28 Nisan 2024 Pazar

 



MEZOPOTAMYA'NIN (BEREKETLİ HİLAL) İNCİLERİ

(2)

GAP Turunun İkinci Günü: Göbeklitepe, Harran Ulu Cami, Harran Kümbet Evleri, Harran Kültür Evi, Balıklı Göl (Abraham Lake), Kızılkoyun Nekropolü




Sabah erken saatte otelde yaptığımız kahvaltıdan sonra Harran'a doğru yola koyulduk. Harran Ulu Cami'ye vardığımızda, 4 bin yıllık tarihe baktığımı hatırlattım kendime. Buradan nice kervanlar geçmiş, nice kültürler yaşamış; bu kültürlerden  kimisi tarihin derinliklerine karışarak yok olmuş, kimisi de inatla ve ısrarla kuşaktan kuşağa aktarılarak bugüne dek gelmiş. Burada antik kültürün temsilcileri Sabiiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar Harran'da büyük bir uyum içinde birlikte yaşamışlar. Bu birlik ve beraberlik sayesinde buradaki okullardan dünyaca ünlü alimler yetiştirmişler. 

Dünyanın İlk Üniversitesi (Harran Ulu Cami)

Tarihi belgelere ve arkeolojik buluntulara göre Harran'ın tarihi 4 bin yıla dayanmaktadır. Harran adı Sümerce ve Akatça "Seyahat-Kervan" anlamına gelen "Harran-u"dan gelmektedir. Diğer bir görüşe göre de "Kesişen Yollar" anlamındadır, ki ticaret yollarının bu topraklardan geçtiği düşünüldüğünde her iki ismin de çok anlamlı olduğu düşünülebilir.

Tevrat'ta "Haran" olarak geçen yerin burası olduğu söylenir. İslam tarihçileri kentin kuruluşunu Nuh Peygamber'in torunlarından Kaynan'a veya İbrahim Peygamber'in kardeşi "Aran"a (Haran) bağlarlar. 

Harran, Kuzey Mezopotamya'yı batı ve kuzeybatıya bağlayan yolların kesiştiği döneminin önemli bir ticaret merkeziydi. Ticaret akışının binlerce yıl Harran üzerinden yapılmış olması bu tarihi kentte zengin bir kültür birikiminin oluşmasına neden olmuştur.

Harran; ay, güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı politeist inancına dayanan Paganistliğin önemli merkezlerinden biri olmasıyla da ünlüydü. Bu nedenledir ki Harran'da Astronomi ilmi çok ilerlemiştir. Dünyadaki üç büyük felsefe okulundan birisi "Harran Ekolü"dür. İlkçağdan beri varlığı bilinen Harran Üniversitesi'nde dünyaca ünlü birçok bilgin yetişmiştir. Yunan filozoflarının kitaplarını Arapçaya çeviren Sabit bin Kurra, Dünya ve Ay arasındaki uzaklığı doğru hesaplayan Battani, maddenin bölünebilen en küçük parçasının büyük bir enerji ile parçalanarak Bağdat gibi bir şehri yok edebileceğini söyleyen Cabir bin Hayyan bu okulda yetişmiştir.

Emevi Devleti'nin hükümdarlarından II. Mervan, 744 yılında Harran'ı Emevi Devleti'nin başkenti yapmıştır. Altı yıl Emevilere başkentlik yapan Harran, 750 yılında Emevilerin Abbasilere yenilmesi sonucunda başkentliği sona ermiştir. Ancak, Abbasi Hükümdarı Harun Reşit zamanında "Harran Üniversitesi" dünyada büyük bir ün kazanmıştır.

1260 yılı başlarında Moğol istilasına uğrayan Harran, Moğollar tarafından yakılıp yıkılmış. Moğollar Harran Camisini, surlarını, kalesini tahrip etmişler. Bundan sonra Osmanlı döneminde dahi, Harran eski parlak günlerine bir daha dönememiş. İşte aşağıdaki fotoğraflar, bir zamanlar ünlü olan Harran'dan günümüze kadar gelmiş olan buluntulara ait.
















Harran Kümbet Evleri Ve Harran Kültür Evi

Harran kümbet evleri, ören yerinden toplanan tuğlalarla 150-200 yıl önce inşa edilmiştir. Kare bir temel üzerine bindirme tekniğiyle yapılan bu evlerin harcında gül yağı, saman, pişmiş toprak ve yumurta akı kullanılmıştır. Mimari yapısı ve kullanılan malzemeler sayesinde yazın serin, kışın da sıcak olan bu konik evler bölgenin iklimine uygun olarak yapılmış. Evlerin konik biçimde yapılmasının iki nedeni varmış. Birincisi, evde yakılan tezek-odun karışımı ateş dumanının kolaylıkla tepedeki delikten dışarı çıkmasıymış. Konik biçim bir tür baca görevi görüyormuş. İkincisi ise, yağmur sularının birikmesini önlemekmiş. Evin yapımında gül yağı veya kokulu yağların kullanılma nedeni, eskiden hayvanlarla birlikte evi paylaştıkları için evin güzel kokmasını sağlamakmış. 

Bu kümbet/konik evlere dünyada üç yerde rastlanıyormuş; İtalya'nın Alberobello kasabasında, Peru'da ve de Harran'da. Evin sıcaklığını test etme şansı da yakaladım. Nisan ayında bile hava sıcaklığı oldukça yüksekti. Kültür evine girdiğimde ise üşüdüm diyebilirim. :)

Evlerin içeriden yüksekliği 5 metreye kadar uzanmakta ve yukarıya doğru daralan yapısıyla, en tepede bir aydınlatma deliği bulunmakta. Her yıl, içeriden ve dışarıdan balçıkla sıvanması sayesinde bu evler günümüze dek gelebilmişler.

Harran Kümbet Evler 1979 yılında arkeolojik ve kentsel sit alanı olarak tescil edilmiştir. Bu evlerden birisi, Harran Kültür Evi olarak düzenlenmiş ve evdeki yaşam alanları ücretsiz olarak ziyaretçilere açık. Dışarıdan küçük gözükse de içeride, ağanın odası, mutfak ve diğer odacıklar göründüğü kadar ufak olmadığının kanıtıydı. Kültür evinde yöreye ait giysileri giyinip fotoğraf çektirebilirsiniz. Evin avlusunda ise kahve-çay içeceğiniz yerler var. Burada bizlere "mırra" kahvesi ikram edildi ama ben tatmadım.














Tarihin Akışını Değiştiren Arkeolojik Kazı; Göbeklitepe

Şanlıurfa'ya uzaklığı yaklaşık 30 kilometre olan Göbeklitepe'ye vardığımızda otobüsümüz park etti ve bizleri park yerinden 800 metre uzaklıkta bulunan Göbeklitepe buluntularına minibüsler götürdü. Bayram nedeniyle aşırı kalabalık olduğu için minibüs sayısı yetersizdi ve uzun kuyruklarda beklemek zorunda kaldık. Hem gidiş hem de dönüşte aynı sıkıntıyı yaşadık. Bayramda minibüs sayısını artırmak zor olmasa gerekti. İlgililere duyurulur.

Çokça yazılıp çizildi. Malumunuz; Göbeklitepe ilk olarak Alman Arkeolog ve tarihçi Klaus Schmidt tarafından 1994 yılında resmi (resmi diyorum, 1963'te aynı yerde yüzey araştırması yapılarak, üstün körü bir keşif yapılmış) olarak keşfedildi ve "Neolitik Yerleşimi" olarak tanımlandı. 15 metre yüksekliğinde ve 300 metre çapa sahip arkeolojik bir alan olan Göbeklitepe'nin 12.000 yıl öncesine uzanan tarihi ile bir kült merkezi olduğu düşünülmektedir. Alan içinde 200 den fazla sütun 20 farklı daire oluşturacak şekilde inşa edilmiş. Kazı yerine ilk girişte rehberimiz "bir dilek tutmamızı" önerdi. Tapınak mı, barınak mı olduğu henüz kesinleşmemişse de bir dilek tuttum; 12 bin yıl öncesini hayal ederek.

