30 Eylül 2023 Cumartesi

 


İNSANLAR, MEŞE AĞACINI NEDEN ASLA EVCİLLEŞTİRMEYİ BAŞARAMADILAR?




Avcı/yiyecek toplayıcılıktan yerleşik hayata geçen ilk insanlar, yiyecek üretimini başlattılar. Bereketli Hilal (Mezopotamya) yiyecek üretimini başlatan yerlerin başında geliyordu. Bereketli Hilal'de yaklaşık 10.000 yıl önce evcilleştirilmiş olan buğday, arpa, bezelye gibi tarım bitkileri pek çok üstünlüklere sahip olan yaban bitkiler arasından çıktı. Çünkü bunlar yaban haldeyken bile çok fazla ürün veriyordu. Bu tohumları sadece ekmek ve dikmek yetiyordu. Birkaç ay sonra ürün veriyor ve biçiliyorlardı. Bu yiyecek üretimini ilk adımıydı.

Tarım bitkisi geliştirmenin ikinci adımı, M.Ö. yaklaşık 4000 yılında meyve ağaçları ile zeytinsi yemiş ağaçlarını evcilleştirmek oldu. Bunlar arasında zeytin, incir, hurma, nar ve üzüm vardı. Ancak bunlar tahıl ve baklagillerle karşılaştırıldıklarında, onların kusuru dikildikten üç yıl sonrasına kadar ürün vermemeleri ve on yıl sonra tam ürün vermeleriydi. Dolayısıyla bu ürünleri yetiştirmek ancak yerleşik köy hayatına tam olarak geçmiş insanlar için mümkündü. 

Üçüncü adım ise, elma, armut, erik, kirazın da içinde olduğu yetiştirmesi çok daha zor meyve ağaçlarının evcilleştirilmesi oldu. Bunların yetiştirilmesi ve evcilleştirilmesi aşağı yukarı klasik dönemlere kadar gecikti. Roma dönemine gelindiğinde günümüzün belli başlı tarım ürünleri dünyada bir yerlerde üretilmekteydi.

Yiyecek üretimini başaran insanın besin değeri yüksek olmasına rağmen asla evcilleştirmeyi başaramadığı pek çok yaban bitkisi de vardır. Bunların arasında meşe ağacı başı çekiyor. Meşe pelitleri Amerika'daki yerlilerin belli başlı besin kaynağıydı. Avrupa'da da tarlalar ürün vermediği zaman aç kalan köylülerin can simidiydi. Pelitler besleyicidir, bol nişasta ve yağ içerirler. Yenebilir birçok yaban yiyecek gibi pelitlerin çoğunda acı tanin maddesi bulunur. Bunun da çaresini bulmuşlardı. Ya pelitleri öğütüp tanini çıkarıyor ya da ara sıra rastladıkları mutasyona uğramış, tanin oranı düşük pelitleri topluyorlardı. 



Peki pelit gibi böylesine değerli bir yiyecek kaynağını evcilleştirmeyi neden beceremedik?

Meşe ağaçlarının evcilleştirilmesinin üç sakıncası var. Birincisi, çok yavaş büyüyorlar. Bir peliti toprağa ekerseniz en az on yıl ürün vermeyebilir.
İkincisi, meşe ağaçları sincaplara uygun tat ve büyüklükte yemişleri olacak şekilde evrimleşmişlerdir. Sincaplar pelitleri toprağa gömer, sonra da çıkarıp yerler. Ara sıra bir sincabın kazıp çıkarmayı unuttuğu bir pelitten bir meşe ağacı boy atar. Her yıl milyarlarca sincabın saçtığı yüzlerce pelit arasından biz insanlar istediğimiz meşeleri seçme şansını bulamadık belki de. 
Üçüncü olarak da meşede bulunan pek çok genin varlığı. Bademde acılık veren tek bir başat gen olduğundan evcilleştirilebilmiş ama pelitteki pek çok gen evcilleştirilmeyi mümkün kılmamıştır. Yani arada sırada acı olmayan mutasyonlu bir meşe ağacı bulup, onun peliti toprağa gömülse bile meşe pelitinden çıkacak pelitlerin neredeyse hepsi yine acı olacaktır.

Kısacası, sincaplarla baş edip sabırlı olmayı bırakmayarak pelit dikmekte direnen bir çiftçinin hevesini bu bile tek başına kırmaya yeter. Bu üç nedenle meşe ağacı evcilleştirilemedi denilebilir.

