26 Nisan 2014 Cumartesi




GÜVEN  VARSA, SEVGİ DE  VARDIR!..


Her insanda doğuştan güven duygusu arayışı vardır. Anne karnında güven içinde olduğunu hisseden bebek, doğduktan sonra da annesinin kollarında bulur huzuru. "Annenin çocuğunu beslemesi, sevmesi, ilgi göstermesi, sıkıntısı olduğunda bebeğine sevecen davranarak, onu sıkıntısından kurtarması karşısında bebek kendisini güvencede hisseder ve anneye bağlanır. Anne ile çocuk arasında oluşan bu olumlu ilişki, temel güven duygusunun çekirdeğini oluşturur. Bebek kendisini, değer verilen ve sevilmeye layık biri olarak algılar. Yani kendisine güvenmeye başlar.Bebekteki ilk toplumsal güvenin belirtileri, beslenmesinin rahat bir hale gelmesi, uykusunun derinleşmesi ve bağırsaklarının rahatlamasıdır. Bu sağlıklı gelişim çocuğun kendine ve dünyaya güvenebilmesi demektir. Anneyle olan ilişkinin sağlıklı veya sağlıksız oluşuna göre temel güven duygusu veya temel güvensizlik gelişir. Ailesi içinde, sevgi ortamı içinde büyümeyen temel güven duygusu gelişemeyen çocuklarda, daha sonraki yıllarda içe kapanık, depresif davranışlar ortaya çıkabilir." (Prof. Dr. İlkay Kasatura - Kişilik ve Özgüven)

Çocuk için, öncelikli olarak aile içinde gelişen (güven ve sevgi) duygu ikilisi, daha sonraları okul, arkadaş, iş çevresi yani toplumsal ilişkilerde gelişmesine devam edecek ya da bireyin   ruhsal durumuna, davranışlarına bağlı olarak güvensizlik ve sevgisizlik olarak ortaya çıkabilecektir.
Birine korkmadan, çekinmeden ve kuşku duymadan inanıyor ve bağlanıyorsanız ona güveniyorsunuz demektir. Birine güvenme duygusunu kazanmak çok zor olduğu halde, güvenini kaybetmek çok kolaydır. Güveninizi kaybettiğinizde ise, kaybettiren kişiye bir daha güvenemezsiniz. Artık, o kişiyle kuşku duymadan  iletişimde bulunamazsınız. Çünkü, güven kendi içinde "kuşku" yu barındıramaz.

Hayatının herhangi bir döneminde "Güvendiği dağlara karlar yağdığını" görünce; üzülmeyen, güven kaybına uğramayan biri var mı? Bence yoktur. Bu güven kaybını yaşayan kişi, diğer insanlara güvenmekte zorlansa da, insanlarla olan iletişimi ve sosyal ilişkileri nedeniyle, daha da önemlisi kendi ruhsal sağlığı açısından biri veya birilerine güvenmek zorunda hisseder. 
La Rochefoucauld' un dediği gibi: " Başkalarına karşı beslediğimiz güvenin en büyük kısmını doğuran, kendimize olan güvenimizdir." Önemli olan kendimize olan güvenimizi kaybetmemek. Kendine güveni olmayanlar, başkalarına da güvenmezler çünkü...Ve unutmayalım! Güven sevginin temelidir...





16 Nisan 2014 Çarşamba




ŞEVÇENKO' NUN  KALEMİ
Nazım Hikmet



Dosya:Gipsy Fortune Teller by Taras Shevchenko.jpg



Blog yazmaya karar verdiğimde maksadım; okuduğum yüzlerce kitaptan aklımda kalanları, önemli gördüğüm ve not aldığım bilgileri sizlerle paylaşmaktı. Öyle ya! Bilgi paylaşılmadıktan sonra neye yarar? Bence, paylaşılmayan bilgi, kaybolmaya, unutulmaya ve yerinde saymaya mahkumdur. Çünkü paylaşılmayan bilgi, ilerleme kaydedemez. Bir düşünsenize; geçmişten günümüze düşünürler, filozoflar ve bilim insanları düşündüklerini, yaptıklarını, buluşlarını, keşiflerini bencillik edip kendilerine saklasalardı, sistematik bir bilgiden söz edebilir miydik? Tabii ki hayır. Bir sonra gelen, bir öncekinin düşüncelerini geliştirmiş, üstüne fazladan bir şeyler koymuştur. 

Bunu neden yazdım? Yakın çevremde bulunanlar, blogumda genellikle bilgi paylaşmamı  eleştirir oldular. Yazdıklarımdan bilgilendiklerini söylüyorlar ama biraz da duygu ve düşüncelerimi paylaşmamı istiyorlar. Bunu yapıyorum zaten. Ancak, ben ne bir yazarım, ne de bir gazeteci...Sadece bir blog yazıyorum hepsi o kadar. Bilginin güç olduğuna inanan biri olarak, "Bilgi Çağı"nda bilgi paylaşımını çok önemsiyorum ve bilgi paylaşımlarını keyifle yapıyorum. Umarım, blogumu okuyan sizler de aynı keyfi alıyorsunuzdur.
Gelelim;  Nazım Hikmet' in hayran olduğu, şiirlerinden etkilendiği Mayakovski ve Şevçenko ile  ilgili anılarına.

Nazım Hikmet' in yaşamında önemli rol oynayan bir olay 1926 yılında Moskova' da şair Mayakovski ile tanışması oldu. İşte tanışmalarının öyküsü:" Nazım' ın ilk başlarda kaldığı otelde iki kız kardeş vardı. Şura ve Lyolya. Bu kızlar Nazım' a büyük yakınlık gösterdiler ve şairi odalarına çağırdılar.Nazım odada gür sesli, iriyarı, geniş omuzlu, kafası usturayla tıraş edilmiş bir adamla karşılaştı.Şura bu kişiyi Nazım'la tanıştırdı.Nazım' ın o dönemde Rusçası çok kötü olduğu halde hemen dost oldular. Meğer bu kişi Mayakovski imiş. Şiirlerini okudu. Nazım bunları güçlükle anlıyordu ama şiirleri gördüğünde, şairin basamak biçimindeki dizeleri çok ilgisini çekti.

Onun şiirleriyle Nazım' ınkilerin ortak yanları vardı: Şiirlerdeki lirik ve eleştirel yaklaşımlar ile siyasal öğelerin ağırlığı. İkisi de tribün şairiydi. Yani kitlelerin önünde bağıra bağıra şiir okumayı seviyorlardı. Nazım Mayakovski' den çok şey öğrendi ama onu asla taklit etmedi.
Nazım Mayakovski' yle ilk kez halkın karşısında şiir okumaya çıktığı zaman korkuyordu. Mayakovski kendisine,"Korkma," dedi, "nasıl olsa anlamayacaklar." (Hıfzı Topuz - Hava Kurşun Gibi Ağır- Nazım Hikmet' in Romanı)

1930 yılında intihar eden Mayakovski' nin eşyalarının yer aldığı müzeyi Nazım 1955' te ziyaret eder ve çok sevdiği şairin eşyalarının önünde fotoğraf çektirir.

Nazım' ın etkilendiği bir diğer şair de Ukrayna' lı Hümanist şair ve ressam Şevçenko' dur. Kiev' e gittiğinde Nazım 56 yaşındadır ve kalbi onu zorlamaktadır. "Nazım Hikmet, ünlü yazar Şevçenko' nun kalemini görmek istediğini müze görevlisine söylediğinde adam işaret parmağıyla merdivenleri gösterir:
"Üst katta efendim!"
56 yaşındaki şair, yaşadığı ömrün neredeyse üç katı olan basamakları görünce, müze görevlisinin sandalyesine oturur. Zaten, müzeye gelmek için yürüdüğü yol hasta kalbini epey zorlamıştır. Bu yorgunluğun üstüne merdivenleri çıkmayı göze alamayacağını, biraz dinlenip gideceğini söyler...

Gözden kaybolan görevli iki üç dakika sonra Müze müdürüyle Nazım' ın yanına gelir. Müze müdürü konuşurken nefes nefesedir:
"Hoş geldiniz efendim. Duydum ki, Şevçenko' nun kalemini görmek istemişsiniz ama hastalığınızdan dolayı merdiven çıkamıyormuşsunuz. Siz lütfen istirahat buyurun, ben birazdan gelirim."
Nazım, merdiven basamaklarını hiç zorlanmadan hızlı hızlı çıkan müdürün arkasından gıptayla bakar. Ne olurdu şu kalp hasta olmasaydı da, o da basamakları birbiri ardına devirip, hayranı olduğu Şevçenko' nun eserlerini yazdığı kalemini görebilseydi!..

Müze müdürünün ayak seslerini duyan Nazım, tekrar merdivenlere çevirir başını...Adamın elinde itinayla taşıdığı bir kutu vardır!
Şairin yanına gelen müdür, kutuyu açarak uzatır:
"Buyrun efendim, Şevçenko' nun kalemi!..."

Kiev kentinde yaşanılan bu olay olmasaydı, yani Nazım Hikmet o kalemi göremeseydi "Şevçenko' nun Kalemi" adlı şiir yazılamayacaktı. Şiirin son kıtasında yer alan "Verdi bana kalemini" dizesi, işte bu yazıda anlattığımız hiç bilinmeyen bu öykünün eseridir. Nazım, kalemi görmek için merdivenleri çıkamazken, sanki Şevçenko ona kalemini uzatmıştır:

Konuştuk şiir üstüne
Yüreğim gibi dedi, yana yana
Şiir düşmeli, dedi, halkın önüne
Verdi bana kalemini. "
(Sunay Akın - Geyikli Park)

Nazım' ın hayran olduğu iki şairle ilgili anılarını, iki ayrı kitaptan aktardım. Nazım hayranları bilsinler, okusunlar istedim. Belki, kitap okumaya vakitleri yoktur diye...


İlgilenenler için: Şevçenko' nun resimleri de çok ünlüdür. Sayfa başına koyduğum resmini çok beğendim. Resim, tr.wikipedia.org web sitesinden alınmıştır.





10 Nisan 2014 Perşembe


HAYVANSEVER  BİR  PADİŞAH:
II. ABDÜLHAMİD




Osmanlı İmparatorluğu tahtına oturan 36 Padişah' dan hiçbirinin kişiliği ve saltanat dönemi, 33 yıl tahtta kalan II.Abdülhamid' inki kadar yoğun ve birbirine zıt yorumlara konu olmadı. Kimilerine göre, "Kızıl Sultan" dı, kimilerine göre de, "Ulu Hakan". II. Abdülhamid' i anlatan birçok kitap okudum ama , doğruyu söylemem gerekirse onun kişiliği ve yönetim anlayışına ilişkin düşüncelerim kafamda netleşmedi: "Hangi Abdülhamid?" sorusu hala zihnimi kurcalarken, bu sorunun cevabını, Abdülhamid kitabında Alpay Kabacalı veriyor: "Günümüzde, 'Hangi Abdülhamid?' sorusunu ortaya atmanın, onu şu ya da bu prizmadan görmenin, yanlış bilgi sahibi olmak ve tarihi yanlış değerlendirmek gibi sakıncaları bir yana, hiç yararı yoktur. Dolayısıyla, Osmanlı tarihinin oldukça uzun bir sürecinde tahtta kalmış ve üstelik imparatorluğu kendisini eksen olarak yönetmek için elinden gelen çabayı harcamış olan Abdülhamid, artık nesnel tarihin prizmasından geçirilerek incelenmeli, değerlendirilmelidir."

Kitaplarda yazılan, anlatılan Padişah ve Halife Abdülhamid' i tanıyorsunuz zaten. Ben bu yazımda, onun insani yanlarını yani insan Abdülhamid' i anlatmak istiyorum. II. Abdülhamid' in özel hayatına dair bilgiler hemen hemen aynı kaynaklara dayanılarak verildiğinden, kalıplaşmıştır. Tahtta kaldığı süre boyunca ülke içinde övgü ve duadan başka hakkında herhangi bir şey yazılamadığından, söylentiler(fısıltı gazetesi) yoluyla yalan yanlış birtakım şeyler kulaktan kulağa aktarılmış; sonradan bunlar yazıya geçirilmiştir. Bir de, dönemin ileri gelenlerinin anıları vardır ki, anıların tarihe kaynaklık etme niteliği sınırlıdır araştırmacılara göre. ( Alpay Kabacalı-Abdülhamid)

II. Abdülhamid, 1876 devriminden sonra, Dolmabahçe Sarayını duygusal nedenlerle terk ederek daha korunaklı olan Yıldız Sarayı' na yerleşti. Hayvanlara düşkün olan Padişah' ın Yıldız Sarayı' nda hayvanat bahçesi vardı. Bu hayvanat bahçesinde; " Zebradan zürafaya ve devekuşuna kadar pek çok hayvan vardı. Bilhassa dünyanın sayılı kuşları, mesela akla gelebilecek en değerli papağanlar ve güvercinler bulunuyordu. Özellikle papağanlar, 1909 yılında Sultan' ın tahttan indirilmesi üzerine Yıldız yağmasında paylaşılmış, kalan hayvanlar da dağılmıştır.

Herkes bilir ki papağanlar kendilerine öğretilen sözleri gayet anlaşılır bir şekilde tekrar edebilirler. Fakat, tarihte öyle papağanlar vardı ki, bunlar öyle defalarca tekrar edilerek ezberledikleri şeyleri değil, tam aksine bir defa gördükleri ve duydukları şeyleri aynen rapor ederlerdi. Nasıl olduğunu bilmeye şimdilik imkan yoktur ama Yıldız Sarayı' nda II.Abdülhamid' in bir beyaz papağanı vardı ki, sarayda olup biten her şeyi aynen padişaha anlatabiliyordu.Bu marifetli papağan sarayın her tarafını dolaşır, duyduklarını sultana gayet güzel bir telaffuz ve sadakatle aynen tekrar edermiş. Abdülhamid' in çatalla yemek yiyen Ankara kedisi 'Ağa Efendi' ve de köpeği varmış yanından hiç ayırmadığı." ( Uzakları Görebilen Hükümdar Sultan II. Abdülhamid Han - Editörler: Osman Doğan-Selman Kılınç)

II. Abdülhamid, devlet işlerinden biraz uzak kaldığında, sarayın etrafında bulunan büyük bahçeye çıkarak dünyanın dört bir tarafından getirilerek buraya dikilmiş olan çeşit çeşit çiçeklerin bakımıyla da meşgul olurmuş.

Şimdi soruyorum sizlere;hayvanları ve çiçekleri seven bir insan ne kadar kötü olabilir ki? Sorunun cevabı, Arthur Schopenhauer' in şu sözünde saklı:
"Hayvanları sevmek insanın karakteri ile yakından ilgilidir. Rahatlıkla iddia edebiliriz ki, hayvanlara kötü davranan bir insan iyi bir insan olamaz..!"


Not: II. Abdülhamid' i ve dönemini tarafsız ve objektif bir şekilde anlatan Alpay Kabacalı' nın "TANZİMAT' TAN II. MEŞRUTİYET'E İMPARATORLUK VE NESNEL TARİHİN PRİZMASINDAN - ABDÜLHAMİD " kitabı bir DenizKültür yayını. II. Abdülhamid' i tanımak istiyorsanız eğer güzel bir kaynak kitap olduğunu söyleyebilirim. 

Görsel, en.wikipedia.org web sitesinden alınmıştır.





7 Nisan 2014 Pazartesi




NUH: BÜYÜK  TUFAN  FİLMİ  VE  YASAKÇI  ZİHNİYET



Bugün, keyifle sabah kahvemi içerken, radyo dinliyordum. Müzik arasına sıkıştırılan kısa bir haberle keyfim kaçtı diyebilirim. Habere göre, Nuh: Büyük Tufan filmi Malezya' da da yasaklanmıştı. 21. yüzyılda hala, filmler yasaklanıyor, keyfim nasıl kaçmasın? Filmlerden, kitaplardan, resimlerden, heykellerden korkmak niye? Korkuluyor ki, yasaklanıyor diye düşünüyorum. Yasakların başka açıklaması yok bence. Yasaklar, düşünce özgürlüğüne ve aklın sorgulamasına ve bunları ifade biçimlerine vurulan bir darbeden başka nedir ki?
Söz konusu filmi henüz izlememiş olsam da, (Daha küçücük bir çocukken dinlemiştim Büyük Tufanı)  3 Nisan' dan itibaren ülkemizde vizyonda. Bu durum; ülkem adına, ülkemin insanları  adına umut verici...

Kuran' da ve Tevrat' ta sözü edilen Nuh Tufanı, yalnızca kutsal metinlere özgü bir kavram olmayıp, kutsal metinlerden önce de var olan , pek çok mitoloji, masal, inanışlarda yer etmiş bir kavramdır. Yani, farklı kültür ve dinlerde tufan efsaneleri yer almaktadır. Örneğin; Sümerlerin "Gılgamış Destanı" nda tufandan söz edilmektedir. 

 Doğru yoldan ayrılan Ademoğullarına bir ders vermek için Nuh Peygamber' e bir gemi yapması ve her çeşit hayvandan birer çift alarak gemiye bindirmesi emredilir Allah tarafından. Tufandan sağ çıkmanın ve dünya üzerindeki canlıların neslini sürdürmenin tek yoludur bu gemi. Nuh Tufanı, Ahmet Cevdet Paşa' nın Peygamberler ve Halifeler Tarihi' nde şöyle anlatılmaktadır: "Tufan' ın hükmü altı ay kadar sürdü. Sonra Allah' ın emriyle yağmurların arkası kesildi, sular çekildi. Gemi Cudi dağının üzerine oturdu; gemidekiler kurtuldu. Alem bir başka alem oldu. Ondan sonra insanlar; Hz. Nuh' un üç oğlundan üredi. Onun için Nuh' a(a.s) ' ikinci adem' denildi. Arap, İranla ve Rum' un babası Sam; Sudan halkının babası Ham; Türk kabilelerinin babası Yafes' dir. 
Ademoğulları böyle büyük bir bela görmüşken, sonra yine azıttılar, yollarını sapıttılar. Allah' ın birliğini unuttular, putlara taptılar."