Kazı yerine vardığımızda elips şeklinde ve üstü kapalı platformdan, yaklaşık 15 metre aşağıdaki buluntulara bakıp, rehberimizden bilgi aldık. Yüksekten baktığımız için kazı alanındaki taşlara işlenmiş vahşi hayvanların ve sembollerin fotoğraflarını çekmek zor oldu. Taşlar üstünde çok silik gözüküyorlardı çünkü. 45 ile 65 ton ağırlığında olan bu taşlar, kazı yerine üç kilometre uzaklıkta olan Örencik köyünden getirilen kireç taşlarıymış. Bu ağırlıkta ve beş metre yükseklikteki taşlar, neolitik dönemde, ne tür bir teknolojiyle ve nasıl Göbeklitepe'ye taşınabilmiş?  Aydınlatılması gereken konulardan biri bu. Kimi arkeologlara göre, bu anıtlar bir felaketle yok olmuş bir toplum tarafından yapılmış olabilirmiş. İyi de ilkel insanın yaşadığı neolitik (cilalı taş devri) dönemde avcı-toplayıcı olan bir topluluk, henüz yerleşime geçmemişken ve de tarım başlamışken, böylesine devasa anıtları neden yapmışlardı? Anlayacağınız üzere, Göbeklitepe sırlarını koruyor, henüz bu soruların cevapları yok, sadece tahminler var. Ama gerçek olan şu ki, Göbeklitepe'nin keşfinin, dünya tarihini değiştireceği, buradan daha eski buluntular keşfedilinceye kadar da tüm dünya tarafından "tarihin sıfır noktası" olarak kabul edileceği. Göbeklitepe'yi gördükten ve buluntularla ilgili yerinde bilgi aldıktan sonra, kendime şu soruyu sordum; "Bu anıtları inşa edenlere ilkel insanlar diyebilir miyiz, yoksa bu insanlardan 12.000 yıl sonra yaşayan ve anıtların sırlarını hala çözemeyen bizler mi ilkeliz?" Kendi soruma kendi cevabım şu oldu; "ilkel toplum” kavramının tanımı ve anlamı yeniden gözden geçirilmeli."



Platformdan aşağıdaki taşlara bakarken, rehberimiz "aşağıda ne görüyorsunuz?" diye sorduğunda, çocuklar gibi hep bir ağızdan "taşlar" cevabını verdik. Görünen sadece taşlardı ama o taşların arkasında görünmeyen, henüz tam olarak bilinmeyen(sırrı çözülmeyen) tarihin sıfır noktası vardı. Bizler de işte o görünmeyenin, bilinmeyenin merakı ile burada bulunuyorduk. Merakımızı gidermek üzere rehberimiz taşlardaki yabani hayvan çizimlerini (boğa, yaban domuzu, tilki, yılan, yaban ördeği ve akbaba en sık görülen motifler), sembolik olarak neden çizilmiş olabileceklerini üşenmeden, o mahşeri kalabalıkta sesi yettiğince anlattı. Kazı alanının D Bölümünde yer alan T şeklindeki taş sütunların soyut olarak insanı (el, kol, kemer gibi insan bedenine soyut çağrışımlar yapan çizimler) anlattığını söyleyen rehberimizin işaret ettiği taşlara çok dikkatlice bakmama rağmen, insana dair bir şey göremedim. Bu taş sütunlarında Neolitik Dönemde kullanılan sıva parçalarını görebildim ancak. İşte bu çok şaşırtıcıydı.

Sadece P56 adı verilen T şeklindeki bir sütun üstünde 55 hayvan figürü sayıldığına göre, hepsini burada anlatmam mümkün değil. Bu nedenle, ilgimi çeken ve de çok şaşırdığım bir figür üstünde duracağım. Bu figür Avustralya yerlileri olan Aborijinlerin de kullandığı bir sembol, ki neolitik dönemde aralarında on binlerce kilometre uzaklık bulunan bu iki yerleşim biriminde aynı sembol nasıl ve ne için kullanılmış? Aborijinler mi buraya gelmişler, yoksa buradaki anıtları inşa eden topluluk mu Avustralya'ya gitmiş? Bu sorunun cevabını rehberimizden değil, internetten yaptığım araştırmaya göre vereceğim. Ama baştan belirteyim araştırma sonucu beni tatmin etmedi. Çünkü araştırmacı ve yazar Bruce Fenton, Göbeklitepe'nin Avustralya Aborijinleri tarafından inşa edildiği teorisini öne sürüyor.

