30 Ekim 2015 Cuma




 RÜZGAR


Sabahattin Ali, şiirlerinde dağ ve deli rüzgar imgelerini sıklıkla kullanır. Dağlar gibi başını dik tutar, yalnızlığını rüzgara fısıldar. "Dağ ve rüzgar imgeleri, şaire hayatın sıradanlığından, koşuşturmasından, yalancılığından ve telaşından apayrı; özgürlük, cesaret, güven gibi 'doğal' güçleri ifade eder. Doğaya ait bu imgeleri, aslında doğanın bir parçası olan ama yapaylıklarla, yalanlarla yoğrulduğundan kendini başka kılıklara sokan 'insan'a, özünü anlatabilmek için kullanır." (Didem Oktay, www.siirleraslabitmemeli.com)


"Şairin özgürlükle bağdaştırdığı imgeler genellikle tabiattan alınmıştır. Asım Bezirci Sabahattin Ali' nin şiir kitabının adını Dağlar ve Rüzgar koymasının tesadüfi olmadığına dikkat çeker. Gerçekten de gerek yüceliği simgeleyen dağlar, gerekse özgürlüğü anlatan rüzgar, kitaptaki şiirlerde sık sık geçer. Ayrıca, her iki imge de zaman zaman Sabahattin Ali' nin insanlardan uzaklaştığını, onlardan farklılaştığını anlatacaktır." (Sabahattin Ali - Bütün Şiirleri. Hazırlayan: Atilla Özkırımlı.)

Zaman zaman insanlardan uzaklaşarak doğaya sığınan Sabahattin Ali, yalnızlık hissini "Rüzgar" şiiriyle ifade etmiştir. Şiiri okumaya ne dersiniz?




Arzularım muayyen bir haddi aşınca
Ve kulaklar sözlerime sağırlaşınca
Bir ihtiras duyup vahşi maceralara
Çıkıyorum bulutları aşan dağlara.
Tanrıların başı gibi başları diktir,
Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir,
Ben de katıp vücudumu bu genişliğe,
Bakıyorum aşağılarda kalan hiçliğe.

Bu dağların bir rakibi varsa rüzgardır.
Rüzgar burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür.
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, ' O' na yakındır.
Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgar siler kafalardan küçüklükleri.
Yanağıma çarpar geniş kanatlarını,
Ve anlatır mabutların hayatlarını.
Arasıra kulağını bana verdi mi,
Ben de ona anlatırım kendi derdimi.

'Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgar!
Benim artık yalnız sana itimadım var.
Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben.
Etrafımın sözlerine aklım ermedi,
Etrafım da bana  asla kulak vermedi.
Senelerden beri hala anlaşamadık,
Ben de kestim anlaşmaktan ümidi artık.
Gözlerimde hakikati sezen bir nurla
Etrafımı süzüyorum biraz gururla.

..........................

Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
Her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
Zaman zaman mağlup olsam bile etime,
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.
Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
İşte rüzgar, şimdi sana sığınıyorum!
Asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,
En asil şey seni buldum kainatta,
Güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
Ne de süse, gösterişe baktığın vardır.
Deniz gibi muamma yok derinliğinde,
Bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.
Bir dev gibi küçük, mızmız sesleri yersin,
Allah gibi görünmeden hüküm sürersin.

Düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin,
Rüzgar! Bu dağ başlarında çırpınan serin
Kanatların gökyüzünde akan bir seldir,
Bana kudret ve cesaret veren bir eldir.
Beşerlikten uzaktayım senin ülkende,
Senin gibi azamete aşıkım ben de.
İşte Rüzgar! Senin gibi ben de deliyim.
Islıklarım senin gibi inlemelidir,
Herkes beni ürpererek dinlemelidir.
Rüzgar! Sana, yalnız sana benzemeliyim.

Sabahattin Ali - Bütün Şiirleri (Hazırlayan: Atilla Özkırımlı)
YKY Yayınları



Dip Not: Başın Öne Eğilmesin (Sabahattin Ali' nin Romanı), Hıfzı Topuz' un 2006 yılında çıkardığı ve 2007 yılında 36. Orhan Kemal Roman Ödülünü kazandığı kitabıdır. Sabahattin Ali' nin hayat öyküsünü ve öldürülüşünü anlatır. Kitabı okudum ve çok beğendim...







27 Ekim 2015 Salı

10.YIL MARŞI ve ATATÜRK




10. YIL MARŞI
(ÇIKTIK KALIN KABLOYLA)


Cumhuriyet' in 10. Yıl Kutlamaları için dosta düşmana görkemli bir tören hazırlığına girişilir. Dünyanın pek çok ülkesinden konuk, tabii ki Sovyetler Birliğin' nden de davetli çağrılır. Ruslar, Kurtuluş Savaşı' na destek verdikleri Türkiye' nin bu önemli gününe iki bakan gönderirler.

Bu arada Yutkeviç adlı bir yönetmen de Türkiye' ye davet edilmiştir. Yutkeviç' in görevi, yolculuğu ve etkinlikleri filme almak, bu tarihi olayı belgelemektir...

Ankara' ya gelen Yutkeviç, hazırlık yapmak için otelinden ayrılıp törenin yapılacağı hipodrama gider. Diğer meslektaşlarına ayrılan yere kamerasını kuran Yutkeviç, konuşmaların yapılacağı kürsüye kablo çekerken utanır. Rus kameramanın sıkıntısı kablosundan dolayıdır! Öyle ya, diğer kameramanların kablosu serçe parmağı kalınlığındayken, Yutkeviç' in neredeyse bir insan bileği kadardır. Ertesi gün, Cumhuriyet' in 10. yıl coşkusuyla dolu olan binlerce insan hipodromdaki yerini almış, Atatürk ve davetlilerin gelmesini beklemektedir. Gazi, bir otomobille girer hipodroma. Merdivenleri çıkar, toplulukla tokalaşmaya başlar ve kürsüye geçip konuşmaya başlar. Bu sırada Yutkeviç kamerasını çalıştırır, kayıttadır. Ama birden, etrafındaki meslektaşlarından feryat figan sesler yükselmeye başlar. Yutkeviç, gözünü kameranın vizöründen ayıramadığı için de ne olup bittiğini anlayamaz. Bir ara gözünü vizörden ayırır ve diğer kameramanların neden telaşlandığını anlar.

Atatürk' ü hipodroma getiren otomobil kamera kablolarının üstünden geçmiş, hepsini koparmıştır. Ortada bilek kalınlığında bir tek sağlam kablo vardır, o da Yutkeviç' in kablosudur.

İşte biz, o tek sağlam kablo sayesinde 10. Yıl Marşı fonundaki görüntü ve Ata' nın konuşmasını hala izler dururuz.


Nebil Özgentürk
Türkiye' nin Hatıra Defteri (1923' ten Günümüze)
DenizKültür Yayınları







15 Ekim 2015 Perşembe





MANTIKSIZ ADAM FİLMİ



9 Ekim 2015' te vizyona giren Mantıksız Adam (Irrational Man) , bir Woody Allen filmi ve benim kaçırmak istemediğim filmlerden. On kişilik grupla birlikte izledim filmi ve her zamanki gibi çok beğendim. Bir Recep İvedik filmi olsaydı, salon tıklım tıklım olurdu diye geçti aklımdan. Kış Uykusu filmini de üç kişi izlediğimi hatırlayınca. Sonra neden böyleyiz, bu ülke neden kaostan kurtulmuyor diye söylenip dururuz. Düşünmeyi, düşünen insanları sevmediğimiz için olabilir mi?

Filmlerinde içerik olarak kadın-erkek ilişkilerini, cinselliği, birbirini aldatan eşleri kullanması ve bunları dantel gibi ince ince işlemesiyle, olaylardan çok karakter analizleri üzerinde durmasıyla ve karakter analizlerini derinlemesine yapmasıyla ünlü 80 yaşındaki delikanlı Allen, Mantıksız Adam filminde varoluşsal sıkıntıları, hayatın anlamsızlığını sorguluyor. Hem de çok karmaşık konular diye düşündüğümüz bu konuları, hayata indirgeyerek, basit, somut bir biçimde yapıyor.

