2 Haziran 2025 Pazartesi

 



VAKVAK AĞACINI DUYDUNUZ MU HİÇ?


 
Seyhun Binzet Koleksiyonunda Vaka-i Vakvakiye'nin çınar ağacına ait bir fotoğraf. (tr.wikipedia.org)

Tarih kitaplarında pek yazılmaz, yazılsa da kısa bir özet geçilir. Ama Osmanlı İmparatorluğu'nun "Duraklama Döneminde" kadınlar saltanatı diye bir zaman dilimi vardır, ki gelin-kaynana çekişmesine bile sahne olmuştur. Ve bu çekişmeler devlet yönetiminİ fena halde etkilemiştir..

Kadınlar saltanatı (Safiye Sultan, Kösem Sultan ve Hatice Turhan Sultan) dönemini anlatan çok sayıda kitap okudum. Ama üçünü birden yazan Yılmaz Öztuna'nın "OSMANLI HAREMİNDE Üç Haseki Sultan" kitabı, üç Haseki Sultan döneminde meydana gelen önemli tarihi olayları anlatması bakımından, benim "üçü bir arada" dediğim okunması gereken güzel bir kitaptır.

Vakvak ağacının hikayesini ve de Vak'a-i Vakvakıyye olayını, okuduğum bu kitaptan aktaracağım. Vakvak ağacıyla ilgili ayrıntılı bir araştırma yapmıştım ama İnternette doğru olmadığını düşündüğüm bilgilerle de karşılaştım. Bazı büyük siteler bile vakvak ağacının gerçek olduğunu yazmışlardı çünkü.

Hint Mitolojisi'nde yer alan vakvak ağacı efsanelere konu olmuş bir ağaç olup gerçekte böyle bir ağacın olmadığı bilinmektedir.. Osmanlı'da minyatürlere konu olan vakvak ağacını gören olmamış, ancak ağacın varlığı kabul edilmiştir. Vak'a-i Vakvakıyye yada Çınar Olayı diye tarihi kayıtlara geçen olay 7 yaşında tahta çıkan IV. Mehmet'in saltanatı döneminde 4-9 Mart 1656 yılında İstanbul'da meydana gelen askeri bir ayaklanmadır. Ayaklanmanın nedeni; uzun süredir devam eden Girit kuşatması (Girit seferi 25 yıl sürmüştür ve nihayet 1669'da adanın tümü fethedilmiştir) neticesinde ekonomik durumun kötüleşmesi ve bunun sonucunda  Kapıkulu Ocakları'na ayarı düşürülmüş akçe ile ödeme yapılmasıydı. 14 yaşına gelen Padişah IV. Mehmet, ayak divanına davet edildi ve isyancıların istediği 30 kelleyi verdi. Asiler bu 30 kelleyi Sultanahmet Meydanı'nda bulunan ulu bir çınar ağacına astılar. Kellesini kaybedenler arasında bir de kadın vardı: Meleki Kalfa. Bundan dolayı bu isyana Çınar Olayı ya da Vak'a-i Vakvakıyye dendi. İslam mitolojisinde "vakvak", insan başından yaprakları olan ve rüzgar estikçe "vak vak" diye ses çıkaran bir ağaçtır. 

"İstanbullular, dalları insan kafasıyla dolu bu çınar ağacına Vakvak Ağacı (Şecere-i Vakvak) derler. Osmanlı tarihçileri olayı "bir memlekette bir acayip ağaç varmış, meyveleri insan şekli ve suretinde imiş, vak vak diye ses verirmiş, bundan dolayı o çınar ağacına "Vakvak Ağacı" adı verildi ifadeleri ile kaydederler. Din bilginleri ise bu çınarı telmih sanatı ile "cehennemin meyveleri insan başı olan ünlü vakvak ağacına benzetirler." (arkeolojikhaber.com)

Sonuçta, gelin-kaynana çekişmesinde kayınvalidesi Kösem Sultan'ı boğdurtan  gelini Hatice Turhan Sultan zaferle çıkmış ama neticede iktidar, iç oğlanlarının ve onlarla işbirliği yapan ağaların eline geçmiştir. Girit seferi ve Venediklilerle savaş ise devam etmektedir. Hatice Turhan Sultan'ın ölümüyle Osmanlı'da kadınlar saltanatı da son bulmuştur.

(arkeolojikhaber.com)



22 Mayıs 2025 Perşembe

 


KARŞIYAKA'DA DOĞAL BİR KRATER GÖLÜ;
KARAGÖL (TANTALOS GÖLÜ)





Mustafa Kemal Atatürk, ordusu ile 9 Eylül 1922'de İzmir'e girip, düşmanı denize döktükten sonra, ertesi günü 10 Eylül'de şöyle demiştir: "Bu cennete düşman sokulur mu?". Gerçekten de güzel ülkemin her bir yanı ayrı güzellikte olsa da, İzmir'in cennetini görmek için denizden yükseklere çıkmak, mitolojik hikayelere kulak vermek gerek. İşte bu mitolojik hikayelerden birini, Karagöl'ün hikayesini yerinde duyumsamak ve doğal güzelliklerinin içinde ruhen ve bedenen kaybolmak için Karagöl'e gittim. Bu yolculukta bana eşlik eden sevgili kardeşim ve sevgili eşine teşekkürlerimi ve sevgilerimi gönderiyorum.

