25 Nisan 2018 Çarşamba




YEMYEŞİL DAĞLAR, DERİN KANYONLAR VE GİZEMLİ  MAĞARALAR DİYARINDA BİR YÜRÜYÜŞ HİKAYESİ
Pınarbaşı/Azdavay


by.........A. Gültekin


İnsanın kendini keşfetmesi ne kadar da zormuş. Bu keşif için büyük acılar yaşaması, yaşamsal olumsuzlukları deneyimlemesi gerekmezmiş. Sakin, dingin bir kafayla oturup düşünmesi, zihinsel yolculuğuna başlaması için yeterliymiş meğer. "Beni bende demen, bende değilim / Bir ben vardır bende, benden içeri" dizelerini boşuna söylememiş bilge ozan Yunus. Ve sonrasında Hacı Bayram Veli'de eklemiş:
"Bilmek istersen seni / Can içre ara canı / Geç canından bul anı / Sen seni bil, sen seni."

Benden içerideki "ben"e ulaşmam ve kendimi bilmem uzun zaman aldı. Ruhumun göçebeliğinin farkına varmam, keşfetme arzumu tetikledi ve öğrenme merakımı kamçıladı diyebilirim. O günden beri de kah orada, kah burada gezip duruyorum; "bir lokma, bir hırka" anlayışıyla... 

Bu anlayışla, 21 Nisan Cumartesi günü saat 07'de Küre Dağları Milli Parkı'na doğru yola çıktım, yol arkadaşlarımla birlikte. Görmeyi istediğim yerlerden biri olduğu için çok heyecanlıydım. Bu bölge, Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı WWF(World Wildlife Fund) tarafından 1998 yılında Avrupa'da korunması gereken 9 sıcak noktadan biri olarak saptanmıştır. Kastamonu-Bartın arasındaki 37 bin hektarlık alan, 300 kilometre uzunluğunda olup, WWF'nin saptamasından sonra, Küre Dağları Milli Parkı olarak ilan edilmiştir!. Mağaralar ve kanyonlar açısından ülkemizin en zengin alanlarından biridir.
Küre Dağları, karstik dağlık alanlar üzerindeki nemli Karadeniz ormanlarının en güzel örneklerini sergilemektedir.  Yerel rehberimizin verdiği bilgiye göre; bu bölgedeki ekosistemde 930 bitki taksonuna ev sahipliği yapmakta olup, bunların 157'si endemiktir(yalnızca bu bölgede yetişen bitki türü). Bu endemik taksonların 60'ı tehlike altındadır. Üç gün boyunca bölgeyi gezdikten sonra rahatlıkla  söyleyebilirim ki, bu rakamlar sadece keşfi yapılan bitki türleri olabilir. Devasa bir alanda çalışma yapmanın zorluğu bir yana, henüz ulaşılamamış alanların bulunması, bitki çeşitliliği ve sık orman dokusu(öyleki Pınarbaşı-Azdavay yolu üzerinde bulunan ormanın bir bölümüne köylüler, "kurt girmez ormanı" adını vermişler; kurdun giremediği bir ormana, insan nasıl girebilir ki?) bana, birçok bilinmeyen, keşfedilmemiş bitki türünün olabileceğini düşündürttü.

Gerede-Safranbolu-Karabük üzerinden öğle saatlerinde Kastamaonu'nun ilçesi Pınarbaşı'na vardık. Pınarbaşı,  etrafı yeşil dağlarla çevrili küçük bir kasaba. Öğle yemeği için yöresel yemekler yapan bir lokantaya girdik. Bölgenin en ünlü yemeği, kara çorbaymış. Arkadaşlarıma çorba servisi yapıldığında gördüm ki çorbanın rengi gerçekten de karaydı. :) Kara çorba, yörede yetişen ve kızamık denilen ağacın çiçek ve yapraklarından yapılıyormuş. Bu ağacı Çatak Kanyonunu gezerken yakından gördüm; çiçek ve yapraklarını yedim. Tadı güzeldi ve hafif bir ekşilik vardı. Bu yanımla da avcı-toplayıcı atalarıma bir selam göndermiş oldum. Onlar da ağaç yaprakları ve köklerini yiyorlardı değil mi? :) 
Çekme helvası ve sarmısağı ile ünlü Kastamonu'ya bir de kara çorbayı eklemek gerek bence.

Yemekten sonra Valla Kanyonu'na doğru yola çıktık. Kanyon, ilçeden 22 kilometre uzaklıktaydı. Daha önce fotoğraflarını gördüğüm, videolarını izlediğim kanyonun uzaktan görüntüsü bile baş döndürücü güzellikteydi: Sanki ulu bir dağ ortadan ikiye ayrılmış ve muhteşem bir V harfi oluşturmuştu.

Valla Kanyonu


by......A. Gültekin

Valla mahallesinden kanyonun seyir terasına kadar olan yaklaşık 1,5 kilometre patika yolu ormanın içinden ve çeşitli kır çiçekleri arasından yürüdük. 550 metre yüksekliğindeki seyir terası görünüşüyle bile ürkütücüydü. Dik ahşap merdivenleri çıkarak ulaştığım terasta  ellerimi uzatsam, neredeyse bulutları yakalayacaktım. Kuşlar aşağılarda uçuyordu ve kanyonun derinliğine bakmak bile cesaret istiyordu. İyi ki yükseklik korkum yok da bakabildim doyasıya bu muhteşem derinliğe. :) Terastan bakıldığında sol tarafta görülen Kanlıçay ile sağ taraftaki Azdavay'dan gelen Devrekani Çayı  Valla önünde birleşerek kuzeye doğru yol alıyor ve Cide'de Karadeniz'e dökülmek üzere kıvrımlar çiziyordu. Devrekani Çayı, Azdavay'da bulunan ve büyük bir kanyon olan Çatak Kanyonu'ndan da geçmekte. Nice büyük nehirler gördüm, ki Devrekani Çayının aktığı vadide oluşturduğu gibi derin kanyonlar oluşturamamış. Tabii ki bunda kayaların oluşum şeklinin ve onları oluşturan minerallerin etkisinin olduğunu da unutmadan. İşte Valla Kanyonu  iki çayın birleştiği bu yerden başlamakta ve Cide ilçesi yönünde 12 kilometre uzunluğuna erişmektedir. Kanyonun yan duvar kayalarının yüksekliği yer yer 800-1300 metreye ulaşmaktadır. Kanyonun girişi ve geçişi son derece zordur. Uzunluk, yükseklik bakımından Dünyanın sayılı büyük kanyonlarından olduğu tespit edilmiştir. Dünyadaki kanyonlar içinde ölümün en yüksek olduğu kanyonlardan biriymiş Valla Kanyonu. Daha genç olsaydım eğer, kanyon eğitimi alıp  derinliğiyle sarhoş eden bu kanyonu geçmek, keşfedilmeyeni keşfetmek isterdim, kanyonun derinliğinde kaybolma riskini göze alarak hem de...Güzelliklere ulaşmak için zor ve çetrefilli yolları, engelleri aşmak gerektiğini biliyorum artık!



Ilıca Şelalesi




Pınarbaşı ilçe merkezine 12 kilometre uzaklıkta olan Ilıca Şelalesine, Ilıca köyünün içinden geçen patikadan yürüyerek  on beş dakikada ulaştık. Patikanın sonunda muhteşem bir manzara karşıladı bizi. On metre yükseklikten dökülen suyun oluşturduğu havuz, beyaz köpükleriyle insanı yüzmeye davet ediyordu sanki. Havuzun kıyısına inip elimi suya soktum, buz gibiydi. Cesareti olan ve kendine güvenen yüzebilirdi elbette.  Şelalenin sesini dinleyerek, üstünde bulunan küçük asma köprüden karşıya geçtim. Şelale ve havuzun çevresi sık ağaçlar ve bitki örtüsüyle çevriliydi. Bu özelliğiyle  şelale eşsiz güzellikteydi. Ayrıca, Ilıca Şelalesi, Horma Kanyonu'nun bitiş noktasıdır. Keşke hayattaki her bitiş de(son)  bu kadar güzel olabilseydi.




Horma Kanyonu




Birinci günün son durağı Horma Kanyonu'ydu. Horma Kanyonu Zarı Çayı üzerinde bulunmakta ve üstünde suyun taştaki kireçleri aşındırmasıyla derin cadı kazanları, şelaleler bulunmaktadır. Horma Kanyonu içine yapılmakta olan yürüyüş yolu neredeyse tamamlanmış. Bu yol tamamlandığında yaklaşık 3 kilometre uzunluğundaki Horma Kanyonu yürüyerek geçilebilecektir. İnşaat alanına kadar yürüdüğüm bu yolda kanyonun en derin yerinde delice akan suya baktığımda ses ve görüntünün muhteşemliği karşısında sersemlemiş gibiydim. Kanyona yapılan ahşap yürüyüş yolunun inşası  çok zor olmalı. Yetkililer güzel iş çıkarmışlar doğrusu. Böylece,kanyonu görmek isteyenler suya dokunmadan rahatlıkla gezebilirler kanyonu boydan boya.




Yol yorgunluğunun üstüne güzelliklerin sarhoşluğu da eklenince gözlerim kapanmaya başladı. Akşam olmuştu ve kalacağımız otele doğru yol aldık. Apart türü müstakil dairelerin bulunduğu Pınar Oba'da bizi güler yüzüyle otel sahibi karşıladı ve üç gün süresince bizlerle yakından ilgilendi. Kamp atan arkadaşlar çadırlarını kurdular. Sonra,  akşam yemeği yedik, yemek çok iyiydi. Odaların temizliği, düzeni beni şaşırttı: Küçük bir ilçede böylesine tatmin eden bir hizmet beklemiyordum. Yanılmıştım.

İkinci gün, kahvaltımızı yaptık. Hedefimiz; Ilgarini Mağarasına tırmanmaktı. Yerel rehberimizin verdiği bilgiye göre tırmanacağımız rota zordu, riskliydi ve diğer rotaya kıyasla  daha uzundu; gidiş-dönüş yedi saat sürecek bir yürüyüş olacaktı. Ama Ilgarini mağarasına varmadan önce Ejder Çukuru ve Mantar Mağarası'nı da görecektik. Hazırlıklarımızı yapıp, yola koyulduk. Sık orman dokusu içinde yürürken keskin yosun kokusu aldı burnum. Etrafımdaki ağaç ve kayalar yosunla kaplıydı çünkü. Orman içi patikada ilerledikçe ağaçların boyu ve sıklığı nedeniyle neredeyse gün ışığı kayboldu ve hafif bir loşluk sardı her bir yanı. Yosunlar, loş alan ve ormanın iç sesleri beni aldı götürdü, çook uzaklara; Sherwood ormanına. Hani zenginden alıp, fakire veren ünlü İngiliz halk kahramanı Robin Hood var ya onun ormanına. Sanki, Robin Hood, yosun tutmuş ağaçlarından arasından elinde ok ve yayıyla fırlayacakmış ama biz yürüyüşçüleri görünce rahat bir nefes alıp, biricik sevgilisi Lady Marian'a olduğu gibi bize de  gülümseyecekmiş gibi bir his uyandı içimde. Ormanın büyüsü işte, kapılıp gidiyorsun düşlere, bazen düşle gerçek arasında kaldığını unutarak. Ben bunları düşünürken Mantar mağarasına gelmişiz bile.

Mantar Mağarası 

Çürümüş tahta merdivenlerden dikkatlice inerek mağara ağzına vardım. Kafa lambaları, el fenerleri ve cep telefonlarının ışığı altında karanlık mağaraya girdim. Önde yürüyenler, içerideki sarkıt ve dikitleri gördükçe "çok güzel" diye söyleniyorlardı. Ama ben hiçbir şey göremiyordum. "Ben bir şey göremiyorum" diye sesli ifade edince, önümde yürüyen arkadaşım Demet, arkasına döndü ve bana; "Güneş gözlüğünü çıkarmamışsın ki" dedi. O anda elim gözlüğüme gitti ve gözlüğü kafama kaldırdığımda, mağara aydınlandı sanki. :) Gün sonunda bunu anlatıp, güldük çokça. Ve ben mağaraya güneş gözlüğüyle giren ilk kişi olarak sanırım mağara tarihine geçmeyi başardım. Bundan sonra, mağara girişlerindeki tabelada şöyle bir yazı görürseniz şaşırmayın lütfen, sebebi benim çünkü:
"Mağaraya güneş gözlüğüyle girmek tehlikeli ve yasaktır."

Mantar mağarası adını, mağara girişinden yaklaşık 30 metre içeride bulunan dev bir mantarı andıran 4 metre yüksekliğindeki kalker kütlesinden almıştır.

Ejder Çukuru

Mantar mağarasından çıkıp, biraz yürüdükten sonra Ejder çukuruna vardık. Ejder çukuru da bir mağara türü olup, iki açıklığı bulunmaktadır. Bu çukurun derinliğinin yaklaşık 85 metre olduğu  ve dibinde su bulunduğu bilinmektedir. Çukura atılan bir taş(yerel rehberimiz attı) 13 saniye sonra suya düştü. O sırada da dile getirdiğim gibi, burayı ziyaret edenler bir ya da iki taş atarlarsa eğer, kısa süre sonra sanırım çukur dolacaktır! Bunun engellenmesi şart. "Çukura taş atmak yasaktır" tabelasıyla değil elbette.

Ilgarini Mağarası


by.........A. Gültekin

"Bu dünyada, henüz hiç yürümediğimiz ve ideal iç dünyada yürümek isteyeceğimiz bir patikanın mükemmel simgesi olabilecek bir yola girmek isterdik kesinlikle." diyen D. Breton gibi benim mükemmel simgem de, Ilgarini mağarasına giden patika olacaktı... 

Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dik bir tırmanışla ve keskin kayalardan elimizi, ayağımızı sakınarak (sakınabildiğimiz kadar) yürüyüşe devam ettik. Bir açıklıkta kısa bir yemek molası verdik. Rehberimizin ikram ettiği sıcacık çay tüm yorgunluğumu unutturdu. Dağ başında içilen çayın keyfi bir başka oluyor. Yemekten sonra tırmanışa devam ettik ve nihayet, 1250 metre rakımda bulunan Ilgarini mağarasına ulaştık. Mağaranın kocaman ve kemerli girişi bana insan yapımı  tünel ağzını hatırlattı. Aşağıya inip, mağaraya girdim;  bu kez gözümde güneş gözlüğü yoktu. :)

Genişliği ve derinliği bir hayli fazla olan Ilgarini mağarasının iç uzunluğu 858 metredir. Kemerli girişten içeri girip, biraz yürüdüğümde açıklık bir alana geldim. Yürümeye devam ettim ve iki galeriden oluşan mağaranın tavanında bulunan devasa bir sarkıttan dolayı "avizeli salon" diye adlandırılan  birinci galerinin sonuna kadar gittim. Kafama yukarıdan sular damlıyordu ve mağaranın zemini nemli ve kaygandı. Bu galerideki sarkıt ve dikitler milyonlarca yılda oluşmuştu. Görebildiğim kadarıyla son derece etkileyiciydiler. Zihnimde milyonlarca yıl önceye gitmek zor olsa da, somut olarak sarkıt ve dikitleri görmek kolaydı. 

Mağarada yerleşim alanı olarak kullanılan alanlar vardır. Buradaki kalıntıların incelenmesi sonucunda, yapılma tekniği, malzeme özellikleri ve yapı şekilleriyle geç Roma ve erken Bizans dönemine ait olduğu belirlenmiştir. 

Mağara girişinin sol tarafında bulunan ikinci galeriye yol boyunca zikzaklar çizen, taşla örülmüş merdivenlerle iniliyormuş. Bu galeride, insan iskeletleri bulunan mezarlar ve bir şapel varmış. Zemin çok kaygan olduğu için bu galeriye girmedim.

Her çıkışın bir inişi vardı ve biz de inişe geçtik. Ve inişler her daim tehlikelidir(tırmanışta kaslar yorulmuştur ve bazen istemsiz hareket ederek, dengeyi bozabilir çünkü).  Çok dikkatli bir şekilde ve sorunsuz inişi tamamladık. Bizi bekleyen aracımıza doğru yürürken, böyle zorlu bir tırmanışı gerçekleştirdiğim için kendimle gurur duydum...

Çatak Kanyonu




Üçüncü gün, Çatak Kanyonunu gezmek için Pınarbaşı'ndan Azdavay'a doğru yola çıktık. Yarım saat sonra Azdavay'a vardık. İlçenin doğasına hayran olmamak mümkün değil; öylesine yeşil ki etrafı, kahverengi görmek zor. Güzellikleri seyrede seyrede 7 kilometre gittik. Çatak Kanyonu girişine vardığımızda, orman içi patikadan kanyona 1,5 kilometre yürümemiz gerekti. Bu yol da Ilgarini mağarasına giden yolda olduğu gibi işaretlenmişti.

Rehberi haberdar ederek, ilerleyen grubun arkasında kaldım. Yol nasılsa işaretlenmişti ve kaybolma ihtimalim yoktu. Geride kalma nedenim, tam bir sessizlik içinde ormanın sesini dinlemekti. Kuş cıvıltıları, rüzgarın sesi, yaprak hışırtılarını dinleyerek yürümek istiyordum, insan sesi duyarak değil! Çünkü artık biliyordum ki, "Sessizlik, yalnız yürüyüşçüyü besleyen fondur."* 

Kanyona 400 metre kaldığını gösteren tabelayı gördüğümde, suyun çağıldayan sesini duydum ve suyun şarkısı eşliğinde yürüyerek cam terasa vardım. Seyir terası yeni yapılmış ve Ankara'dan ilk ziyaretçileri bizmişiz. 900 metre yüksekliğindeki cam terasa çıktığımda gördüğüm manzara karşısında nefesim kesildi. Kanyon, cazibesi, vahşiliği ve gizemli derinliğiyle beni cezbetti. Kanyonun 7 kilometrelik bölümü yüzerek veya bot ile geçilebiliyormuş. Maceraperest biriyseniz kanyon tam size göre diyebilirim.




Suğla Yaylası




Geldiğimiz patikadan geri dönüp, Azdavay'ın uluslararası  üne sahip yaylası Suğla'ya doğru yol aldık. Azdavay'da hava sıcak ve bunaltıcı iken Suğla Yaylası serin ve esintiliydi. Yaz mevsiminde burası çevre ilçelerden gelen insanlarla dolup taşan bir mesire yeriymiş aynı zamanda. Yaylada her yıl, Türkiye Motosiklet Federasyonu tarafından desteklenen, Uluslararası Azdavay Motosiklet ve Doğa Sporları Festivali kapsamında Enduro*** Motor Yarışması yapılıyormuş. Özellikle Doğu Avrupalılar bu yarışlara büyük ilgi gösteriyorlarmış.

Yerel rehberimizin ikramı olan semaverde çayımız demlenirken, yarış pistlerini ve yayla çevresini gezdim, yayla yollarında yürüdüm. Yorulunca, botlarımı ve çoraplarımı çıkarıp çimenlere çıplak ayakla bastım, üstünde yürüdüm. Vücudumda bulunan elektriği toprağa verdim; bir tür topraklama yaptım yani. :)




Çayımızı içtikten sonra, istemeyerek bu güzel yayladan ayrıldık ve öğle yemeğini yemek üzere Pınarbaşı'na gittik. Aslında ikindi yemeği demek daha doğru olur, çünkü saat 15.30'du. Yemek sonrası Ankara'ya dönmek üzere yola çıktık. Kalbimi Küre Dağları'nda bırakmıştım, bir sonraki bahara kadar...

"Kafası rahat olan kimse bütün zenginliklere sahiptir. Ayağında bir ayakkabı olan ve sanki tüm yeryüzü deriyle kaplıymış gibi yürüyen kimse için de aynı şey söz konusu değil midir?"**

Cevabınız "evet" ise ne duruyorsunuz? Haydi, siz de doğa yürüyüşüne katılın, doğada yol arkadaşımız olun...

Çok keyif aldığım bu üç günlük  güzel yürüyüşü düzenleyen "Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Yürüyüş Grubu" yöneticisi ve rehberimiz Aytekin Gültekin'e ve katılan tüm yol arkadaşlarıma teşekkür ederim.




* ve **: David Le Breton - Yürümeye Övgü, Sel Yayıncılık.

***Enduro Sporu(İngilizceden endurance=dayanıklılık) motosiklet-arazi sporu için kullanılan uluslararası terim. Enduro sporunda başarı hıza değil, motosikletin ve sürücünün dayanıklığına ve güvenirliğine bağlıdır.(tmf.org.tr)

Not:Yazımda geçen tüm rakamlar(yükselti, derinlik,uzunluk v.b. belirten) Pınarbaşı Belediyesi ve Azdavay Kaymakamlığı'nın yayınladığı tanıtım broşüründen aldığım resmi rakamlardır.






1 yorum:

  1. Gerçekten güzel yerler gezilesi,görülesi.Yabancı ülkede olsa dünya bilir ama buraları bizim insanımız bile bilmiyor bir şeyler yapma lazım... Elinize sağlık tekrar gitmek nasip olur umarım.

    YanıtlaSil