OSMANLI PADİŞAHLARINA BAL GÖNDERMİŞ BİR KÖY:
DAĞKUZÖREN
Hemen hemen her Pazar yaptığım gibi, 2 Temmuz Pazar günü, erkenden kalkıp, ilk kez yürüyeceğim bir rota için yola koyuldum. Uzun zamandır yaptığım doğa yürüyüşleri, tırmanışlar artık yaşam tarzım oldu. İnsan, alışageldiği yaşam tarzından kolay kolay vazgeçemiyor. Yürümediğim zaman bir eksiklik ve rahatsızlık duyuyorum. Kısacası doğaya kavuşmak, onunla bütünleşmek, ormanın seslerini dinlemek (tabii bunun için yürürken konuşanlardan uzak durmak şart), derelerin şırıltısına kulak vermek, çiçekleri koklamak, böcekleri kendi doğal ortamlarında gözlemek ve şanslıysam yabani hayvanları uzaktan da olsa görebilmek için bu yürüyüşler benim olmazsa olmazlarımdan biridir. Çünkü doğadan alacağım çok şey var. Aristoteles boşuna dememiş;"Doğa, gençlere kuvvet, yaşlılara hikmet verir" diye.
Ankara, coğrafi olarak Haymana Platosu'nda yer almakta olduğundan karasal bir iklime ve bu iklim nedeniyle de bozkır bitki örtüsüne sahiptir. Ancak, Ankara'nın Bolu ve Çankırı illeri sınırlarında yer alan ilçe ve köyleri ormanlarla (meşe, çam, köknar) kaplıdır ve buralar geçiş yöreleridir. Yani, Ankara'nın bitki örtüsü sadece bozkırdan ibaret değildir. İşte, ilk kez yürüdüğüm, Bolu-Ankara sınırında yer alan Dağkuzören köyü, Ankara'nın Çamlıdere İlçesi'ne bağlı yemyeşil toprak dokusu ve sık ormanlarıyla adeta bozkırın akciğerleri konumunda bir yöre.
Dağkuzören 1463-1523 yılları arasında Osmanlı döneminde kurulmuş köylerden biridir. İlk kez 1523 devlet defterlerinde ismi yer alan Dağkuzören köyünün adı, eski dilde "Güneş görmeyen yer, gölge yer" anlamına gelen "Kuz" kelimesiyle, eski yerleşim yeri anlamına gelen "Viran" kelimesinin birleşmesinden oluşmuş "Kuzviran" olarak geçmektedir. Cumhuriyet döneminde köyün adı "Dağkuzören" olarak değiştirilmiştir.
Köyün özelliği (ünlü balı)
Osmanlı padişahlarına bal gönderen yöre olarak bilinen Çamlıdere İlçesinin organik bal havzası florası içinde bulunan Dağkuzören köyü, yaban bitki örtüsü ve doğasıyla tarih boyunca, balından söz ettirmeyi başarmış ve Osmanlı sultanları için saraya özel balların bu yörede yetiştirildiği bilinmektedir. Bitki örtüsü olarak bölge organik bal üretiminin tüm özelliklerini taşımakta, şehir ve çevre kirliliği üreten tesislerden yüzlerce kilometre uzakta olması ve yaban bitki örtüsü anzer balı yetiştirilen bölgeyle en az %50 uyumluluk göstermesi ve onun dışında da endemik bitki çeşitlerine rastlanıyor olması bala ayrı bir aroma ve doğallık katmaktadır.
Yarısı boşalmış köyde rastladığım bir köylüye; "Meşhur balınızdan tatmak isterim." deyince köylü güldü ve şöyle dedi:" Arılar yok ki, bal olsun. Arıcılık öldü, sadece iki ev arıcılık yapıyor, onlarda da var mı bilmiyorum. Bir daha ne zaman gelirsiniz, söyleyin ona göre hazırlatırız." Ne üzücü değil mi? Geniş alanları kaplayan otlaklarda (otlar diz boyu idi), birkaç yılkı atından başka küçük ya da büyükbaş hayvan göremediğimi söylersem köylülerin hayvancılık da yapmadığı anlaşılır sanırım. Bir arkadaşımın taze köy yumurtası(gezen tavuk yumurtası), süt ve yoğurt satın almak istemesini belirttiği köylü kadının verdiği cevap ilginçti: "Bizde ne arasın yavrum? Sizin gibi satın alıyoruz biz de." Başka söze gerek yok sanırım... Köy, engebeli ve dağlık olduğu için ekip-biçme yapılmayabilir; ama iklim ve coğrafya hayvancılık için mükemmel. Özellikle büyük baş hayvan besiciliği için. Ama köy boşalmış, gençler çalışmak için kente göç etmişler, köyde kalan birkaç hane halkı da hayvan beslemek yerine, satın almayı seçmiş. Yaylacılık geleneği yok olmuş; Kadılar Yaylası'nda yıkılmaya yüz tutmuş bomboş yayla evleri bunun kanıtı gibiydi.
Kırsalda, hayvancılık, tarım bittiği gibi arıcılık da bitmiş maalesef. Çok eskiden okul kitaplarında yazan "Nüfusunun %60'ı köylerde, %40 kentlerde yaşayan bir tarım ülkesidir Türkiye." ibaresi tarih olmuş! Artık istatistikler ters döndüğü içindir ki, tarım ve hayvancılık ürünlerinde ithalatımız, ihracatımızın kat be kat önüne geçmiştir. Yakın bir zamanda üreten değil, tamamen tüketen bir toplum olabileceğimizi öngörmek hayal değildir bence... Asıl o zaman ne yapacağız?
1220 metre rakımlı Dağkuzören köyünden başlayan tırmanışımız, 1740 metre yükseltide bulunan Kadılar Yaylası'na kadar tam 3,5 saat sürdü. Tırmanış, havanın mevsim normallerinin çok üstünde sıcak olması ve aşırı terleme nedeniyle bizi çok yorduysa da yaylanın güzelliği bu yorgunluğumuzu unutturdu. Buz gibi akan pınar suyundan kana kana içtik, elimizi yüzümüzü yıkadık, serinledik. Onbeş dakika yayla havasını soluduk, dinlendik. Sonra orman içinden inişe geçtik. Köknar ve çam ağaçlarının serin gölgelerinde yürüdük. Çevremde gördüğüm birçok bitki ve çiçeğin adını bilmesem de bildiklerim vardı; Lavanta çiçekleri, sarı kantaronlar, yaban gülleri, papatyalar, yeni çiçeklenmiş alıç ağaçları, gelincikler, hüsnüyusuf çiçekleri, yabani fındıklar ve mazı meşeleri gibi. Hepsinin fotoğrafını çekmek isterdim ama bu mümkün değildi. :) Doğa yürüyüşleri, trekking bir grup sporudur ve grupla uyum içinde yürümek gerekir. Aksi halde bir dakikalık gecikme bile gruptan kopmak ve ormanda, dağda kaybolmak riskini de beraberinde getirir. Bu nedenle yürürken fotoğraf çekmek kolay değildir. Yine de çekebildiğim kadar fotoğraf çekiyorum. Ralph W. Emerson'un dediği gibi; "Doğa ve kitaplar, onları görebilen gözlere aittir." Ben de çektiğim fotoğraflarla doğayı göremeyen gözlere aracı oluyorum. Yoksa olamıyor muyum?
Dağkuzören 1463-1523 yılları arasında Osmanlı döneminde kurulmuş köylerden biridir. İlk kez 1523 devlet defterlerinde ismi yer alan Dağkuzören köyünün adı, eski dilde "Güneş görmeyen yer, gölge yer" anlamına gelen "Kuz" kelimesiyle, eski yerleşim yeri anlamına gelen "Viran" kelimesinin birleşmesinden oluşmuş "Kuzviran" olarak geçmektedir. Cumhuriyet döneminde köyün adı "Dağkuzören" olarak değiştirilmiştir.
Köyün özelliği (ünlü balı)
Osmanlı padişahlarına bal gönderen yöre olarak bilinen Çamlıdere İlçesinin organik bal havzası florası içinde bulunan Dağkuzören köyü, yaban bitki örtüsü ve doğasıyla tarih boyunca, balından söz ettirmeyi başarmış ve Osmanlı sultanları için saraya özel balların bu yörede yetiştirildiği bilinmektedir. Bitki örtüsü olarak bölge organik bal üretiminin tüm özelliklerini taşımakta, şehir ve çevre kirliliği üreten tesislerden yüzlerce kilometre uzakta olması ve yaban bitki örtüsü anzer balı yetiştirilen bölgeyle en az %50 uyumluluk göstermesi ve onun dışında da endemik bitki çeşitlerine rastlanıyor olması bala ayrı bir aroma ve doğallık katmaktadır.
Yarısı boşalmış köyde rastladığım bir köylüye; "Meşhur balınızdan tatmak isterim." deyince köylü güldü ve şöyle dedi:" Arılar yok ki, bal olsun. Arıcılık öldü, sadece iki ev arıcılık yapıyor, onlarda da var mı bilmiyorum. Bir daha ne zaman gelirsiniz, söyleyin ona göre hazırlatırız." Ne üzücü değil mi? Geniş alanları kaplayan otlaklarda (otlar diz boyu idi), birkaç yılkı atından başka küçük ya da büyükbaş hayvan göremediğimi söylersem köylülerin hayvancılık da yapmadığı anlaşılır sanırım. Bir arkadaşımın taze köy yumurtası(gezen tavuk yumurtası), süt ve yoğurt satın almak istemesini belirttiği köylü kadının verdiği cevap ilginçti: "Bizde ne arasın yavrum? Sizin gibi satın alıyoruz biz de." Başka söze gerek yok sanırım... Köy, engebeli ve dağlık olduğu için ekip-biçme yapılmayabilir; ama iklim ve coğrafya hayvancılık için mükemmel. Özellikle büyük baş hayvan besiciliği için. Ama köy boşalmış, gençler çalışmak için kente göç etmişler, köyde kalan birkaç hane halkı da hayvan beslemek yerine, satın almayı seçmiş. Yaylacılık geleneği yok olmuş; Kadılar Yaylası'nda yıkılmaya yüz tutmuş bomboş yayla evleri bunun kanıtı gibiydi.
Kırsalda, hayvancılık, tarım bittiği gibi arıcılık da bitmiş maalesef. Çok eskiden okul kitaplarında yazan "Nüfusunun %60'ı köylerde, %40 kentlerde yaşayan bir tarım ülkesidir Türkiye." ibaresi tarih olmuş! Artık istatistikler ters döndüğü içindir ki, tarım ve hayvancılık ürünlerinde ithalatımız, ihracatımızın kat be kat önüne geçmiştir. Yakın bir zamanda üreten değil, tamamen tüketen bir toplum olabileceğimizi öngörmek hayal değildir bence... Asıl o zaman ne yapacağız?
1220 metre rakımlı Dağkuzören köyünden başlayan tırmanışımız, 1740 metre yükseltide bulunan Kadılar Yaylası'na kadar tam 3,5 saat sürdü. Tırmanış, havanın mevsim normallerinin çok üstünde sıcak olması ve aşırı terleme nedeniyle bizi çok yorduysa da yaylanın güzelliği bu yorgunluğumuzu unutturdu. Buz gibi akan pınar suyundan kana kana içtik, elimizi yüzümüzü yıkadık, serinledik. Onbeş dakika yayla havasını soluduk, dinlendik. Sonra orman içinden inişe geçtik. Köknar ve çam ağaçlarının serin gölgelerinde yürüdük. Çevremde gördüğüm birçok bitki ve çiçeğin adını bilmesem de bildiklerim vardı; Lavanta çiçekleri, sarı kantaronlar, yaban gülleri, papatyalar, yeni çiçeklenmiş alıç ağaçları, gelincikler, hüsnüyusuf çiçekleri, yabani fındıklar ve mazı meşeleri gibi. Hepsinin fotoğrafını çekmek isterdim ama bu mümkün değildi. :) Doğa yürüyüşleri, trekking bir grup sporudur ve grupla uyum içinde yürümek gerekir. Aksi halde bir dakikalık gecikme bile gruptan kopmak ve ormanda, dağda kaybolmak riskini de beraberinde getirir. Bu nedenle yürürken fotoğraf çekmek kolay değildir. Yine de çekebildiğim kadar fotoğraf çekiyorum. Ralph W. Emerson'un dediği gibi; "Doğa ve kitaplar, onları görebilen gözlere aittir." Ben de çektiğim fotoğraflarla doğayı göremeyen gözlere aracı oluyorum. Yoksa olamıyor muyum?
İlk kez yürüdüğüm ve doğasına hayran kaldığım bu rotada, yürüyüşü düzenleyen "Yol Arkadaşım Doğa Yürüyüşü-Trekking Grubu" rehberlerine teşekkürler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder