10 Nisan 2018 Salı




GEZ KONYA'YI, GÖR KARAPINAR ÇÖLÜNÜ
Türkiye'nin İlk Ve Tek Çölü


Artık biliyorsunuz; yürüyeceğim rotalar hakkında gitmeden önce araştırma yaparım, ki bilinçli bir şekilde yürüyebileyim.  Gruba katıldığımda, üniversitede öğretim görevlisi olan bir ekologun bulunduğunu öğrendim ve boşuna araştırma yapmışım dedim kendi kendime. Ama olsun, fazla bilgi beyin öldürmez, değil mİ? :)

07 Nisan 2018 Pazar günü saat yirmi dörtte yola koyulduk. Rotamız İsmil(Konya) lale bahçeleri, Meke Gölü ve Acıgöl'dü. Zaman kalırsa da Konya Selçuk'ta modern bir dizaynla inşa edilmiş tropikal kelebek bahçesi'ni gezecektik. Heyecanlıydım, çünkü Konya denilince sadece güzel ülkemde değil, tüm dünyada akla gelen ilk isim Mevlana idi (Tabii ki bunda her yıl Konya'da düzenlenen 17 Aralık Şeb-i Aruz törenlerinin payı yadsınamaz). "Gel, gel,ne olursan ol, yine gel" diye çağıran Rumi'ye kulak verdim ve ne olduğumu, kim olduğumu bilmeden yola koyuldum. Hani bir deyim vardır ya; "Hanya'yı Konya'yı görmek"* o misal, Hanya'yı göremesem de Konya'yı görecektim nasılsa.  :)

Uzun bir yolculuk sonrası gün doğmadan önce İsmil'e vardık. İsmil, son yıllarda lale bahçeleriyle adını duyuran küçük bir yerleşim birimi. Kent merkezine 50 kilometre uzaklıkta.

Ayağımı yere bastığımda hissettiğim duygu yalnızlıktı; bozkırda uzanan uçsuz bucaksız topraklar yalnızlığıyla baş başa bırakılmıştı  sanki. Güneşin doğuşunu izlerken kuş uçmaz, kervan geçmez Orta Asya Stepleri'ndeymişim gibi hissettim bu nedenle. Gel de hatırlama şimdi; Yalnızlığın derin boşluğunu ve iradenin zaferini dile getiren Bekir Büyükarkın'ın "Bozkırda Sabah" romanını. Ve Ataol Behramoğlu'nun büyülü dizelerini...

"Çok sevdim bir zamanlar, seviyorum yine de
Alıp başımı gitmeyi yollar boyunca
Seyretmek bir bozkır akşamını camından bir otobüsün
Masal şehirlerini geçerken hızla" **

Güneşin doğuşuyla birlikte daldık lale bahçelerinin rengarenk halısına. Halı öylesine değerli ki, insan ayak basmaya kıyamıyor, boş toprağa bile. Çevresi boş, kıraç arazi iken göz alabildiğine uzanan bu topraktaki lalelerin oluşturduğu  gökkuşağı görsel şölen sunuyor gözlerime. Nereye, hangi tarafa bakacağımı şaşırıyorum; büyülenmiş gibi bakıyorum rengarenk lalelere. O anda ben bir anlığına da olsa "Lale Devri"nin melikesiydim. Kimsenin bilmesine gerek yok, ben biliyordum ya. :) Bir devre adını veren, özellikle Doğu kültür ve mitolojisinde özgün bir yere sahip olan lale, insanı "hükümdar" gibi hissettirebiliyor işte.






Bir özel girişimci tarafından yapılan uzun araştırmalar sonucu nda iklim ve toprağın lale soğanını verimli kılacağı bu topraklarda lale soğanları ekilmeye başlanmış. Verim alınınca ekim alanı genişletilmiş ve günümüzde bu alanın büyüklüğü üç yüz dönüme ulaşmış. Otuz beş çeşit ve renkte üretilen laleler, yıl itibarıyla on milyon adeti bulmuş. Bu yönüyle, ülkemizdeki en büyük lale ekim alanını oluşturuyormuş. 15 Nisan'dan sonra laleler kırılıyor yani toplanıyormuş. Gidip görmek isteyenler için son gün. :)

Lale bahçelerinden ayrılmak zor olsa da, ikinci durağımız Meke Gölü'ne doğru yola koyulduk. Ekolog arkadaşımızın sayesinde yol üstünde bir yerde durduk. Karşımda, çöl filmlerinde gördüğüm bir kum tepeciği(kumul) ve çöl kumu vardı. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Türkiye çölleşiyor muydu? İşte cevabı:
"Konya Karapınar ilçesinin güney kesiminde yer alan binlerce hektarlık bir alan Türkiye'nin tek çölünü oluşturuyor. Çölün gizemi buzul çağına dek uzanıyor.Buzul çağında bölgede bulunan büyük bir gölden kalan mil ve tortuların rüzgarla taşınıp biriktirilmesiyle kumullar oluşuyor. Zamanla sıralar halinde uzanan ve geniş bir alana yayılan kumullar gerçek bir çöle dönüşüyor. Volkanik patlamaların yarattığı garip tepeler, göller ve çukurları da barındıran Karapınar Çölü'nün önemli bir kısmı 'erozyonla mücadele' kapsamında ağaçlandırıldı. Bugün Karapınar Çölü'nden geriye kalan 'barkan' adı verilen hilal şekilli kumullar kaldı." ***


Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün (atlasdergisi.com) Karapınar Çölü'nde kumulların istila ettiği volkanik kökenli tepeler var. Bazalt kayalarla kaplı bu tip tepelere bölgede "ketir" veya "ketirlik" deniyor.


Ekolog arkadaşımızın verdiği bilgiye göre de; yeraltı sularının (kuyulardan çekilen sular) bilinçsizce kullanımı, yeraltı sularının azalmasına, var olan suyun çok daha derinlere inilerek yüzeye çıkarılmasına (60'lı yıllarda yirmi metre kuyu kazılarak ulaşılabilen suya, şimdilerde ancak yüz otuz metre kazılarak ulaşılabiliyormuş, ki bu da zaman ve para kaybı demek) neden olmuş. Bilinçsizce ve bolca kullanılan su, toprağı çoraklaştırıp, tuzlanmasına neden olmuş. Artık az suyla çok verim elde edilebilen İsrail sulama tekniği kullanılmaya başlanmış ama olan da olmuş. Ayrıca küresel iklim değişiklikleri, mevsim değişiklikleri ve kuraklık, özellikle de İç Anadolu Bölgesi'ndeki yağış azlığı, plansız ve izinsiz aşırı su tüketimi yüzey suları ve yeraltı suyu açısından sorunlara neden olurken, çölleşmenin de alanını genişletiyormuş. Yol boyunca gördüğüm göz alabildiğine uzanan ağaçlandırılmış alanlar sevindirdi beni, umutlandırdı. Umutlandım, çünkü dikilen fidanlar tutmuştu. Sarı çöle karşı, yeşilin zaferiydi bu.Ve yeşil hayat demekti, hayata tutunmak demekti...


Kumul

Meke Gölü'ne vardığımızda, hava bize muhalefetti sanki, bulutlu, kapalı hava aniden rüzgarla birlikte yağmura dönüştü. Fotoğraf çekmek zor oldu bu nedenle. Çektiklerim  de eh işte! Meke Gölü'nün görünümü beni hayal kırıklığına uğrattı. Fotoğraflarda gördüğüm mavi suları yoktu, kurumuş, çatlamıştı. Bir önceki gün yağan yağmur nedeniyle küçücük bir yanı kahverengi suyla dolmuştu o kadar. Sanırım bir sonraki kuşak Meke'yi göl değil de krater ağzı olarak bilecek, tanıyacak. Ne yazık! Oysa Meke Gölü, oluşumu itibarıyla dünyada belki de tek göl (iç içe iki krater gölü barındırıyor çünkü). Şöyleki; "Meke bir krater gölü. Günümüzden 4-5 milyon yıl önce (Pleistosen çağda) volkanik patlama sonucu oluşan bu krater (piroklastik koni), zamanla suyla dolarak göle dönüşmüş ve daha sonra, günümüzden 9 bin yıl önce ikinci bir volkanik patlama ile gölün ortasındaki ikinci volkan konisi oluşmuş, zamanla o da suyla dolarak ikinci bir göle dönüşmüştür." **** Meke Gölü, 1. derece doğal sit alanı olarak korumaya alınmış. Öyle bir koruma ki bu, çevresi çöplerden geçilmiyordu!!! Koruma anlayışımızı değiştirmemiz gerekiyor diye düşündüm tüm o pislikleri görünce...


Fotoğraf: Neredekal.com (Meke Gölü'nün eski hali bu. Son halini çektiğim fotoğrafları paylaşmak istemedim. Çöl gibi çünkü. :(

Meke Gölü'ne yakın mesafede bulunan yine bir krater gölü olan Acıgöl'ü görmeden olmazdı elbette. Biz de öyle yaptık; gittik ve gördük. Araçtan indiğimde hissettiğim  şey yine derin bir yalnızlık duygusuydu. Sanırım bu duyguyu hissettiren şey, gölün çevresinin grinin tüm tonlarını barındırması, vahşi doğası ve gri-siyahtan başka bir renk bulunmamasıydı. Acıgöl, Meke'den çok büyük, görünüşü heybetli, suyu çok, tüm kıyısı yer yer çatlamış ve göle dik inen volkanik kayalar ve volkanik küllerle kaplıydı. Gölün suyu acı olduğu için bu ismi almış. Göle acılığını veren ise sülfatlı tuzlarmış. Bu nedenle göl suyunda mikrobiyolojik canlılar yaşamamaktaymış. Gölün derinliğinin üç yüz metreyi geçtiğini, bu bakımdan dünyanın en derin gölleri sıralamasında üçüncü sırada olduğunu ve yeryüzü ekseninden yetmiş metre aşağıda olduğunun da kanıtlandığını yaptığım araştırma sonucunda öğrendim. 
Çiçeklere olan sevgim, onlara karşı algımı inanılmaz derecede açık tutar. Göl kıyısında oturup sessizliğinde kafamı dinlediğimde tüm sıkıntılarımı o derin sulara bıraktığımı anladım çünkü gerçekten hafiflemiştim. Gitme zamanı geldiğinde kalktım ve yürürken bir volkan külünün yanında açmış küçük bir gelincik gördüm. Hiç bu kadar küçüğünü görmemiştim, öylesine küçüktü ki zar zor fark ediliyordu. Hemen fotoğrafını çektim tabii ki. Griler içinde, minik bir renkli hayat, çekilmez mi hiç?




Acıgöl. Fotoğrafı çeken: Feriha Yıldırım.

Son durağımız Selçuk'ta bulunan tropikal kelebek bahçesiydi. Görmeye çok meraklı değildim, çünkü on sekiz ay yaşadığım Viyana'da "Butterfly House" u canım sıkıldıkça gezmiştim ve çok bakımlıydı oradaki kelebekler evi. Bizimkini görünce moralim bozulmasın istedim. Son anda bir kıyaslama yapabilirim diye girmeye karar verdim. Giriş ücreti 12,5 TL'ydi. Daha ilk adımımı atmıştım ki bahçeye, iki genç yaklaşıp şöyle dediler; "Gezintiye başlamadan önce bir fotoğraf çektiriyoruz." "Nasıl yani? Mecbur muyum?" dedim. "Yok, mecbur değilsiniz de hatıra diye çekiyoruz, kelebeklerle süslüyoruz, beğenirseniz alırsınız." Benim sorduğum soruyu sormayanlar, mecbur zannedip çektiriyorlardı. :) Tamam, biliyorum o gençlerin ekmek kapısı bu bahçe, anlıyorum da. Ama böyle de emri vaki yapılmaz ki. Galerileri gezdikçe gördüm ki, Selçuklu Belediyesi iyi iş çıkarmış. Neredeyse Viyana kelebekler evi kadar bakımlı ve güzel bir bahçe yaratmışlar. Bir de çocuklara ve büyüklere kelebeklere, oradaki tropik bitki ve ağaçlara dokunulmaması gerektiğini anlatabilselerdi iyi olurdu (en azından görevliler uyarabilirler). İşte o zaman kıyaslama yaparken kullandığım "neredeyse" sözcüğünü kaldırırdım, gönül rahatlığıyla. Konya'ya yolunuz düşerse, kelebekler bahçesini görmeden geçmeyin derim.






Bozkırda güneş akşama dönerken, yola koyulduk. Uzun bir yolculuk bizi bekliyordu. Kendi adıma yorgundum, uykusuzdum ama yeni yerler görmenin, yeni şeyler keşfetmenin heyecanını tatmıştım ve salgıladığım serotoninin seviyesi ölçülemezdi bile... Ve bozkıra yolculuğum sonunda, Şükrü Erbaş'ın bir şiirinde dile getirdiği gibi:

Yeni bir gülümseme edindim yüzüme
Bozkır sabrında ve tenime yakışan.
İnsanların çevremde açtığı yalnızlığı
Yine onlarla doldurmak için
Güneşle birlikte çıkıp yataklardan
Ay ışığı ile dönüyorum evlere
Azalan ömrümü böyle uzatıyorum. *****


Bu masal gibi geziyi düzenleyen Gezginlerin Rotası - Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü yönetici ve rehberleri  Mehmet Ekim ve Ekolog Feriha Yıldırım'a çok teşekkürler. Ayrıca geziye katılan tüm arkadaşlarıma neşeleriyle, içtenlikleriyle uzun yolu çekilir kıldıkları ve uyumları için teşekkürler. 


* Hanya'yı, Konya'yı görmek deyiminin kaynağı: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Konya'da çıkan bir isyan sonucunda, dönemin sultanı isyan edenleri Girit'in Hanya şehrine sürgüne gönderir  ve deyim ortaya çıkar. Deyimin anlamı; bir işin gerçek yönünü anlayarak aklı başına gelmek, akıllanmak'tır.

** Ataol Behramoğlu - Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var, (s:129)

*** atlasdergisi.com - turkiyenin-doga-harikalari

**** tr.wikipedia.org

***** Şükrü Erbaş - Bütün Şiirleri 2, Kırmızı Kedi, 7. Baskı 





8 yorum:

  1. Ne güzel anlatmışsınız. Yazınızı bir solukta okudum. Gitmek isteyip te gidemediğim bir gezi olduğu için biraz da hüzünle okudum ...
    Engin Alkan

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim. Seneye gidersiniz artık Engin bey.

      Sil
  2. Her zamanki gibi aydınlatıcı,güzel, objektif bir yazınız olmuş...
    Çok teşekkürler Sahriye hanım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben teşekkür ederim Ahmet bey. Görüşleriniz değerlidir, benim için.

      Sil
  3. Harika bir gezi..Harika bir anlatım.. Teşekkür ederim.. Sevgiler .

    YanıtlaSil
  4. Vakit ayırıp bilgilendirici bu gezi yazısını kaleme aldığınız İçin teşekkürler. Zevkle okudum. Buralar daha önce gezdiğim yerler olduğu için bilgiler yerine oturdu. O bölgenin yer altı su hareketleri sonucu çökmeler oluşuyor ve bu çöküntü göllere “Obruk” deniyor. Keşke birde Obruk ziyaret edebilseydiniz. Karapınar’ın verimsiz arazilerinin önemli bir kısmı şimdilerde Güneş Enerjisi panelleriyle doldu. Tekrar elinize sağlık. Ramazan Yelken.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim Ramazan bey, değerli katkılarınız için. Belki bir gün "obruk" gölünü de görürüm, rehberimiz götürürse tabii. Yürüyüşlerimi yazıya dökmekteki maksadım "doğa" ya ve onun güzelliklerine karşı farkındalık yaratmaktır. Bunu başarabiliyorsam ne mutlu bana. :)

      Sil