Bruce Fenton'a ait olan bu görselde, solda: Türkiye Göbeklitepe'deki bir sütuna, gizemli bir eski kültür tarafından oyulmuş bir sembol. Sağda: Göğsünde aynı sembol olan bir Avustralyalı Aborijin büyücü doktor.


"Fenton, kültürlerarası araştırmasını Göbeklitepe ve kuzey Avustralya'daki Arnhem Land bölgesi üzerinde yoğunlaştırdı. Birçok ortak sembol ve motif buldu. Örneğin yukarıdaki fotoğraf, Göbeklitepe'deki bir sütun üzerindeki bir sembolle, bir Avustralyalı Aborijin yaşlı adamın göğsünde boyanmış halde aynı sembolü göstermektedir. Bu simge Aborijinler tarafından, birbirine bir şeyler anlatmak için oturmakta olan iki kişiyi tasvir etmek amacıyla kullanılmaktadır. Ayrıca Fenton; kutsal olduğunu söylediği Aborijin churinga taşlarını, Göbeklitepe'de buldu. " (*)

Bruce Fenton'un teorisi böyle. Anlayamadığım teorinin neden tam tersi şekilde olmadığı. Yani, Göbeklitepe'yi inşa edenlerin neden Avustralya'ya gittikleri düşünülmüyor da, Aborijinlerin Göbeklitepe'ye geldikleri ve bu anıtları inşa ettikleri düşünülüyor? Bunun cevabı yok. Öyleyse benim de bu teori ispat edilinceye dek doğru olmadığını düşünmem gayet doğal değil mi? Yok öyle Göbeklitepe'yi Aborijinlere kaptırmak. Bizler, medeniyetin doğduğu topraklarda yaşayan, avcı-toplayıcılıktan tarım toplumuna geçen yerleşimcilerin, ilk toplu yerleşim birimlerini kuran, ilk buğdayı yetiştiren, yabani hayvanları evcilleştiren, tarihin sıfır noktasında hayat bulmuş, kadim bir kültürün mirasçılarıyız. Bunu asla unutmamalı ve Anadolu tarihine sahip çıkmalıyız...















Minik bir not eklemeliyim. Göbeklitepe'yi ziyaret ettiğimi bilen yakınlarım, döndüğümde bana şu soruyu sordular: "Göbeklitepe'nin frekansı çok güçlü diyorlar. Hatta buranın farklı bir evrene açılan "portal" olduğu söyleniyor. Doğru mu? Frekansı hissettin mi?" "Hayır hissetmedim, portal-mortal olduğunu da düşünmüyorum. Burada astroarkeolojilik bir durum yok yani. Olsa hissetmem gerekirdi. Sırf dinsel konulara bağlayarak burasının tapınak olduğunu söylemek şimdilik sorunlu gibi gözüküyor. Çünkü uzmanlar, tapınak mı, barınak mı olduğunu tartışıyorlar, aralarında fikir birliği henüz mevcut değil. Anlayacağınız, Göbeklitepe'ye ait buluntular hikayeleştirilerek ticarileştirilmiş durumda. Maksat, kitabım çok satsın, filmim izlensin, gişe rekoru kırsın" diye.




Göbeklitepe'nin sembollerinden biri hemen yanında bulunan "dilek ağacı" da denilen dut ağacıdır. Göbeklitepe'nin keşfinden önce burada bulunan dardağan ağacı "ziyaret" olarak bilinir, çevre köylerden şifa arayanlar ağaca bez bağlarlarmış. İlkbaharda buraya gelip kurban keserlermiş. Şimdi dardağan ağacı yok, onun yerinde dut ağacı var. Kurban kesiminden vaz geçilmiş ama hala buraya gelip hastalıklarına şifa arayanlar, evlenmek ya da çocuk sahibi olmak isteyenler dut ağacına bez bağlamaya devam ediyorlarmış. Dut ağacının altında iki mezar bulunuyormuş. Mezarlar açıldığında, birinde doğum yaparken ölmüş bir kadının iskeleti bulunmuş, ki buranın çok eski tarihlerden bu yana neden ziyaret edildiğini de açıklıyor sanırım. 

