2 Eylül 2017 Cumartesi




ELİA İLE YOLCULUKTAN ÖĞRENDİKLERİM
(Her yolculuk insana bir şeyler öğretir.)


Zülfü Livaneli'nin son kitabı Elia ile Yolculuk, bir solukta okunan, biraz deneme, biraz anılar, biraz biyografi, biraz sanat, biraz da yolculuk hikayesi içeren enfes bir mozaik sanki. Kitap da her rengi bulmanız mümkün; okurken bu renkleri izleyebilirsiniz de.




Kitaptan yapacağım alıntılara geçmeden önce Elia Kazan'ı tanıtmalıyım, ki kitapta sözü edilen ve Elia'yı köylü bir yaşlı amca sanan lise öğrencilerinin konumuna düşmesin bu ünlü yönetmeni tanımayanlar. :)

Elias Kazancıoğlu ya da bilinen adıyla Elia Kazan, Amerikalı film yönetmeni, oyuncu, film yapımcısı, senarist, roman yazarı ve tiyatro yönetmenidir. Özellikle Tennesse Williams ve Arthur Miller'in oyunlarını sahneleyerek tiyatroda büyük başarı kazanmış, etkileyici filmleriyle sinema sanatının ustaları arasına girmiştir.

Elia Kazan 7 Eylül 1909 tarihinde, Kayseri kökenli bir Rum ailenin çocuğu olarak Kadıköy/İstanbul'da doğmuştur. Rum asıllıdır, babası George Kazancıoğlu ve annesi Athena Şişmanoğlu'da Kayserilidir. Annesinin köyü Kayseri'deki Germir köyüdür. Ailesi Elia henüz dört yaşındayken 1913 yılında Amerika'ya göç etmiştir. Yani anlayacağınız, pek çok oyuncuyu birlikte çalışmaya ikna ettiği "Anadolu gülüşü" dediği yetenegiyle   Elia, ya da İlyas veya Alia aslında bizden biridir.

Marlon Brando ve James Dean gibi efsane oyuncular yetiştiren Elia Kazan, 1952 yılında Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi'nce (HUAC) sorgulandı. Sinema sanayiinden komünist eğilimli sekiz arkadaşını ele vererek onların kariyerlerinin sona ermesine yol açmıştı. Kazan, Senatör McCarthy'yle işbirliği konusunda hiç geri adım atmadı. Zülfü Livaneli'nin yazdığı gibi; "Anadolu gülüşü yeteneği onu, hayatı boyunca taşıyacağı 'işbirlikçi' etiketinden kurtaramadı. McCarthy dönemindeki hataları, onu ömür boyu kovaladı."

Elia Kazan 28 Eylül 2003'te New York'ta 94 yaşında hayata veda etti. Anadolu topraklarında başlayan yaşamı Amerika'da son buldu.


Photo: twitter.com aydın_orak


Kitabı okurken neredeyse tüm satırların altını çizdim. İşte altını çizdiğim satırlardan seçtiklerim:

--Kos adasında bir çınar ağacı var, iki bin beş yüz yıllık. Altında Hipokrat ders verirmiş. Paramparça olmasına, taşıyamadığı ağır dalları demir direklerle desteklenerek güç bela ayakta durmasına rağmen, bir türlü ölemiyor duygusu veren, romatizma ağrıları içinde bir ağaç. Üstelik onu tedavi edebilecek Hipokrat da binlerce yıl önce ölmüş. (s:16)

--Kendisine Güneş Kral ünvanını veren, 21 santim yüksekliğinde topuklu ayakkabılarla gezen 14. Louis, 72 yıl tahtta kalarak Avrupa'nın en uzun hüküm süren tacidarı olması belki anlaşılabilir ama onca yıl 21 santim topuklu ayakkabı üzerinde gezmeye nasıl dayandığı bence meçhul. Hem de üzerindeki onca süse, püse ve büyük peruklara rağmen.

Güneş Kral her sabah iki kere uyanırdı. Bunlara Kralın Küçük Uyanışı ve Kralın Büyük Uyanışı derlerdi. Majestelerinin ilk uyanışlarında çevresinde soylu insanlar bulunurdu; prensler, üst düzey devlet görevlileri, bürokratlar, muhafızlar. Kral bu süslü püslü, bu şatafatlı insanlar arasında, tam ortada, altına uzatılan lazımlıkta hacet giderirken, onlar gündemi aktarırlardı. Kral bazen en önemli kararlarını o anda verirdi. Bu durum sindirim ve boşaltım sisteminin dünya politikasında taşıdığı büyük önemi ortaya çıkarıyor. Mesela Güneş Kral o gün kabızlık çekiyorsa, o sinirli haliyle bir savaşa karar verebilirdi. Kral doğrulduktan sonra, Güneş Kralın kıçını silme ayrıcalığına sahip en önemli saray görevlisinin vazifesi başlardı: Elindeki özel bir bezle -ipek ve işlemeli elbette- sonsuz bir hürmet içinde majestenin mabadına eğilen görevli, bu önemli görevini iç huzuruyla yerine getirir, bu görev dolayısıyla da "Güneş Kral'ın Baş Kıç Silicisi" olarak her yerde saygı görür, bütün soylularca kıskanılırdı. Yarım saat süren bu uyanışın ardından kral ikinci kez uyanırdı. Kralın ikinci uyanışı törenine 100 üst düzey saraylı katılırdı. (s:18-20)

--Elia Kazan'da, Maria Callas da Yunan soyundan geliyorlar ama Callas Ellas'tan, Elia ise Anatolia'dan. Birine Helen, ötekine Rum diyoruz, yani Roma'lı; Doğu Roma İmparatorluğu soyu. (s:29)

-- Yoksa aklıma"Her insan tekrar çocuklaşmak için yaşlanır." diyen Sophokles mi geldi? Bazı kız evlatlar yaşlı babalarına annelik ederler. (s:34)

--İstanbul'da evin bulunduğu semtin adına dikkatini çektim önce: Burası Tarabya! Rumcası Therapia; yani terapi. İstanbul'un birçok mahallesi gibi Rumca bir ad taşıyordu. (s:51)

--"1453'te Konstantinapol'ü Türkler aldığı zaman, Roma medeniyeti sona ermedi." diyerek ona tarihten, bugünümüzü belirleyen ilginç bir tarihten söz etmeye başladım. "Sultan Mehmet, yeni Doğu Roma imparatoru oldu. Zaten resmi ünvanı da Kayser-i Rum idi. Yani Roma Sezar'ı. Çok iyi Yunanca ve Latince biliyordu. Homeros okuduktan sonra Truva'ya giderek, Aşil'in mezarını ziyaret etmişti. Papa Pius'a, "Helenlere karşı Truva'nın ve Hektor'un öcünü aldığını" yazmıştı. Kendisini yetiştiren üvey annesi (Mara Brankoviç) ve karısı da Ortodoks'tu. Hiçbir zaman İslam'a dönmemişlerdi. Konstantinopol'ün adını değiştirmediği gibi, Aya Sofya ve Aya İrini gibi kiliselerin adlarına da dokunmadı. Aya İrini camiye de dönüştürülmedi. Yüzyıllarca kilise olarak kaldı. Yeni patrik seçimi yapıldı ve Mehmet ona saygı gösterdi. Ama daha da ilginç bir şey söyleyeceğim sana. Helen'in oğlu Konstantin'in kurduğu şehir, başka bir Helen'in oğlu, başka bir Konstantin tarafından kaybedildiğinde çok ilginç bir şey oldu. Savaşırken elde kılıç ölen Konstantin Paleolog'un iki yeğeni -ki zamanı gelince Bizans imparatoru olabilirlerdi- Mehmet tarafından vezir yapıldı. İkisi de yıllarca Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetim kademelerinde en üstte yer aldılar. Mehmet de ölünce kendisini Büyük Konstantin, Justinianos, Theodora, Zoe ve diğerlerinin yattığı yere gömdürdü. Hristiyan karısını da." (s:51-52)

--Daha doğrusu bir yanımız Doğu Romalı! 18. yüzyıla kadar Bizans diye bir şey yoktu. Alman bir profesör bu adı verdi. Bu şehrin resmi adı, Konstantin'in ilan ettiği gibi 'Nova Roma' yani Yeni Roma'ydı." dedim ama onun bu işe ne kadar aklı yattı bilmem. (s:55-56)

--Yaşlanmakta olan erkek sanatçıların bir kısmında kadın düşkünlüğünün arttığı bilinir. Mesela Paris'te Rodin Müzesi'ni gezenler, üstadın son yıllarında hep genç kız heykeli yapmış olduğunu görürler. Bu genç kızlar öylesine uçucu, öylesine kırılgan, öylesine hayal gibidirler ki, insan onların yapıldığı malzemenin yüzlerce kilo mermer olduğunu aklına bile getiremez. Rodin, genç bir tenin yumuşak ve nemli dokusunu taşa geçirmeyi bilmiştir. Sevişen çiftleri gösterdiği heykellerinde, birbirine dolaşmış kollar bacaklar arasında erkek teniyle genç kadın teni rahatlıkla ayırt edilebilir. Oysa ikisi de aynı mermer blokundan oyulmuştur. Picasso'nun kadın düşkünlüğünü söylemeye bile gerek yok.  Roman Polanski, Roman adlı öz yaşam öyküsünde kendisini Lodz'daki okuldan dünya sinemasına taşıyan yolculuğun amacını sorar ve galiba her şeyi güzel kadınlara ulaşmak için yapmış olduğu sonucuna varır. Zaten, sanatın kökeninde iki cinsin birbirine kur yapması ve beğenilmek arzusu çok önemli bir rol oynamıyor mu? (s: 61-63)

--O anda kadını toplumdan çıkararak dışlayan İslam dünyasıyla, uygarlığı kadınla birlikte kuran Hristiyan kültürü arasındaki fark somut olarak belirdi gözümün önünde.İşte en temel sorun, en önemli farklılık buydu. Sadece erkeklerin rol aldığı, kadınların eve kapatıldığı ya da örtüler altında gizlendiği bir toplumda uygarlık kurulamıyordu. (s:64)

-- Ona diyorum ki, "Aramızdaki tek Osmanlı sensin!"
Bu sözüm bir şaka değil, gerçeğin ta kendisi. Elias Canetti, Yorgo Seferis, Mikis Theodorakis, Nicolas Sarkozy, Klaust Gülbenkyan, Charles Aznavour, hatta Kim Kardashian gibi onun da kökü Osmanlı'da. Çünkü Elia Kazan, 1909 yılında, Kadıköy'de dünyaya gelmiş. Yani o gün padişah efendimizin kullarına bir kişi daha katılmış. Gülüyor. "Doğru" diyor, "ben Osmanlıyım." (s:67)

--Yemekten önce Elia'yla bir Kayseri turu yapıyoruz. Meşhur Kayseri Kalesi'ni görüyoruz. Kaleyi MS 500 yılında Bizans İmparatoru Jüstinyen yaptırmış, diye anlatıyorum ona. Kayseri tarihine müthiş ilgi duyuyor, her şeyi öğrenmek istiyor. Hatta benim amatör bilgilerim ona yetmiyor, bu konuda bir uzmanla tanıştırmamı istiyor. "Tamam" diyorum, "böyle birini tanımıyorum ama araştırıp bulacağım, söz." Sadece şehrin adının Ceasarea, yani "Sezar şehri" olduğunu anlatıyorum. "Kayser, Sezar'ın Arapçası, biz de onu kullanıyoruz." Bu konuyu okumuş olduğum için Rus çarının da (tsare) unvanını aynı kökten aldığını, Almanların kayzerlerine kadar giden bağı anlatabilirim ama Elia'nın artık çok yorulduğunu görüyorum. Gözümüze ilişen güzel bir lokantaya giriyoruz. Kayseri'nin zengin mutfağından yemekler seçip, rakı söylüyoruz. Rakı işin olmazsa olmazı. Çünkü efkar dağıtır. (s:102)

Kitabı bitirdiğim zaman içimden şunları geçirdim: Teşekkürler Zülfü Livaneli. Zulme karşı dimdik durduğunuz, eğilmediğiniz için. Mazlumların sesini, kaleminizle, bestelerinizle dünyaya duyurduğunuz için. Ve güzel ülkemizi her platformda başarıyla temsil edip halkımızın aydınlık yüzü olduğunuz için. Bir sonraki kitabınızı merakla ve heyecanla bekliyoruz.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder