25 Nisan 2018 Çarşamba




YEMYEŞİL DAĞLAR, DERİN KANYONLAR VE GİZEMLİ  MAĞARALAR DİYARINDA BİR YÜRÜYÜŞ HİKAYESİ
Pınarbaşı/Azdavay


by.........A. Gültekin


İnsanın kendini keşfetmesi ne kadar da zormuş. Bu keşif için büyük acılar yaşaması, yaşamsal olumsuzlukları deneyimlemesi gerekmezmiş. Sakin, dingin bir kafayla oturup düşünmesi, zihinsel yolculuğuna başlaması için yeterliymiş meğer. "Beni bende demen, bende değilim / Bir ben vardır bende, benden içeri" dizelerini boşuna söylememiş bilge ozan Yunus. Ve sonrasında Hacı Bayram Veli'de eklemiş:
"Bilmek istersen seni / Can içre ara canı / Geç canından bul anı / Sen seni bil, sen seni."

Benden içerideki "ben"e ulaşmam ve kendimi bilmem uzun zaman aldı. Ruhumun göçebeliğinin farkına varmam, keşfetme arzumu tetikledi ve öğrenme merakımı kamçıladı diyebilirim. O günden beri de kah orada, kah burada gezip duruyorum; "bir lokma, bir hırka" anlayışıyla... 

Bu anlayışla, 21 Nisan Cumartesi günü saat 07'de Küre Dağları Milli Parkı'na doğru yola çıktım, yol arkadaşlarımla birlikte. Görmeyi istediğim yerlerden biri olduğu için çok heyecanlıydım. Bu bölge, Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı WWF(World Wildlife Fund) tarafından 1998 yılında Avrupa'da korunması gereken 9 sıcak noktadan biri olarak saptanmıştır. Kastamonu-Bartın arasındaki 37 bin hektarlık alan, 300 kilometre uzunluğunda olup, WWF'nin saptamasından sonra, Küre Dağları Milli Parkı olarak ilan edilmiştir!. Mağaralar ve kanyonlar açısından ülkemizin en zengin alanlarından biridir.
Küre Dağları, karstik dağlık alanlar üzerindeki nemli Karadeniz ormanlarının en güzel örneklerini sergilemektedir.  Yerel rehberimizin verdiği bilgiye göre; bu bölgedeki ekosistemde 930 bitki taksonuna ev sahipliği yapmakta olup, bunların 157'si endemiktir(yalnızca bu bölgede yetişen bitki türü). Bu endemik taksonların 60'ı tehlike altındadır. Üç gün boyunca bölgeyi gezdikten sonra rahatlıkla  söyleyebilirim ki, bu rakamlar sadece keşfi yapılan bitki türleri olabilir. Devasa bir alanda çalışma yapmanın zorluğu bir yana, henüz ulaşılamamış alanların bulunması, bitki çeşitliliği ve sık orman dokusu(öyleki Pınarbaşı-Azdavay yolu üzerinde bulunan ormanın bir bölümüne köylüler, "kurt girmez ormanı" adını vermişler; kurdun giremediği bir ormana, insan nasıl girebilir ki?) bana, birçok bilinmeyen, keşfedilmemiş bitki türünün olabileceğini düşündürttü.

Gerede-Safranbolu-Karabük üzerinden öğle saatlerinde Kastamaonu'nun ilçesi Pınarbaşı'na vardık. Pınarbaşı,  etrafı yeşil dağlarla çevrili küçük bir kasaba. Öğle yemeği için yöresel yemekler yapan bir lokantaya girdik. Bölgenin en ünlü yemeği, kara çorbaymış. Arkadaşlarıma çorba servisi yapıldığında gördüm ki çorbanın rengi gerçekten de karaydı. :) Kara çorba, yörede yetişen ve kızamık denilen ağacın çiçek ve yapraklarından yapılıyormuş. Bu ağacı Çatak Kanyonunu gezerken yakından gördüm; çiçek ve yapraklarını yedim. Tadı güzeldi ve hafif bir ekşilik vardı. Bu yanımla da avcı-toplayıcı atalarıma bir selam göndermiş oldum. Onlar da ağaç yaprakları ve köklerini yiyorlardı değil mi? :) 
Çekme helvası ve sarmısağı ile ünlü Kastamonu'ya bir de kara çorbayı eklemek gerek bence.

Yemekten sonra Valla Kanyonu'na doğru yola çıktık. Kanyon, ilçeden 22 kilometre uzaklıktaydı. Daha önce fotoğraflarını gördüğüm, videolarını izlediğim kanyonun uzaktan görüntüsü bile baş döndürücü güzellikteydi: Sanki ulu bir dağ ortadan ikiye ayrılmış ve muhteşem bir V harfi oluşturmuştu.

Valla Kanyonu


by......A. Gültekin

Valla mahallesinden kanyonun seyir terasına kadar olan yaklaşık 1,5 kilometre patika yolu ormanın içinden ve çeşitli kır çiçekleri arasından yürüdük. 550 metre yüksekliğindeki seyir terası görünüşüyle bile ürkütücüydü. Dik ahşap merdivenleri çıkarak ulaştığım terasta  ellerimi uzatsam, neredeyse bulutları yakalayacaktım. Kuşlar aşağılarda uçuyordu ve kanyonun derinliğine bakmak bile cesaret istiyordu. İyi ki yükseklik korkum yok da bakabildim doyasıya bu muhteşem derinliğe. :) Terastan bakıldığında sol tarafta görülen Kanlıçay ile sağ taraftaki Azdavay'dan gelen Devrekani Çayı  Valla önünde birleşerek kuzeye doğru yol alıyor ve Cide'de Karadeniz'e dökülmek üzere kıvrımlar çiziyordu. Devrekani Çayı, Azdavay'da bulunan ve büyük bir kanyon olan Çatak Kanyonu'ndan da geçmekte. Nice büyük nehirler gördüm, ki Devrekani Çayının aktığı vadide oluşturduğu gibi derin kanyonlar oluşturamamış. Tabii ki bunda kayaların oluşum şeklinin ve onları oluşturan minerallerin etkisinin olduğunu da unutmadan. İşte Valla Kanyonu  iki çayın birleştiği bu yerden başlamakta ve Cide ilçesi yönünde 12 kilometre uzunluğuna erişmektedir. Kanyonun yan duvar kayalarının yüksekliği yer yer 800-1300 metreye ulaşmaktadır. Kanyonun girişi ve geçişi son derece zordur. Uzunluk, yükseklik bakımından Dünyanın sayılı büyük kanyonlarından olduğu tespit edilmiştir. Dünyadaki kanyonlar içinde ölümün en yüksek olduğu kanyonlardan biriymiş Valla Kanyonu. Daha genç olsaydım eğer, kanyon eğitimi alıp  derinliğiyle sarhoş eden bu kanyonu geçmek, keşfedilmeyeni keşfetmek isterdim, kanyonun derinliğinde kaybolma riskini göze alarak hem de...Güzelliklere ulaşmak için zor ve çetrefilli yolları, engelleri aşmak gerektiğini biliyorum artık!



Ilıca Şelalesi




Pınarbaşı ilçe merkezine 12 kilometre uzaklıkta olan Ilıca Şelalesine, Ilıca köyünün içinden geçen patikadan yürüyerek  on beş dakikada ulaştık. Patikanın sonunda muhteşem bir manzara karşıladı bizi. On metre yükseklikten dökülen suyun oluşturduğu havuz, beyaz köpükleriyle insanı yüzmeye davet ediyordu sanki. Havuzun kıyısına inip elimi suya soktum, buz gibiydi. Cesareti olan ve kendine güvenen yüzebilirdi elbette.  Şelalenin sesini dinleyerek, üstünde bulunan küçük asma köprüden karşıya geçtim. Şelale ve havuzun çevresi sık ağaçlar ve bitki örtüsüyle çevriliydi. Bu özelliğiyle  şelale eşsiz güzellikteydi. Ayrıca, Ilıca Şelalesi, Horma Kanyonu'nun bitiş noktasıdır. Keşke hayattaki her bitiş de(son)  bu kadar güzel olabilseydi.




Horma Kanyonu




Birinci günün son durağı Horma Kanyonu'ydu. Horma Kanyonu Zarı Çayı üzerinde bulunmakta ve üstünde suyun taştaki kireçleri aşındırmasıyla derin cadı kazanları, şelaleler bulunmaktadır. Horma Kanyonu içine yapılmakta olan yürüyüş yolu neredeyse tamamlanmış. Bu yol tamamlandığında yaklaşık 3 kilometre uzunluğundaki Horma Kanyonu yürüyerek geçilebilecektir. İnşaat alanına kadar yürüdüğüm bu yolda kanyonun en derin yerinde delice akan suya baktığımda ses ve görüntünün muhteşemliği karşısında sersemlemiş gibiydim. Kanyona yapılan ahşap yürüyüş yolunun inşası  çok zor olmalı. Yetkililer güzel iş çıkarmışlar doğrusu. Böylece,kanyonu görmek isteyenler suya dokunmadan rahatlıkla gezebilirler kanyonu boydan boya.




Yol yorgunluğunun üstüne güzelliklerin sarhoşluğu da eklenince gözlerim kapanmaya başladı. Akşam olmuştu ve kalacağımız otele doğru yol aldık. Apart türü müstakil dairelerin bulunduğu Pınar Oba'da bizi güler yüzüyle otel sahibi karşıladı ve üç gün süresince bizlerle yakından ilgilendi. Kamp atan arkadaşlar çadırlarını kurdular. Sonra,  akşam yemeği yedik, yemek çok iyiydi. Odaların temizliği, düzeni beni şaşırttı: Küçük bir ilçede böylesine tatmin eden bir hizmet beklemiyordum. Yanılmıştım.

İkinci gün, kahvaltımızı yaptık. Hedefimiz; Ilgarini Mağarasına tırmanmaktı. Yerel rehberimizin verdiği bilgiye göre tırmanacağımız rota zordu, riskliydi ve diğer rotaya kıyasla  daha uzundu; gidiş-dönüş yedi saat sürecek bir yürüyüş olacaktı. Ama Ilgarini mağarasına varmadan önce Ejder Çukuru ve Mantar Mağarası'nı da görecektik. Hazırlıklarımızı yapıp, yola koyulduk. Sık orman dokusu içinde yürürken keskin yosun kokusu aldı burnum. Etrafımdaki ağaç ve kayalar yosunla kaplıydı çünkü. Orman içi patikada ilerledikçe ağaçların boyu ve sıklığı nedeniyle neredeyse gün ışığı kayboldu ve hafif bir loşluk sardı her bir yanı. Yosunlar, loş alan ve ormanın iç sesleri beni aldı götürdü, çook uzaklara; Sherwood ormanına. Hani zenginden alıp, fakire veren ünlü İngiliz halk kahramanı Robin Hood var ya onun ormanına. Sanki, Robin Hood, yosun tutmuş ağaçlarından arasından elinde ok ve yayıyla fırlayacakmış ama biz yürüyüşçüleri görünce rahat bir nefes alıp, biricik sevgilisi Lady Marian'a olduğu gibi bize de  gülümseyecekmiş gibi bir his uyandı içimde. Ormanın büyüsü işte, kapılıp gidiyorsun düşlere, bazen düşle gerçek arasında kaldığını unutarak. Ben bunları düşünürken Mantar mağarasına gelmişiz bile.

Mantar Mağarası 

Çürümüş tahta merdivenlerden dikkatlice inerek mağara ağzına vardım. Kafa lambaları, el fenerleri ve cep telefonlarının ışığı altında karanlık mağaraya girdim. Önde yürüyenler, içerideki sarkıt ve dikitleri gördükçe "çok güzel" diye söyleniyorlardı. Ama ben hiçbir şey göremiyordum. "Ben bir şey göremiyorum" diye sesli ifade edince, önümde yürüyen arkadaşım Demet, arkasına döndü ve bana; "Güneş gözlüğünü çıkarmamışsın ki" dedi. O anda elim gözlüğüme gitti ve gözlüğü kafama kaldırdığımda, mağara aydınlandı sanki. :) Gün sonunda bunu anlatıp, güldük çokça. Ve ben mağaraya güneş gözlüğüyle giren ilk kişi olarak sanırım mağara tarihine geçmeyi başardım. Bundan sonra, mağara girişlerindeki tabelada şöyle bir yazı görürseniz şaşırmayın lütfen, sebebi benim çünkü:
"Mağaraya güneş gözlüğüyle girmek tehlikeli ve yasaktır."

Mantar mağarası adını, mağara girişinden yaklaşık 30 metre içeride bulunan dev bir mantarı andıran 4 metre yüksekliğindeki kalker kütlesinden almıştır.

Ejder Çukuru

Mantar mağarasından çıkıp, biraz yürüdükten sonra Ejder çukuruna vardık. Ejder çukuru da bir mağara türü olup, iki açıklığı bulunmaktadır. Bu çukurun derinliğinin yaklaşık 85 metre olduğu  ve dibinde su bulunduğu bilinmektedir. Çukura atılan bir taş(yerel rehberimiz attı) 13 saniye sonra suya düştü. O sırada da dile getirdiğim gibi, burayı ziyaret edenler bir ya da iki taş atarlarsa eğer, kısa süre sonra sanırım çukur dolacaktır! Bunun engellenmesi şart. "Çukura taş atmak yasaktır" tabelasıyla değil elbette.

Ilgarini Mağarası


by.........A. Gültekin

"Bu dünyada, henüz hiç yürümediğimiz ve ideal iç dünyada yürümek isteyeceğimiz bir patikanın mükemmel simgesi olabilecek bir yola girmek isterdik kesinlikle." diyen D. Breton gibi benim mükemmel simgem de, Ilgarini mağarasına giden patika olacaktı... 

Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen dik bir tırmanışla ve keskin kayalardan elimizi, ayağımızı sakınarak (sakınabildiğimiz kadar) yürüyüşe devam ettik. Bir açıklıkta kısa bir yemek molası verdik. Rehberimizin ikram ettiği sıcacık çay tüm yorgunluğumu unutturdu. Dağ başında içilen çayın keyfi bir başka oluyor. Yemekten sonra tırmanışa devam ettik ve nihayet, 1250 metre rakımda bulunan Ilgarini mağarasına ulaştık. Mağaranın kocaman ve kemerli girişi bana insan yapımı  tünel ağzını hatırlattı. Aşağıya inip, mağaraya girdim;  bu kez gözümde güneş gözlüğü yoktu. :)

Genişliği ve derinliği bir hayli fazla olan Ilgarini mağarasının iç uzunluğu 858 metredir. Kemerli girişten içeri girip, biraz yürüdüğümde açıklık bir alana geldim. Yürümeye devam ettim ve iki galeriden oluşan mağaranın tavanında bulunan devasa bir sarkıttan dolayı "avizeli salon" diye adlandırılan  birinci galerinin sonuna kadar gittim. Kafama yukarıdan sular damlıyordu ve mağaranın zemini nemli ve kaygandı. Bu galerideki sarkıt ve dikitler milyonlarca yılda oluşmuştu. Görebildiğim kadarıyla son derece etkileyiciydiler. Zihnimde milyonlarca yıl önceye gitmek zor olsa da, somut olarak sarkıt ve dikitleri görmek kolaydı. 

Mağarada yerleşim alanı olarak kullanılan alanlar vardır. Buradaki kalıntıların incelenmesi sonucunda, yapılma tekniği, malzeme özellikleri ve yapı şekilleriyle geç Roma ve erken Bizans dönemine ait olduğu belirlenmiştir. 

Mağara girişinin sol tarafında bulunan ikinci galeriye yol boyunca zikzaklar çizen, taşla örülmüş merdivenlerle iniliyormuş. Bu galeride, insan iskeletleri bulunan mezarlar ve bir şapel varmış. Zemin çok kaygan olduğu için bu galeriye girmedim.

Her çıkışın bir inişi vardı ve biz de inişe geçtik. Ve inişler her daim tehlikelidir(tırmanışta kaslar yorulmuştur ve bazen istemsiz hareket ederek, dengeyi bozabilir çünkü).  Çok dikkatli bir şekilde ve sorunsuz inişi tamamladık. Bizi bekleyen aracımıza doğru yürürken, böyle zorlu bir tırmanışı gerçekleştirdiğim için kendimle gurur duydum...

Çatak Kanyonu




Üçüncü gün, Çatak Kanyonunu gezmek için Pınarbaşı'ndan Azdavay'a doğru yola çıktık. Yarım saat sonra Azdavay'a vardık. İlçenin doğasına hayran olmamak mümkün değil; öylesine yeşil ki etrafı, kahverengi görmek zor. Güzellikleri seyrede seyrede 7 kilometre gittik. Çatak Kanyonu girişine vardığımızda, orman içi patikadan kanyona 1,5 kilometre yürümemiz gerekti. Bu yol da Ilgarini mağarasına giden yolda olduğu gibi işaretlenmişti.

Rehberi haberdar ederek, ilerleyen grubun arkasında kaldım. Yol nasılsa işaretlenmişti ve kaybolma ihtimalim yoktu. Geride kalma nedenim, tam bir sessizlik içinde ormanın sesini dinlemekti. Kuş cıvıltıları, rüzgarın sesi, yaprak hışırtılarını dinleyerek yürümek istiyordum, insan sesi duyarak değil! Çünkü artık biliyordum ki, "Sessizlik, yalnız yürüyüşçüyü besleyen fondur."* 

Kanyona 400 metre kaldığını gösteren tabelayı gördüğümde, suyun çağıldayan sesini duydum ve suyun şarkısı eşliğinde yürüyerek cam terasa vardım. Seyir terası yeni yapılmış ve Ankara'dan ilk ziyaretçileri bizmişiz. 900 metre yüksekliğindeki cam terasa çıktığımda gördüğüm manzara karşısında nefesim kesildi. Kanyon, cazibesi, vahşiliği ve gizemli derinliğiyle beni cezbetti. Kanyonun 7 kilometrelik bölümü yüzerek veya bot ile geçilebiliyormuş. Maceraperest biriyseniz kanyon tam size göre diyebilirim.




Suğla Yaylası




Geldiğimiz patikadan geri dönüp, Azdavay'ın uluslararası  üne sahip yaylası Suğla'ya doğru yol aldık. Azdavay'da hava sıcak ve bunaltıcı iken Suğla Yaylası serin ve esintiliydi. Yaz mevsiminde burası çevre ilçelerden gelen insanlarla dolup taşan bir mesire yeriymiş aynı zamanda. Yaylada her yıl, Türkiye Motosiklet Federasyonu tarafından desteklenen, Uluslararası Azdavay Motosiklet ve Doğa Sporları Festivali kapsamında Enduro*** Motor Yarışması yapılıyormuş. Özellikle Doğu Avrupalılar bu yarışlara büyük ilgi gösteriyorlarmış.

Yerel rehberimizin ikramı olan semaverde çayımız demlenirken, yarış pistlerini ve yayla çevresini gezdim, yayla yollarında yürüdüm. Yorulunca, botlarımı ve çoraplarımı çıkarıp çimenlere çıplak ayakla bastım, üstünde yürüdüm. Vücudumda bulunan elektriği toprağa verdim; bir tür topraklama yaptım yani. :)




Çayımızı içtikten sonra, istemeyerek bu güzel yayladan ayrıldık ve öğle yemeğini yemek üzere Pınarbaşı'na gittik. Aslında ikindi yemeği demek daha doğru olur, çünkü saat 15.30'du. Yemek sonrası Ankara'ya dönmek üzere yola çıktık. Kalbimi Küre Dağları'nda bırakmıştım, bir sonraki bahara kadar...

"Kafası rahat olan kimse bütün zenginliklere sahiptir. Ayağında bir ayakkabı olan ve sanki tüm yeryüzü deriyle kaplıymış gibi yürüyen kimse için de aynı şey söz konusu değil midir?"**

Cevabınız "evet" ise ne duruyorsunuz? Haydi, siz de doğa yürüyüşüne katılın, doğada yol arkadaşımız olun...

Çok keyif aldığım bu üç günlük  güzel yürüyüşü düzenleyen "Yol Arkadaşım Doğa Sporları ve Yürüyüş Grubu" yöneticisi ve rehberimiz Aytekin Gültekin'e ve katılan tüm yol arkadaşlarıma teşekkür ederim.




* ve **: David Le Breton - Yürümeye Övgü, Sel Yayıncılık.

***Enduro Sporu(İngilizceden endurance=dayanıklılık) motosiklet-arazi sporu için kullanılan uluslararası terim. Enduro sporunda başarı hıza değil, motosikletin ve sürücünün dayanıklığına ve güvenirliğine bağlıdır.(tmf.org.tr)

Not:Yazımda geçen tüm rakamlar(yükselti, derinlik,uzunluk v.b. belirten) Pınarbaşı Belediyesi ve Azdavay Kaymakamlığı'nın yayınladığı tanıtım broşüründen aldığım resmi rakamlardır.






17 Nisan 2018 Salı




"BENİ ÖLDÜRMEYEN ŞEY, BENİ GÜÇLENDİRİR" DİYEREK BİZİ ACILARA KARŞI DAYANIKLI OLMAYA KOŞULLANDIRAN NİETZSCHE'Yİ ANLATAN  "NİETZSCHE AĞLADIĞINDA" ROMANINDAN 26  DÜŞÜNDÜREN ALINTI




Yıl 2003. Kardeşim, bir yazar önerdi; "Abla bak, bu kitabı seveceksin, tam senin tarzın" diyerek. Yazarın adı Irvin D.  Yalom'du ve ben yazarı henüz tanımıyordum. Romanın adı ise, "Nietzsche Ağladığında" idi ve roman(aslında bir düşünce romanı), bir psikiyatrisin gözünden bir psikanaliz hikayesini anlatıyordu.. Elbette ki Nietzsche'yi tanıyordum; hakkında bilgim vardı ve varoluşçuluk felsefesinin önemli düşünürlerinden biri olduğunu biliyordum. "Tanrı öldü" diyen ve "Böyle Buyurdu Zerdüşt"ü yazan Nietzsche'yi tanımayan mı vardı?

Yalom'la tanıştıktan sonra, onun kitaplarının müptelasıydım  artık. Olsun! Karl Lagerfeld'in dediği gibi; "Kitaplar doz aşımının zararlı olmadığı uyuşturuculardır; onların bağımlısı olmaktan çok mutluyum." Ben de mutluydum.  Kardeşim yanılmamıştı. Yazarı ve yazım tarzını sevmiştim, hem de çok...

Bugün, kütüphanemin tozunu alırken ve düzensiz yerleştirdiğim kitapları tanzim ederken köşede kalmış "Nietzsche Ağladığında" romanı ilişti gözüme. On beş yıl önceye gitti düşüncelerim, ister istemez. Öyle ya, okurken ne çok sevmiştim bu kitabı; çabuk bitmesin diye ağır ağır okuduğum günler geldi aklıma..Romanı bitirdikten sonra, içeriğindeki psikolojik tahlil ve hayata dair tespitler ufkumu genişletmişti adeta. Nazikçe elime aldım romanı, sanki kitaplığımın rafında on beş yıllık güzellik uykusuna yatmıştı da, ben onu uyandırmaktan çekiniyordum, böyle bir hisle dokundum ona. Halbuki biliyordum, kitapların uyuyamayacağını:Onların misyonu uyuyanları uyandırmak ve uykuya dalmak üzere olanların da uykusunu kaçırmaktır çünkü... 

Okuyup bitirdiğimiz ve bir köşeye bıraktığımız kitaplar, bir gün mutlaka kapağının açılacağını bilerek, kitaplığın raflarında sessiz sedasız beklerler.  Ben de bu güzel kitabın beklentisini boşa çıkarmadım ve kapağını açtım, açar açmaz da, eski bir sevgiliye kavuşmanın heyecanı ve mutluluğu sardı her bir yanımı. Öyleki adeta o eski sevgiliyi unutmamak için, neredeyse tüm satırlarına değer vermiş ve özenle altını çizmiştim. İşte şimdi o altını çizmiş olduğum satırları siz değerli blog okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Okumaya hazır mısınız? Evet, dediğinizi duyar gibiyim. :) Başlayalım öyleyse.

1- Benim Sevgili Lou'm,*
Benim de önümde şafaklar var, ama hiçbiri renkli değil! Artık asla mümkün olmadığına inandığım mutlak saadet ve acı'ma bir arkadaş bulmak şu anda bana mümkün görünüyor, gelecekteki tüm yaşam ufkumda altın bir ihtimal. Sevgili Lou'mun  cesur ve zengin ruhu aklıma geldikçe çok etkileniyorum.
F.N.    (s:34)


2- Gerçeği, inanmayarak ve kuşku duyarak yakalayabilirsiniz, böyle çocuksu bir tavırla "keşke öyle olsa" diyerek değil! Hastanızın Tanrı'nın kucağında olma isteği gerçek değildir. Bu çocuksu bir istektir, hepsi o kadar! Bu ölmeme arzusudur, "Tanrı diye adlandırdığımız o ebediyen şişmekte olan emziğe sarılmaktır! Her ne kadar Darwin, kanıtlarını gerçek bir sonuca ulaştırma cesaretini gösterememiş olsa da, evrim teorisi Tanrı'nın gereksizliğini bilimsel olarak ortaya çıkarmıştır. Tabii, siz de Tanrı'yı bizim yarattığımızı ve şimdi de el birliği ile onu katlettiğimizi biliyor olmalısınız." (s:88-89)


3- "Ümit mi? Ümit en son kötülüktür." Nietzsche adeta haykırmıştı. "İnsanca, Pek İnsanca adlı kitabımda, Pandora'nın kutusu açılıp, Zeus'un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman, orada son bir kötülük kaldığından kimsenin haberi olmamıştı: Ümit. O zamandan beri, insanlar yanlışlıkla kutuyu ve içindeki ümidi iyi şans olarak yorumladı. Fakat Zeus'un arzusunun, insanların kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğunu unuttuk. Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır." (s:90)


4- Lucretius'un o deyişini tekrarladı: "Ölüm varken ben yokum. Ben varken, ölüm yok. O halde üzülecek ne var?"** (s:97)


5- Bir de Nietzsche'nin söylemeye cesaret ettiği o sözler! Bir düşünün! Ümidin en büyük kötülük olduğunu söylemesi! Tanrı öldü demesi! Gerçek, onsuz yaşayamayacağımız bir yanlıştır demesi! Gerçeğin düşmanı yalanlar değil, inançlardır demesi! Ölümün son iyiliği bir daha ölünemeyecek olmasıdır demesi! Doktorların, insanların kendi ölümlerini ellerinden almaya hakkı olmadığını söylemesi! Kötü düşünceler! Bu fikirlerin her birinde de Nietzsche'ye itiraz etmişti. Ama bunlar sahte itirazlardı; kalbinin ta derinlerinde biliyordu ki Nietzsche haklıydı. (s:98)


6- Yalan, yeni yalanlar doğurur. (s:99)


7- İnsanın kendi ruhunu çözümlemesi! Bu kolay bir iş değil. Üstelik, tarafsız ve bilgili biri tarafından yapılması gerektiği de açık! (s:111)


8- Bazıları ise o anda yaşadıklarını daha önce de yaşadıkları gibi bir duyguya kapıldıklarını belirtiyorlar.  Fransızlar buna deja vu diyorlar, belki o da başka bir migren şeklidir. (s.120)


9- Neysen o ol? Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir. Hastalığım bir nimettir. *** (s: 124)


10- Ümitsizlik özfarkındalık adına ödenen bir bedeldir. Yaşama derinlere inerek bakacak olursunuz, ümitsizlikle her zaman karşılaşırsınız. (s:175)


11- Eh, tabii, bugünlerde bir de fiziksel semptomları yüzünden doktorlara giden hastalar var felç, konuşma bozuklukları veya bir ölçüde körlük ya da sağırlık gibi- ki bunların hepsinin de sebebi psikolojik bir çatışmada yatıyor. Bu duruma biz "histeri" diyoruz, rahmin Yunanca karşılığı olan hysterus'tan türemiş. (s: 196)