İzmir - Karşıyaka kent merkezine 27 kilometre uzaklıktaki Karagöl Tabiat Parkı ve Mesire Alanı, mutlaka görülmesi gereken doğa harikası bir yer. Yolu asfalt ama yolun  kıvrımlı ve dar olması nedeniyle Karşıyaka'dan otomobille bir saat sürüyor. Denizden yükseldikçe göz alabildiğine uzanan çam ormanları arasında yol almak ve temiz orman havasını solumak insana ferahlık ve dinginlik veriyor. Tepelerden İzmir'in gündüz ve gece manzarasını izlemek de cabası.




Doğal krater gölü olan Karagöl, Tantalos efsanesiyle de ünlüdür. Yamanlar Dağı'nda 810 metre yükseklikte olan 35 hektarlık bu krater gölünün çevresi kızılçam, karaçam ve söğüt ağaçlarıyla kaplıdır. Yamanlar Dağı, 1076 metre yüksekliğinde, büyük ölçüde volkanik kayalardan oluşur. Bu dağ, doğusunda yer alan Spil Dağı'ndan yüksekliği 700 metre olan Sabuncubeli geçidi ile ayrılır. Karagöl içinde yüzen ördekleri ve şanslıysanız eğer istilacı bir tür olan kırmızı yanaklı su kaplumbağalarını ( Trachemys scripta) görebilirsiniz. Ben sadece ördekleri ve gölde yüzen balıkları görebildim.



Karagöl, yemyeşil ormanlar arasında küçük ve şirin bir göl olmasının yanında mitolojide de yeri vardır. İzmirliler Bayraklı'ya yerleşmeden önce Karagöl'ün bulunduğu çevrede yaşarlarmış. Efsaneye göre, Frigya Kralı Tantalos, Smyrna'dan (İzmir) Magnesia'ya (Manisa) doğru uzanan Spilos Dağı'nda yaşar ve Batı Anadolu'ya yayılan devletini yönetirmiş. Spilos Dağı çok verimli topraklara ve zengin maden yataklarına sahip bir yermiş. Tantalos, Anadolu tanrıçası Kibele'ye inandığı için Olimpos Dağı'nın tanrılarını (Hellen tanrıları) küçük görürmüş. Bu nedenle, onların güçlerini sınamaya karar vermiş.

Tanrıların sofrasına oturabilen tek insan olan Tantalos, tanrıların her şeyi bilip bilmediğini test etmek için büyük bir ziyafet hazırlamış ve Olimpos tanrılarını bu ziyafete davet etmiş. Tantalos, ziyafet için oğlu Pelops'u öldürmüş, parçalara ayırarak pişirmiş ve Olimpos tanrılarına servis etmiş. Fakat tüm tanrılar bunun insan eti olduğunu anlamışlar ve Pelops'u diriltmişler. Tanrılar, suçunun cezası olarak Tantalos'u, büyük bir cezaya çarptırmışlar. Spilos Dağı'nın bir yarığından atılarak ölüm tanrısı Hades'e gönderilen Tantalos, burada Zeus tarafından sonsuza kadar açlık ve susuzluğa mahkum edilmiş. Bu ceza dünyanın her köşesinde "Tantalos İşkencesi" olarak anılmış. Hatta İzmirli tarihçi Homeros da Odysseia'da hemşehrisi Tantalos'un çektiği acıları etkileyici biçimde anlatmış. Tantalos'un atıldığı yarık daha sonra göl haline gelmiş ve bu göle "Tantalos Gölü" adı verilmiş. Yamanlar Dağı'ndaki bu gölün şimdiki adı Karagöl'dür.




Mustafa Kemal Atatürk'ün İzmir'in düşman işgalinden kurtuluşundan bir gün sonra  söylediği sözle başladım, 2 Şubat 1923'te İzmir'in kadim tarihine ve Türk Kurtuluş Savaşı'nın başlatılmasındaki önemine ilişkin söylediği, aşağıdaki sözüyle yazımı sonlandırayım.

"İzmir, kırk beş asırlık bir ata yurdudur. Bu kadar derin bir tarihe sahip olan İzmir, aynı zamanda coğrafi mevki itibariyle, iktisadi ve siyasi bakımlardan da çok büyük önem taşımaktadır. Bunun için bütün memleketi ve bütün milleti mahvetmek isteyen düşmanların ilk bakışları bu kıymetli, bu tarihi, bu ehemmiyetli şehre ve bunun civarına çevrildi. Hakikaten düşmanlarımız bu güzel beldeyi çiğnediler ve daha doğusuna da geçtiler. Bu hareket yalnız İzmir'e darbe vurmakla kalmadı; bütün milletin kalbine, vicdanına hançer sapladı. Bu itibarla İzmir, bütün memleketi mahvetmek için, bütün milletin heyecanlarını doğurmak için adeta bir parola olmuştur."






 





Not: Tantalos efsanesi, izmir.ktb.gov.tr'den alınmıştır.



14 Mayıs 2025 Çarşamba

 


ZEYTİN AĞACININ ANAVATANI NERESİDİR?



Kahvaltı sofralarımızın vazgeçilmezi zeytin, aynı zamanda yağı ile de yemeklerimizin vazgeçilmezidir. Günümüzde Ege ve Akdeniz bölgelerde üretilen zeytin ağacının anavatanı neresidir diye hiç düşündünüz mü? Ben de Mardin'e gitmeden önce okuduğum Buket Uzuner'in dörtlemesinin son kitabı "ATEŞ"i okuduğumda zeytin ağacının anavatanının Mardin olduğunu öğrenmiş, çok şaşırmıştım. Mardin'e gittiğimde ve Mezopotamya Ovası'nın zeytin ağaçları ile kaplı olduğunu yerinde gördüğümde, bu şaşkınlığım kalmamıştı. Kahvaltıda tattığım Mardin zeytinlerinin, şimdiye dek yediklerimden daha nefis bir tada sahip olduğunu görünce satın almak istemiştim. Ama zeytin üretiminin sadece kendileri için yapıldığını, satılmadığını duyunca üzülmüştüm. Ateş kitabında Buket Uzuner şöyle yazıyor; "zeytinin anavatanı saydığımız Mardin'de geleneksel olarak ağzında zeytin dalı olan güvercin doğal olarak barışın sembolüdür. Halen Mardin'de damlarda 3-4 bin kadar güvercin besleyen vardır."

Zeytin ağacının anavatanı Anadolu'nun Kahramanmaraş, Hatay ve Mardin üçgenidir. Zeytin, dünyada  sadece Akdeniz ülkelerinde ekonomik olarak tarımı yapılabilen bir bitki türüdür. Dünyanın önde gelen zeytin üreticileri sırasıyla İspanya, İtalya, Yunanistan ve Türkiye'dir. (tarimorman.gov.tr)

Tarihte birçok medeniyetin egemenliği altına girmiş olan Mardin ve Mezopotamya, insanlık tarihinin geçmişinin izlerine ışık tutan çok önemli bir bölgedir. 

Mardin/Derik'te ilk zeytin ağacı ekiminin M.Ö. 77 yıllarında bu çevrede hüküm sürmüş olan Tigran Krallığı zamanında yapıldığı bilinmektedir. Derik'in simgesi olan Derik Zeytini ünlüdür.



Zeytinin ilk kültüre alınışı ve ıslahı Samiler tarafından olmuştur. Arkeolojik çalışmalar, zeytin yetiştiriciliğinin M.Ö. 4000'li yıllara kadar dayandığını göstermektedir. İlk Grek ve Roma yazıtlarında zeytinin barış ve birlikteliğin ebedi simgesi olduğuna değinilmiştir. Kuran, İncil ve Tevrat'taki sayısız bölümde zeytine yer verilmiştir. Tarihi gelişimi içinde birçok efsaneye kaynak olan zeytin, eski uygarlıkların yazıtları ve kutsal kitaplarda yer almıştır. Zeytin beyaz bir güvercinin Nuh'un gemisine tufan sonrası canlılık belirtisi olarak, ağzında zeytin dalı olarak dönmesi nedeniyle, yüzyıllardır barışın simgesi kabul edilmektedir. Bölgede yürütülen bir araştırmada deniz seviyesinden bin metre yükseklikte zeytin ağacı bulunması, Cudi ve Gabar dağlarında bol miktarda yabani zeytin ağaçlarının olması, Nuh'un gemisinin Ağrı Dağı'na değil, Cudi Dağı'na konduğu rivayetini güçlendirmektedir. M.Ö. Atina Anayasası'nda yer alan ve Aristotle tarafından kaleme alınan "Devlet malı veya özel mülkiyet farkı olmaksızın, zeytin ağacını kesen veya deviren herkes mahkemede yargılanacaktır, eğer suçlu bulunurlarsa idam edilmek suretiyle cezalandırılacaklardır." sözü zeytin ağacının tarihteki yeri ve önemini anlatmaktadır. Nitekim zeytin tarımının yayılmasında büyük rol oynayan Romalıların diyetlerinde zeytin yerine hayvansal yağları kullananları barbar olarak tanımlamaları, Hipokrat'ın zeytinyağının tedavi edici özelliğini kullanması bu önemi vurgulamaktadır. M.Ö 4000'lerde kültür bitkisine dönüştürülen zeytinin yağının çıkarılması ve kullanımının yaygınlaşması ancak 1500-2000 yıl sonra gerçekleşmiştir.

Tunç Çağı'nda ve daha sonrası dönemlerde Akdeniz'de zeytinciliğin yaygınlaştığını gösteren arkeolojik buluntular arasında yağ presleri, saklamada kullanılan kaplar, zeytin gösterimleri olan vazo ve duvar resimleri sayılabilir. (marmarabirlikakademi.com)

Yunan mitolojisine göre zeytin ağacının yaratılışı bir yarışmaya dayanır. Efsane  şöyle: Attika'da Kekrops'un kurduğu yeni şehrin koruyucusunun kim olacağına karar vermek için tanrılar arasında bir yarışma düzenlenir. Tanrılar Tanrısı Zeus, insanlığa en kıymetli ve en yararlı hediyeyi sunan tanrıya o şehrin koruyuculuğunu verecektir. Bilgelik tanrıçası Athena, Zeus'a zeytin ağacını sunar. Yarışmada bulunan başta Zeus olmak üzere tüm tanrı ve tanrıçalar zeytin ağacının kutsallığı karşısında büyülenirler ve yeni şehrin koruyuculuğunu Tanrıça Athena'ya verirler. Ve tanrıçanın adı da "Atina" kentine verilir. O gün, bilgelik tanrıçası Athena, zeytin ağacını barışı ve medeniyeti simgelediği için insanlara armağan eder.