Film, Felsefe Profesörü olan Abe Lucas (Joaquin Phoenix) ders vermek üzere küçük bir kasabadaki üniversiteye gelmesiyle başlar. Abe, hayattan zevk almayı ve umudu kesmiş, yılgın, alkol bağımlısı ve iktidarsız bir adamdır. Bu haliyle de felsefe konuşmak gibi bir niyeti yoktur. Ona göre, okuldan mezun olup düzenin çarklarına kapılan kim felsefe düşünür ki?

Abe, ilk derste, felsefenin gerçek yaşamdaki zor sorulara cevap vermeyen bir lafazanlık olduğunu söyleyerek, Soren Kierkegaard ve Immanuel Kant gibi filozoflara değinir, kendi karamsarlığını unutarak. Ve öğrencilerine felsefeye ilişkin şunu söyler: "Felsefe, sözsel mastürbasyondur."  Soren Kierkegaard,"Felsefe tarihinin soyut mantıksal kurgularla geliştiğini ve bu nedenle bireyi, bireyin gerçek yaşamını gözden kaçırdığını düşünür. Ona göre varoluş, somut ve öznel insanın yaşamıdır. Bu nedenle felsefe somut düşünmeye, yani varoluşa yönelmelidir." dediğini düşünürsek, Abe' in felsefe hakkındaki bu sözünü anlamlandırabiliriz.

Abe, gönüllü olarak dünyanın sorunlu bölgelerine gitmiş, ihtiyacı olanlara yardım etmeye çalışmış, ancak arkadaşının Irak' ta öldürülmesiyle bu gezegendeki hiçbir şeyin değiştirilemeyeceğinin farkına varmıştır. İşte bu farkındalık, onu hayatın anlamsızlığı üzerinde düşünmeye sevk ederek, karamsarlığa ve kaygılı bir kişiliğe dönüştürmüştür. Zaman zaman panik atak krizleri geçirmektedir.

Ancak, bir raslantı ve bir kısmet, ya da şans diyelim Abe' in geleceğini belirleyecektir.Jill ile Lunaparka giden ve bir şans oyununda kazanan Abe, öğrencisine şöyle der:" Yüzde 50, bazı insanların sahip olabileceğinin çok üstünde bir şanstır..." Bence bu sahne çok önemli ve filmin sonunu belirliyor. Şans mı? Şansızlık mı?

Abe ile ilişki kuran iki kadın vardır: İlki, sıkıcı evliliğinden, evliliğin monotonluğundan kurtulmak isteyen ama tek başına bunu gerçekleştiremeyeceğini bilen ve risk almayı göze alan Profesör Rita (Parker Posey)dir. Diğeri ise, zeki olduğu kadar, güzel olan genç öğrencisi Jill (Emma Stone) dir. Bu iki kadınla ilişkisi Abe' yi  fiziksel olarak değiştirir. Ruhsal değişimi; hayatı sevmesi ve anlamlı bulması ise Jill' le birlikte restoranda yemek yerken tesadüfen bir konuşmaya tanık olmasıyla gerçekleşir. Artık hayatta bir amacı vardır, hayat yaşanmaya değerdir. Tabii ki bu amacı söylersem filmi izleyecek olanları bu zevkten yoksun bırakmış olurum. Ama Felsefe Profesörü Abe' in bir Dostoyevski hayranı olduğunu ve Suç ve Ceza' daki Raskolnikov' a öykündüğünü söyleyebilirim sadece... Hayatı sevmeye, hayatın zevklerinden tat almaya başlayan Abe' in bu değişimi kendisine neler getirecek ya da kendisinden neler götürecektir? 

"Allen, fiziksel olarak da bir değişiklik gerçekleştirmiş. Joaquin Phoenix' in performansıyla Abe' in yer aldığı her sahneye huzursuzluk yüklüyor... Felsefe sözcüğünün ağırlığı altında kasaba ahlakıyla dalga geçerken, alttan alta insan doğasının suça yatkınlığının önünü açıyor... Seyirciyi inandırıp ikna ediyor, hatta suç ortağı yapıyor. Gerçek hayatın acımasız yüzü ve sürprizleriyle bir defa daha varoluşsal sorulara manalı tek bir yanıt veremiyor! 'Düzensiz düzenin' tuhaflığı, karanlığı ve karışıklığı içinde bizleri en çıplak halimizle yüzleştiriyor." (www.beyazperde.com/filmler/elestiriler)

Maç Sayısı, Mavi Yasemin filmlerinden sonra Allen' in izlenmeye değer güzel bir filmi; Mantıksız Adam (Irrationel Man). Bence sinemada izlemenin keyfini kaçırmayın. İyi seyirler...



Mavi Yasemin filmiyle ilgili yazdıklarımı  merak ediyorsanız, işte linki :

http://sahriye.blogspot.com.tr/2013/10/mavi-yasemin-blue-jasmine-vizyonda-bir_23.html








13 Ekim 2015 Salı

Bela Bartok´un derlemelerinden Mâvilim türküsü





BELA BARTOK' UN TÜRKÜLERİ

1936'nın baharında, Halkevleri' nin daveti üzerine gelmişti Bela Bartok. Uzmanıydı halk müziklerinin ve Anadolu' nun da türkü izini sürmesi istenmişti ondan.Zaten ülkede yeni bir kültürün inşaası sürüyordu. İkinci Savaş' ın ve faşizmin kapıya dayandığı tedirgin ülkelerden Macaristan' dan gelmişti.

Ön bilgiyle bir bölge seçti. Karacaoğlan ve Dadaloğlu' nun dağlarında türkü yaktığı Adana. Ve tabii ki Çardak Köyü...

Adnan Saygun' la zor yollara koyuldular, elde kayıt cihazları, bazen araba bazen eşek sırtında bazen yürüyerek vardılar dağlara. Şaşkındı köylüler, ama misafirperverlik zievedeydi. Kayıt başladı dilden dile, bir kuyumcu titizliğiyle.

Ama zor geçiyordu kayıtlar. Erkeklerin tarladan dönüşü bekleniyor, kadınlarınsa evlerinden köy meydanına çıkıp ikna edilmesi. İkna zordu, bir de bir köy efsanesi alıp yürümüştü. Sanki o ağıt ve türküler kayıt cihazına geçince köylülerin sesini yutacak diye düşünmüşlerdi... Ama sonunda derleme bitti. Bartok hayatının en mutlu günlerini geçirmişti Adana' nın köylerinde.
Yüzlerce türkü taş plaklara kaydedildi.

O türkü ve ağıtlar bugünlere kalan ve Çukurova' nın yazı efendisi Yaşar Kemal' e ışık veren.

Evet Bartok' un notları mükemmeldi, kaynak tamamdı ama savaşın kavurduğu ülkesine, Macaristan' a dönmek istemiyor, Anadolu' da kalmak geçiyordu gönlünden. İş bulup yerleşmek istedi ama olmadı, oldurulamadı!

Zaten, Türkiye  savaşın etrafında satranç oynamak durumuna gelmişti. Bartok' un gönlünden geçenler fark edilmedi bu hay huy içinde.

Barış ve türkü diye diye önce Macaristan' a gitti, ardından Amerika' ya göçtü 1940' ta. Beş yıl sonra da hayattan göçüp gitti.

Yaşar Kemal' se içinden dev romanlar çıkacak olan Bartok ışıklı Ağıtları' nı, yayınlayacaktı aynı yıl.

Ve zaten sonraki o dev romanlarda da, yani İnce Memed' lerde, Efsaneler' de Bartok' un izleri hep olacaktı, sanki Bartok' a teşekkür niyetine...

Ve hayat ki yıllar gelip geçecek, o ağıtlardan ve Bela Bartok hazinelerinden binlerce türkü popülerleşecek, o türküleri söyleyenlerin pek çoğuysa Bartok' tan bihaber kalacaktı.


Nebil Özgentürk
Türkiye' nin Hatıra Defteri (1923' ten Günümüze)
DenizKültür Yayınları




7 Ekim 2015 Çarşamba




İYİ PSİKOLOG


Psikoterapinin gizemli dünyasıyla ilk kez Irvin D. Yalom' un "Divan" romanını okurken tanışmış ve romanı keyifle okumuştum. Ve psikoterapi odasında neler olduğu konusundaki merakımı gidermiştim. Sonrasında ise Psikoterapi öykülerinin müdavimi oldum: Bu konuda yayımlanan yerli yabancı kitapları okumaya başladım. Son olarak okuduğum Noam Shpancer' in "İyi Psikolog" romanı ise en iyilerinden; anlaşılır, akıcı bir dili var ve yaşamdan örnekleriyle oldukça etkileyici bir kitap.

Tüm bu okumalarımdan öğrendiğim, psikoterapi konusunda teorik tartışmaların olduğu gerçeğidir. Yani, Noam Shpancer' in kitabında aksi Viyanalı diye bahsettiği Freud taraftarları, bilişselciler ve davranışçılar arasında varlığını sürdüren tartışmalar. Ancak iyi bir terapist, teorik tartışmaları terapi odasının dışında bırakır. Çünkü terapi odasında teorik tartışmalarla değil, insanla karşı karşıyadır. "Teorik tartışmanın bir sonuca ulaşmasını beklerseniz sonsuza kadar beklemeniz gerekir. Her şeyi bilemeyiz. Sadece bilinebilir olanı bilebiliriz ve bu alanda bile bildiklerimizin bir sınırı vardır. İşte bu yüzden terapi sularına dalmadan önce ideal anlayışa ve kesinliğe erişmeyi beklemek, evlenmeden önce ideal kadını bulana kadar beklemeye benzer. Her ikisi de bir insanla gerçek anlamda karşılaşmaya ilişkin korkuları temsil eder."  diyor, Noam Shpancer kitabında.
Bu konu hakkındaki tartışmaları uzmanlarına bırakıp romana dönelim:

Roman, bir psikoloğun çalıştığı anksiyete hastalarının tedavi edildiği merkezde, danışanı striptizci Tifanny (romanın ilerleyen bölümlerinde saat dört hastası olarak anılıyor) ile geçen (arada birkaç danışanın kısa öyküsü de var) terapileri anlatıyor. Kitapta bir bölüm terapi konuşmalarını diğer bölüm ise psikoloğun üniversitede verdiği "Terapi Prensiplerine Giriş" derslerini anlatırken psikoloğun eski sevgilisi Nina (ki o da bir psikologdur.) ile olan ilişkisi de gözler önüne seriliyor. Psikolog terapi esnasında ve sonrasında sınıfta ya da Nina' yı düşündüğü anlarda durmaksızın insan psikolojisine ait düğümleri çözüyor kafasında. Bunu öylesine basit ve anlaşılır hayattan örnekler vererek yapıyor ki, farkında olmadan kendi hayatınızı düşünüyorsunuz: Korkularınızı, kaygılarınızı, özgüveninizi ve daha da önemlisi hayattan gerçekte ne beklediğinizi, diğer bir deyişle ne istediğinizi sorgulamanıza neden oluyor. Dürüstçe, kendinizi kandırmadan...

Psikoloji Profesörü Noam Shpancer' in bu ilk romanı  "İyi Psikolog" dan seçtiğim sözleri yazmadan önce yeni romanlarını  beklediğimi de eklemeliyim. :)


Bazen bir kelimeye o kadar ağır anlamlar yüklenir ki, bu hastayı dumura uğratır, ona eziyet eder. Böyle bir kelimenin içinin bir miktar boşaltılması, basitleştirilmesi gerekir. 