12- Ben de sizin gibi neden korkuların geceleri bu kadar güçlü olduğunu düşünürüm. Bunun üzerine yirmi yıl düşündükten sonra  korkuların karanlıktan doğmadığını anladım -korkular da yıldızlar gibi- hep oradadırlar, ama gün ışığı onları gizler. (s: 215)


13- Özellikle Şen Bilgi'de, cinsel ilişkilerin diğer ilişkilerden hiçbir farkı olmadığını, bu tür ilişkilerin de diğerleri gibi güç mücadelesi olduğunu yazdım. Cinsel arzu, aslında, karşıdaki  insanın zihni ve bedeni üzerinde mutlak hakimiyet kurmak için duyulan arzudan ibarettir.
Daha derinlere bakarsanız, bu arzunun da diğer tüm insanlardan daha üstün olma arzusu olduğunu görürsünüz.  "Aşık", seven kişi değildir; aslında o, sevdiği kişinin mutlak sahibi olmayı amaçlar. Bütün isteği, tüm dünyayı o değerli malından soyutlamaktır. Altınları başında nöbet tutan ejderha kadar alçak ruhludur. Dünyayı falan sevmez, tersine tüm diğer canlılara karşı bir umursamazlık içindedir. (s: 219)


14- Şehvet, tahrik olma, tensel zevkler; bunların hepsi köle edicidir! Yığınlar, şehvet yalağından beslenen domuzlar gibi bir yaşam sürerler. (s: 220)


15- Artık yaşamınızı kabul etmek ve şu sözleri söyleme cesaretini bulmak zorundasınız: "İşte seçimimi yaptım!  İnsan ruhu, yaptığı seçimlerle belirlenir! (s: 223)


16- Kasvetli mi? Bütün büyük filozoflar neden kasvetli olurlar diye bir sorun kendinize. Sorun bakalım, kimler daha emniyette, kimler daha rahat, kimler sonsuza dek mutludur? Ben size cevabını söyleyeyim: Yalnızca sığ zihinli olanlar, yani sıradan insanlar ve çocuklar! (s:224)


17- Bazen bir filozof için anlaşılmak, yanlış anlaşılmaktan daha kötü. (s: 227)


18- Hayat, doğru cevapları olmayan bir sınav. Her şeyi en baştan yeniden yaşama şansım olsaydı yine aynı şeyleri yapar, aynı yanlışları tekrarlardım. (s:233)


19- Arzu edilenden ziyade arzu etmeye aşığızdır! (s:281)


20- Emniyet içinde yaşamak tehlikelidir. (s:285)


21- Hiçbir şeyin gizlenmeden konuşulacağı bir ortamı merak ediyorsunuz sanırım, bu tam bir cehennem olur. Birinin kendisini başka birisine açması ihanetin kapılarını açar ve ihanet insanı çok rahatsız eder.


22- Belki "ben" ve bedenim, zihnimin arkasından bir dolap çeviriyordur. Bildiğiniz gibi zihin, tuzaklarla dolu arka sokaklarda gezinmeye bayılır.


23- Tam inzivaya çekilmek stresi ortadan kaldırmaz, aksine bunun kendisi başlı başına bir strestir. Yalnızlık, hastalıkların üreyebileceği en uygun ortamdır.


24- Kendinden hiç hoşlanmayan pek çok insan gördüm; Bunlar önce başkalarını kendileri hakkında iyi düşünmelerini sağlamaya çalışırlar. Bunu başarınca da bu sefer kendileri de kendileri hakkında iyi düşünmeye başlarlar. Ama bu sahte bir çözümdür; Bu başkasının otoritesinin altına girmeyi kabullenmektir. Size düşen ödev kendinizi kabullenmenizdir, benim sizi kabullenmemin yollarını aramak değil.


25- Bağımsızlığa damgasını vuran şey nedir? İnsanın kendinden artık utanmıyor olması!


26- Niceleri kendi zincirlerini çözemezler de, dostlarının azatçısıdırlar.

Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?

--Böyle Buyurdu Zerdüşt


* Lou Salome: 1882 yılının baharında Paul Ree, Friedrich Nietzsche'yi genç Lou Salome ile tanıştırmış ve Nietzsche birkaç boyunca onunla kısa, yoğun ve lekesiz bir aşk yaşamıştır. (Yazarın notu)




Viyana'da, Sigmund Freud'un, Berggasse 19 No'lu evindeki duvarları süsleyen Lou Salome'nin ünlü iki fotoğrafını gördüm ve telefonuma kaydettim. Yukarıdaki fotoğrafta; Lou von Salome, Paul Ree ve Friedrich Nietzsche ile görülmekte(Yıl, 1882) Fotoğrafı incelerken, bir yandan da düşündüm; neredeyse çağdaşı tüm düşünürleri kendisine aşık edip, peşinden koşturan, hatta iki ünlü düşünürü at gibi kırbaçlayarak at arabasını bile çektiren Lou Salome gibi başka bir kadın daha var mıdır dünyada? Bilmiyorum.

**Bu sözler aslen, eski Yunan Filozofu Epikuros'a ait olup, Latin şair ve filozof Lucretius'un Epikuros'un görüşlerini günümüze kadar ulaştıran en kapsamlı yapıtı De rerum natura(Evrenin Yapısı, 1974) içinde yer almaktadır. (ç.n.)


*** F. Nietzsche'nin "nimet" olarak değerlendirdiği hastalığı "migren" di. Şiddetli baş ağrılarından çok çekmişti.






10 Nisan 2018 Salı




GEZ KONYA'YI, GÖR KARAPINAR ÇÖLÜNÜ
Türkiye'nin İlk Ve Tek Çölü


Artık biliyorsunuz; yürüyeceğim rotalar hakkında gitmeden önce araştırma yaparım, ki bilinçli bir şekilde yürüyebileyim.  Gruba katıldığımda, üniversitede öğretim görevlisi olan bir ekologun bulunduğunu öğrendim ve boşuna araştırma yapmışım dedim kendi kendime. Ama olsun, fazla bilgi beyin öldürmez, değil mİ? :)

07 Nisan 2018 Pazar günü saat yirmi dörtte yola koyulduk. Rotamız İsmil(Konya) lale bahçeleri, Meke Gölü ve Acıgöl'dü. Zaman kalırsa da Konya Selçuk'ta modern bir dizaynla inşa edilmiş tropikal kelebek bahçesi'ni gezecektik. Heyecanlıydım, çünkü Konya denilince sadece güzel ülkemde değil, tüm dünyada akla gelen ilk isim Mevlana idi (Tabii ki bunda her yıl Konya'da düzenlenen 17 Aralık Şeb-i Aruz törenlerinin payı yadsınamaz). "Gel, gel,ne olursan ol, yine gel" diye çağıran Rumi'ye kulak verdim ve ne olduğumu, kim olduğumu bilmeden yola koyuldum. Hani bir deyim vardır ya; "Hanya'yı Konya'yı görmek"* o misal, Hanya'yı göremesem de Konya'yı görecektim nasılsa.  :)

Uzun bir yolculuk sonrası gün doğmadan önce İsmil'e vardık. İsmil, son yıllarda lale bahçeleriyle adını duyuran küçük bir yerleşim birimi. Kent merkezine 50 kilometre uzaklıkta.