İki fotoğraf, Mardin'de tarafımdan çekilmiştir. Zeytin ağaçları.



 




10 Mayıs 2025 Cumartesi

 


ATATÜRK'ÜN PEK BİLİNMEYEN İZMİR HATIRASI




Atatürk'ün eşi Latife Hanım, Atatürk'le yaşadıkları döneme ait konuşmamasıyla bilinir. Ama gazete arşivlerini tararken 1956 tarihli Dünya gazetesinde bir röportaja rastladım. Bu röportajda neden hiç konuşmadığını "Bana bir gün 'Askerce söz ver...' dedi. 'Beraber geçen hayatımıza ait hiçbir gazeteciye bir şey söylemeyeceksin.' Ben de kendisine askerce söz verdim. Sözümde duruyorum..." sözleriyle anlatıyor.

Latife Hanım'la yapılan bu söyleşide ilginç bir anekdot da yer alıyor. Latife Hanım anlatıyor:

"Evli bulunduğumuz sıralarda idi. İzmir'de idik. Doktorların tavsiyeleri mucibince gayet asude bir hayat geçirmesi, istirahat etmesi lazımdı. Bu tavsiyelere birkaç gün riayet edebildi. Geceleri bir türlü uyuyamıyordu. Bir gece, 'Latife...'dedi. 'Atlı tramvaya binmek istiyorum. Haber ver hep beraber gidelim.'

İstirahat etmesi için rica ettim. Kabul etmediler. Yavere haber verdim. Tramvayın hazır edilmesi için telefon edildi. Hep beraber gittik. Yaşlıca bir sürücü atları kamçılıyordu. Atatürk, 'Baba...' dedi. 'Kamçı vurmadan süremez misin?'

Sürücü vazifesinin ehli bir adam tavrıyla, 'Tabii sürülemez paşam. Yürümezler..' deyince Atatürk yerinden fırladı: 'Durdur atları. Yerine ben geçeceğim.'

Bir hamlede sürücünün yerine geçti. Dizginleri eline aldı. Kamçıyı havada şaklatarak atları sürmeye başladı. Tuhaf değil mi? Atlar daha hızlı gidiyordu. İhtiyara döndü:

'Nasıl idare edebiliyor muyum? Ben de senin gibi idareciyim. Ben de yüzlerce, binlerce, on binlerce insanı idare ettim. Onları ölüme giden yola seve seve naklettim. Fakat kamçı kullanmadım...' dedi.


Yazarın Yorumu: "Aslında gerçek Atatürk ile Türkiye bir türlü tanışamadı. Karşıdevrimciler tüm güçleriyle karaladılar. Hala da öyle. Kendine Atatürkçü diyenler için de konforlu bir alan oldu. Sadece ismini maddi manevi kullandılar, devrimci Atatürk'ü unutturup bürokratik oligarşinin örtüsü yaptılar."


Kaynak: Saklı Gerçekler TARİHLE HESAPLAŞMA TÜRK NAZİLER, MUSTAFA HOŞ. Destek Yayınları, s:83-84.

Görsel: RAY HABER (ESKİ İZMİR Facebook Sayfası)



27 Nisan 2025 Pazar

 


ORCHIS ANATOLICA (DİLDAMAK)




Orcis anatolica, salepgiller ailesinden, dildamak olarak bilinen nadir bir orkide türüdür. Ege adalarından İran'a kadar olan coğrafyada doğal olarak yayılış gösterir. Benim için puantiyeli yapraklarıyla özel bir orkide türüdür. Ormanlık alanlarda, makilik ve çalılıklarda görülen dildamak, genellikle Mart-Mayıs aylarında çiçek açmaktadır.

Fotoğraflar tarafımdan Kurşunlu Manastırı/Söke'de çekilmiştir.





25 Nisan 2025 Cuma

 


MİLETOS ANTİK KENTİ




İonya'nın en eski kentlerinden biri olan Miletos, Ege Denizi'ne dökülen Büyük Menderes Nehri'nin yakınında kurulmuştur. Kuruluşunda bir liman kenti olmakla beraber, Büyük Menderes Nehri'nin getirdiği alüvyonlarla liman dolduğu için zamanla denizden uzaklaşarak bugünkü konumunda, iç kesimlere doğru çekilmiştir.

Mitolojik olarak Apollon ile Girit Kralı Minos'un kızı Akakallis'in üç çocuğundan biri olan Miletos Anadolu'ya gelir ve Menderes Irmağı'nın kızı ile evlenerek kendi adıyla "Miletos" kentini kurar. Bir başka söylentiye göre ise Latincede "Miles" asker demektir ve bu kelimeden türetilmiştir.

Miletos hakkında ilk yazılı belgeler Hitit kaynaklıdır. Tunç Çağı'na(M.Ö 1500-1000) denk gelen bu kaynaklarda Milet kentinin bir Hitit kenti olduğu belirtilmektedir. Diğer yandan Homeros'un anlatımıyla Truva Savaşı sırasında kent Karya kenti idi.

Tunç Çağı'nda Mısır2dan gelen kavimlerle yapılan savaşlar sonucunda kent yağmalanmış ve yakılmıştır. Bundan sonra kent, aristokrat soylular tarafından yönetilmiştir.

Miletos'a "Filozoflar Kenti"de denilmektedir. Tarihin ilk filozofları kabul edilen Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros Milet'te yetişmişlerdir.

Not: 
arkeofili.com'da Miletos Antik Kentiyle ilgili yazılan makaleye göre; "Miletos'ta bulunan birçok eser, yurt dışına, çeşitli müzelere götürüldü.20. yüzyılın başlarında ise Güney Agorası'na ait anıtsal Milet Pazar Kapısı parçalara ayrılarak hemen hemen tümüyle Almanya'ya taşındı. Günümüzde rekonstrüksiyonu, Berlin'de Pergamon Müzesi'nde sergileniyor.





Fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir.

 


CENNET KUŞU (STRELITZIA NICOLAI) ÇİÇEĞİ




Cennet Kuşu(Strelitzia Nicolai) çiçeği, benzersiz görünümü ile dikkat çeken tropikal bitkilerden biridir. Anavatanı Güney Afrika olan cennet kuşu çiçeği, turna çiçeği, starliçya veya starliçe adlarıyla da bilinir. Bunun en büyük nedeni çiçeğin görselliğidir. Çiçeğin yapısı kuşlara benzediği için birçok ülkede farklı türlerden kuşların adını almıştır.

18. yüzyılda birçok ülkede yetiştirilmeye başlanan çiçek, Güney Afrika topraklarında turna çiçeği olarak tanımlanıyordu. 1773'te İngiltere'ye tanıtılan bitkiye Kraliçe Charlotte'un doğduğu yer olan Meckelenburg-Strelitz'in adı kısaltılarak "Strelitzia" adı verildi. Ülkemizde ise straliçya, starliçe, cennet kuşu çiçeği, turna gagası ve papağan çiçeği gibi pek çok isimle tanınır.

Not: Ben, cennet kuşu çiçeğini ilk kez, dünya florasını takip ettiğim bir botanik grubunun sayfasında görmüş ve çok sevmiştim. Keşke bu güzel çiçeği canlı görebilseydim demiştim kendi kendime. Ve evren beni duymuş olacak ki, Söke/Güllübahçe'de karşıma çıkardı. O anki mutluluğuma, sadece iki sokak köpeği tanık oldu. :)

Fotoğrafların tümü, tarafımdan Söke/Güllübahçe'de çekilmiştir.











8 Nisan 2025 Salı

 



ROMA'NIN ÜNLÜ HATİPLERİNDEN ÇİÇERO'NUN VALİLİK YAPTIĞI KİLİKYA'YA DÖRT GÜNLÜK BİR YOLCULUK HİKAYESİ




İnsan bu, bilmediğini bilmek, görmediğini görmek ister. Bilinmeyenin cazibesi, insanın keşfetmeye duyduğu hayranlık onu değişik coğrafyalarda yolculuk yapmaya iter. Ben de, görmediğim yerleri görmek, bilmediklerimi yerinde öğrenmek için 28 Mart - 1 Nisan 2025 tarihleri arasında Kilikya Yolu'nun Toros ve Afrodit rotalarını yürümek üzere yola çıktım. Doğada yürümek, insanın ruh haline çok iyi geliyor. Temiz havada yürümek insanın zihnini açıyor, daha derin düşünmesine ve de varsa problemlerinin çözümüne yönelik fikirler geliştirmesine neden oluyor. Ben de doğada yürürken düşünmeyi sevenlerdenim. Yürürken düşündüm, gördüklerimi fotoğrafladım, rehberimizin anlattıklarını can kulağıyla dinledim. Şimdi de yaşayıp gördüklerimi yazarak, zaman makinesinin acımasız olan unutma çarklarından kurtarmak istiyorum. Ne demişler? "Hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür."

Kısaca Kilikya Tarihi:

Kilikya, Anadolu'nun Alanya'dan başlayıp, doğuda Kinet Höyük'te (İskenderun) son bulan, kuzeyden Toros Dağları'yla çevrili alanı kapsayan antik bölgedir. Kilikya; Hristiyanlığın en önemli ve kutsal sayılan yerleşimlerinden biridir. Hristiyanlık tarihi açısından büyük olaylara sahne olmasıyla ünlüdür. Bölgede yapılan arkeolojik kazılar neticesinde bölgede yerleşimin Cilalı Taş Devri'ne (M.Ö. 8.000 yılı) kadar uzandığı bilinmektedir. Ovalık Kilikya (Çukurova) ve Tarsus'un kuzey ve doğusunda kalan bölge de Dağlık Kilikya olarak adlandırılmıştır. Kilikya bölgesi sırasıyla, Hititler, Asurlular, Persler ve Makedonya Kralı Büyük İskender'in egemenliği altına girmiştir. Büyük İskender'in ölümünden sonra Kilikya toprakları generalleri arasında bölüşülmüş, uzun yıllar süren savaşlar sonucunda Kilikya Selevkos'un egemenliğine geçmiştir. Kilikya'nın korsanların yuvası haline gelmesi ve Akdeniz ticaretine zarar vermelerinden rahatsız olan Romalılar, buraya gelerek üs kurdular. Selevkos ve Roma döneminde Kilikya Helenleşmiş ve bölgede birçok şehir kurulmuştur. Silifke bu şehirlerden biridir. Roma döneminde Tarsus, Kilikya'nın başkenti olmuştur. Ünlü Romalı hukukçu, devlet adamı ve hatip Çiçero, proconsul rütbesi ile Kilikya valiliğine atanmış ve M.Ö 51 - M.Ö 50 yılları arasında burada bir yıl valilik yapmıştır. 

Roma İmparatorluğu'nun bölünmesinden sonra Kilikya Bizans'a bağlı kaldı. Bizans döneminde 1080 yılından itibaren Ermeni beyliği olarak yönetilen bölge 1199 - 1375 yılları arasında Kilikya Ermeni Krallığı egemenliği altında kaldı. 1375 yılından sonra Kilikya bölgesi Memluk Sultanlığı topraklarına geçti. 16. yüzyılda bölge Osmanlı topraklarına katıldı. 

Kilikya bölgesinde Helenistik dönemden Bizans dönemine kadar şarap ve zeytin yağı üretimi, keten ve tahin üretimi yapılmakta ve bunlar bölge ticaretinde önemli bir yer kaplamaktaydı.

Silifke:

Kilikya Yolu yürüyüşümüz süresince, Taşucu / Silifke'de konakladık. Oraya gitmeden önce "Silifke'nin yoğurdu" türküsünü biliyordum ama yoğurdunun neden ünlü olduğunu bilmiyordum. Silifke'nin yoğurdunu tattıktan sonra haklı bir üne sahip olduğunu düşündüm. Yoğurt, keçi sütünden, limon ağacı odunu ateşinde bakır kazanlarda kaynatılıyormuş. Kaynayan süt, İncir sütü ve kırlarda yabani olarak yetişen yeşil nohutla mayalanıyormuş. Yoğurt kasesini ters çevirince yoğurt dökülmüyordu. Silifke'ye vardığımda meydanda gördüğüm keklik heykelinin nedenini sordum. Meğer, keklik Silifke'nin sembolü imiş. Keklik, Türk Kültüründe, özellikle Türk el sanatlarında sıklıkla kullanılan bir motif olduğu yapılan araştırmalarda görülmüştür. Mersin yöresinde yaşayan Silifke Yörükleri arasında "Keklik" imgesinin ne kadar önemli olduğunu; destan, türkü, mani, atasözü, deyim, halk oyunları ve el sanatlarında görmek mümkün. Keklik halk oyunu buna güzel bir örnektir. Kaşıklarla kekliğin davranışları anlatılır. Ayrıca Silifke'ye mavi yengeçler diyarı da deniyor. Göksu Deltası yürüyüşümde hiç mavi yengece rastlamadım ama Taşucu/Silifke'de cadde boyu mavi yengeç  restoranlarını gördüm. Görmemek mümkün değildi. Çünkü hepsi masmavi renge boyanmıştı. Mavi yengeç (Callinectes sapidus), hem denizlerin doğal döngüsünde önemli bir yeri olan hem de lezzetiyle oldukça değerli bir deniz ürünüymüş. Benden söylemesi.

Erken Roma Dönemi'ne ait olduğu anlaşılan Silifke Kalesi, beyaz kesme kireçtaşından Silifke'ye hakim bir konumda 185 metre yükseklikte bir tepe üzerine inşa edilmiş. Kaleyi gezemedim ama uzaktan fotoğrafladım. Kalenin bir özelliği de sadece askeri amaçla değil yerleşim için de yapıldığıymış. Silifke'nin ortasından geçen Göksu Irmağı üzerinde bulunan Taş Köprü (Roma Köprüsü) yedi gözlü olup, zaman zaman yapılan tadilatlarla günümüze kadar gelmiştir. Köprünün Kilikya Valisi Memor tarafından M.S. 77-78 yıllarında yaptırıldığı bilinmektedir.

Bu genel bilgilerden sonra dört günlük yürüyüşümde gördüklerimi ve öğrendiklerimi okumaya ne dersiniz?





1. Gün: Taşucu-Kum Mahallesi, Çavuşir-Hurma (Dalyan) Etabı 

Kahvaltı yaptıktan sonra, Göksu Irmağı'nın biriktirdiği alüvyonlardan oluşan bol kumlu Göksu Deltası'nda yürümeye başladık. Hava güneşli ve sıcaktı. Kumlu bölgede yürümek zorlayıcıydı ama görülen manzara bu zorluğa değerdi. Mart sonunda deltada mor renkli keklik çiğdemleri (iris), koyungözü çiçekleri, erguvanlar, mor salkımlar, sarı renkli mimozalar açmıştı ve hava mis gibi çiçek kokuyordu. 

Göksu Deltası aynı zamanda birçok göçmen kuş açısından önemli bir sulak alan olup deniz kaplumbağalarının  "Caretta caretta" yumurtalarını bıraktığı, Akdeniz'deki en önemli ana yuvalama bölgelerinden biridir. Göksu Deltası Özel Çevre Koruma Bölgesi'nde 507 bitki taksonu bulunmakta olup bunlardan 10 tanesi endemik taksondur.

Yöre halkı Göksu Deltası'nı "Dalyan" olarak adlandırmaktadır. Dalyanı oluşturan Akgöl ve Paradeniz göllerinin ortasından yürümek, arada sırada gölden havalanan balıkçıl kuşlarını görmek, göremediğimiz ama orada olduklarını bildiğimiz küçük kuşların cıvıltılarını dinlemek, kum yürüyüşümün zorluğunu unutturdu. Rota boyunca gölgelik bir alan ve su kaynağı bulunmadığından yaz aylarında yürünmesini önermem. Ülkemizdeki tüm büyük nehirleri gördüm ama ilk kez gördüğüm ismiyle müsemma Göksu Irmağı'nın masmavi sularına kalbimi bıraktım. İyi ki yürüdüm ve bu güzellikleri gördüm dediğim rotalardan biri oldu.










2. Gün: Kayacı Vadisi, Limonlu / Erdemli

Kayacı Vadisi, Mersin'in Erdemli ilçesinin Limonlu Beldesi'nde yer almaktadır. Orta Toroslardan doğan 120 km uzunluğundaki Lemas(Limonlu) çayı burada çok dik ve keskin vadiler oluşturmuş. Kayacı Vadisi'ne doğru tırmandıkça sıcaklığın hızlı bir şekilde düşmesi, burayı yaz aylarında  sıcaktan kaçmak isteyenler için iyi bir dinlenme ve piknik yeri yapmış. Vadinin belli yerlerinde kır lokantaları mevcuttur. Vadide ırmak boyunca zengin bitki çeşitlerini görmek kendimi adeta cennetteymişim gibi hissettirdi. Çınar ağaçları, çiçeklenmiş ve mis gibi kokan erguvan ağaçları, çiçeğe durmuş defneler vadiye ayrı bir güzellik katmış. Vadi boyunca açan mavi-beyaz anemonlar sanki bize yolu gösterircesine, ırmakla dağ arasındaki dar bölgede sürekli önümüze çıktı. 

Lemas Çayı üzerinde yer alan en eski işletme Doktorun Yeri imiş. Bu güzel yerde mola verip gurubumuzla bayramlaşma yaptık. Ramazan Bayramının ilk günü idi çünkü. Rehberimiz şeker ve kolonya ikram etti. Sonrasında Kayacı Vadisi Ekoturizm alanındaki yürüyüşümüze devam ettik. Hava güneşli ve sıcak olduğu için Lemas Çayı üzerinde oluşan gökkuşağını da fotoğrafladım. O anı hiç unutmayacağım. Masal diyarında gibiydim... Yürüyüş bitiminde, Kızkalesi yakınlarındaki küçük bir koya geldik. İsteyenler denize girdiler. Ben denize girmedim. Yorgunluk kahvesi içmek için ne kadar pansiyon varsa sordum ama sezon açılmadığı için kahve yokmuş. Anlayacağınız bir fincan kahve içemedim. Kızkalesi'ni kahve yapılmayan yer olarak anacağımdan emin olabilirsiniz. Bu durumda rehberimizin hazırladığı termos çayını içmek zorunda kaldım. :)

Deniz faslından sonra gün batımının harika olduğu söylenen Dalyan'a tekrar gittik. Gün batımına yetiştik ama şiddetli lodos nedeniyle sahilde uzun süre kalamadık. Lodosun izin verdiği ölçüde gün batımını izleyebildik.











3. Gün: Gilindire Mağarası (Aynalıgöl) İncekum Plajı Doğa Yürüyüşü

Kahvaltı sonrası Aydıncık ilçesine doğru yola koyulduk. Rotamız, ilçede bulunan Gilindire mağarasıydı. Mağaraya giriş ücreti 60 TL idi. Denize doğru inişe geçerek mağaraya doğru yol aldık. Akdeniz'in yamacında yer alan mağaranın keşfedilmesinin ilginç bir hikayesi var. 1999 yılında keçilerini otlatan bir çoban, dikkatini çeken bir kirpiyi takip ediyor ve kirpinin mağaraya girmesiyle çoban da mağaraya giriyor. Gördükleri karşısında şaşıran çoban durumu ilgililere bildiriyor. Bu alan 2013 yılında Tabiat Anıtı, 2021 yılında da Tabiat Parkı olarak ilan edilmiş. Çevre düzenlemesi yapılarak mağara içi ışıklandırılmış ve ahşap merdivenler yapılmış. Mağara içinde, 560 basamakla inilen ve derinliği 47 metre olan bir göl bulunmakta. Göle Aynalıgöl denilmekte. Mağara içinde masmavi sularıyla gerçekten ayna gibi parlamakta. Gezip gördüğüm mağaraların içi hep serin olurdu ve içeri girerken kalın bir şeyler giyerdim. Gilindire mağarasının içi ise oldukça sıcak ve bunaltıcıydı. O kadar bunaldım ki, gölü üstten görüntüledim, kıyısına inmeden mağaradan çıktım.

Gilindire mağarası, 555 metre yatay uzunluğa, 46 metre derinliğe sahip. Mağaradaki dev boyutlara ulaşan ve her biri ayrı görsel şölen sunan damla taşlar, sarkıt ve dikitler ana galeriyi çok sayıda odalara ayırıyor. Gilindire mağarası, Türkiye mağara literatüründe "Kambriyen kireç taşlarından" oluştuğu tespit edilen üç mağaradan birisiymiş. Yaptığım araştırmada Kambriyen Dönemi şöyle tanımlanıyor: "Kambriyen Dönemi, Dünya'daki yaşamın tarihinde önemli bir noktayı işaret eder. Bu, başlıca hayvan gruplarının çoğunun fosil kayıtlarında ilk kez göründüğü zamandır." Bu şu demek; Gilindire mağarası aynı zamanda fosilleri de içinde barındırıyor. Bu yönüyle de mağara eşsiz nitelikte. Aydıncık'a yolunuz düşerse mutlaka ziyaret etmenizi öneririm...