Deneysel çalışmalar da göstermektedir ki eşlerimizi kendimize benzeyen ve yakınlarımızda bir yerlerde olan kişilerden seçiyoruz. İnsanlar mıknatıs değildir, karşıtlar en azından uzun vadede birbirini çekmez.

Cesaret de tıpkı korku gibi size aittir.Korku önemli bir danışman, ancak kötü bir liderdir.Tavsiyelerini dinleyebilirsiniz ama sizi yönlendirmesine izin vermemelisiniz. Cesaretse bilge bir liderdir. Onu izlemelisiniz.

Hiçbirimiz korkularımızdan kurtulamayız. Ama korkuyu doğru bir şekilde yönetmeyi, korku karşısında doğru tepki vermeyi, onunla barış içinde yaşamayı ve hatta onu lehimizde kullanmayı öğrenmeliyiz.

Terapi için ödediğiniz para pasaporttur, tedaviyse yolculuk.

Hafızanız bir kütüphane değildir. Aslında ne kadar fazla bilirseniz o kadar fazla hatırlarsınız.

Terapi başlı başına içgüdülerimize ters bir eylemdir ve amacına ulaşması ancak uzaklığın, yabancılığın değerinin anlaşılmasına bağlıdır. Karşındakinin yabancılığının iyileştirici bir gücü olmasa kim bir yabancıya en gizli sırlarını dökebilir ki?

İyi bir psikolog, insan hayranı değildir. İyi bir psikolog, insanlar hakkında kararsız duygular taşır.Çünkü onların doğaları gereği güvenilmez olduğunu, yıkıma sebep olma, hile yapma ve aldatma potansiyelleri olduğunu bilir.İyi bir psikolog, insanların iç dünyasına tam anlamıyla ve doğrudan girmeyi bilir. Heyecanlarınıysa kendine saklamalıdır.

"Her şeyi olabildiği kadar basit yapın ama olabileceğinden  daha basit değil."
 Albert Einstein

"Rüyalar devam ettiği sürece gerçektir."
 Havelock Ellis

Hayatta her şey pozitif değildir. Negatif olgular da vardır.Kırılan dal tekrar büyümez.Son tahlilde bu hayat, kronik ve ölümcül bir durumdur.

Hastayla iletişiminiz özel bir olaydır, bir tür sanattır.Hastanın hikayesi evrenin genel kurallarına ne kadar bağlı olsa da eşsiz ve somut bir deneyimdir.Aynı yolda yürüyenlerin admlarının uzunlukları, düşünceleri, bakışlarının izleri farklı olacaktır. Bir adam sahilde kendisinden önceki binlerce insan gibi yürür ama yine de ayak izleri derinlik ve boyut bakımından benzersizdir. Tek yumurta ikizlerinin bile belli bir andaki düşünceleri farlıdır ve fiziksel olarak aynı yeri işgal edemezler. Kanun ve genellemelerin dili, insan deneyiminin tümünü kapsayamaz.

Şunu unutmayın: Ne kadar bilinçli ve anlayışlı olursanız olun, terapi deneyimi ne kadar aydınlatıcı ve iyileştirici olursa olsun tüm bunlar hastayı ileri götürmeye yetmeyecektir. Haftada bir saat duvarlara vurarak inşası yıllar süren bir kaleyi delemezsiniz. Seansta öğrenilen dersler günlük hayatta uygulanmalıdır. Son tahlilde kişinin hayatının genel şekli, her günün toplamından oluşur.







5 Ekim 2015 Pazartesi




ACIMAK


İnsan doğası gereği, kendisinden zayıf ve kötü durumda olanlara acır. Acımak, başkasının acısına ortak olmak veya durumundan üzüntü duymak, başkasının uğradığı kötü duruma üzülmek ve merhamet etmektir diye tanımlanabilir. Eğer bir tanım gerekiyorsa. Sözlük anlamı kelimenin kendisini tanımlar, duygusunu değil elbette. Çünkü, kelime sadece sesten ibarettir. Ve o sese, anlam yükleyen biziz. 