Ayağımı yere bastığımda hissettiğim duygu yalnızlıktı; bozkırda uzanan uçsuz bucaksız topraklar yalnızlığıyla baş başa bırakılmıştı  sanki. Güneşin doğuşunu izlerken kuş uçmaz, kervan geçmez Orta Asya Stepleri'ndeymişim gibi hissettim bu nedenle. Gel de hatırlama şimdi; Yalnızlığın derin boşluğunu ve iradenin zaferini dile getiren Bekir Büyükarkın'ın "Bozkırda Sabah" romanını. Ve Ataol Behramoğlu'nun büyülü dizelerini...

"Çok sevdim bir zamanlar, seviyorum yine de
Alıp başımı gitmeyi yollar boyunca
Seyretmek bir bozkır akşamını camından bir otobüsün
Masal şehirlerini geçerken hızla" **

Güneşin doğuşuyla birlikte daldık lale bahçelerinin rengarenk halısına. Halı öylesine değerli ki, insan ayak basmaya kıyamıyor, boş toprağa bile. Çevresi boş, kıraç arazi iken göz alabildiğine uzanan bu topraktaki lalelerin oluşturduğu  gökkuşağı görsel şölen sunuyor gözlerime. Nereye, hangi tarafa bakacağımı şaşırıyorum; büyülenmiş gibi bakıyorum rengarenk lalelere. O anda ben bir anlığına da olsa "Lale Devri"nin melikesiydim. Kimsenin bilmesine gerek yok, ben biliyordum ya. :) Bir devre adını veren, özellikle Doğu kültür ve mitolojisinde özgün bir yere sahip olan lale, insanı "hükümdar" gibi hissettirebiliyor işte.






Bir özel girişimci tarafından yapılan uzun araştırmalar sonucu nda iklim ve toprağın lale soğanını verimli kılacağı bu topraklarda lale soğanları ekilmeye başlanmış. Verim alınınca ekim alanı genişletilmiş ve günümüzde bu alanın büyüklüğü üç yüz dönüme ulaşmış. Otuz beş çeşit ve renkte üretilen laleler, yıl itibarıyla on milyon adeti bulmuş. Bu yönüyle, ülkemizdeki en büyük lale ekim alanını oluşturuyormuş. 15 Nisan'dan sonra laleler kırılıyor yani toplanıyormuş. Gidip görmek isteyenler için son gün. :)

Lale bahçelerinden ayrılmak zor olsa da, ikinci durağımız Meke Gölü'ne doğru yola koyulduk. Ekolog arkadaşımızın sayesinde yol üstünde bir yerde durduk. Karşımda, çöl filmlerinde gördüğüm bir kum tepeciği(kumul) ve çöl kumu vardı. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Türkiye çölleşiyor muydu? İşte cevabı:
"Konya Karapınar ilçesinin güney kesiminde yer alan binlerce hektarlık bir alan Türkiye'nin tek çölünü oluşturuyor. Çölün gizemi buzul çağına dek uzanıyor.Buzul çağında bölgede bulunan büyük bir gölden kalan mil ve tortuların rüzgarla taşınıp biriktirilmesiyle kumullar oluşuyor. Zamanla sıralar halinde uzanan ve geniş bir alana yayılan kumullar gerçek bir çöle dönüşüyor. Volkanik patlamaların yarattığı garip tepeler, göller ve çukurları da barındıran Karapınar Çölü'nün önemli bir kısmı 'erozyonla mücadele' kapsamında ağaçlandırıldı. Bugün Karapınar Çölü'nden geriye kalan 'barkan' adı verilen hilal şekilli kumullar kaldı." ***


Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün (atlasdergisi.com) Karapınar Çölü'nde kumulların istila ettiği volkanik kökenli tepeler var. Bazalt kayalarla kaplı bu tip tepelere bölgede "ketir" veya "ketirlik" deniyor.


Ekolog arkadaşımızın verdiği bilgiye göre de; yeraltı sularının (kuyulardan çekilen sular) bilinçsizce kullanımı, yeraltı sularının azalmasına, var olan suyun çok daha derinlere inilerek yüzeye çıkarılmasına (60'lı yıllarda yirmi metre kuyu kazılarak ulaşılabilen suya, şimdilerde ancak yüz otuz metre kazılarak ulaşılabiliyormuş, ki bu da zaman ve para kaybı demek) neden olmuş. Bilinçsizce ve bolca kullanılan su, toprağı çoraklaştırıp, tuzlanmasına neden olmuş. Artık az suyla çok verim elde edilebilen İsrail sulama tekniği kullanılmaya başlanmış ama olan da olmuş. Ayrıca küresel iklim değişiklikleri, mevsim değişiklikleri ve kuraklık, özellikle de İç Anadolu Bölgesi'ndeki yağış azlığı, plansız ve izinsiz aşırı su tüketimi yüzey suları ve yeraltı suyu açısından sorunlara neden olurken, çölleşmenin de alanını genişletiyormuş. Yol boyunca gördüğüm göz alabildiğine uzanan ağaçlandırılmış alanlar sevindirdi beni, umutlandırdı. Umutlandım, çünkü dikilen fidanlar tutmuştu. Sarı çöle karşı, yeşilin zaferiydi bu.Ve yeşil hayat demekti, hayata tutunmak demekti...


Kumul

Meke Gölü'ne vardığımızda, hava bize muhalefetti sanki, bulutlu, kapalı hava aniden rüzgarla birlikte yağmura dönüştü. Fotoğraf çekmek zor oldu bu nedenle. Çektiklerim  de eh işte! Meke Gölü'nün görünümü beni hayal kırıklığına uğrattı. Fotoğraflarda gördüğüm mavi suları yoktu, kurumuş, çatlamıştı. Bir önceki gün yağan yağmur nedeniyle küçücük bir yanı kahverengi suyla dolmuştu o kadar. Sanırım bir sonraki kuşak Meke'yi göl değil de krater ağzı olarak bilecek, tanıyacak. Ne yazık! Oysa Meke Gölü, oluşumu itibarıyla dünyada belki de tek göl (iç içe iki krater gölü barındırıyor çünkü). Şöyleki; "Meke bir krater gölü. Günümüzden 4-5 milyon yıl önce (Pleistosen çağda) volkanik patlama sonucu oluşan bu krater (piroklastik koni), zamanla suyla dolarak göle dönüşmüş ve daha sonra, günümüzden 9 bin yıl önce ikinci bir volkanik patlama ile gölün ortasındaki ikinci volkan konisi oluşmuş, zamanla o da suyla dolarak ikinci bir göle dönüşmüştür." **** Meke Gölü, 1. derece doğal sit alanı olarak korumaya alınmış. Öyle bir koruma ki bu, çevresi çöplerden geçilmiyordu!!! Koruma anlayışımızı değiştirmemiz gerekiyor diye düşündüm tüm o pislikleri görünce...


Fotoğraf: Neredekal.com (Meke Gölü'nün eski hali bu. Son halini çektiğim fotoğrafları paylaşmak istemedim. Çöl gibi çünkü. :(

Meke Gölü'ne yakın mesafede bulunan yine bir krater gölü olan Acıgöl'ü görmeden olmazdı elbette. Biz de öyle yaptık; gittik ve gördük. Araçtan indiğimde hissettiğim  şey yine derin bir yalnızlık duygusuydu. Sanırım bu duyguyu hissettiren şey, gölün çevresinin grinin tüm tonlarını barındırması, vahşi doğası ve gri-siyahtan başka bir renk bulunmamasıydı. Acıgöl, Meke'den çok büyük, görünüşü heybetli, suyu çok, tüm kıyısı yer yer çatlamış ve göle dik inen volkanik kayalar ve volkanik küllerle kaplıydı. Gölün suyu acı olduğu için bu ismi almış. Göle acılığını veren ise sülfatlı tuzlarmış. Bu nedenle göl suyunda mikrobiyolojik canlılar yaşamamaktaymış. Gölün derinliğinin üç yüz metreyi geçtiğini, bu bakımdan dünyanın en derin gölleri sıralamasında üçüncü sırada olduğunu ve yeryüzü ekseninden yetmiş metre aşağıda olduğunun da kanıtlandığını yaptığım araştırma sonucunda öğrendim. 
Çiçeklere olan sevgim, onlara karşı algımı inanılmaz derecede açık tutar. Göl kıyısında oturup sessizliğinde kafamı dinlediğimde tüm sıkıntılarımı o derin sulara bıraktığımı anladım çünkü gerçekten hafiflemiştim. Gitme zamanı geldiğinde kalktım ve yürürken bir volkan külünün yanında açmış küçük bir gelincik gördüm. Hiç bu kadar küçüğünü görmemiştim, öylesine küçüktü ki zar zor fark ediliyordu. Hemen fotoğrafını çektim tabii ki. Griler içinde, minik bir renkli hayat, çekilmez mi hiç?




Acıgöl. Fotoğrafı çeken: Feriha Yıldırım.

Son durağımız Selçuk'ta bulunan tropikal kelebek bahçesiydi. Görmeye çok meraklı değildim, çünkü on sekiz ay yaşadığım Viyana'da "Butterfly House" u canım sıkıldıkça gezmiştim ve çok bakımlıydı oradaki kelebekler evi. Bizimkini görünce moralim bozulmasın istedim. Son anda bir kıyaslama yapabilirim diye girmeye karar verdim. Giriş ücreti 12,5 TL'ydi. Daha ilk adımımı atmıştım ki bahçeye, iki genç yaklaşıp şöyle dediler; "Gezintiye başlamadan önce bir fotoğraf çektiriyoruz." "Nasıl yani? Mecbur muyum?" dedim. "Yok, mecbur değilsiniz de hatıra diye çekiyoruz, kelebeklerle süslüyoruz, beğenirseniz alırsınız." Benim sorduğum soruyu sormayanlar, mecbur zannedip çektiriyorlardı. :) Tamam, biliyorum o gençlerin ekmek kapısı bu bahçe, anlıyorum da. Ama böyle de emri vaki yapılmaz ki. Galerileri gezdikçe gördüm ki, Selçuklu Belediyesi iyi iş çıkarmış. Neredeyse Viyana kelebekler evi kadar bakımlı ve güzel bir bahçe yaratmışlar. Bir de çocuklara ve büyüklere kelebeklere, oradaki tropik bitki ve ağaçlara dokunulmaması gerektiğini anlatabilselerdi iyi olurdu (en azından görevliler uyarabilirler). İşte o zaman kıyaslama yaparken kullandığım "neredeyse" sözcüğünü kaldırırdım, gönül rahatlığıyla. Konya'ya yolunuz düşerse, kelebekler bahçesini görmeden geçmeyin derim.






Bozkırda güneş akşama dönerken, yola koyulduk. Uzun bir yolculuk bizi bekliyordu. Kendi adıma yorgundum, uykusuzdum ama yeni yerler görmenin, yeni şeyler keşfetmenin heyecanını tatmıştım ve salgıladığım serotoninin seviyesi ölçülemezdi bile... Ve bozkıra yolculuğum sonunda, Şükrü Erbaş'ın bir şiirinde dile getirdiği gibi:

Yeni bir gülümseme edindim yüzüme
Bozkır sabrında ve tenime yakışan.
İnsanların çevremde açtığı yalnızlığı
Yine onlarla doldurmak için
Güneşle birlikte çıkıp yataklardan
Ay ışığı ile dönüyorum evlere
Azalan ömrümü böyle uzatıyorum. *****


Bu masal gibi geziyi düzenleyen Gezginlerin Rotası - Dağcılık ve Doğa Sporları Kulübü yönetici ve rehberleri  Mehmet Ekim ve Ekolog Feriha Yıldırım'a çok teşekkürler. Ayrıca geziye katılan tüm arkadaşlarıma neşeleriyle, içtenlikleriyle uzun yolu çekilir kıldıkları ve uyumları için teşekkürler. 


* Hanya'yı, Konya'yı görmek deyiminin kaynağı: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Konya'da çıkan bir isyan sonucunda, dönemin sultanı isyan edenleri Girit'in Hanya şehrine sürgüne gönderir  ve deyim ortaya çıkar. Deyimin anlamı; bir işin gerçek yönünü anlayarak aklı başına gelmek, akıllanmak'tır.

** Ataol Behramoğlu - Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var, (s:129)

*** atlasdergisi.com - turkiyenin-doga-harikalari

**** tr.wikipedia.org

***** Şükrü Erbaş - Bütün Şiirleri 2, Kırmızı Kedi, 7. Baskı 





4 Nisan 2018 Çarşamba




OKYANUSLARIN "SİNEM"KAPTANI


Dilay Sinem Özyurt (Uzakyol İkinci Kaptanı)

Mart ayında Samsun'a yaptığım ziyaretin güzel yanlarından biri Sinem kaptanla tanışmak oldu. İnsan her daim bir kadın kaptanla karşılaşmıyor çünkü. Ailesi yedi kuşaktır balıkçı olan Dilay Sinem Özyurt, bir yük gemisinde uzakyol ikinci kaptanı olarak çalışıyor. Kendisiyle, arkadaşımız olan  annesi Leman Hanım'ın balıkçı dükkanında tanıştık. Karşımda çıtı pıtı, naif, güzeller güzeli genç bir kadın görünce şaşırdım, o kocaman yük gemilerini nasıl idare ediyor diye.  İyi ki Sinem kaptanla tanıştım; kadın olarak mesleğinin zorluklarını sorma fırsatım oldu; uzak diyarlarda nasıl karşılandığını, okyanusların devasa dalgaları karşısında korkup korkmadığını da. Cevabı, Çin Denizi'nde dalgalarla boğuşan gemisinden çektiği videoyu izlettirerek verdi. (Videoyu izlerken ürktüm ben, korku filmi gibiydi.) İlk başlarda korksam da zamanla alışıyor insan dedi. 

Kadın olmak sadece ülkemizde değil, diğer ülkelerde de zor iken, daha çok "erkek işi" kabul edilen denizcilikte bir kadın olarak ikinci kaptanlığa yükselmek ve kimi zaman sekiz ay boyunca evine uğramadan uluslararası sularda görev yapmak büyük bir fedakarlık ve cesaret gerektiriyor doğrusu. Hem bu cesaretinden hem de tüm zorluklarına rağmen denizcilik tutkusundan vaz geçmediği için  Sinem'i kutluyorum...

Uzakyol ikinci kaptanı olarak 18.bin grostonluk konteyner yük gemisinde kaptanlık yaptığını anlatan Sinem, açık denizlerde yol alırken çoğu zaman kadın olduğunu bile unuttuğunu dile getirdi. En büyük zorluğun insanların ve gemi mürettebatının kendisini kadın olarak değerlendirmelerinin olduğunu da sözlerine ekledi. Oysa o bir kaptan ve erkek kaptanların yaptığı işin aynısını yapıyor. Belki daha da iyisini. Öyleyse kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın yaptığı işteki başarısına göre değerlendirilmesinin daha insaflı ve adil olması gerekmez mi? Sinem gibi kaptanlık yapan tüm kadınlar desteklenmeli ve motive edilmeli diye düşünüyorum. Elbette Sinem, ilklerden biri olmanın sıkıntılarını yaşıyor, yaşayacak ama inanıyorum ki kendisinden sonra gelenler biraz daha rahat görev yapacaklardır. Gemi kaptanlığının kas gücüne değil, yetenek, bilgi ve cesarete bağlı olduğu  ülkemiz ve dünya kamuoyu tarafından kabul görecektir çünkü...

"Gemide kadın bulunması uğursuzluktur" sözünün hurafeden ibaret olduğunu kanıtlayan ve geçersiz kılan tüm kadın deniz kaptanlarına ve özellikle sevgili Sinem'e başarılarının devamını diliyor ve sesleniyorum:

"Pruvanız neta, rüzgarınız kolayına olsun." 




Fotoğraf: denizhaber.com






DARÜŞŞİFA /BİMARHANE
Sabuncuoğlu Tıp Ve Cerrahi Tarihi Müzesi
AMASYA


Bimarhanenin taç kapısı

Bimar kelime anlamı itibarı ile "hasta" demektir. Bimarhane ya da darüşşifa denilen binalar, Selçuklu ve Osmanlı döneminde hastaları iyileştirme amacıyla inşa edilmiş yapılardır.

Amasya'da bulunan Bimarhane, 1308 - 1309 yıllarında İlhanlı Hükümdarı Sultan Mehmet Olcaytu ve eşi İlduz Hatun adına yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı, açık avlulu, eyvanlı kenarlarda tonoz örtülü mekanları bulunan tipik Selçuklu Medrese planına sahiptir. Tıp Medresesi olarak kullanılan eserin taç kapısı, dönemin taş işlemeciliğini yansıtan giriş detaylarının güzelliği ile ünlüdür.

Darüşşifa'da tıp eğitimi yapılırken aynı zamanda hastalar tedavi edilmiş, daha sonra akıl ve ruh hastalarının musiki ile tedavi edildiği tıp merkezine dönüşmüştür. Müze haline getirildiği 2011 yılına kadar (1999-2011) "Belediye Konservatuvarı" olarak hizmet vermiştir.









Şerefeddin Sabuncuoğlu (1385 - 1470?) Kimdir?

Ortaçağ Türk-İslam Tıbbının ve Antik Tıbbın son önemli temsilcilerinden olan Şerefeddin Sabuncuoğlu Amasya'da doğdu (1385). Hekimler yetiştiren bir aileye mensuptur.

On yedi yaşından itibaren Amasya Darüşşifası'nda çalışmaya başladı. Usta çırak usulü ile ve okuduğu kitaplarla kendini yetiştirdi. Amasya Darüşşifası'nda on dört yıl hekim olarak çalıştı. Bundan eserlerinde övgüyle bahseder.

Çok iyi Arapça, Farsça ve Rumca biliyordu. Son eseri olan Mücerreb-Name'yi 83 yaşında yazdığına göre 1468'den sonra (1470) ölmüş olmalıdır. Mezarı kayıptır.

Şerefeddin Sabuncuoğlu hepsi Amasya'da yazılan ve Türk ve Dünya Tıbbı için çok önemli olan üç eser ve iki otograf bırakmıştır:
1. Akrabadin çevirisi (1444)
2. Cerrahiyetü'l Haniyye (1465)
3. Mücerreb-Name (1468)

Ayrıca iyi bir hattat ve entelektüel olan Sabuncuoğlu'nun bilinen iki Cerrahiyetü'l Haniyye nüshası dışında, Amasyalı ünlü şair Halimi'nin Farsça "Gülşen-i Diba" adlı tıbbi manzum eseri ile öğrencisi Muhyiddin Mehi'nin "Müfid" adlı tıbbi manzum eseri de otografları arasındadır.

Amasya'ya giderseniz, Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi'ni mutlaka geziniz. Ortaçağ tıbbında kullanılan cerrahi  aletleri ve orijinal el yazımı tıp kitaplarını görebilirsiniz. Ben en çok, bimarhanenin musiki ile tedavi edilen bölümünü sevdim. Yere oturup, kulaklarıma gelen hoş nağmeleri dinledim bir süre. İnsanlık tarihi boyunca müziğin iyileştirici gücüne inanan ve bu inancını sözlere döken filozofların, düşünürlerin duvarlarda asılı  sözlerini düşündüm.  İşte o sözlerden seçtiklerim:

"Biliniz ki filozoflar (hikmet sahipleri) müziği oyun ve eğlence için değil, kişiye fayda vermek, ruhi lezzetler sağlamak, insanın psikolojisini rahatlatmak, kuru mizaçları nemlendirmek (sıkıntıyı gidermek), fizyolojiyi dengelemek ve kanın akışını düzenlemek için ortaya koymuşlardır. Bu ilmi inkar edenler ise müziği sadece meyhanelerde ve sokaklarda dinleyip ilkelerini, anlamlarını ve ortaya konuş sebebini kavramadan bu ilmin (müziğin) sadece oyun ve eğlence için olduğunu zannederek dinen haram kılmışlardır."
Eflatun




"Musiki sanatının cevheri ruhanidir ve tesiri ruh ve kalp üzerinedir."
Hızır B. Abdullah(XV. yy.)


"Merhum ve mağfur Beyazid Veli...
Vakıfnamesinde hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve defi sevda olmak üzere on adet hanende ve sazende gulam tahsis etmiştir ki, üçü hanende biri neyzen, biri kemani, biri musikari, biri santuri, biri udi olup, haftada üç kere gelerek hastalara ve delilere musiki faslı verirler..."
Evliya Çelebi Seyahatnamesi


Ayrıca, tenlere göre, vakitlere göre, hastalıklara göre ve burçlara göre makamlar da sıralanmış tek tek. Çok ilginçti.






Not: Bilgiler, tarafımdan  müzeden alınmıştır ve fotoğraflar bana aittir.