29 Kasım 2020 Pazar

 

MARİE CURİE 

(1867 - 1934)

Bilim İçin Ölen Kadın



Marie Curie, bilim alanında tanınan adıyla  Madam Curie'nin bilime yaptığı katkıları uzun uzun yazmayacağım, kısa bir hatırlatma yapacağım sadece. Eminim, yazımı okuyan herkes bu değerli bilim insanının buluşlarını biliyor zaten. Bu buluşların getirdiği teknolojiyle yaşamının bir evresinde mutlaka tanışmıştır çünkü.

Bugünkü yazımda, Marie Curie'nin kadın olduğu için yaşadığı gerçek aşkı nedeniyle, toplumdan dışlanmasının ve neredeyse ikinci Nobel Ödülü'nü kaybetmekle karşı karşıya gelmesinin öyküsünü yazacağım. Bir kadın olarak bunu yazmak ve bilmeyenlere bildirmek gerek diye düşündüğümden. Çünkü, biliyorum ki, böyle bir aşkı yaşayan bilim insanı erkek olsaydı, Marie'ye yapılan baskı ve yıldırmalar ona yapılmayacaktı...Nedense, biz sıradan insanlardan farklı olan bilim insanlarının, sanatçıların, yazarların, şairlerin de birer insan olduklarını ve bizim gibi davranışlar gösterebileceklerini unuturuz çoğu zaman. Ve bu unutuşla, onları davranışlarından dolayı çok kolay yargılarız. Oysa onlar da bize benzerler ama bizim gibi değillerdir. Bunu bir anlayabilsek keşke..

Bu girişten sonra, Marie Curie'nin hayat hikayesine geçebilirim; onu tanıyınca çok seveceksiniz. O, iyi bir eş, çocuklarına karşı ilgili bir anne ve çok başarılı bir bilim kadınıydı çünkü. Bugünün deyimiyle; "çocuk da doğurmuş, kariyer de yapmış." Hem de ne kariyer, hiç kimsenin onun tahtına oturamayacağı cinsten hem de...

Maria Sklodowski, 7 Kasım 1867'de Polonya'nın Varşova kentinde doğdu.Ailesinin büyük çoğunluğu öğretmenlerden oluşuyordu ve babası da öğretmendi.

Marie'nin okul çağı geldiğinde, ki o zamanlar Varşova Rusya'nın elindeydi- babası Marie'yi, tamamen Rusların kontrolünde olan bir okula verdi. Ancak bu okuldan mezun olanların Varşova'da iş bulma şansları yoktu, kadınların eğitimi sınırlıydı ve üniversiteye gitmesi yasaktı. Ama Marie, annesi gibi bir kız okulunda öğretmen olmak istiyordu. Bunun için hem ablası Bronia hem de Marie, eğitimlerini Polonya dışında sürdürmek istiyorlardı; ancak ailenin maddi durumu buna müsait değildi. Bunu bilen abla-kardeş bir karar verdiler; Bronia, Paris'te tıp öğrenimi görecek, Marie'de çalışarak ablasını okutacaktı. Bronia'da mezun olduktan sonra ileride Sorbonne'de okuyacak olan Marie'ye yardımcı olacaktı.

1891 yılında Marie, yirmi dört yaşındayken Paris'e ablasının yanına gitti. Sorbonne Üniversitesi sınavlarını kazandı ve Fen Bilimleri Akademisi'ne kaydoldu. Amacı, eğitimini tamamlamak ve fizik öğretmeni olmaktı.

İki yıllık eğitimin ardından sınıf birincilikleriyle birlikte, fizik ve matematik dallarında yüksek lisans dereceleri alarak mezun oldu. Aynı yıl bir arkadaşının evinde tanıştığı otuz beş yaşındaki Pierre Curie ile tanıştı. Pierre, aynı zamanda Endüstriyel Fizik ve Kimya Okulu Laboratuarı'nın Başkanı'ydı. Çift 26 Temmuz 1895'te evlendi.Maria Sklodawska, Marie Curie olmuştu.

İki bilim aşığı çift, radyoaktif elementler üzerine on dört yıl birlikte çalıştılar. Kızları İrene doğunca, Marie bir süre çalışmalarına ara verse de, öğretmenlik diplomasını aldıktan sonra, kocasının ayarladığı bir laboratuarda, uranyum tuzlarının yaydığı ve sonraları radyoaktivite olarak adlandırılacak ışın üzerine detaylı araştırmalara başladı. Kocası da çalışmalarında kendisine yardım ediyordu.

Marie, nihayet araştırmaları sonunda radyoaktivitenin atomla ilgili bir kavram olduğu ve minerallerin moleküler yapısından kaynaklandığı tezini ortaya attı. 1900'lü yıllarda birçok bilim adamı atom diye bir şeyin varlığına inanmıyorlardı ve Marie'nin iddasına gülüp geçmişlerdi.

Bu arada aynı alanda çalışmalar yapmakta olan Becquerel de, iki farklı uranyum mineralinin daha aktif olduğunu keşfetmişti. Temmuz 1898'de karı-koca Curieler yeni bir radyoaktif element olan ve uranyumun radyoaktif bozunmasından ortaya çıkan polonyumu bulduklarını duyurdular.

Marie, 1903 yılında doktorasını vererek Fransa'da gelişmiş bilim alanında doktora unvanı alan ilk kadın oldu. Aynı yıl kocası ve Becquerel ile paylaştığı Nobel Fizik Ödülü'nü de alarak, Nobel Ödülü sahibi ilk kadın olarak tarihe geçti.

Radyasyon Curieleri öylesine etkilemişti ki Nobel aldıklarında ne Madam Curie'nin ne de eşinin ödülü almaya gidecek gücü vardı. Tabii o zamanlar aşırı radyasyona maruz kalmanın insan bedeninde yaptığı tahribatlar bilinmiyordu. Dolayısıyla, aşırı zayıflayan Madam Curie ve rahatsızlanan  eşine doktorlar teşhis koyamıyorlardı.

19 Nisan 1906'da Pierre bir at arabasının çarpması sonucu ölünce Marie, iki çocuğuyla dul kaldı. Ancak Sorbonne Üniversitesi, kocasının yerine fizik profesörü olarak Marie'yi atadı ve Madam Curie 1908'de Sorbonne'da görev yapan ilk kadın profesör olarak, bir ilke daha imza attı.

Şimdi gelelim Marie'nin aşk hikayesine. Bir biliminsanı olarak buluşlara imza atsa da ve kendini bilime adamış olsa da onun da bir kalbi vardı. Dahası bir kadındı; duyguları olan...1910 yılının yazında, aynı zamanda kocasının da bir öğrencisi olan Paul Langevin'le yaşadığı aşk, kariyerinin ve toplum içindeki saygınlığının gerilemesine neden oldu. Tümü erkeklerden oluşan Fransız Bilim Akademisi, Marie'nin üyeliğine karşı çıktı. Bu yetmezmiş gibi, bilim aşığı Marie'yi,  yaşadığı gerçek bir aşktan dolayı eleştiri bombardımanına tuttular. Mutsuz bir evliliği olan Paul Langevin ile Marie arasındaki bu ilişki, gazetelere "Langevin Skandalı" olarak yansıdı ve Marie'nin ikinci Nobel Ödülü'ne gölge düşürdü. 

Büyük aşk yaşadıkları dönemde, Paul, Marie'ye birçok mektup yazdı. Bu mektupların büyük bir kısmı Paul'ün eşi Jeanne'in eline geçti. Jeanne'in kardeşi Paris'te yayınlanan bir gazetenin editörüydü. Jeanne eline geçirdiği bu mektupları, kardeşi aracılığıyla gazetede yayınlattı. Böylece hem kocasından hem de Marie'den intikanını aldı ya da aldığını sanıyordu. Skandalın patlak vermesiyle birlikte, Marie'nin ülkeyi terk etmesini istemeye varacak kadar şiddetli bir propaganda başladı. Aşığı Langevin, gazetenin editörünü(kayınbiraderini) halkın önünde yapılacak bir düelloya davet etti; ancak her ikisinin de silahını çekememesi, konunun kapanmasını sağlayacaktı.

Neyseki bilim dünyası bu skandaldan fazla etkilenmedi.Madam  Curie ile Poincare 1911 yılında radyum ve polonyumun keşfi ve araştırılmasındaki çalışmalarından dolayı Nobel Kimya Ödülü'ne layık görüldüler. Böylece Marie, iki Nobel Ödülü alan ilk isim olarak ilkler listesine bir yenisini ekledi. Üstelik iki ödülü farklı (Fizik-Kimya) dallarda almıştı. Yaptığı çalışma, bir elementin radyoaktif işlemlerden sonra başka bir elemente dönüşebileceğini gösteriyordu. Bu, kimya alanında yepyeni bir sayfanın açılması demekti.

Bundan sonraki yaşamına geçirdiği depresyon damgasını vursa da, Madam Curie, 1914 yılında Paris Üniversitesi'nde kurulan Radyum Enstitüsü'nün ilk müdürü oldu. Hayatı boyunca radyumun tıptaki önemine dikkat çekti. Aynı yıl başlayan I. Dünya Savaşı sırasında kızı İrene ile birlikte, genç hemşire adaylarına X ışını teknolojisini öğretti ve fizik tedavi uzmanlarına savaş ortamında radyoloji ekipmanını nasıl kullanacaklarını gösterdi. Ancak bu çalışmaları sırasında kendisi ve kızı yüksek dozda radyasyona maruz kalmıştı.

1934 yılında Fransa'nın Savoy kentinde, aşırı radyasyona maruz kalmaktan dolayı yakalandığı kan kanseri sonucu öldü. Yaptığı çalışmalar sonucunda bilim dünyasında çığır açan Madam Curie, bu çalışmaları onun ölümüne neden olmuştu. Bu yüzden kendisine "bilim için ölen kadın" denilirken, radyoaktivite birimine de "curie" adı verilecekti.Curie'nin külleri, 1995'te Fransa'nın hem erkek hem de kadın kahramanlarının anıtının bulunduğu Pantheon'a gömüldü. Ölümünden 61 yıl sonra.

Kızı İrene de annesinin izinden giderek bu yoldaki çalışmalarını sürdürdü ve bir fizikçi olan kocası Frederick Joliot ile beraber yapay radyoaktiviteyi keşfettiler. Eşiyle birlikte yaptıkları keşiflerden dolayı da 1935 yılında Nobel Ödülü'ne layık görüldüler.


Notlar:

--Kendisi ile anılır olan radyumdan çıkan ışınların kanserin bazı türlerinde tümörleri yok ettiği ortaya çıkınca kanser tedavisinde, soyadından esinlenilerek, curieterapi (kemoterapi) olarak bilinen tedavi dönemi açıldı.

--1944'te bulunan yeni bir element, Marie ve kocası Pierre'in anısına "Curium" olarak isimlendirildi.


Yazımı hazırlarken yararlandığım kaynaklar:

--tarihi değiştiren kadınlar (POPÜLER TARİH), Ali ÇİMEN.

--tarihi değiştiren bilginler (POPÜLER TARİH), Ali ÇİMEN.

Görsel, alıntıdır.



23 Kasım 2020 Pazartesi

 

BİR BAŞKADIR


Son günlerde netflix'te yayınlanan "Bir Başkadır" adlı sekiz bölümlük mini dizi, adeta ülke gündemine oturdu, hakkında çok şey yazılıp çizildi, yoğun bir şekilde sosyal medyada yer aldı. Dolayısıyla, dizi hakkında, ister istemez bir merak uyanıyor. Dahası, popüler kitle kültüründen ayrı kalamıyor insan ve diziyi izlemek ihtiyacı hissediyor. Bu hafta sonu diziyi izledim ben de. Şunu söyleyebilirim; dizi, ne abartıldığı kadar harika, ne de yerildiği kadar kötü. Dizi, popüler kitle kültürü için üretilmiş. Çabuk tüketileceği aşikar olmakla beraber, toplumsal bilinçaltındaki bazı uf konuları, bilinç düzeyine çıkarmaya çalışmış. Bence, dizinin başarılı olup olmadığını belirleyecek olan, diziden sonra bakacağınız aynanın ne tür bir ayna olduğudur. Eğer evinizde bulunan düz bir aynaya bakarsanız, kendinizi görürsünüz. Dış bükey(tümsek) bir aynaya bakarsanız, yine kendinizi görürsünüz ama o aynada minicik görünür ve kendinizi dışlanmış, ötekileşmiş/ötekileştirilmiş hissedersiniz. İç bükey(çukur) aynaya bakarsanız da "vay be, ben neymişim" diye kendinizi dev aynasında görürsünüz. Yalnız çukur aynaya bakarken çok dikkatli olmak gerekir; sizin aynaya olan mesafenize göre görüntünüzün özellikleri değişir çünkü (Görüntü ters- küçük veya düz-büyük olabilir). Bilmem anlatabildim mi?

Zannımca dizi, toplumu oluşturan her kesimin beğenisini kazanacak iddiasıyla yapılmamış ama dizi içindeki bir dizi oyuncusunun da küçümseyerek söylediği gibi, reytinglerde, totale hitap etmeyi amaçlamış, ki bunda başarılı olmuş diyebilirim. Hakkında onca şey yazıldığına ve röportajlar yapıldığına göre. 

Dizinin ele almış olduğu konuların işleniş şeklini yüzeysel ve yer yer zorlama olarak  düşünsem de genel olarak diziyi beğendim. Çünkü diziyi, dizi olarak izledim ve ona çok fazla anlamlar yüklemedim. Amacım, neyi, nasıl anlattığını öğrenmekti. Yoksa uzayda yaşamıyoruz, bu ülkede yaşadığımız için gerçekleri görerek yaşıyoruz zaten. Yaşadığımız gerçekleri de diziden öğrenecek değiliz. Ancak,  dizinin Türkiye'nin sosyolojik, kültürel ve ideolojik güncel sorunlarına el atma cesaretini övgüye değer bulduğumu söylemeliyim. Ülkemizdeki kutuplaşma, kimlik çatışması ve kültürel kamplaşmayı, mevcut durum göz önüne alındığında karınca kararınca anlatmaya çalışmış.

Benim dikkatimi çeken ise, dizide anlatılan sınıfsal ve kültürel farklılıklardan ziyade, dizi karakterlerinin haletiruhiyeleriydi. Yani, başrolde oynayan karakterlerdeki  bastırılmış duyguların dışa vurulamaması (toplumsal çekince, mahalle baskısı) nedeniyle, içlerinde biriktirdiklerinin farklı biçimlerde patlamalara neden olmasını, kimi zaman açıkça kimi zamanda zımni olarak ima etmesi oldu. Bu bağlamda,  Ferdi Özbeğen'in "Aşkımı bir sır gibi, senelerdir sakladım" şarkısıyla da güzel bir uyum yakalamış yönetmen. Her şey bir yana, konuşamamak, konuştuğunda anlaşılamamak ya da yanlış anlaşılmak korkusuyla konuşmaktan sakınmak ve tüm dertlerimizi içimize atmak insan olarak hepimizde var olan bir durum. İşte dizi, bence tam da bunu anlatıyor. Kısacası, "Konuş, ki seni görebileyim" diyor.

Sonuç olarak, popüler kitle kültürüne hitap eden bir dizi. Yani, bugün popüler ama yarın unutulacak ve diğer popüler kültür varlıklarının bulunduğu raflarda yerini alacak. Bu nedenle, öyle çok fazla anlamlar yükleyip eleştirmeye veya yüceltmeye  gerek yok. Dünyayı diziler veya sinema filmleri kurtaramaz. Sadece, dizi olarak izleyin  derim ben...Keyifli izlemeler.


Görsel alıntıdır.



11 Kasım 2020 Çarşamba

 


KAVAKLAR



Canının nakışlarını
Bırakıp gövdelerine
Önce kavakları
Dikip yetiştiren gitti

Titredi toprak

Ellerinde baltalar
Öfkeli yüzlerle
Bölüştü kavakları
Geride kalanlar

Şaştı gökyüzü

Döküp dallarını yapraklarını
Nice güz uğultularıyla
Maviliği boydanboya yararak
Yıkılıp çatırtılarla
Sonra kavaklar gitti

Taş kesildi suskunluk

MEHMET BAŞARAN (1926 - 2015)


Kaynak: 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi - İlhami Soysal, s: 378.

9 Kasım 2020 Pazartesi

 

SAVARONA VE ATATÜRK



1989 yılında bir ihale yapılır deniz alemimizde. "Ata'nın yatı" olarak ünlenen Savarona, yap işlet usulü devredilecektir.. Bakımsızdır, çürümeye terkedilmiştir yıllar boyu, hatta jilet olması muhtemeldir.

Ama son anda farkına varılacak, tarih yeniden yüzdürülecektir. Yüzdürülür de! Bir armatör, ölümün kıyısındaki yatı satın alıp restore eder, turizme karışır ve Ata'nın yadigarı yeniden yaşatılır. İlginç mi ilginç bir hikayesi vardır Savarona'nın..

Ata'nın ağır hasta zamanlarında, Mayıs 1938'de alınıp ülkeye getirilmiştir Savarona. Aslında Amerikalı bir iş adamının kendisi için yaptırdığı bir aşk gemisidir Savarona. Çankaya'ya, devlete ve tabii ki Gazi'ye tahsis edilen yat, adını Hint Okyanusu'ndaki bir kuştan almıştır. Savarona bir ihtiyaçtan doğmuştu ve Atatürk gelişini heyecanla beklemişti hep. 

İki ay öncesine kadar hizmette Ertuğrul vardı ama yorgundu, kırılıp dökülmekteydi. Hatta İngiliz Kralı Edward'ın ziyareti sırasında mahcubiyet de yaşatmış, davetlilerin şık kostümleri ve beyaz pazenler bacasından dökülen kurumlarla islenmiş, simsiyah olmuştur. Ertuğrul kızağa çektirilir, Savarona sipariş edilir. 

Ve Ata, Savarona'ya Haziran'ın ilk haftasında bir çocuk heyecanıyla taşınır. Tabii ki hastalığına Savarona'da geçireceği günlerin iyi geleceğini düşünmektedir. Bir ay boyunca da toplantılarını, görüşmelerini bu yatta yapar zaten. Fakat, olmaz olamaz, yine hastadır, yine yorgundur. O günlerde yakın çevresine "Bir çocuk oyuncağını nasıl beklerse ben de bu yatı beklemiştim. Mezarım mı olacak bu tekne benim için?" diyecektir.

Çok geçmez rahatsızlığı ilerler, oyuncağını öksüz bırakır.

Ve doktor gözetiminde Dolmabahçe Sarayı'na yerleşir. Ve...

10 Kasım 1938...

O günün gazeteleri kısıtlı imkanlarına rağmen ikinci baskı yapmışlar, ülkenin kurucu önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün kaybını sayfalarına taşımışlardı. Mesela, "Babamızı Kaybettik" diyordu Tan.

Diğer gazetelerde de kara puntolar hakimdi.

Hiçbir beklenen ölüm Atatürk'ün ölümü kadar keder yaratmamıştı. Herkes, bir zamanlar cephede birlikte savaştıkları da, 18 milyonluk Türkiye de hep bir mucize beklemişti...

O mucize gerçekleşmeyince onunla birlikte, yaveri Salih Bozok gibi, ölüme gitmeye kalkışanlar da olmuştu.

Yas yıllarca sürecekti.

Bir Fransız gazetesi ölümünü "Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı" başlığıyla duyurdu. "Artık evrende barışı kimse garanti edemez" diye devam edip gidiyordu, kehanet dolu Fransızca satırlar.

Yıl 1938'di...

Bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı başlayacak, hele Ortadoğu bir daha asla durulmayacaktı.


Kaynak: Nebil Özgentürk - Türkiye'nin Hatıra Defteri, 1923'ten Günümüze.(Belgesel - Kitap)



3 Kasım 2020 Salı

 


ORMANIN SAKİNLEŞTİRİCİ GÜCÜ

Shinrin Yoku (Orman Banyosu)



Orman denilince aklımıza hemen ağaçlar topluluğu ve o topluluk içinde yaşayan yabani hayvanlar gelir değil mi? Orman sadece ağaçlar topluluğu değildir; yabani hayvanlara ev, atmosfere oksijen, insanlara şifa veren doktor, hastalıkları iyileştiren ecza ve doğal afetleri(erozyon, sel, toprak kayması) önleyen güvenlik bariyeridir. Ormansız bir alan benim için çorak bir arazidir. Belki ormanlık bir yörede doğup büyüdüğüm için genetik kodlarım nedeniyle çoğu zaman orman olmadan hava bile alamadığımı hissederim. Bu nedenle, Ankara'dan, mümkün olduğunca her fırsatta ormanlara kaçarım; şehrin gürültüsünden uzaklaşmak, ormanın sesini dinlemek ve temiz havasını solumak için. Ormanlarla ilgili çoğu şeyi bildiğimi zannederdim. Yanılmışım. Okumalarım sonucunda, benim için yepyeni olan bir kavramla karşılaştım ve bu kavramı araştırdım. Eminim, çoğunuz için de yeni bir kavramdır; "Shinrin Yoku (Orman Banyosu). Öyleyse, yazımı okuyarak bir orman banyosu yapmaya ne dersiniz? Banyoda rahat olabilirsiniz, bu banyoyu tek başınıza yapabileceğiniz gibi, grupla da yapabilirsiniz. Ayıp yok, utanç yok, banyo için soyunup dökünmek yok, stres yok. Kısacası, dingin bir kafayla ve gevşemiş, rahatlamış olarak banyo sonrasında hayatınıza şevkle ve canlanmış bir şekilde devam edebilirsiniz. :) Benden de, yazımı okuyan sizlere kocaman bir "sıhhatler olsun" demek düşer. :) Orman banyosu için hazırsanız, başlayalım.

Orman Banyosu, modern dünyanın baskılarına karşı güçlü bir panzehirdir. Fiziksel ve zihinsel sağlığınıza kalıcı faydalar sağladığı ve içinizde doğa ile derin bir bağlantı yarattığı kanıtlanmıştır. Bir orman banyosu deneyimi sonucunda ormanın iyileştirici gücünü iliklerinize kadar hissedecek ve terapiden çıkmış gibi hissedeceksiniz.

Japonya'da ortaya çıkan - shinrin yoku (orman banyosu), sağladığı zihinsel, fiziksel ve ruhsal sağlık yararları nedeniyle Japon önleyici sağlık hizmetlerinin kabul edilen bir parçasıdır. Orman terapisi olarak da bilinen bu terapi, binlerce yıllık sezgisel bilgiden yararlanır - biz doğanın bir parçasıyız ve bu bağlantıyı hissetmek için derin bir  temasa ihtiyacımız var. 

Ama işe yarıyor mu? Orman banyosu, 1980'lerin başından beri Japonya'da bir konsept olarak varlığını sürdürüyor ve oradaki bilim adamları, Japon sağlık sistemindeki yerini hak ettiği sonucuna vararak, faydaları konusunda çok sayıda araştırma yapmaya devam ediyor. Doğa bağlantıları alanındaki daha genel araştırmalar, gerçek ve uzun vadeli faydaların, diğer şeylerin yanı sıra, stresi azaltmayı, bağışıklığı iyileştirmeyi, düşük kan basıncı sağlamayı,hastalık ve travmadan hızlı bir şekilde iyileşmeyi göstermektedir. 

Orman Banyosunun En Önemli Altı Faydası

Japon shinrin yoku veya orman banyosu uygulaması hem fiziksel hem de zihinsel sağlık için iyidir. Stres hormonu üretimini azalttığı, mutluluk duygularını artırdığı ve yaratıcılığı serbest bıraktığı, kalp atış hızı ve kan basıncını düşürdüğü, bağışıklık sistemini güçlendirdiği ve hastalıktan iyileşmeyi hızlandırdığı kanıtlanmıştır.

1- Stresinizi azaltır

Japonya'daki Chiba Üniversitesi'nde profesör olan Yoshifumi Miyazaki, 2004'ten beri orman banyosunun faydalarını araştırıyor ve yavaş orman yürüyüşlerinin, şehir yürüyüşlerine kıyasla stres hormonu kortizolde yüzde 12.4'lük bir azalma sağladığını keşfetti. Çalışmalarına katılanlar ayrıca anekdot olarak daha iyi ruh halleri ve daha düşük kaygı bildirdiler.

2- Ruh halinizi iyileştirir

Derby Üniversitesi'ndeki akademisyenler, doğaya bağlanmanın mutluluk ve zihinsel sağlıkla bağlantılı olabileceği sonucuna varan mevcut araştırmanın meta çalışmasını yürüttü. Doğada vakit geçirmek, neşe peşinde koşmakla ilgili hormonları salgılar, sakinleştirir ve tehditlerden kaçınır.

3- Yaratıcılığınızı serbest bırakır

Utah Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan David Strayer tarafından yapılan bir çalışmada, katılımcılar, modern teknolojiyle tüm erişimin kaldırıldığı doğada kalınan üç günün ardından yaratıcı problem çözmede yüzde 50'lik bir iyileşme gördüler.

4- Bağışıklık sisteminizi güçlendirir

Ağaçlar ve bitkiler, ormanda vakit geçirdiğimizde soluduğumuz  "fitokidler" yayarlar. Bunların bir Japon shinrin yoku araştırmacısı olan Qing Li'nin, vücudumuzun hastalıklarla savaşmasına yardımcı olan doğal öldürücü hücrelerin aktivitesini artırdığı araştırmalarla kanıtlanmıştır. Böylece bağışıklık sistemimiz güçleniyor.

5- Yüksek tansiyonu düşürür

Orman banyosunun, sağlıklı bir kalbi korumak için çok önemli bir faktör olan kan basıncını düşürdüğü kanıtlanmıştır. Japonya'da yakın zamanda yapılan bir meta çalışma, orman ortamındaki kan basıncı seviyelerinin orman dışı ortamdakilerden önemli ölçüde daha düşük olduğunu gösteren 732 katılımcıyı içeren 20 denemeyi gözden geçirdi.

6- Hastalıktan kurtulmanızı hızlandırır

Doğa, hastalıktan kurtulma sürecinde güçlü bir katalizör olabilir. Sağlıklı olma konusunda uzmanlaşmış Dr. Roger Ulrich'in bilinen en iyi çalışması, bir pencereden doğal bir görünümün bile, kentsel görünüme kıyasla iyileşme süresini bir gün azalttığını gösterdi.

Şimdiye kadar yapılan her çalışma, katılımcılar arasında stres, öfke, anksiyete, depresyon ve uykusuzlukta azalma olduğunu göstermiştir. Aslında 15 dakikalık orman banyosu kan basıncı düştükten sonra, stres seviyeleri azalır ve konsantrasyon ve zihinsel netlik artar.

Şu anda Japonya'da, 44 tane Shinrin Yoku ormanı bulunmaktadır. 

Orman banyosu yapabilmeniz ve bu banyodan azami fayda sağlamanız için takip etmeniz gereken 5 adım şöyle:

Adım 1- Telefonunuzu, kameranızı veya dikkat dağıtıcı unsurları geride bırakın, yanınıza almayın.

Adım 2- Hedeflerinizi, beklentilerinizi geride bırakın. Amaçsızca dolaşın, vücudunuzun sizi istediği yere götürmesine izin verin.

Adım 3- Bir yaprağa daha yakından bakmak veya ayaklarınızın altındaki yol hissini fark etmek için arasıra ara verin.

Adım 4- Oturmak ve çevrenizdeki sesleri dinlemek için rahat bir yer bulun. Varlığınıza alıştıklarında kuşların ve diğer hayvanların davranışlarının nasıl değiştiğini görün.

Adım 5- Başkalarıyla giderseniz, deneyimlerinizi paylaşmak için yürüyüşün sonuna kadar konuşmamak için bir anlaşma yapın. Yürüyüş sonunda toplanabileceğiniz bir alanda kendi deneyimlerinizi grupla paylaşın.

Tüm bunların gerçek olamayacak kadar iyi olduğunu düşünüyorsanız, neden kendiniz denemiyorsunuz? Shinrin yoku (orman banyosu) yapmak için en yakınınızda bulunan ormana koşmak için hala neyi bekliyorsunuz? 



Kaynaklar

1-https://www.forestholidays.co.uk/activities/forest-bathing/benefits/#:~:text=The%20Japanese%20practice%20of%20shinrin,and%20accelerate%20recovery%20from%20illness.

2-https://www.growwilduk.com/blog/5-simple-steps-practising-shinrin-yoku-forest-bathing

Bu iki kaynaktaki bilgiler Google Translate tarafından çeviri yapıldıktan sonra alındı. Cümle düşüklükleri tarafımdan düzeltildi. İngilizcesine güvenenler, verdiğim iki linkten yazıların aslını okuyabilirler.




10 Ekim 2020 Cumartesi

 


COVİD-19 TEDAVİSİNİN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI

Nereden, nasıl başlayacağımı bilemiyorum ama bir yerden başlamalıyım. Bugün bir yakınımdan öğrendiğime göre, covid-19 tedavisinde "kinin" kullanılıyormuş. Çok şaşırdım. Çünkü benim bildiğim kinin, kınakına ağacından çıkarılan ve sıtma hastalığında kullanılan bir ilaçtır. Sırf kinin içmemek adına (seyahat öncesi ve sonrasında içmek gerekiyormuş), Uzakdoğu'ya seyahat etmeyi hiç düşünmedim.

Sıtma demişken aklıma okaliptus ağaçları geldi. Okaliptus ağaçlarını ilk kez 1989 yılında Marmaris'te görmüştüm. Bu ağaçlardan oluşan ağaç tünelinden geçerken dikkatimi çekmişlerdi ve yerel halktan bilgi almıştım. Tabii o zamanlar, "Ev yaparsan tuğladan, kız alırsan Muğla'dan" diye bir söz de oldukça popülerdi. Bu sözün neden söylendiğini de açıklamışlardı. Şöyleki; eskiden Marmaris ve çevresinin denize yakın yerleri bataklıkmış.Bataklıklar sivrisinek ürettikleri için yöre halkı,sıcaklar bastırdığında  sahil şeridinden yükseklere, yaylalara kaçarlarmış adeta. Bataklıklar nedeniyle, denize yakın topraklar para etmezmiş ve değersiz sayılırmış.Yaylalardaki araziler değerli olduğu için erkek çocuklara, denize, bataklığa yakın olan yerler de kız çocuklarına verilirmiş.

Sıtma hastalığı salgın yapınca, araştırma yapılmış ve okaliptus ağaçlarının sorunu çözdüğü anlaşılmış. Bataklığı kurutacak olan okaliptus ağaçlarının tohumları yurtdışından getirtilip hem halka ücretsiz dağıtılmış, hem de devlet eliyle tohumlar toprakla buluşmuş. Bu ağaçlar, topraktaki suyu çekip gövdelerinde tuttukları için,  büyüyen okaliptus ağaçları, bataklıkları kurutmuş. Bataklıklar kuruyunca da sivrisinekler azalmış ve sıtma hastalığı tarihe karışmış. Bu nedenle halk arasında, okaliptus ağacına "sıtma ağacı" denmeye başlanmış.

Bataklıklar kurutulduktan ve de halkımız arasında deniz tatili moda olduktan sonra, deniz kıyısı ve yakınındaki araziler kıymetlenmiş. Buralardaki topraklar kızlara verildiği için de kızlar zengin olmuş, erkekler yerinde saymışlar. Böylece "Kız alırsan Muğla'dan " sözü yerleşmiş halkın ağzına.

Ve son olarak, kininle ilgili yeni öğrendiğim ve çok şaşırdığım bir bilgiyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Schweppes, 1783 yılında Cenevre'de kurulmuş bir soda üreticisi ve dünyanın ilk sodası. 1783'te İsviçreli bilimadamı Jacob Schwepps, soda üretmeyi başarmış ve İsviçreliler, 1790 yılından itibaren ticaretini yapmaya başlamışlar.

19. yüzyıl başlarında, başta İngilizler olmak üzere çoğu Avrupa ülkesi, Hint-Afrika topraklarında sömürge yarışına girmişler. Ancak bu topraklarda salgın hastalık olan sıtmayla karşılaşmışlar. Sıtmaya karşı koruyucu özelliği olan kinin içiyorlarmış ama kininin tadı çok acı olduğundan içmekte zorlanıyorlarmış. Bunun üzerine schwepps markası, içeriğine kinin ve şeker katarak satış yapmaya başlamış. Böylece kinin maddesinin acılığı bastırılarak tonik icat edilmiş: Ünlü marka; schwepps indian tonic water! 

Avrupalı askerlerin sıtma korkusu olmadan Hint ve Afrika içlerine doğru ilerlemeleri ve kendi ülkelerine yeni sömürgeler sağlamaları ve buralarda kalıcı olarak var olmaları, bu içine kinin katılmış içecek olan schwepps tonik sayesinde gerçekleşmiş. Daha sonra İngilizler bunu cin ile karıştırmışlar ve cin tonik denilen kokteyl ortaya çıkmış.

Tarihi olayları değerlendirirken, olguları göz ardı edemeyiz. Sıradan bir içecek gibi gözüken soda, Avrupa'yı 19. yüzyılda ayakta tutan en önemli etkenlerden biri olmuştur. Günümüzde de "kinin" denen ilaç, belki de dünyalıları eve hapseden, korkularını körükleyen covid-19 adlı virüse karşı başarılı olur. Kim bilir?





28 Eylül 2020 Pazartesi

 


KİTAPLAR



İki alışveriş (dostluk ve aşk), rastlantılara ve başkalarına bağlıdır; biri aramakla bulunmaz kolay kolay, öteki yaşla solar gider. Onun için hayatımı doldurup doyuramazdı onlar. Üçüncü alışveriş, kitaplarla kurduğumuz ilişkidir ki daha sağlam ve daha çok bizimdir. Ötekilerin başka üstünlükleri vardır, ama bu üçüncüsü daha sürekli ve daha kolayca yararlıdır. Ömür boyu yanı başımda, her yerde elimin altındadır. Kitaplar yaşlılığımda ve yalnızlığımda avuturlar beni. Sıkıntılı bir avareliğin baskısından kurtarır, hoşlanmadığım kişilerin havasından dilediğim zaman ayırıverirler beni. Fazla ağır basmadıkları, gücümü aşmadıkları zaman acılarımı törpülerler. Rahatımı kaçıran bir saplantıyı başımdan atmak için kitaplara başvurmaktan iyisi yoktur; hemen beni kendilerine çeker, içimdekinden uzaklaştırırlar. Öyleyken, onları yalnız daha gerçek, daha canlı, daha doğal rahatlıklar bulamadığım zaman aramama hiç de kızmaz, her zaman aynı yüzle karşılarlar beni.

Atını yularından tutup ardından çekene yürümek kolay gelir, derler. Bizim Jacques, Napoli ve Sicilya kralı, o genç, güzel, gürbüz adam sedyeyle taşıtırmış kendini uzun yollarda, başı fukara işi bir yastığa dayalı, boz kumaştan bir giysi ve takkeyle; ama şahane bir alay gelirmiş ardından: tahtırevanlar yularından çekilen türlü türlü binek atları, rütbeli cübbeli kodamanlar, görevliler: Bu ne perhiz, bu ne turşu dedirtecek gibi. İyileşmek elinde olan bir hastaya acınmaz. Pek doğru olan bu atasözünü ben denemiş ve kullanmış olarak, kitaplardan gördüğüm yarar için söyleyebilirim. Gerçekten ben kitapları, kitap nedir bilmeyenlerden fazla kullanmam diyebilirim. Cimriler nasıl nasıl günün birinde kullanacağım diye hiç dokunmazlarsa definelerine, ben de öyle saklarım kitaplarımı. Ruhum onların benim olmasıyla doyar, yetinir. Savaşta, barışta kitapsız yola çıktığım olmaz, yine de hiç kitap açmadığım günler, aylar olur. Biraz sonra, yarın, canım istediği zaman okurum,  derim. Zaman yürür gider beni dertlendirmeden; çünkü kitaplarımın dilediğim zaman bana sevinç verecekleri, yaşamıma destek olacakları düşüncesi anlatabileceğimden daha büyük rahatlık verir bana. İnsan hayatı denen bu yolculukta benim bulduğum en iyi nevale kitaplardır ve ondan yoksun anlayışta insanlara çok acırım.

KİTAP III, BÖLÜM III

Vermekte aşırı giden bir kralın uyrukları istemekte aşırı giderler: Akla göre değil örneklere göre pay biçerler kendilerine.

KİTAP III, BÖLÜM VI


Bir düzeni sarsanlar, onun yıkılmasıyla ilk ezilenler olur çoğu kez. Kargaşalığı çıkaran, yararını kendi görmez pek: Başka balıkçılar için suları bulandırmış olur.

KİTAP I, BÖLÜM XXIII


Kaynak: MONTAIGNE - DENEMELER, s: 223-224. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.Fransızca aslından derleyerek çeviren: Sabahattin Eyüboğlu



19 Eylül 2020 Cumartesi

 


BİR KARGA , İKİ ŞAİR VE BİR YAZAR




Akşam yürüyüşümde rastladım ona. Bankın üstünde tüneyen bir karga, havuzun öte yanındaki arkadaşıyla muhabbet ediyordu. Gülümseyerek yanına yaklaştım, baktım ki ürküp kaçmadı benden,  onunla sohbet etmeye karar verdim. Kargaların çok zeki aynı zamanda da kindar olduklarını bildiğimden, oldukça sempatik davranarak kargayla konuşmaya başladım. Fotoğrafını çekmek için de elimde cep telefonum hazır bekliyordum. Konuşmamı anlamış gibi kafasını bana döndürdüğü an, parmağımla telefonuma dokunup, bu fotoğrafı çektim.

"Karga, kargagiller familyasının corvus cinsinden iri yapılı, pençeli, düz gagalı, genellikle siyah tüylü, yüksek tonda rahatsız edici sesi olan kuş türleridir. Büyük ve leşle beslenen türlerine karakarga ya da kuzgun denilir. Çıkardıkları tuhaf seslerle, siyah renkleriyle ve parlak şeylere düşkünlükleriyle mitolojide ve sanattaki konularda adı geçer. Bazı hikayelerde akılsız olarak anlatılırsa da, araştırmalar en zeki kuş olduğunu gösterir.Yapılan araştırmalarda 100 kelime ve 50 cümle öğrenen kargalar tespit edilmiştir."*

İşte bankta tüneyen karganın bana hatırlattıkları:

Jean de la Fontaine 17. yüzyılda yaşamış Fransız şair ve yazardır. La Fontaine, o  zamanlar, nereden bilebilirdi ki, kargaların ne kadar zeki ve kurnaz olduğunu. Bilebilseydi eğer, yine de "Karga ile Tilki" fablını yazar mıydı acaba? Hani ağzında kocaman bir peynirle bir ağaç dalına konan kargayı gören kurnaz tilki, kargayı kandırıp ötmesini sağlıyordu, karga "gak" deyince de yere düşen peyniri, afiyetle yiyordu. Fabla göre, karga budala olduğu için kolay kandırılıyor, tilki de  kunazlığıyla  karnını doyuruyordu!

Ne zaman bir karga görsem ya da "gak" sesini duysam mutlaka iki şair ve bir yazarı hatırlarım; çocukluğumdan kalma olduğu için öncelikle  La Fontaine'in "Karga ile Tilki" fablını, sonra Edgar Allan Poe'nun "Raven"(Kuzgun) şiirini, en sonunda da  George Orwell'in mecazi dille yazılmış, fabl tarzındaki siyasi hiciv romanı olan Hayvan Çiftliği'ndeki  Moses adlı kargayı. Moses, bir ajandır ve aynı zamanda çok akıllı bir konuşmacıdır. Karga Moses, çiftlikte bulunan hayvanlara öldüklerinde gidecekleri ve hayal ürünü bir yer olan Şeker Kaplı Dağlar'dan bahsedip durur. Hayvanlar ondan nefret ederler, çünkü hiç çalışmaz ve sadece öykü anlatır.

Edgar Allan Poe ise, ünlü olan  Raven (Kuzgun) şiirinde "bir daha asla" haykırmak için başka bir kuş yerine kuzgunu kullandığında ne yaptığını biliyordu. Kuzgun uzun zamandır ölüm ve karanlık alametlerle ilişkilendirilmiştir, ancak gerçek kuş biraz gizemlidir. Merakınızı uyandırabildiysem eğer, çok uzun olan Edgar Allan Poe'nun "Kuzgun" şiirinden bir bölümü aktarayım:

...........................

Ama kuzgun tek başına oturarak sakin büstün üzerine;

Yalnızca bir sözcük söyledi, o sözcük taşıyordu sanki ruhundan;

Ne tek bir tüyünü kıpırdattı, ne de başka bir şey çıktı ağzından.

Ta ki ben zoraki mırıldanana kadar, "Daha önce diğer arkadaşları uçup gitti;

Yarın o da terkedecek beni, tıpkı uçup giden umutlarım gibi,

Ama kuş dedi: "Hiçbir zaman!"


Ürktüm sessizliği bozan bu yerinde yanıttan,

"Kuşkusuz," dedim, bildiği bu birkaç sözcüğü,

Öğrenmiş, insafsız belaların kovaladığı mutsuz bir sahipten;

Şarkıları tek nakarat oluncaya kadar kovalanan o mutsuz kişiden.

Öğrenmiş, umudun ağıdı olan şu kederli nakaratı:

"Hiç-hiçbir zaman!"

...............................**

Şiirden sonra, sıra geldi  kuzgunlarla ilgili büyüleyici bir gerçeği açıklamaya:

"Kuzgunlar en zeki hayvanlardan biridir. Zeka söz konusu olduğunda, bu kuşlar oralarda şempanze ve yunuslarla derecelendirilir. Bir mantık testinde, kuzgun bir parça ipi çekerek, pençesiyle tutturarak ve yiyeceğe ulaşana kadar tekrarlayarak asılı bir yiyecek parçası almak zorunda kaldı. Pek çok kuzgun yiyeceği ilk denemede, bazıları 30 saniye içinde aldı. Vahşi doğada kuzgunlar, yuvalarına tırmanmalarını engellemek için insanlara kayaları itti, buz deliklerinden bir balıkçı hattını çekerek balıkları çaldı ve diğer kuzgunları lezzetli bir ziyafetten uzaklaştırmak için bir kunduz leşinin yanında ölüyü oynadı. Bir kuzgun başka bir kuzgunun yemeğini sakladığını izlediğini bilirse, yiyeceği bir yere koyarken, gerçekten başka bir yere saklar gibi yapar. Diğer kuzgunlar da akıllı olduğu için bu sadece bazen işe yarıyor.

Kuzgunlar insan konuşmasını taklit edebilir. Esaret altında, kuzgunlar bazı papağanlardan daha iyi konuşmayı öğrenebilirler. Araba motorları, tuvaletler, hayvan ve kuş sesleri gibi diğer sesleri de taklit ederler." ***

Vee, karga sadece bir kuş değildir, kuş beyinli diyebileceğimiz. Oz Büyücüsü'ne kulak verelim; "Kafanın içinde beyin olsaydı, sen de diğerleri kadar iyi, hatta bazılarından çok daha iyi bir insan olurdun. İster karga ol, ister insan, beyin bu dünyada sahip olmaya değen tek şey."


Kaynaklar (Tırnak içindeki bölümler)

* kuslar.gen.tr/karga

** Kuzgun - Edgar Allan Poe. Çeviri: Burçak Özlüdil

*** https://www.mentalfloss.com/article




18 Eylül 2020 Cuma

 



OKUDUĞUM KİTAPLARDAN, ETKİLENDİĞİM 15 GİRİŞ CÜMLESİ




Yaşamımızda ilklerin çok önemli bir yeri olduğu ve kolay kolay unutulmadığı  yadsınamaz; ilk ev, ilk aşk, okuduğumuz ilk kitap, gittiğimiz ilk sinema, izlediğimiz ilk tiyatro v.s. Bir kitapsever olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, okuduğum kitabın ilk cümlesi ya da giriş paragrafı o kitabı keyifle, heyecanla okuyup okuyamayacağımı belirler. Bu durum, herkes için farklı olabilir. " Bir kitabın okuyucuyu ilk cümleden etkilemesi gibisi  yoktur. Okuyucunun okuduğu ilk cümle, kitabın giriş cümlesi, o kitabın satmasını, kapanış cümlesi ise yazarın daha fazla okuyucu kazanmasını sağlar" derler.

Okuduğum kitaplardan aklımda kalan ve unutamadığım giriş cümlelerini paylaşmak istiyorum. Mutlaka unuttuğum "giriş cümleleri" olacaktır. Çünkü bu cümlelerin bir listesini yapmamıştım; düşünürken hatırladıklarımı, kitapları önüme yığarak yazmakla yetineceğim bu nedenle.
İşte o ilk cümleler:

1- DÖNÜŞÜM, Franz Kafka

"Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu."

2- YABANCI, Albert Camus

"Bugün annem ölmüş belki de dün. Tam bilmiyorum."

3-  İKİ ŞEHRİN HİKAYESİ, Charles Dickens

"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana - sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi."

4- ÜÇ ANADOLU EFSANESİ, Yaşar Kemal

"Hey kardeşler, hey dostlar, yolda belde, tavlada tarlada, kırda ovada durup da bizi dinleyenler, okuyanlar, dünyanın kaç bucak olduğunu soranlar, bilenler, hey yedi iklim dört bucağı gezenler, size bir destanımız var. İnsanoğlu şu dünyada neyi arar, arasa arasa dostluğu kardeşliği arar, sözü çok uzatmak neye yarar? Biz başlayalım Köroğlu'nun hikayelerini anlatmaya birer birer."

5- ALİCE HARİKALAR DİYARINDA, Lewis Carrol

"Alice, ırmağın kıyısında, ablasının yanı başında hiçbir şey yapmadan öylece oturmaktan sıkılmaya başlamıştı; ablasının okuduğu kitaba bir iki kez şöyle bir göz attı; ne ki kitapta ne bir resim vardı, ne de konuşma, 'İçinde resim ve konuşma olmayan bir kitap, ne işe yarar ki,' diye geçirdi aklından, Alice."

6- MUHTEŞEM GATSBY, F.Scott  Fitzgerald

"Toy çağımda bir öğüt vermişti babam, hala küpedir kulağıma. 'Ne zaman' demişti, 'birini tenkide davranacak olsan, hatırdan çıkarma, herkes senin imkanlarında gelmemiştir dünyaya!"

7- TUTUNAMAYANLAR, Oğuz Atay

"Olay, Yirminci Yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut'un evinde başlamıştı. O zamanlar daha Olric yoktu; daha o zamanlar Turgut'un kafası bu kadar karışık değildi. Bir gece yarısı evinde oturmuş düşünüyordu. Selim, arkasından bir de herkesin bu durumlarda yaptığı gibi, mektuba benzer bir şey bırakarak, bu dünyadan bir kaç gün önce kendi isteğiyle ayrılıp gitmişti."

8- ANNA KARENİNA, Lev Tolstoy

"Mutlu aileler birbirlerine benzerler. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır."

9- KÜÇÜK PRENS, Antoine de Saint - Exupery

"Altı yaşındayken, bir gün 'Yaşanmış Olaylar' adlı bir kitapta çok başarılı bir resim gördüm: Balta girmemiş ormanlarda bir boa yılanının bir fili nasıl yuttuğunu gösteriyordu."

10- YÜZYILLIK YALNIZLIK, Gabriel Garcia Marquez

"Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı. O zamanlar Macondo, tarihöncesi kuşların yumurtaları kadar ak ve kocaman, parlak çakıllarla örtülü yatağı boyunca dupduru akan bir ırmağın kıyısında kurulmuş, yirmi hanelik bir kerpiç köydü."

11- KOLERA GÜNLERİNDE AŞK, Gabriel Garcia Marquez

"Kaçınılmaz bir şeydi: Acıbadem kokusu ona mutsuz aşkların yazgısını anımsatırdı hep. Doktor Juvenal Urbino, yıllardır kendisi için önemini yitirmiş bir olayla ilgilenmek üzere koşup geldiği, hala alaca ışığa gömülü odaya girdiği an ayrımına vardı bunun. Antilli göçmen, harp malulü, çocuk fotoğrafçısı, satrançta en yufka yürekli rakibi, bir altın siyanürüyle belleğin işkencelerinden kurtarmıştı kendini."

12- MOBY DİCK, Herman Melville

"Ishmael deyin bana. Birkaç yıl önce - kaç yıl önce olduğu önemli değil, paramın azaldığı ya da hiç kalmadığı bir sırada-, karada da beni ayrıca bağlayan bir şey olmadığı için, bir engine açılayım, bu dünyanın denizlerini şöyle bir göreyim dedim. Ben böyleyimdir; böyle bulurum sıkıntıdan kurtulmanın, uyuşan kanıma hız vermenin yolunu."

13- BİR DİNAZORUN GEZİLERİ, Mina Urgan

"Küçük mutluluklar denilen şeyleri doğru dürüst değerlendirmesini bilirseniz, bunların aslında büyük, hem de çok büyük mutluluklar olduğunu anlarsınız."

14- YENİ HAYAT, Orhan Pamuk

"Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk sayfalarındayken bile, kitabın gücünü öyle bir hissettim ki içimde, oturduğum masadan ve sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını sandım."

15- BABA, Mario Puzo

"Her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir. (Balzac)
Amerigo Bonasera, New York Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi'nin salonunda oturmuş, adaletin yerine getirilmesini bekliyordu; kızını insafsızca yaralayan, onun şerefiyle oynayan kişilerden adaletin eliyle intikam almış olacaktı."


Not: İlk cümle tanımına karşılık gelen bir de kelime var: "İncipit." Latince "başlangıç, giriş cümlesi" demek. Pek çok ülkede kitapların ilk ve son cümleleri derlenerek liste şeklinde meraklısına sunuluyor. 

Sizin de, okuduğunuz kitaplardan etkilendiğiniz giriş cümleleri var mı? Varsa hangileridir? Yorumda yazarsanız sevinirim...




13 Eylül 2020 Pazar

 


 AT KESTANESİ AĞACININ İSTANBUL'DAN PARİS'E SEYAHATİ



Yıl 1615. Fransa kraliçesi Marie de Medici, Paris'teki caddelerin etrafının ağaçlandırılmasını emreder. Uzmanlar araştırırlar ve "At Kestanesi" ağacında karar kılarlar. Çünkü at kestanesi ağacı elektriği çekmezdi, yani yıldırım düşmezdi. Hava kirliliğine karşı çok etkili olduğu gibi, tohumları, yaprağı ve meyvesi de şifalıydı. Tek bir sorun vardı; at kestanesi ağacı Avrupa ülkelerinde yoktu. Ağacın doğal olarak yetiştiği, en yakın yer İstanbul'du.

17. yüzyılda, İstanbul'da at kestanesi ormanı vardı. Fransa krallığının at kestanesi ağacı fidanları isteğini, Padişah I. Ahmet, geri çevirmedi ve Fransızlara binlerce at kestanesi fidanı hediye etti.

Bugün Arago Bulvarı'ndaki, parklardaki ve Paris'in ana caddelerindeki asırlık ağaçlar, Osmanlı'nın Fransızlar'a hediye ettiği o at kestaneleri ya da onların torunları. Paris adeta at kestanesi ormanı...Fransızlardan sonra, Avrupa'nın birçok kenti caddelerini bu güzel ağaçlarla süsledi. Peki, günümüzde İstanbul'daki at kestaneleri (ormanından vazgeçtik) ne durumda? Bilen var mı?




At kestanelerinin İstanbul'dan Paris'e seyahatinin ortaya çıkışı ise Makedonya doğumlu ressam Ömer Kaleşi'nin, Paris'te kesilen at kestanelerini tuvaline yansıtmasıyla gün yüzüne çıktı. Nasıl mı? Kendisinden dinleyelim: 

"Tüm dünyadan sanatçılar buraya ilham bulmak için gelir. Ama ben 50 yıldır Paris'teyim, fark ettim ki, bu şehre dair hiçbir şey çizmemişim. İçin için üzülüyor, acaba ne yapabilirim diye düşünüyordum. Sonra bu at kestanelerinin kesilişi beni öyle etkiledi ki 100 gün ne dışarı çıktım ne kimseyle görüştüm. Yaşım 83, sonunda Paris'ten ben de esinlendim ve diyorum ki Paris'e borcumu ödedim."

"Ancak Kaleşi, kestane ağaçlarının aslında Türkiye'den geldiğini ise tabloları tamamladıktan sonra tesadüfen öğrenmiş. Kaleşi tablolarını, İstanbul'da beraber çalıştığı sanat galerisine getirdiğinde o an orada bulunan birisi "kestane ağaçları sonunda yurduna döndü" yorumunu yapmış.

Kaleşi bu yoruma bir anlam veremez ve araştırır öğrenir ki, Arago Bulvarı'ndaki at kestaneleri 17. Yüzyılın başında İstanbul Boğazı ile Paris'teki Seine nehrinin kardeşliğini simgelemek üzere Osmanlı tarafından Fransa'ya hediye edilmiştir ve Fransa at kestanesiyle Osmanlı'nın sayesinde tanışmıştır."

At kestanesi ağacının İstanbul-Paris seyahati böyle. Hemen herkes, lalenin Hollanda'ya gidiş hikayesini bilir de, at kestanesininkini bilmez. Bu bilinirlikte, belki, "Lale Devri" yaşamış Osmanlı'nın "At kestanesi" devri yaşamamış olmasının etkisi vardır. Kimbilir? 

Ama, memleket özlemiyle yanıp kavrularak hayata gözlerini yuman büyük şair Nazım Hikmet'in bu hikayeden haberi olmalı ki, memleket özlemini, kestane ağacının şahsında   dizelerine şöyle yansıtmış:

Paris'te bir kestane ağacı olacak,
Paris'in ilk kestanesi,
Paris kestanelerinin atası,
İstanbul'dan gelip yerleşmiş Paris'e, boğaz sırtlarından.
Hala sağ mıdır bilmem;
Sağsa iki yüz yaşında filan olmalı.






SULTAN I. AHMED (D:1590 - Ö: 617): I.Ahmed, 14. Osmanlı padişahı ve 93. İslam halifesidir. Sultan III. Mehmed ve Handan Valide Sultan'ın oğludur. Sancağa gitmeyip tahta çıkan ilk Osmanlı padişahıdır.
(Vikipedi) 

MARİE de MEDİCİ (D:1575 - Ö.1642): Bourbon Hanedanı'ndan Marie de Medici, Fransa Kralı IV. Henry'nin ikinci eşi. Fransa Kraliçesi ve Medici Hanedanı'nın bir üyesiydi.Kocasının taç giyme töreninden sadece bir gün sonra suikaste uğramasının ardından oğlu XIII. Louis taht için uygun yaşa gelene kadar kral naibliğini yapmıştır.
(Vikipedi)


Yararlandığım Kaynaklar:
--Tarihimizde Garip Vakalar - Reşat Ekrem Koçu, DOĞAN KİTAP.

---https://www.ntv.com.tr/sanat/i-ahmedin-fransaya-hediyesi-400-yil-sonra-tuvale-yansidi,Jufe2aO5cEyseEoBiHznGw

NOT: Reşat Ekrem Koçu'nun Tarihimizde Garip Vakalar, kitabında, at kestanesi ağacını Fransa'ya ilk defa olarak 1615 yılında Bachelier isminde bir zat tarafından İstanbul'dan götürüldüğünü ve o günden beri bu ağacın Paris bulvarlarının süsü olduğunu yazar.






5 Eylül 2020 Cumartesi

 

CHARLES BUKOWSKİ KİMDİR?



Bir anket yapılsa, sosyal medyada en çok paylaşılan kimin sözleridir diye, sanırım Bukowski'nin sözleri ilk sırayı alır. Nadiren bile olsa ben de paylaşmıştım önceden. Aslında Bukowski'nin ne bir şiirini okudum, ne de bir romanını. Hakkında bildiklerim, internetten okuduğum yüzeysel bilgilerdi o kadar. 23 Şubat 2016'da (satın aldığım her kitaba, o günün tarihini ve hangi şehirden aldığımı mutlaka yazma gibi bir huyum vardır) bir kitapçıdan aldığım ama okunmak için  dört yıldır sırasını bekleyen Bukowski'nin biyografisini nihayet okuyabildim.
Kitabın arka kapak yazısını okuyunca, bu "Bar Kelebeği" ve "Pis Moruk" diye anılan Bukowski kimdir, nasıl bir yaşam sürmüş olabilir ki, böyle anılıyor merakıma yenik düşmüştüm. İyiki de kitabı almışım; Bukowski'nin roman ve şiirlerini okumamama rağmen, biyografisinde gerektiği kadar bahsediliyor şiir ve romanlarından. Anladım ki, Bukowski'nin şiirleri, romanları hiç bana göre değilmiş meğer. Hatta üç yüz sayfalık biyografisini okumak da zaman kaybıydı, benim için.

Kitabı bitirdikten sonra kendi kendime şöyle dedim; şiddet ortamında büyüyen, sürekli babasından dayak yiyen, liseden sonra girdiği üniversiteden atılan, sabahtan akşama kadar içki içen, ayık kalmaya tahammül edemeyen, önüne gelene küfreden ve kavga çıkarmadan duramayan serseri ruhlu ve saldırgan bu adamın normal olması beklenemez. Ama Amerikan toplumu, onu harika ve dahi bir yazar olarak tanıma eğiliminde. En azından okuduğum biyografide böyle yazıyor.

Bu uzun girizgahtan sonra kısaca Bukowski'nin hayatına ve üne nasıl kavuştuğuna bir göz atalım mı?

Asıl adı Heinrich Karl Bukowski olan Charles, 16 Ağustos 1920'de Andernach'ta (Almanya) doğdu. Babası Çavuş Henry Charles Bukowski, Amerikan işgal ordusunda görevli bir subay, annesi Katharina Fett ise kadın terzisiydi. Bukowski 1971 yılında yazdığı bir yazısında, "Bir piç olarak, yani evlilik dışı bir ilişki sonunda doğdum", demiş ve bu iddiasını hem yazılarında hem söyleşilerinde birçok kez tekrarlamıştı.

Charles, iki yaşındayken ailesiyle birlikte bir gemiyle Amerika'ya gitti. Baltimore'a geldikten sonra Bukowski'nin annesi kulağa daha "Amerikanvari" geldiği gerekçesiyle adını Kate olarak değiştirdi, ardından küçük Heinrich de Henry oldu. Babası, doğup büyüdüğü California'ya taşınmalarına yetecek kadar para biriktirdikten sonra, 1924'te Los Angeles'e taşındılar. Amerika'yı gezerek geçirdiği kırklı yılların tamamı ve ellili yılların ilk yarısı haricinde Bukowski yaşamının büyük bir bölümünü, yazılarında ağırlığını hayli hissettiren LA'da geçirdi.

Babasından ilk dayağını yediğinde, Bukowski Virginia Road İlkokulu'na gidiyordu. Henry, karısı Kate'i de dövmüştü. Babasından nefret eden Bukowski sonraki yıllarda yazdığı otobiyografik yazılarında, söyleşilerinde ve dostlarına gönderdiği mektuplarda çocukluğunun çok sıkıcı ve korkunç geçtiğini anlatıyor ve hiç olmazsa yaşamının o dönemine ait gerçekleri hiçbir şey saklamadan, çarpıtmadan aktarıyordu. "Geçirdiğim mutsuz çocukluk dönemi beni mahvetti," diye yazmıştı."Ama ben böyleyim ve böyle kalacağım."

İlkokulda fazla arkadaşı yoktu Bukowski'nin. Bunun nedenlerinden biri annesiyle babasının kendilerini mahalledeki herkesten üstün görmesi ve diğer çocukların arasına karışmasının yasak olmasıydı. Bir diğeri ise, çocuk Bukowski'nin disleksi hastalığıydı. İleride bunu "Eğitim" şiirinde dile getirecekti.

Bukowski'nin karakter gelişimini etkileyen ilk şey babasından yediği acımasız dayaklarsa ikincisi de on üç yaşındayken yüzünde belirmeye başlayan aknelerdi hiç şüphesiz. Bunlar öyle basit sivilceler değil, yüzünde oradan oraya atlayan, "her biri elma büyüklüğünde" çıbanlardı. Daha sonra vücudunun üst kısımlarında her yerde çıkmışlardı. Los Angeles Country Hospital'a götürüldü ve burada acne vulgaris teşhisi kondu. Doktorlar daha önce hiç bu kadar şiddetli bir vaka görmemişlerdi. Çıbanlar elektrikli iğneyle patlatılıp içlerinde biriken kan ve cerahat akıtıldı. Bu durumu Bukowski şöyle açıklıyordu; "İçimde biriken zehir artık dışarı taşıyordu.Sessiz çığlıklarla, bulduğu delikten büyük bir şiddetle dışarı fışkırıyordu."

Akneleri için o kadar yoğun bir tedavi gerekiyordu ki liseye başladığı ilk yıl kaydını dondurmak zorunda kaldı. Evde kaldığı bu dönemde şehir kütüphanesine gidip hayran olduğu Edgar Allan Poe'yu, ilk öykülerini çok sevdiği Hemingway'i okumayı çok seviyordu. Turgenyev'i beğenmiş, Tolstoy'a ise ısınamamıştı. Gündüz şehir kütüphanesinde kitap okuyor, gece de gizlice evden kaçıp barlarda takılıyordu. Bir gece bardan eve döndüğünde babasına yakalandı.  Babası onu dövmeye başlayınca, babasına karşılık vererek ona vurdu. Bu nedenle annesiyle de arası açıldı.

Ertesi yıl, çok iyi eğitim veren başka bir liseye kaydedildi. Oradaki arkadaşlarından biri Bukowski hakkında şöyle demişti; "Sivilceleri çok dikkat çekiyordu. Durumu gerçekten kötüydü, genç bir insan için dayanılması zor bir durumdu.Çok sessiz ve içine kapanık olmasının nedeni de buydu. Ortalarda gezinir, selam verir, ama asla gruba katılmazdı. Çok mutlu olduğu söylenemezdi. Girgin biri değildi."

Bukowski 1939 yılının Haziran ayında liseden mezun oldu. Beraber gideceği bir kız olmadığı için okul balosuna katılamadı. Hiç kız arkadaşı olmamıştı.

Gazete muhabiri olabileceğini düşünerek Gazetecilik, İngilizce, İktisat ve Halkla İlişkiler okumak üzere burslu öğrenci olarak Los Angeles City College'a kaydoldu. İlk yıl notlarının düşük olması nedeniyle burs hakkını yitirdi (1940).

Avrupa'da savaş söylentileri ve askere alınmalar başlarken Bukowski, Naziler'i ve Almanları savunan konuşmaları ve gazetelere yazdığı yazılardaki aşırı uçtaki görüşleriyle hem arkadaşlarını şaşırtıyor hem de ailesini korkutuyordu çünkü hala ailesiyle yaşıyordu. Neo-Nazi grupların toplantılarına katılmaya başlamıştı. Daha sonra böyle davranmasının nedenini sıradışı olmaktan hoşlandığını söyleyerek açıklayacaktı. Ancak annesi Kate Bukowski açık açık Hitler hayranıydı ve onun "işçi sınıfının" kurtarıcısı olduğunu söylüyor, Bukowski de annesiyle aynı düşünceyi paylaşıyordu.

Okuldan atılan ve evde huzuru kalmayan Bukowski, ailesinin evinden ayrıldı. Geçici işlerde çalıştıktan sonra 1941 yılının Haziran ayında pansiyonların, fabrika işlerinin ve barların "gerçek dünyası" hakkında yazabilmek için Amerika'yı keşfetmek üzere yollara düştü.

Atlanta'ya gitti. Damı muşamba kaplı küçük bir barakada kalıyor, favori romanı, Knut Hamsun'un yazdığı Açlık'ın hayal kırıklığına uğramış kahramanı gibi o da düzenli bir işe girip çalışmak yerine açlıktan ölmeyi tercih ediyordu. Atlanta, Bukowski'nin yollarda geçirdiği hayatının en sefil dönemini oluşturuyordu. Buna rağmen öyküler yazmaya çalışıyor ama New York gazetelerine gönderdiği öyküler iade edilmeye devam ediyordu.

1942 yılına kadar San Fransisco'da kalmış ve Kızıl Haç'ta kamyon sürücüsü olarak çalışmıştı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında askere yazıldı. Fiziki muayenesini geçti, ama bir dizi psikolojik testin ardından zihinsel nedenlerden ötürü 4-F kategorisine girdiğini ve askerlik yapamayacağını öğrendi. Kendi kendine koyduğu teşhis "sapık"tı. Ancak Bukowski ileride psikiyatrın raporunda, "aşırı duygusal" olduğu için askerliğe uygun olmadığı teşhisini koyduğunu öğrenecekti.

Gelecek on yılı içki içmek ve bir bar kelebeği olmak için yazmaya ara vererek geçirdiğini idia ediyordu ama bu sürede kısa öyküler yazmaya ve dergilere göndermeye devam etmişti. 1946 ilkbaharında ilk yayıncısı olacak olan Caresse Crosby'yle tanıştı. Bu yayıncının yardımıyla ilk iki şiir denemesi Matrix adlı dergide yayınlandı.

Bukowski gittiği bir barda kendisinden 11 yaş büyük olan Jane Cooney Baker'la tanıştı. Bukowski'nin en güçlü eserlerinin esin kaynağıdır Jane. Ayrıca Jane, yirmi yedi yaşındaki Bukowski'nin ilk ciddi kız arkadaşıdır. Jane'nin ölümünden sonra, Bukowski depresyona girmiş, hayatına giren hiçbir kadını Jane gibi sevmemişti.

Tanıştıklarında otuz sekiz yaşında olan Jane de Bukowski gibi alkolikti. Hoşuna gitmeyen erkeklerin üzerine saldırmasıyla tanınıyordu. Jane için yazdığı şiirlerde anlatmak istediği şey, Jane'in ahlak seviyesi düşük, fahişeden farksız bir kadın olduğuydu. Düşüncesi ne olursa olsun, bu ilişki Bukowski'nin kadınlar hakkında çok kötü izlenimler edinmesine neden olmuştu. Ayrıca Jane, Bukowski'yi at yarışı oynamaya yönlendirerek onun, yaşadığı sürece hipodromlardan çıkmamasına da sebep olmuştu.

Bukowski, Jane'den ayrıldıktan sonra, editörlüğünü yapacak olan Barbara Frye ile 29 Ekim 1955'te evlendi. Ancak evlilikleri yürümedi ve iki yıl sonra boşandılar. Boşandıktan sonra karısını şöyle tanımlıyordu Bukowski; " Barbara, soğuk, kindar, kaba, züppe kaltağın tekiydi."

1956 yılında annesi, iki yıl sonra da babası öldü. Babasının öldüğünü duyan Bukowski; "....öldü, öldü, öldü, tanrım sana şükürler olsun!" diye yazmıştı.

İlk şiir kitapçığı Ekim 1960'ta, 40. yaşgününden iki ay sonra yayınlandı. Artık yavaş yavaş tanınmaya başlamıştı. Ancak Bukowski çok içiyor, kavgalara karışıyor ve sabah kalktığında kendisini karakolda sarhoşların kapatıldığı hücrede buluyordu. 35 yaşında geçirdiği ağır mide kanamasından sonra, doktorların "içme, ölürsün" yasağına rağmen gece-gündüz içmeye devam ediyordu.

22 Ocak 1962'de, Jane öldü. 51 yaşındaydı öldüğünde. Jane'in ardından dünyası yıkılan, sürekli ağlayan ve içki içen Bukowski, bir dizi keder şiiri yazmaya başladı. Bu şiirler Bukowski'nin en dokunaklı eserlerini oluşturmaktadır.

LA Postanesi'ndeki gece işinden çıktıktan sonra doğrudan barlara gidiyor ve sarhoş oluncaya dek  içiyordu. "Bukowski, Postane adlı romanında bu sistemin işçilere yıllarca nasıl kan kusturduğunu anlatırken kesinlikle abartmıyordu. Çok katı bir sistemdi ve aralarında Bukowski'nin de bulunduğu pek çok çalışan şiddetli sırt ve omuz ağrılarından şikayetçiydi."
Sırt ağrısından kıvrandıran işine on iki yıl boyunca devam etti Bukowski. 1969'da Black Sparrow Yayınevi'nden ömür boyu 100 Dolar maaş teklifini alınca postaneden ayrıldı. 

Parasal yönden kendisini toparlamasına yardımcı olan "It Cathes My Heart in its Hands" başlıklı şiir kitabı yayınlandı ve tutuldu. Yayıncısı bu şiir kitabının tanıtım yazısında Bukowski'nin asıl başarısının "sevecenlikten, söz sanatlarından ve biçemden nasibini almayan ama akademik şiir karşısında pek çok üstünlüğü bulunan" dili olduğundan bahsetti.

FrancEYE ile tanışan Bukowski, onunla evlenmedi ama ondan bir kızı oldu; adını Marina koydular. Bukowski'nin Marina'dan başka çocuğu olmadı. Kızıyla çok yakından ilgilenen sevecen bir babaydı. Şiirleri artık dergilerde yayınlanıyordu.  Avrupa'da bile hatırı sayılır okuyucu kitlesine sahip olmuştu.

Tanınmaya başlayınca politikayla ilgili radikal yazılara yer veren Open City adlı gazetede haftalık köşe yazısı yazmaya başladı. Köşesinin adı; "Pis Moruğun Notları" idi. Gazetedeki köşe yazarlığına iki yılı aşkın bir süre devam etti ve bu iş, ona daha önceki bütün eserlerinden daha fazla ün kazandırdı. 

1976'da Bukowski, Linda Lee Beighle ile tanıştı. İki yıl sonra birlikte Los Angeles'ta bir liman şehri olan San Pedro'ya taşındılar. Linda ve Charles 1985'te evlendiler.

Bukowski, Pulp romanını henüz bitirdikten sonra 9 Mart 1994'te yetmiş üç yaşındayken omurilikten yayılan lösemi sebebiyle San Pedro'da öldü.  Bukowski, bir katolik olarak vaftiz edilmesine rağmen, kilisede din adamı yoktu. Linda Lee'nin isteği üzerine ölüm töreni Budist rahipler tarafından yönetildi.

Mezarı, Los Angeles'in güneyindeki Green Hills Memorial Park'ta bulunmaktadır. Ölümünden üç yıl sonra, Bukowski'nin ilk torunu Nikhil Henry Bukowski Sahoo doğdu.

Ve kitabın son sayfasında yazılanlar bu deli dolu, uçuk kaçık yazar hakkındaki bir fikir verebilir size:

"Gazetelerde ölümüyle ilgili çıkan haberler yaşadığı sefil hayat üzerinde yoğunlaşmıştı. Ondan "barların ozanı" olarak söz ediyor, neden bu kadar beğendikleri bir türlü anlaşılamayan kült bir okur kitlesi bulunan sıradan bir yazar olduğunu söylüyorlardı. Romanları hakkında aldığı tek olumlu eleştiri ve Barfly'ın dikkat çekici başarısı dışında medya hep olumsuz yönlerini öne çıkarmıştı.
......................

"Ancak hiçbir sınıflandırmaya dahil edilemeyen Bukowski, modern Amerikan edebiyatında en çok taklit edilen yazarlardan biriydi. Yalın düz yazı ve şiirlerinin kaynağı çok basit konulardı.

"Hep içkiyle ilgili konularda yazmaktan hoşlanması, yazılarında hayatını sansasyonel biçimlerde sunması ve kaba olmak için elinden geleni yapması yüzünden Bukowski eleştirmenlerin sürekli tepkisini çekmişti. Çok fazla kitap yayınlamıştı, özellikle de çok fazla şiir. Ama altı roman, düzinelerce kısa öykü, senaryo ve çeşitli şiir kitaplarından oluşan eserleri dikkatlice okunursa asla uzlaşmacı bir havaya bürünmeyen, hatta meydan okuyan bir tavrı görülür: ağır işlere, dayatılan kurallara, yalancılığa ve özentiye karşı çıkmış, insan hayatının çoğu zaman perişan olduğuna ve insanların birbirine kötü davranmasına rağmen hayatın yine de güzel, seksi ve komik olduğuna inanmıştı."

Biyografisinde, en seçme şiirleri yer alsa da, başta söylediğim gibi  bu şiirler bana hitap etmiyor. Ancak tek bir şiiri oldukça gerçekçi geldi ve ben  bu şiiri paylaşmak istiyorum:


...Cinayet işlemekte en usta olanlar
Cinayete karşı olduklarını söyleyenlerdir
VE nefret etmekte en usta olanlar
SEVGİ'ye övgüler yağdıranlardır
VE NİHAYET SAVAŞMAKTA EN USTA OLANLARSA
ÖVGÜLER YAĞDIRIP DURANLARDIR
BARIŞA


Kaynak: howard sounes - CHARLES BUKOWSKI, çılgın bir yaşamın kollarında tutsak