Göbeklitepe'de hava sertleşip rüzgar esmeye başlayınca, gruptan ayrılıp dilek ağacının yanına gittim. Çevresinde birkaç genç vardı. Birinden fotoğrafımı çekmesini rica ettim. Ağaca sevgiyle sarıldığımı gören gençler, nedenini sordular. Ben de, hikayesini bilmiyor musunuz? dedim. Hayır cevabını alınca, rehberimizden duyduğum bilgileri aktardım, çok sevindiler. Benden sonra, sırayla ağaca sarılıp boy boy poz verdiler. Ben de onları gülümseyerek izledim. Dilek ağacının yanında böyle güzel bir anım oldu. Gençlerle vedalaşıp girişe doğru tek başıma yürürken, mucize gibi bir şey oldu: Zeytin ağacını izlerken, aniden altında iki siyah yabani tavşan belirdi. Sanki bizi de fotoğrafla der gibiydiler. Çok şaşırmıştım, çünkü siyah tavşan ilk kez görüyordum. Ve zıplayıp uzaklaşmalarından önce bir poz çekebildim. Girişte toplandığımızda, gruptakilere sordum; tavşanları benden başka gören olmamıştı. Sanırım, Göbeklitepe'nin bana güzel bir sürprizi de bu oldu...:)





Sonuç olarak; Göbeklitepe ile ilgili bilinmeyen çok fazla soru işaretleri var. Örneğin; bulunan taş sütunlardaki çizimlerin ne anlama geldiği çözülebilmiş değil; sadece uzmanlar tahmin yürütebiliyorlar. Neolitik Çağ'da avcı-toplayıcı toplulukların böylesi bir yapıyı inşa edecek bir şekilde nasıl organize olmayı başardığı tam olarak bilinmiyor. Bu bağlamda, Göbeklitepe'nin insanlık tarihine en büyük etkisi, avcı-toplayıcı topluluklara yönelik fikirlerimizi köklü bir şekilde değiştiriyor olmasıdır. İlkel topluluklar diye adlandırdığımız avcı-toplayıcıları sanat nedir bilmeyen, büyük yapılar inşa etmekten uzak, karmaşık sembol sistemleri olmayan insan grupları diye adlandıran uzmanlar, Göbeklitepe'den sonra tüm bunları tamamen baştan düşünmeleri gerekiyor demektir. Tabiri caizse, "Tarih yeniden yazılıyor."

Buradaki yapının bir tapınak olduğunu gösteren doğrudan bir kanıt yok; bazı uzmanlar bir "tapınak" değil de bir "barınak" veya "sığınak" olarak inşa edilmiş olabileceğini düşünüyorlar. Böyle düşünmelerinin nedenini şöyle açıklıyorlar: "Muhtemelen antik atalarımızda barınma ihtiyacı, ibadet ihtiyacından çok daha güçlüydü ve uzak bölgelere göç ederken bir "dinlenme noktası" olarak inşa edilmiş olması çok daha olasıydı. Fakat yine de taş sütunlarda yer alan hayvan figürleri çizimleri "Şamanik" inancın  kökenlerinin burada başladığının düşünülmesine neden oluyor."

E Yapısı "Kaya Tapınağı"

E yapısı Göbeklitepe'de ilk yıllarda kazılan tarihöncesi yapılardan biridir. Bu oval yapı ana kaya üzerinde oturmaktadır ve hemen kuzeyindeki iki büyük çukurla birlikte keşfedilmiştir. E yapısının T biçimli dikilitaşları ve taş duvarları tamamen yok olmuştur. 





Balıklıgöl ve Ayn-ı Zeliha Gölü'nün Hikayesi

Balıklıgöl'ün hikayesine geçmeden önce Urfa (Edessa) adının nereden geldiğini yazmalıyım. Urfa, eski çağlarda Edessa olarak adlandırılmış. Edessa antik Yunancada "suyu bol" anlamına geliyormuş. Karakoyun (Daysan) deresi (şimdilerde kurumuş) ve şehirdeki pınarlardan dolayı suyu bol bir şehirmiş. Süryaniler, Edessa yerine Urhay ismini kullanmışlar. Günümüzdeki Urfa adının Süryanice Urhay'dan (Orhai) geldiği ileri sürülüyor. Şehrin adı, Osmanlı dönemindeki yazılı kaynaklarda "Ruha" olarak geçiyor. Arapçadan gelen bu kelime 20. yüzyılın başlarına kadar kullanılmış. Şehrin adı zaman içinde halk dilinde Türkçe söylenişi olan Urfa'ya dönüşmüş.

Göbeklitepe'den sonra Şanlıurfa merkezde bulunan Balıklıgöl'ü ziyaret ettik. Hz. İbrahim'in doğduğu şehir olarak anılan Şanlıurfa (Edessa), üç büyük İbrahimi dinin mensupları tarafından her yıl yüzbinlerce kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Ayn-i Zeliha ve Halilulrahman gölleri, yaygın adıyla Balıklıgöl, Hz. İbrahim'in yaşamıyla ilişkilendirilen ve kutsal kabul edilen yerlerden biridir. Balıklıgöl'ün dilden dile dolaşarak bugüne dek gelen efsanesi şöyle: Hz. İbrahim'in yaşadığı dönemde Şanlıurfa ve çevresine hükmeden zalim hükümdar Nemrut'un adı, Mezopotamya'ya ait başka efsanelerde de yer alır. Kendini Tanrı ilan eden Nemrut, halkını tapınaklara yerleştirdiği putlara (heykel) tapınmaya zorlar. 

Bir gece rüyasında gördüklerini kahinlere yorumlatan Nemrut'un zulmü daha da artar. Rüyayı yorumlayan kahinler Nemrut'a, o yıl doğacak erkek çocuklardan birinin kendisini öldüreceğini, putları yıkacağını ve yerine hükümdar olacağını bildirirler. Öfkelenen Nemrut, o yıl doğacak olan tüm erkek çocukları öldürtmeye karar verir.

Bu haberi alan Nemrut'un askerlerinden Azer, doğum yapacak olan karısı Nuna'yı alıp, gizlice bir mağaraya götürür. Günümüzde bu mağaranın Hz. İbrahim'in doğduğu Mevlid-i Halilulrahman olduğuna inanılır. Doğum yaptıktan sonra Nemrut'un korkusuyla mağaradan ayrılan Nuna Hatun, pişman olup geri döndüğünde bir mucizeye tanık olur. Bebeği ceylanlar tarafından beslenmektedir. Rivayete göre ceylanlar tarafından büyütülen bebek (Hz. İbrahim), 15 aylıkken 15 yaşında gibi büyük göstermektedir. Bu sayede, ormanda yakalanınca, Nemrut'un askerleri tarafından öldürülmekten kurtulur. Askerler Hz. İbrahim'i hükümdarları Nemrut'un huzuruna çıkarırlar. Hz. İbrahim'i çok seven Nemrut O'nu evlat edinir.




Hz. İbrahim, Nemrut'un sarayında kendisi gibi evlatlık olan Zeliha ile karşılaşır. Zeliha, Nemrut'un zalimliğine ve halkı kendi putlarına tapmaya zorlamasına karşı çıkan Hz. İbrahim'e sevgiyle bağlanır. Hz. İbrahim, her fırsatta halkı Nemrut'un zulmüne karşı çıkmaya ikna etmeye çalışsa da halk korkusundan hiçbir şey yapmaz. Halkın bir şey yapmadığını gören Hz. İbrahim, kendisi harekete geçmeye  karar verir.

Putların huzurunda önemli bir ritüelin gerçekleşeceği bir gün, elindeki baltayla tapınaktaki bütün putları kırar ve baltayı en büyük putun boynuna asar. Tapınağa gidiğinde tüm putların kırıldığını gören Nemrut, bunu yapanın Hz. İbrahim olduğunu öğrenince çok öfkelenir. Böyle bir itaatsizlikle ilk kez karşılaşan Nemrut, büyük bir ateş yakılmasını ve o ateşe Hz. İbrahim'in atılmasını emreder. Rivayete göre, o gün Urfa'da başka bir ateşin yakılmasına izin verilmez ve toplanan tüm odunlarla büyük bir ateş yakılır. Ve Hz. İbrahim, Urfa Kalesi'nden mancınıkla bu ateşe atılır. 












Efsaneye göre, Hz. İbrahim tam ateşe düşeceği anda ateş suya, içindeki odunlar da balığa dönüşür. Balıkların sırtlarındaki siyah lekelerin, içinden çıktıkları o devasa ateşin izleri olduğuna inanılır. Balıklıgöl'ü oluşturan bir diğer gölün adı, Ayn_ı Zeliha gölüdür, ki Hz. İbrahim'in ateşte yanıp öleceğini düşünen Zeliha'nın gözyaşlarıyla oluştuğu rivayet edilir.

Balıklıgöl'deki balıkları besledim. Sonra, Mevlid-i Halilulrahman mağarısına (Hz. İbrahim'in doğduğu mağara) girmek  istedim ama o kadar kalabalıktı ki, mağaraya giremeyip, dışarıdan izledim.

Kızılkoyun Nekropolü

Balıklıgöl sonrasında öğle yemeği için Urfa merkeze gittik. Gruptakiler yemek yerken ben bu bir saatlik yemek molasında elimde atıştırmalıklarla kaptanımızla birlikte Urfa'da 6 kilometrelik bir yürüyüş gerçekleştirdim. İşte Kızılkoyun nekropolü'ne de bu yürüyüşümde rastladım. Uzaktan bakınca sıra sıra gördüğüm mağaraları bir yaşam alanı sandım. Yaklaşınca bu mağaraların, nekropol olduğunu yazan tabelayı gördüm. Nekropolisler, Eski Yunanca'da Nekros=Ölü ve Polis=Şehir kelimelerinden oluşan, antik Yunan ve Roma kentlerinde kent merkezi dışında yer alan mezarlık alanlardır. Kızılkoyun Nekropolü, Balıklıgöl'ün kuzeyinde, Haleplibahçe'nin doğusunda yer alan Tılfındır Tepesi yamaçlarında kurulmuştur. Antik Yunan ve Roma kültürünün Edessa kent merkezinde yer alan en önemli kalıntılarından biridir. Bu mezarlar M.S 2. ve 4. yüzyıl arasına tarihlendirilmektedir. Burada bulunan 61 kaya mezarı kolay şekillendirilebilen kireç taşı ana kayanın belirli bir sistemle oyulmasıyla mezar odaları oluşturulmuştur. Mezar odaları genellikle kare planlıdır. Kaya mezar odalarının içerisinde, sayıları o günün gömü ihtiyacına göre değişiklik gösteren klineler (ölü yatakları) bulunmaktadır. Ölülerin bu klinelere yatırılarak üzerlerinin kapak taşı şle kapatıldığı bilinmektedir. Bazı mezar odalarının içerisinde mitolojik ve dini sahnelerin yer aldığı kabartmalar bulunur. Mezarlıklarda ölünün yanı başına çeşitli hediyeler bırakılmakta, dönem dönem sunular yapılarak kurbanlar kesilmektedir. Edessa kentinin önemli Nekropollerinden olan Kızılkoyun, mezar büyüklükleri, mezar süslemeleri ve buluntuları bakımından oldukça sıra dışıdır. 









Nekropolü gezdikten sonra, otobüsle grubun yemek yediği lokantanın önünden gruptakileri aldıktan sonra otelimize döndük. Akşam yemeğinden sonra isteyenler "sıra gecesi" ne gittiler. Ben artık sıra gecelerinin de ticarileştiğini düşündüğümden katılmadım. Çünkü, TV'de izlediğim Kazancı Bedih'in muhteşem sesi ve yorumuyla renklendirdiği geçmişteki sıra gecesinin belleğimde kalmasını yeğledim.

Dinlenip, uyudum. Sabah erkenden en çok merak ettiğim Mardin'e doğru yol alacağız. Programda Eski Mardin, Deyrulzafaran Manastırı, Tur Abdin Bölgesi, Midyat Mağaraları, Abbaraları gezip görmek var. 

Not: Tüm fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan kullanılamaz!

(*)https://epochtimestr.com/index.php/gobeklitepenin-12000-yillik-esrarengiz-sutunlarinda-bulunan-avustralyali-aborijin-sembolleri-tarihi-sarsabilir