GÜZ SONATI EŞLİĞİNDE NASIL DÖNÜŞÜRÜZ?
Sevgiyle ilk tanıştığımız yer neresi? Annemizin kucağı mı? Her anne bilinçli bir tercih olarak mı evlat sahibi olur? Kurduğumuz bu bağ sadece bir genetiğin sonucu olamaz mı? Yaşamın döngüsü içinde gerçekleşen bir biyolojik olay… Anne… Baba… Evlat… Sahi kim yüklüyor bu rollere anlamları? Herkese göre olması gerekeni, “ideali" kim çiziyor? Ve neden insanların sırtlarına ağır ağır yüklüyoruz alt tarafı sahip oldukları bir rolü? Beklentiyle açıyoruz kalbimizi, koşullarla sunuyoruz sevgimizi.
Hayata bir sahnede açıyoruz gözlerimizi. Roller çoktan dağıtılmış, replikler ezberletilmiş oluyor. Ruh, kimlik denilen dar kalıplara sıkıştırılıyor; görevler kutsanıyor. Sevgi şartlı, suçluluk kalıcı, itaat erdem sayılıyor. Öz benlik sessizce geri çekiliyor. Biz ise “olmamız gereken”i oynuyoruz: Düzenin yazdığı karakteri...
Sonrası, hiç doymayan bir açlık.
Ne kadar verdiğini sansan da karşılığı olmayan, tatmin edilmemiş beklentiler… Doğallığını yitirmiş bir sevgiye muhtaç, yaralı insanlar topluluğu. Adını aile koyduğumuz bu yapı, çoğu zaman birbirine bakıp da birbirini göremeyenlerden oluşuyor.
Peki ya biri, kendisine biçilen rolü reddederse? Sadece kendi sesiyle konuşmaya, kendi ritmiyle yürümeye cesaret ederse? “Olması gereken” hayatı yaşayamamak gerçekten bir çöküş müdür, yoksa yaratıcı bir kırılma mı? Sevilmekle değer kazanmadığına inanan bir bilinçten, yaşama değer katmayı dert edinen bir hayat filizlenmez mi? Bu yol insanı daha sahici, daha özgün kılmaz mı? Aradığı anlamla daha erken karşılaştırmaz mı?
Ingmar Bergman’ın Güz Sonatı işte tam da bu soruları, yüksek sesle bağırmadan, bir anne ile kızın arasına sıkışmış sessizlikler üzerinden sorar. Evet, yazının devamı spoiler içerir. Ama içersin. Bu filmi izlemeden de okuyun. Çünkü bu bir suçun failini aradığımız film değil. Kuralları kimin koyduğunu teşhir etmeye çalışan bir dava hiç değil. Bu, her aynaya baktığımızda yeniden oynayan bir film. Zaten var olan ama hâlâ dönüşmeyi bekleyen.
Filmde Eva, içe dönük, kırılgan ve bastırılmış duygularla yaşayan bir kadındır. Annesinin ilgisizliği ve eleştirileriyle büyümüş olmanın izlerini taşır. Sessiz görünümünün altında derin bir öfke, hayal kırıklığı ve kabul edilme ihtiyacı vardır. Film boyunca annesiyle yüzleşerek kendi acısını dile getirmeye çalışır. Eva, sessizliği ve sakinliğiyle tanımlanan, duygularını uzun süre içinde tutmuş bir karakterdir. Hayatı boyunca uyum sağlamayı, incitmemeyi ve beklentileri karşılamayı öğrenmiştir. Bu tutum, bir zayıflıktan çok, çocuklukta gelişmiş bir hayatta kalma stratejisi olarak görülebilir. Duygularını bastırarak denge kurmayı seçmiştir.
Annesiyle ilişkisi, Eva’nın kendilik algısını derinden etkilemiştir. Sevilme ve görülme ihtiyacını açıkça talep etmek yerine, bunu içselleştirmiştir. Bu da onun duygusal dünyasında yoğun bir yalnızlık yaratır. Eva, acısını dramatize eden ya da dışa vuran biri değildir; onun kırılganlığı sessiz, sabırlı ve derindir. Eva’nın yüzleşme anları, bir saldırıdan çok anlaşılma arayışıdır. Konuştuğunda amacı suçlamak değil, yıllardır kelimeye dökemediği duygulara biçim vermektir. Öfkesi vardır, ama bu öfke yıkıcı değil; geç kalmış bir dürüstlük gibidir.
Bergman, Eva’yı “kurban” olarak idealize etmez. Onu, geçmişin yükünü taşıyan, buna rağmen bağ kurmaktan vazgeçmeyen bir insan olarak resmeder. Eva’nın trajedisi, kırılganlığında değil; uzun süre kendini geri plana koymuş olmasındadır.
Anne Charlotte ise ünlü ve başarılı bir piyanisttir. Güçlü ve kendine odaklıdır. İşine büyük bir tutkuyla bağlıdır. Sanatını kendini ifade etme aracı olarak görür. Ve bu nedenle sanatını ve kariyerini annelik sorumluluklarının önüne koymuştur. Yaşamını müzik ve sanat üzerinden kurmuştur. Disiplinli, çalışkan ve zihinsel olarak güçlüdür. Sanat onun için sadece bir meslek değil, var olma biçimidir. Bu yoğun odaklanma, duygularını ifade etme ve başkalarının duygularını sezme biçimini şekillendirmiştir.
İnsanlarla ilişkilerinde çoğu zaman akıl ve kontrol ön plandadır. Duygusal yakınlık kurmakta zorlanır; bunun yerine analiz etmeyi, açıklamayı ve rasyonelleştirmeyi tercih eder. Bu tavrı, özellikle anne rolünde mesafe olarak algılanır. Ancak bu mesafe, bilinçli bir sevgisizlikten çok, kendi sınırlarını ve kırılganlıklarını koruma biçimi olarak adlandırılabilir. Charlotte geçmişte verdiği kararlarla —özellikle annelikle kariyer arasındaki tercihleriyle— yüzleşmekte zorlanır. Suçluluk duygusu taşısa da bunu açıkça ifade etmek yerine savunmacı bir dil kullanır. Bu da onu soğuk değil ama duygusal olarak erişilmesi güç bir karakter haline getirir.
Bergman, Charlotte’u “kötü bir anne”den ziyade, kendi kapasitesi ve eksiklikleriyle sınırlı bir insan olarak çizer. Onun trajedisi, sevememesi değil; sevgiyi nasıl göstereceğini ve paylaşacağını tam olarak bilememesidir.
Film boyunca, bu iki karakterin birbirine yönelttiği eleştiriler, kimi zaman bir Chopin Prelüdü’nün tuşlara dokunan hüzünlü tereddüdünde, kimi zaman ayrı odaların sessizliğine gömülen yarım cümlelerinde, kimi zamansa fırtına koparmaya cesaret edememiş düşüncelerin titreye titreye karşılıklı bakışlara sığdırıldığı anlarda kendini açığa vurur. Film sonunda ise, anne ile kız, kendilerine yıllar boyunca biçilmiş rollerin dar kalıplarından sıyrılarak, kimliklerine uzaktan ve daha sakin bir yerden bakmayı öğrenir. Birbirlerinden bir şey talep etmektense, yalnızca sevebilme niyetlerini, tüm kırılganlıklarıyla ve cesaretle dile getirdiklerinde bir hafifleme çöker üzerlerine.
Eva, yıllardır içinde biriken öfkenin annesinin evinden ayrılmasına sebep olduğunu fark ettiğinde derin bir acıyla yüzleşir. Bir mektup yazar; artık annesinden sevgi beklemek yerine, sevginin sorumluluğunu kendi omuzlarına alacağını, onu kaybetmeyeceğini söyler. Bu satırlarda Eva, sevginin kurbanı olmadığını, susarak, bekleyerek, içinden konuşarak çocukça bir ısrarın içine hapsolduğunu idrak eder.
Böylece kocası Viktor’un filmin başında işaret ettiği o noktaya varır: Büyümek, özlemekle yetinmek değil; hayallerini ve umutlarını taşıyabilme cesaretini gösterebilmektir. Eva, filmin sonunda acısıyla yüzleşip ondan kaçmayı bırakır; özgürleşerek büyür. Ve aslında neye ihtiyacı olduğunu nihayet anlar: Tıpkı annesi gibi, tutkuyla ve aşkla bağlanabileceği bir amaca—yalnızca ve yalnızca ona. Ve bunun yolu, Charlotte’un Chopin’nin eseri için söylediği gibi, “onunla kendi mücadeleni verip zafere ulaşmasıdır.”
Film, tüm akışı boyunca bize sessiz ama ısrarlı bir hakikati fısıldar: İnsanı içsel yalnızlığa mahkûm eden kader değildir; duygusal olarak büyümeyi erteleyen o çocukluk hâlidir. Belki de bu yüzden çağımızda bu kadar çok insan kendini yalnız sanır. Oysa yalnızlık her zaman bir ceza değildir; henüz ilişki kurmayı öğrenememiş, duyguda olgunlaşmamış ruhlara tanınmış bir bekleme süresidir.
Eleştiri, egonun eline geçtiğinde yargıya dönüşür; egodan arındığında ise aydınlatır. Ego ile kurulan eleştiri daraltır, sınırlar çizer; egodan azade olanı ise alan açar, genişletir. İlki benliği savunur, ikincisi hakiki duyguyu görünür kılar. Maalesef ki eleştirinin büyük kısmı egodan beslenir; farkındalık payına düşen ise inceliklerle donatılmış küçük bir ışıktır. Dilerim hepimizin yolu, egonun sertliğini geride bırakmış; sözüyle yaralamayan, farkındalığıyla usulca uyandıran, ışığımız olan ruhlara düşsün.
Ve farkındalık, tıpkı bir sonat gibi kendi iç dünyasında yol alır; kimi zaman sessizce düşündürür, kimi zaman fırtına gibi duygularını açığa çıkarır. Bölümleri, onun yaşadığı sevinç, keder ve çatışmaların izlerini taşır; melodileri, ruhunun derinliklerinde verdiği mücadeleyi ve bulduğu zaferi dile getirir. Her notasıyla konuşur, her sessizliğiyle düşündürür; zamanın ötesinde bir varlık gibi, insanın kendisiyle yüzleşmesini sağlar. Ve nasıl başlarsa öyle biter; aynı özle ama artık farklı bir ruhla...
Konuk Yazar: Özüm Arda Sefer

Bergman keske gorseydi bu yaziyi ;)
YanıtlaSil