Mağara çıkışı toplandığımız alanda, bir gün önce vefat eden sanatçı Volkan Konak'ı andık. Yerli rehberimiz bağlamasıyla Volkan Konak'ın iki türküsünü söyledi. Sonrasında 1.5 kilometre uzunluğunda tamamı taş ve kayalardan oluşan denize paralel rotamızı tamamladık. Sert bir rota idi. 10 kilometrelik yürüyüşümüzü tamamladıktan sonra Aydıncık'ın en güzel koylarından biri olan İncekum plajında yüzme molası verildi. Koy öylesine güzeldi ki, deniz mevsimini açıp ayaklarımı denize soktum. Deniz suyu ilaç gibi geldi ve ayaklarımın tüm yorgunluğunu aldı. Deniz sonrası Taşucu'na döndük. Akşam yemeğinde Mersin'in ünlü tantunisini tattım.








4. Gün: Yerköprü Şelalesi, Alahan Manastırı / Mut

Sabah kahvaltısı sonrasında Mut ilçesine doğru yola çıktık. Mut'ta bulunan yöresel ürünler marketinde mola verildi. Alışveriş sonrası Mut ilçesinde yer alan Yerköprü şelalesine doğru yol aldık. Şelale girişinde aracımızı park ettikten sonra, çevre düzenlemesi güzel yapılmış olan yoldan aşağı doğru indik. Çayın üzerinde yapılan asma köprüden şelaleyi ve vadiyi izlemek muhteşemdi. Yerköprü şelalesi Mut ilçesinde Göksu ırmağıyla birleşen Ermenek çayının üzerinde bulunmaktadır. 2011 yılında "Tabiat Anıtı" olarak tescillenen şelale 29 metre yükseklikten dökülmektedir. 

Milyonlarca yıl önce, Ermenek çayı üzerinde meydana gelen bir heyelan sonucunda, burada bulunan kaynak suyunun kireçli yapıyla buluşmasından oluşan şelale, çevresindeki zengin florası ile izleyenleri adeta büyülemektedir. Şelaleye iniş ve çıkış merdivenlerle biraz zor olduğu için midir, bilemiyorum, bu güzellik bakir kalabilmiş. Erdemli'de gördüğüm Kayacı Vadisi, ulaşımı kolay olduğundan Lemas (Limonlu) çayı boyunca çadırlar ve de piknik alanları insanlarla dolu doluydu! Umuyor ve diliyorum ki, bu eşsiz güzellikler kirletilmez ve korunur.

Şelalenin yakınında biri üstte, diğeri altta olmak üzere iki adet seyir terası vardır. Teraslara ahşap merdivenlerle inilmektedir. Alttaki terastan, şelalenin altındaki mağaranın girişi görülmektedir. Mağaranın hemen önünde şelalenin oluşturduğu turkuaz renkli, derinliği 15 metre olan bir göl bulunmaktadır. Şelalenin üzerinde ise bin bir çeşit bitki örtüsünü gözlemek mümkün. Mutlaka gidilmesi ve görülmesi gereken doğal ortamlardan biri... Ben çok sevdim.








Alahan Manastırı - Mersin

Evliya Çelebi'nin "Ustasının elinden yeni çıkmış gibi duruyor." diye anlattığı Alahan Manastırı, Mersin-Karaman karayolu üzerinde Geçimli Köyü civarındadır. 1300 metre yükseklikte ve Göksu Vadisi'ne bakan dik bir yamaca oturtulmuştur.

Hristiyanlığın Kapadokya ve Likonya'da (Konya) yayılması sırasında bu yeni dini kabul edenlerin takibe uğraması ve inanmayanlar tarafından öldürülme korkusu, Hz. İsa'ya  inananları dağlık bölgelerdeki mağara kaya oyuklarında ibadete zorlamıştır. St. Paul ve yine Tarsus'ta yaşamış Hristiyanlık öncülerinden Barnabas ile birlikte Hristiyanlığı yaymak için Konya-Kapadokya ve Antalya-Antakya'ya kadar maceralı yolculuklar yapmışlardır. İşte bu iki Hristiyan Aziz'in gezileri sırasında konakladıkları her yerde anılarına mabetler yapılmıştır. Alahan Manastırı da bunlardan biridir.

440-442 yıllarında yapılmış olduğu tahmin edilen Alahan Manastırı; Batı Kilisesi, Manastır, Doğu Kilisesi, kayalara oyulmuş keşiş odacıkları ve çevredeki mezarlardan oluşmaktadır. Kilise binaları Ayasofya ile ortak mimari özellikleri taşımaktadır. (kulturportali.gov.tr)

Alahan Manastırı'na vardığımızda, sağanak yağmur ve şiddetli rüzgarla karşılaştık. Silifke'nin güneşli sıcak havası nedeniyle giysilerim yazlık olduğu için çok üşüdüm ve hızla fotoğraf çekip araca koştum. :) 










 
Not: Dört günlük Kilikya Yolu yürüyüşünü planlayan ve güzel rotalarda yürümemizi sağlayan, Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Dağcılık Kulübü rehber ve yöneticilerine  çok teşekkür ediyorum. İlk kez yürüdüğüm Kilikya Yolu'nun diğer etaplarını da yürümek dileğiyle...