Acımak duygusunda suje, ben değil, başkasıdır. Yani, başkalarının durumuna üzülür, acı duyarız. Ve bu duygu, öyle baskındır ki, bazen diğer tüm duyguların önüne geçebilir. Acaba, başkalarının durumuna üzülmekle "alt bilincimiz" de kendimizi mi rahatlatıyoruz? Bu soruyu Erich Maria Remarque, "İnsanları Sevmelisin" kitabında şöyle cevaplıyor:

"Yanı başında biri ölürken sen bunu duyamazsın. Dünyanın bahtsızlığı da budur işte. Acımak ıstırap değildir. Acımak, başkasının felaketi karşısında duyulan gizli bir sevinçtir. Bu felaket kendimize veya sevdiğimiz birisine gelmediği için aldığımız rahat bir soluktur."

Bir başka yazar Stefan Zweig, "Sabırsız Yürek" romanında acıma duygusunun iki tür olduğunu söyleyerek şöyle devam eder:

"Acımak- güzel bir duygu! Ama iki tür acıma duygusu vardır. Birincisi, duygusal ve zayıf olanı, başka birinin yaşadığı felaketlerden kaynaklanan acı ve hüzünden olabildiğince çabuk kurtulmak için çırpınan yüreğin sabırsızlığıdır. Bu, bir acıyı birlikte hissetmek değil, ruhun yabancı bir derde karşı kendini içgüdüsel olarak savunması anlamındaki acıma duygusudur. Diğeri, tek gerçek acıma duygusu ise yaratıcı olan, ne istediğini bilen; sabırla, gücü yettiğince hatta gücünün bile ötesinde katlanmaya ve dayanmaya kararlı bir insanın acıma duygusudur."

Fransız yazar Francois de La Rochefoucauld' a göre ise; "Acıma, çoğu kez başkalarının dertlerinde kendi dertlerini hatırlamaktır; uğrayabileceğimiz felaketlerin kurnazca bir tahminidir."

Ve bizden bir yazar, Refik Halit Karay acımayı, bir menfaat hissi olarak değerlendirip şöyle diyor:

"Merhamet de bir menfaat hissidir ya! ' Allah' ın hoşuna gider de beni kayırır' düşüncesi."

Şimdi, ünlü yazarların"acımak" duygusuyla ilgili söylediklerini okuduktan ve tek bir ortak noktada (Acıyarak kendimizi rahatlatmak, bir bakıma teselli etmek) birleştiklerinin farkına vardıktan sonra, acımakla ilgili ne düşünmeliyiz? Acıyarak, kendimizi mi rahatlatmalıyız? Zaten bunu, içgüdüsel savunma olarak yapıyoruz. Yoksa, "Merhametten maraz doğar." ve "Acıma! Acınacak hale düşersin." diyen Atasözlerimize kulak vererek acımayı bir kenara bırakıp acımasız mı olmalıyız? Sorunun cevabı, kişiden kişiye değişebilir elbette.  Benim görüşüm; acımanın dozunu iyi ayarlamak gerekir diyen ve şöyle devam eden Stefan Zweig' le aynı doğrultuda:

"Acımak iki yanı keskin bir bıçak gibidir; kullanmayı bilmeyen, elini ve özellikle de kalbini ondan uzak tutmalıdır. Tıpkı morfin gibi acıma duygusu da hasta için sadece başlangıçta bir nimet, bir ilaç, bir devadır, ama dozunu ayarlamasını ve azaltmasını bilmediğimiz zaman, öldürücü bir zehir olabilir.
Acımak gerçekten sınırlanması gereken bir duygudur,aksi takdirde inanın bana ilgisizlikten çok daha kötü zararlara yol açabilir. Bunu doktorlar, hakimler, avukatlar, tefeciler çok iyi bilirler. 
Eğer bu kişiler kendilerini acıma duygusuna kaptırsalardı, dünyamızın düzeni alt üst olurdu. Acımak tehlikeli, çok tehlikeli bir duygu."

Ya sizin görüşleriniz?