Yönetmeni Darren Aronofsky olan, başrollerinde; Oscar ödüllü Russell Crowe, Jennifer Connelly ve Emma Watson' un oynadığı" Nuh: Büyük Tufan" filmi, bu tufanı anlatmakta. Gelelim filmin bazı ülkelerde yasaklanma sebebine. Filmin Malezya' da da yasaklandığını duyunca, başka hangi ülkelerde yasaklandığını merak ettim ve araştırdım. "10 Mart 2014 tarihli Milliyet Gazetesi' nin (kültür-sanat) haberine göre film, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Bahreyn' de islami inançlara aykırı olarak Kuran' da adı geçen peygamberlerin yüzünü gösterdiği gerekçesiyle filmin gösterimini yasaklamış. Mısır' daki El Ezher Üniversitesi yayınladığı bir fetvayla filmin İslam' a aykırı unsurlar taşıdığını ileri sürmüş. Üç ülkenin ardından Mısır, Ürdün ve Kuveyt' in de filmi yasaklaması bekleniyormuş."

Yasakçı zihniyetin uyguladığı sansür, sadece yukarıda adı geçen ülkelere özgü değil. Hatırlarsanız, Dan Brown' un yazdığı ve yazarın kendisi tarafından bizzat açıkladığı "Da Vinci Şifresi" kurgusal bir romandır söylemine karşılık, kitapta Hz. İsa ile ilgili tarihi sırlar ve Da Vinci' nin eserlerinde bu sırlarla ilgili ipuçları  bıraktığını yazması nedeniyle başta Roma Katolik Kilisesi olmak üzere bir çok ülke adı geçen kitabı yasaklamıştı. Ülkemiz hariç.
Bir diğer kitap ki, adı çok fazla duyulmamış, din veya kutsal metinlerle ilişkili değil, ama bir ülkenin milli değeri kabul edilen şairle ilgili olduğu için kendi dilinde basılması uygun görülmüyor. Kitabın adını merak ettiniz değil mi? Adı: Şeytan ve Şair, yazarı.: John Underwood.
600 sayfalık kitabı okudum. Roman; ünlü İngiliz Şair Shakespeare' in soneleri, oyunları, tragedyalarıyla ilgili sırların gün ışığına çıkmasına yardımcı olabilecek gerçek belgelere dayandırılmış, ezber bozan bir roman. Ezberi bozmak zor olduğu gibi, sanırım, gerçekler bazen korkutucu olabiliyor. Çünkü, kitabın arkasında şöyle yazıyor: " Şimdiye kadar altı dile çevrilse de yazarın Şeytan ve Şair adlı kitabını, ilk olarak İtalya yayımlama cesareti göstermiş ve kitap çok satanlar listesinde yer almıştır. Ancak içeriği dolayısıyla İngiltere ve Amerika' daki yayınevleri, kitaba temkinli yaklaşmaktadır.Henüz anadilinde yayımlanmamış, bir kitabın çevirisiyle çok satanlar listesinde yer alması ise edebiyat dünyasında bir ilk niteliğindedir."

Sonuç olarak; dünyadaki en ileri demokrasilerde bile, düşünce özgürlüğünü özgürce kullanabilmenin sınırsız olduğunu söyleyemiyoruz. Yasakçı zihniyet, şu veya bu nedenle yasaklayarak veya sansürleyerek zihinlere engel koyabileceğini sanıyor. Tarihi doğru okuyanlar bilirler ki, yasaklar ve sansür uzun vadede hiç bir işe yaramıyor. Aksine, yasaklanan şeyi cazip hale getiriyor. Bu konuda, güzel ülkemin geleceğine ilişkin hala umudum var; yasaklar ve sansürle ilgili eleştirilecek yanları olsa da...En azından, yukarıda bahsettiğim iki kitabı satın alıp rahatça okuyabildim. Bazı ülkelerde tepkiyle karşılanan söz konusu film hala vizyonda. Bu da umut verici değil mi?