YEDİGÖLLER DOĞA YÜRÜYÜŞÜNDEN NOTLAR
Yedigöllere ilk kez 2012 yılının Ekim ayında gitmiştim. Ormanlardaki renk dönüşümünün çeşitliliği(sarıdan kırmızıya dek ara tonlar) ve güzelliği büyülemişti beni. Ancak, mevsim nedeniyle çok kalabalıktı; neredeyse ülkenin tüm fotoğrafçıları oradaydı.Çok fazla grup vardı. Öyleki, göl kıyısında yürürken eller, kollar birbirine karışıyordu. Çok keyif aldığımı söyleyemem bu nedenle. Sakin bir zamanda, yeniden görmek, yürümek istediğim rotalardan biriydi. Yedi yıl sonra da olsa o gün gelmişti.
30.06.2019 Pazar günü, Yedigöllere gitmek üzere, saat 07.30'da yola koyulduk ve beş saat süren yolculuğumuz sonunda Yedigöllere vardık. Hava yağmurluydu. İki saat yağmur altında yürüdük. Sonrasında güneş açtı ve mis gibi yosun, toprak, ot, çiçek ve ağaç kokularını içime çeke çeke keyifle yürüdüm. 15 km boyunca, yürüyüşüme eşlik eden küçük derenin şırıltılı şarkısını dinlemeyi de ihmal etmedim tabii ki. Gözlerim renklerde, kulağım sesteydi.
Yedigöller Milli Parkı, Batı Karadeniz Bölgesi'nde, Bolu il sınırları içinde, oldukça engebeli bir arazide 1636 hektar büyüklüğündeki bir alana yayılmakta, Bolu'nun Mengen ve Yığılca ilçeleri sınırında yer almaktadır. Bolu'ya 42 km uzaklıkta olmasına rağmen, yolun bozuk olması, virajların çokluğu nedeniyle yolculuk bir saatten fazla sürdü.
1965 yılında milli park ilan edilen ve çok zengin bir bitki örtüsüne sahip olan Yedigöller Milli Park'ını, Kapankaya Tepesi Seyir Terası'ndan izlemek gerek. Panoramik manzara pitoresk ve büyüleyici. Ben, göz alabildiğine uzanan yemyeşil bitki örtüsünden dolayı "yeşil bir okyanus"a benzettim yöreyi. Teşbihte hata olmaz derler. :) Dağlar, tepeler ve toprak sanki yeşil renge boyanmıştı. Sadece gökyüzü maviydi. Anladım ki, yaz mevsiminde Yedigöllerde mavi ve yeşilden başka renk görmek olanaksız. Ve ben, Yedigölleri bu mevsimde daha çok sevdim...
Yedigöllere giden herkese sorulan klişe bir soru vardır; gerçekten yedi göl var mı, diye. Bana da soruldu. Evet, yedi göl var ve göllerin isimleri de en az kendileri kadar güzel, diye cevap verdim. Bu yedi adet doğa harikası heyelan-set göllerinin isimleri şöyle: Sazlıgöl, İncegöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, Deringöl, Büyükgöl ve Seringöl. Göller, heyelan nedeniyle kayan kütlelerin, vadilerin önünü kapatması sonucu arkada suların biriktiği set gölleridir. Bu göllerden bazıları yeraltı akışlarıyla, bazıları da yüzeysel akıntılarla birbiriyle bağlantılıdır. Yüzeysel akıntıların üstünde, doğaya uyumlu küçük tahta köprüler bulunmaktadır.
Göller, iki plato üzerinde yer almakta ve platolar arasında 100 metre yükselti farkı bulunmaktadır. Ortalama 780 metre yükseklikte olan platodaki göllerin en büyüğü Büyükgöl'dür. Alanı 24895 metrekare, en derin yeri ise 15 metredir. Göller, kuzeyden güneye 1500 metre mesafede sıralanmıştır.
Bölge zengin bir bitki örtüsüne sahip. Hakim olan bitki örtüsü kayın ağaçlarıdır. Ağaçları tanıdığım kadarıyla, meşe, gürgen, kızılağaç ve hatta titreyen kavak bile gördüm. Sayıları az da olsa karaçam, yabani fındık, göknar ve çam ağaçları da vardı.
Göllerin çevresinde yürürken, yol kenarında gördüğüm bir tabelada yazan "Dikkat! Yabani hayvan çıkabilir" uyarısı dikkatimi çekti. Biraz korkmadım değil. Çünkü görmek istediğim geyik ve karacanın yanı sıra burada ayı, kurt, yabani domuz, tilki de yaşıyordu ve bu yırtıcılarla karşılaşmak istemezdim doğrusu. :) Karşılaşmadım da.
Türkiye'deki ilk kültür alabalığı üretme istasyonu 1969'da Yedigöller Milli Parkı'nda kurulmuş. Göllerde göl alası ve gökkuşağı alabalığı yetiştirilmektedir. Ne kadar dikkatli baktıysam da göllerde balık göremedim. Belki de hava yağmurlu olduğu için suyun yüzeyine çıkmamışlardı.
Yedi gölün de çevresini turladıktan sonra, yağmur dindi ve güneş açtı. Saat 15.00' te, salata, sucuk-ekmek ve meşrubattan oluşan yemeğimizi yedik. Çay-kahve keyfi yaptıktan sonra, 12 kilometre sürecek olan yürüyüşümüze başladık. Kayın ağaçlarının gökyüzünü görülmeyecek şekilde kapatarak oluşturduğu ağaç tünelinde tek başıma yürürken aklımda David Le Breton'un sözleri vardı: "YÜRÜMEK, bir gün yürüyemeyeceğini bilmektir. Onun için yürümek, hep daha fazla yürümeyi istemek, yürümeye bir türlü doymamaktır. Yürümek, yetinmemektir. Yürümek, ufku geniş olmaktır. Uzlaşmamak, uzaklaşmaktır." Ya bir gün yürüyemezsem düşüncesi zihnimde dönüp duruyordu ki çiçekleri gördüm. İyi ki çiçekler var. Yol kenarında onları görünce, olumsuz düşüncelerim bir anda uçup gittiler. Güzellik, her daim çirkinliği bertaraf edermiş meğer. :) Doğadan öğrendim.
Yürüyüşün sonunda aracımızı gördüğümde, gülümseyerek lastiklerine baktım. Aklıma yine David Le Breton'un sözü gelmişti çünkü. " Dünyanın araba lastiklerinden çok ayaklar için yaratılmış olduğunu asla unutmayacağız, bir bedene sahip olduğumuz müddetçe ondan yararlanmak gerektiğini de." Ben unutmuyorum, siz de unutmayın olur mu?
Sağlıklı nice yürüyüşlere...
Fotoğrafların tümü tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan kullanılamaz.
30.06.2019 Pazar günü, Yedigöllere gitmek üzere, saat 07.30'da yola koyulduk ve beş saat süren yolculuğumuz sonunda Yedigöllere vardık. Hava yağmurluydu. İki saat yağmur altında yürüdük. Sonrasında güneş açtı ve mis gibi yosun, toprak, ot, çiçek ve ağaç kokularını içime çeke çeke keyifle yürüdüm. 15 km boyunca, yürüyüşüme eşlik eden küçük derenin şırıltılı şarkısını dinlemeyi de ihmal etmedim tabii ki. Gözlerim renklerde, kulağım sesteydi.
Yedigöller Milli Parkı, Batı Karadeniz Bölgesi'nde, Bolu il sınırları içinde, oldukça engebeli bir arazide 1636 hektar büyüklüğündeki bir alana yayılmakta, Bolu'nun Mengen ve Yığılca ilçeleri sınırında yer almaktadır. Bolu'ya 42 km uzaklıkta olmasına rağmen, yolun bozuk olması, virajların çokluğu nedeniyle yolculuk bir saatten fazla sürdü.
1965 yılında milli park ilan edilen ve çok zengin bir bitki örtüsüne sahip olan Yedigöller Milli Park'ını, Kapankaya Tepesi Seyir Terası'ndan izlemek gerek. Panoramik manzara pitoresk ve büyüleyici. Ben, göz alabildiğine uzanan yemyeşil bitki örtüsünden dolayı "yeşil bir okyanus"a benzettim yöreyi. Teşbihte hata olmaz derler. :) Dağlar, tepeler ve toprak sanki yeşil renge boyanmıştı. Sadece gökyüzü maviydi. Anladım ki, yaz mevsiminde Yedigöllerde mavi ve yeşilden başka renk görmek olanaksız. Ve ben, Yedigölleri bu mevsimde daha çok sevdim...
Yedigöllere giden herkese sorulan klişe bir soru vardır; gerçekten yedi göl var mı, diye. Bana da soruldu. Evet, yedi göl var ve göllerin isimleri de en az kendileri kadar güzel, diye cevap verdim. Bu yedi adet doğa harikası heyelan-set göllerinin isimleri şöyle: Sazlıgöl, İncegöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, Deringöl, Büyükgöl ve Seringöl. Göller, heyelan nedeniyle kayan kütlelerin, vadilerin önünü kapatması sonucu arkada suların biriktiği set gölleridir. Bu göllerden bazıları yeraltı akışlarıyla, bazıları da yüzeysel akıntılarla birbiriyle bağlantılıdır. Yüzeysel akıntıların üstünde, doğaya uyumlu küçük tahta köprüler bulunmaktadır.
Göller, iki plato üzerinde yer almakta ve platolar arasında 100 metre yükselti farkı bulunmaktadır. Ortalama 780 metre yükseklikte olan platodaki göllerin en büyüğü Büyükgöl'dür. Alanı 24895 metrekare, en derin yeri ise 15 metredir. Göller, kuzeyden güneye 1500 metre mesafede sıralanmıştır.
Bölge zengin bir bitki örtüsüne sahip. Hakim olan bitki örtüsü kayın ağaçlarıdır. Ağaçları tanıdığım kadarıyla, meşe, gürgen, kızılağaç ve hatta titreyen kavak bile gördüm. Sayıları az da olsa karaçam, yabani fındık, göknar ve çam ağaçları da vardı.
Göllerin çevresinde yürürken, yol kenarında gördüğüm bir tabelada yazan "Dikkat! Yabani hayvan çıkabilir" uyarısı dikkatimi çekti. Biraz korkmadım değil. Çünkü görmek istediğim geyik ve karacanın yanı sıra burada ayı, kurt, yabani domuz, tilki de yaşıyordu ve bu yırtıcılarla karşılaşmak istemezdim doğrusu. :) Karşılaşmadım da.
Türkiye'deki ilk kültür alabalığı üretme istasyonu 1969'da Yedigöller Milli Parkı'nda kurulmuş. Göllerde göl alası ve gökkuşağı alabalığı yetiştirilmektedir. Ne kadar dikkatli baktıysam da göllerde balık göremedim. Belki de hava yağmurlu olduğu için suyun yüzeyine çıkmamışlardı.
Yedi gölün de çevresini turladıktan sonra, yağmur dindi ve güneş açtı. Saat 15.00' te, salata, sucuk-ekmek ve meşrubattan oluşan yemeğimizi yedik. Çay-kahve keyfi yaptıktan sonra, 12 kilometre sürecek olan yürüyüşümüze başladık. Kayın ağaçlarının gökyüzünü görülmeyecek şekilde kapatarak oluşturduğu ağaç tünelinde tek başıma yürürken aklımda David Le Breton'un sözleri vardı: "YÜRÜMEK, bir gün yürüyemeyeceğini bilmektir. Onun için yürümek, hep daha fazla yürümeyi istemek, yürümeye bir türlü doymamaktır. Yürümek, yetinmemektir. Yürümek, ufku geniş olmaktır. Uzlaşmamak, uzaklaşmaktır." Ya bir gün yürüyemezsem düşüncesi zihnimde dönüp duruyordu ki çiçekleri gördüm. İyi ki çiçekler var. Yol kenarında onları görünce, olumsuz düşüncelerim bir anda uçup gittiler. Güzellik, her daim çirkinliği bertaraf edermiş meğer. :) Doğadan öğrendim.
Yürüyüşün sonunda aracımızı gördüğümde, gülümseyerek lastiklerine baktım. Aklıma yine David Le Breton'un sözü gelmişti çünkü. " Dünyanın araba lastiklerinden çok ayaklar için yaratılmış olduğunu asla unutmayacağız, bir bedene sahip olduğumuz müddetçe ondan yararlanmak gerektiğini de." Ben unutmuyorum, siz de unutmayın olur mu?
Sağlıklı nice yürüyüşlere...
Fotoğrafların tümü tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan kullanılamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder