kayıpları olmuştur. İkinci kuşatma sonrasında ağır darbe alan Osmanlı Ordusu'nun geri çekilişi Viyana'da yenilgi olarak kabul edilmiş ve bu yenilgiyi ölümsüzleştirmek adına, Aziz Stefan Katedrali'nin bir cephesine, Osmanlı askerinin (yeniçeri) ayaklar altına alındığı bir heykel yerleştirilmiştir. Aşağıdaki bu heykel Viyanalılar için zaferi temsil etmektedir.




II. Viyana Kuşatması (1683) sonrasında Osmanlı ordusu geride birçok mühimmat bırakır. Askeri toplar, gülleler, kılıçlar ve diğer materyallerden oluşan bu malzemeler, Viyana Başrahibi Franz Ferdinand Freiherr von Rummel'in isteği ve imparator I. Joseph'in emri ile 1711 yılında çan ustası Johannes Achamer tarafından eritilerek devasa bir katedral çanı (Pummerin) yapılır ve başkentin sembolü Stefan Katedrali'nin güney kulesine monte edilir.

Yaklaşık 300 farklı teçhizatın materyalinden yapılan 316 santim çapında ve 22,5 ton ağırlığındaki bu çan, 26 Ocak 1712'de katedralin kulesine yerleştirilir.




II. Dünya Savaşı'nda Ruslar, Almanlar ve Amerikalılar arasında kalan Avusturya, savaştan büyük zararlarla çıkar. Stefan Katedrali de bu savaşta büyük hasar alır. Çatısı yanarak yıkılan kuleden Pummerin'de yere düşer ve parçalara ayrılır.

II. Dünya Savaşı'nın ardından Avusturyalılar, Stefan Katedrali'nin kulesinden düşerek dağılan çanın parçalarını da kullanarak Yukarı Avusturya Eyaleti'nin Sankt Florian kentinde 20 ton ağırlığında, ülkenin en ağır ve büyük Pummerin çanını yeniden yaparlar. 1952 yılında binlerce insanın yer aldığı gösteriler eşliğinde çan  Stefan Katedrali'ne getirilir. Çanın monte edilmesi işlemi uzun ve zahmetli olmuş ve ilk olarak 5 Ekim 1957'de bugünkü yerine konulmuştur. Kilise çanının üzerine demirden yapılmış yeniçeri başları ve II. Viyana Kuşatması'nı hatırlatan bir tablo işlenmiştir. Yeni çan katedralin kuzey kulesine yerleştirilmiştir. 




Aziz Stefan Katedrali ilginç bir bilgiye de sahiptir. Katedralin çan kulesinde görev yapmak üzere, 1534'de ihdas edilen; Osmanlı akıncılarının yaklaştığını görüp çanı çalarak Viyanalılara haber vermekle görevli bir memuriyet, ancak 1956'da Viyana Belediye Meclisince; artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından ve bu görevin lüzumu olmadığı için kaldırılmıştır. 

Ben bu çan kulesine ücret ödeyerek, asansörle çıktım ve rahatlıkla söyleyebilirim ki,  137 metre yükseklikten tüm Viyana Ovası apaçık görünüyordu. Ovayı seyrederken, kendi kendime şöyle dedim: Demek ki 1956 yılına kadar Viyanalılarda  hala bir Türk korkusu varmış.








Fotoğrafların tümü tarafımdan çekilmiştir. 



8 Temmuz 2021 Perşembe

 


PAPATYA ÇİÇEĞİ VE FAYDALARI



Papatyaların dört bin yıldan beri yeryüzünde var olduğu düşünülüyor. Bir mite göre de bu güzel çiçeği gökyüzü tanrıçası Astraea'nin yarattığı söylenir. Astraea, tanrılar diyarından gökyüzüne baktığı zaman hiç yıldız olmadığını görmüş ve ağlamaya başlamış ve tanrıçanın gözyaşlarının düştüğü yerlerde papatyalar ortaya çıkmış.

Eski Mısır seramikleri de papatya çiçekleri ve desenleri ile süslenmiş. Girit Adası'ndaki Minoan Sarayı kazılarında saç tokası olarak papatya kullanıldığı görülmüştür.



Latince adı "Chamomilae Romanae" olan papatya, papatyagiller familyasındandır. Dünyanın en kalabalık çiçekli bitkiler familyasıdır. Sadece Türkiye'de 1156'dan fazla türü bulunur. Anavatanı Avrupa'dır. Tüm Avrupa'dan Hazar kıyılarına kadar yayılmıştır. Günümüzde buzullarla kaplı Antarktika kıtası dışında her coğrafyada yayılım göstermiştir. Ülkemizde Marmara, Ege, Trakya, Güneybatı Anadolu'da doğal koşullarda yetişir. Mayıs ve Ağustos ayları arasında zarafeti temsil eden beyaz renkte çiçekler açan tek yıllık otsu bir bitkidir.

Yaprakları hafif acı ve baharlı bir tattadır. Zengin C vitamini içerdiğinden papatya yaprakları, dünya mutfağında salataların hem görünümünü hem de lezzetini arttırmak için kullanılır. Bal arılarının da çok sevdiği papatyalar bahar mevsiminin en parlak ve dikkat çekici yüzüdür.

Saflık, masumiyet ve zarafeti simgeleyen papatya bitkisinin kullanımı en az insanlık tarihi kadar eski çağlara dayanır. Eski Mısırlılar, papatya çiçeklerini tanrılara adak adama törenlerinde kullanmışlardır. Ortaçağ Avrupa'sında ise papatyanın yakınlarında yetişen bitkilere bile can verdiğine inanılmıştır. Bu yüzden çiftçiler, yetiştirdikleri ürünlerin arasına mutlaka Mayıs papatyası ekmişlerdir. Yaz şenliklerindeki kutlamalarda papatyalardan yapılan taçlar meşhurdur. Yılın ilk papatyalarının şans getirdiğine inanılmıştır. Ortaçağda genç erkek çocuklar demet demet papatyaları ellerinde tutarak bu sayede çabuk büyüyeceklerine inanmışlardır. Genç kızlar topladıkları papatyanın yapraklarını kopararak saymışlar böylece sevilip sevilmediklerini öğrenmişlerdir. Evlilik çağındaki kızlar, gözlerinin önüne bir demet papatya koyup saymışlar, gözlerini örten papatya sayısının kaç yıl sonra evleneceklerini belirlediğine inanmışlardır. 

Papatya bitkisinden, papatya çayı, papatya yağı, papatya tentürü, papatya sabunu, papatya kolonyası, papatya ekstraktı, papatya ekstresi ve boya elde edilir. Ayrıca içeriğindeki uçucu yağların zenginliğiyle çok çeşitli ilaçların muhteviyatına girmiştir.

Papatyalar çok fazla türe sahip, geniş yelpazeli çiçeklerdir ve fiziksel olarak da birbirlerine çok benzerler. Bu yüzden tüketim için, uzmanları tarafından , doğru türün, doğru şekilde, doğru mevsimde toplanması şarttır. Çünkü her papatya türü, o kadar da masum değildir. 

Uygun şartlarda kurutulan papatya, ağzı kapalı bir cam kavanozda, loş, serin ve kuru bir ortamda saklanıldığında ömrü bir yıldır.

Kaynak: Türkiye'de Bitkiler İle Tedavi - Prof. Dr. Turhan Baytop, (s: 312-313)




Papatyaların  zarafeti ve masumluğu temsil ettiğinin düşünülmesi ünlü şair ve yazarların esin kaynağı olmuş, papatyalar için kimi şiir yazmış kimisi de sevdiğine olan duygularını papatyalar üzerinden anlatan güzel ve özlü sözler söylemişler. İşte bu güzel ve özlü sözlerden seçtiklerim:

--Tek ihtiyacım neydi biliyor musun? Bir papatya yaprağı daha. 
Edip Cansever

--An gelir, bir papatyanın son yaprağında kopar kıyamet: Sevmiyor.
Diego Espinoza

--Sana da kırgınım papatya, bir seviyorumu sığdıramadın onca yaprağına.
Can Yücel

--Yüreğin bir volkansa eğer, avuçlarında papatyalar açmasını nasıl umabilirsin?
Halil Cibran

--Hani çok su verince ölürmüş ya papatyalar, birisini de çok sevince bırakıp gidiyormuş meğer.
Cemal Süreya

--Biz papatya yoluyoruz seviyor mu, sevmiyor mu diye. Hayatta bizi yoluyor aslında dayanacak mı, dayanamayacak mı diye.
Paul Auster

--Papatya fallarının her zaman tek bir sonucu vardır; elinize bakarsanız ve size kalan tek şeyin bir sap olduğunu görürsünüz.
A. Capus

--Senin için yapraklarını kopardığım papatyalardan özür diledim dün gece. Haklısınız dedim ne sevdiği belli ne sevmediği...
Pablo Neruda

--İnsanlar sahip olduklarının değerini bir türlü bilmezler. Güllere koşarken ayaklarının altında ezilen papatyalardan habersizler...
Chuck Palahniuk

--Lüzumsuz söz yanan ateş gibidir; onu ağzından çıkarmamalısın, sonra kendin yanarsın. Dilin söylediği iyi söz ise akarsu gibidir; nereye akarsa orada papatyalar açar.
Yusuf Has Hacib






Papatya fotoğraflarının tümü, farklı bölgelerde tarafımdan çekilmiştir.




5 Temmuz 2021 Pazartesi

 


DENİZLERİMİZDEKİ TEHLİKENİN YENİ ADI; BALON BALIĞI




Livaneli'nin son kitabı "Balıkçı ve Oğlu"nu okuyorum. Toplumsal konulara duyarlılığı, çok yönlü sanatçılığı ve de yazdığı denemelerle değerli bir fikir adamı olduğu nedeniyle tüm kitaplarını severek, beğenerek okudum. Bestelediği şarkılarını en mutsuz, umutsuz günlerimde dinlediğimde, umut oldu şarkılarının sözleri bana. 

Livaneli, Balıkçı ve Oğlu romanında, güncel bir konuyu; "göçmenliği" ve "ekolojik yıkımı" anlatıyor. Evlat acısını yaşamış Mehmet ve Mesude çiftinin, denizde buldukları Samir bebeği sahiplenmeleri konusunda yaşadıkları ikilemleri, çevre kirliliğini, evlat kaybını, göçmenlerin canları pahasına göze aldıkları çetin yolculuğu ve bu yolculukta hayatta kalma çabalarını yalın, süslemesiz ve oldukça gerçekçi bir anlatımla okurlarına sunuyor. Kitabın adı Balıkçı ve Oğlu olunca, haliyle ekolojik yıkımdan ve çevre kirliliğinden payını alan denizlerimiz aklımıza geliyor. Çünkü güzel ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili. 

Denizlerdeki değişim ve kirlenme, romanın ilk sayfalarında kendini gösteriyor.  Babadan gelen meslekle balıkçı olan Mustafa, Ege'nin küçük bir köyünde yaşamaktadır. Balık avı için çıktığı açık denizde meydana gelen değişiklikleri, yakalanan balıklardaki tür farklılığını fark eder. Sadece Mustafa değil, köyde yaşamını balıkçılık yaparak sürdüren diğer balıkçılar da fark etmişlerdir bu değişim ve farklılığı. Ve kendi aralarında konuşurlar; yeni bir tür olan ve daha önce hiç görmedikleri balon balığı hakkında. 

Yıllar önce, bir belgeselde izlemiştim; Japonya'da keyifle yenen fugu yani balon balığı çok zehirli olduğundan ancak fugu balığı aşçılığı lisansı olanlar bu balığı pişirebiliyorlardı. Fugu, Japon mutfağının en özel yemeklerinden biri ve sadece seçkin restoranlarda binlerce yene servis ediliyordu. Balon balığını temizlemek ve zehirli kısımlarını ayıklamak ise son derece dikkat gerektiriyordu. Fugunun en zehirli yeri yumurtalıkları olduğu için, bunlar çıkarılırken dağılmamasına özen gösteriliyordu. Aşçının dediğine göre, bu balığın yumurtalıkları siyanürden 1200 kat zehirliymiş. Belgeseli izlerken çok şaşırmıştım, bu kadar zehirli olan bir balığı insanlar neden yemek isterler, diye. Tabii o zamanlar balon balığı, ülkemiz denizlerine on binlerce mil uzaktaydı. Günümüzde ise bu istilacı balıklar adeta denizlerimizin demirbaş canlıları olmuşlar meğer.

Balon balığı denizlerimizde 2000'li yıllardan itibaren görülmeye başlamış. Son yıllarda ise Doğu Akdeniz'de sayıları gittikçe artmış. Bu artışta küresel ısınmanın  önemli bir rol oynadığı düşünülüyor.. Küresel ısınmaya bağlı olarak Akdeniz'de su sıcaklıklarının artması, bazı türlerin kendilerine yeni yaşam alanı bulmasını ve buralarda çoğalmasını sağlıyor. Balon balığı da bu türlerden sadece biri. Peki bu tehlikeli ve istilacı balık denizlerimize nasıl gelmiş? Süveyş Kanalı açılınca Hint Okyanusu'nun balıkları Akdeniz'e kadar ulaşıp kolonileşmişlerdi zaten. Kızıldeniz'e mal taşıyan büyük gemiler de dönüş yolunda ağırlık yapsın diye su alıp, Akdeniz ve Ege'den geçerken basıyorlar. Dolayısıyla balık yumurtaları bizim sulara karışıyor.

Tehlike hissettiği zaman kendini şişirmesi nedeniyle "balon balığı" olarak adlandırılan balığın popülasyonunu azaltmak isteyen Tarım ve Orman Bakanlığı, balıkçılara avlayıp getirdikleri balon balığı kuyruğu başına 5 TL ödüyor. Bu sayede sadece Antalya kıyılarında 36 bine yakın balon balığı avlandı ve kuyrukları yetkililere teslim edildi.

Balon balığının dişleri çok keskin olduğundan teneke kutuları kıtır kıtır yiyebiliyor ve kola kutularını parçalayabiliyor. Akdeniz ve Ege kıyılarında denize gireceklerin bu yalnız başına dolaşmayı seven ve bulduğu hemen her şeyi yiyen balon balıklarına dikkat etmesi, asla ele alınmaması ve dokunulmaması gerekiyor. Konuyla ilgili yerel yönetimlerin ve bakanlığın vatandaşları uyarması gerektiği kanaatindeyim. Hele de tam deniz mevsiminde olduğumuz düşünülürse.



Not: --İnternette yaptığım araştırma sonucuna göre, özellikle benekli balon balıkları; ayakkabı, cüzdan gibi ürünler için deri endüstrisinde, kolajen ve jelatin üretimi için ise ilaç endüstrisinde kullanılabiliyor.

--Denizlerimize Hint Okyanusu'ndan gelip yaşam alanı bulan bir diğer balık türü olan aslan balığı da insanlar için tehlike teşkil etmektedir. Kıyıya yakın yerler ile 50 metre derinlik arasındaki kısımlarda yaşarlar. Aslan balığının üst kısımlarında bulunan iğnelerin insanla teması sonucunda  temas eden kişide terleme, solunum zorluğu ve birkaç gün süren yanma görülebilir, hatta ölüme bile neden olabilir.

Balon balığı görseli alıntıdır.



1 Temmuz 2021 Perşembe

 


EMPEDOKLES'İN DOSTLARI



Bir gece evinizde rutin işlerinizi yaparken, aniden elektriğin kesildiğini ve bu kesintinin sadece sizin yaşadığınız minicik adada olmayıp tüm dünyada olduğunu ve henüz bunun nedenini bilmediğinizi düşünün. O andan itibaren konforuna alıştığınız hayatınızın nasıl ve hangi yönde değişebileceğini de. Elektrik kesintisinin paniklemenize neden olacak sonuçlar doğuracağını tahmin etmeniz hiç de zor olmayacak. Başta internet olmak üzere, telefon, telgraf, radyo ve televizyonların çalışmadığını, dolayısıyla yakınınızdaki komşunuzla bile onun evine gitmeden iletişim kuramayacağınızı, dahası çevrenizde olan bitenden haberiniz olmayacağını düşünecek olursanız bu durumun tüm dünyada bir kaos ortamı ve kargaşa yaratacağını da öngörebilirsiniz. Üstelik elektrik kesintisinin ne kadar süreceğini ya da yeniden gelip gelmeyeceğini bilmiyorsanız.

Amin Maalouf, son kitabı Empedokles'in Dostları'nda geleceğe yönelik bir kurgu sunuyor bizlere. Romanı yarı distopik bulduğumu söyleyebilirim. Bu nedenle, teknolojik gelişmelerin dünyamızın geleceğini olumlu ya da olumsuz, hangi yönde etkileyeceğinin ciddi ciddi düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Öylesine bağımlıyız ki elektriğe; elektrik yoksa dünyada hayatın duracağını, süresiz bir kesintiyi yaşamadan idrak edemiyoruz. Maalouf, romanına "Les Chirons" adındaki dörtlü takımadanın en küçüğü olan Antioche adasında meydana gelen elektrik kesintisiyle başlıyor. Bu adacık Atlas Okyanusu kıyısında bulunmaktadır. Ve adanın sadece iki sakini vardır; bunlardan biri, babasından kendisine kalan mirasla adanın yarısından fazlasının sahibi olan Alec, diğeri ise bir roman yazıp başarılı olduktan sonra, artık roman yazamayan Eve. Eve, yeni bir romana başlayabilmek umuduyla sessiz, sakin ve insanlardan olabildiğince uzak olan bu adada bir yer satın almıştır. Aynı adada yaşamalarına rağmen Eve ve Alec uzun yıllar birbirleriyle iletişim kurmamışlardır. Ta ki her yeri zifiri karanlığa boğan elektrik kesintisi yaşanana dek. Tüm iletişim araçları işlevsiz kaldığından, gerçeğe ulaşma imkanı kalmayınca fısıltı gazetesi işlemeye başlar: Dünya bir nükleer felaketin eşiğindedir, ABD küresel ölçekte bir terör saldırısına maruz kalmıştır, insanlığın hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler artık insanlığın sonunu getirmiştir...Tabii ki bunlar, fısıltı gazetesiyle yayılan söylentilerdir. Peki, gerçek nedir? İşte bu alışılmadık durum, adanın iki sakinini mecburen bir araya getirir ve önce komşuluk ilişkisiyle başlayan yakınlık, daha sonra tutkulu bir aşka dönüşür. Alec'in tuttuğu günlüklerden oluşan bu roman dünyayı sarsan 30 günü anlatmaktadır. 

Elektrik kesintisine bağlı olarak gelişen bu iletişimsizlik, aslında Empedokles'in Dostları'nın dünyayı tehdit eden nükleer bir felaketi durdurmak için aldığı geniş çaplı bir önlemdir. Peki hiç kimsenin adını bile duymadığı Empedokles'in Dostları kimdir? Bir tarikat mı? Dünya dışından gelen bu bir grup insan dostumuz mu yoksa düşmanımız mı? Son derece gelişmiş bir teknolojiye ve tıp bilgisine sahip olan Empedokles'in Dostları, dünyada oluşan bu karmaşaya son verebilecekler mi? Merak ettiyseniz eğer bu harika romanı okumanız gerekecek. :)

Ben sonsöz olarak Empedokles'in kim olduğunu ve onun dostlarının amaçlarının ne olduğunu romandan kısaca  aktaracağım. Yapacağım alıntı, kitap hakkında önemli ölçüde fikir sahibi olmanızı sağlayacak diye düşünüyorum.

"Antikçağ'da yaşayan Empedokles Etna Dağı'na çıktığında ve toprağın derinliklerinden yükselen kükürt ve lav buharlarını hissettiğinde, aklın emrettiğine uyup bir yere sığınabilirdi. Ama o ilerlemeye devam etti ve tehlikeli biçimde kratere yaklaştı.

"Bunu yaparken ölebileceğini biliyordu. Onun uzaktan öğrencileri olan bizler de harıl harıl yanan ocağa yaklaşırken, çıplak ellerimizle onun alevlerine meydan okurken ölümle yüz yüze gelebileceğimizi biliyorduk. Ölüm bizim kadim düşmanımızdır. Onunla, bizden önce başka hiç kimsenin yapamadığı gibi savaşıyoruz. Bazen biz onu yere seriyoruz, bazen de o bizi...

"Düşmanımız dedim, değil mi? Daha açık ifade etmeliyim: Tek düşmanımız. Çünkü ölümü geriletebilecek bilgeliğe ve bilgiye erişildiğinde, geride ondan başka düşman kalmaz. Sonsuza dek ondan başka bir düşman, verilmeye değer başka bir kavga olmayacaktır." (s: 208)

Sizlere keyifli okumalar dilerken, yazarın 2019 yılında yayımlanan "Uygarlıkların Batışı" deneme kitabını da okumanızı naçizane öneririm. Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf, bu denemesinde çocukluğundan başlayarak kendi ailesinin  başına gelenleri, Ortadoğu'da yaşanan olaylar hakkındaki düşüncelerini, yer yer otobiyografik anlatımlarla biz okurlarına sunuyor. Filistin sorunuyla ilgili olarak  Mısır, İsrail, Suriye, Ürdün, Lübnan, Irak, ve İran'ın dün ve bugün soruna nasıl baktıklarını ve nedenlerini bölgeyi iyi tanıyan (orada doğup büyümüş) biri olarak üzüntü içinde anlatıyor.