Birçok kültürde gücü, kuvveti ve bilgeliği temsil eden bir meşe ağacı gördüğümde, onun dik başlılığını, ele avuca sığmaz, asla evcilleştirilemez hallerini düşünürüm. Ve onu her haliyle sevdiğimi bir kez daha fark ederim. Sevgi de bu değil midir zaten? :)  




Not: Latince adı "Quercus Ithaburensis" olan pelit ağacına yaygın olarak meşe palamudu veya palamut ağacı da denir.


Kaynak: JARED DIAMOND, TÜFEK, MİKROP VE ÇELİK. TÜBİTAK-POPÜLER BİLİM KİTAPLARI. 9. Basım, s: 151-155- 167-168.

Fotoğraflar tarafımdan çekilmiştir. İzinsiz kullanılamaz.



23 Eylül 2023 Cumartesi

 


SONBAHARDA ÇİÇEK AÇAN MAYMUN ÇIKMAZ AĞACI




Antalya'da ilk olarak şehirlerarası otobüs terminaline dikilen ve burada yetiştirilen maymun çıkmaz ağacı, dikenli gövdesi ve sonbaharda çiçek açmasıyla dikkat çekiyor.

Anavatanı Brezilya'dan getirilerek Türkiye'de yetiştirilen Chorisia speciosus ağacı, gövdesinin kalın ve büyük dikenlerle kaplı olması nedeniyle "maymun çıkmaz ağacı" olarak anılıyor. Nesli tükenmekte olan bu ağacın en belirgin özelliklerinden biri sonbaharda çiçek açması. Yılda yalnızca iki baharda çiçek açan maymun çıkmaz ağacı, hem ismi hem de dikenli gövdesiyle dikkati çekiyor. 






Gövdesinin tamamını saran dikenler, dallarında bulunmayan ağaç, pembe ve beyaz olmak üzere iki renkte kokulu çiçekler açıyor. Türkiye'de peyzaj sektöründe oldukça tercih edilen bu ağaç türü, sonbahar aylarında çiçek açınca seyirlik manzaralar oluşturuyor.



Akdeniz Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü'nden Prof. Dr. Osman Karagüzel, bu türden bazı ağaçların bulundukları anavatanında bazı tehlikelere karşı kendilerini korumak için bir tür savunma mekanizması geliştirdiğini, o nedenle gövdesinin dikenli olduğunu anlattı. Meyve tohumlarına zarar verilmemesi için bu türden dikenli bir yapıya sahip olduğunu kaydeden Prof. Dr. Karagüzel, "Sonbaharda ağaçlar yaprak ve çiçeklerini dökerken bu ağaç tam aksine oldukça büyük sayılabilecek çiçekler açıyor. Bunlar hafif kokulu çiçekler. Sonra bu çiçekler meyveye dönüşüyor ve o meyvelerden tohumları toprağa düşüyor dedi. 

Kaynak: haberturk.com






Maymun Çıkmaz Ağacına ait tüm fotoğraflar 1 Ekim 2019'da Antalya/Konyaaltı'nda tarafımdan çekilmiştir. İznim olmadan kullanılamaz.




20 Eylül 2023 Çarşamba

 



SAVAŞ VE AÇLIK BİR ARADA OLURSA




Goethe, "açlık en akıllı balıkları bile oltaya getirir" der. Aç balık karnını doyurmak için oltadaki yeme yüzer, yemi yer ve kancaya takılır. İnsan ve hayvan organizmasında bu denli etkilidir açlık. Öyle ki, açlık hak, hukuk, dost, düşman, anne, baba, bebek, çocuk da tanımaz; sadece aç olanın kendi fiziksel ihtiyacının doyurulmasına bakar. Çünkü organizmanın temel içgüdüsü olan var olma ve hayatta kalmaya odaklanır.

Milyonlarca insanın öldüğü II. Dünya Savaşı hakkında genellikle savaşın ve kahramanca yapılan şehir savunmalarının anlatıldığı onlarca kitap yazılmış, bir o kadar da film çekilmiştir. Ama savaş sırasında öncelikli olarak orduda savaşan askerlerin yiyeceğini düşünmek zorunda kalan savaşan devletler, sivil halkın açlıktan yavaş yavaş ve acılı bir şekilde ölmesini görmezden gelmiştir. Eğer yönetmenliğini Xiaogang Feng'in yaptığı 2012 yılı Çin yapımı  Back to 1942 (1942'ye Dönüş) adlı filmi tesadüf eseri izlemeseydim, II. Dünya Savaşı sırasında Çin'in Henan Eyaleti'nde yaşanan büyük kıtlığı ve resmi rakamlara göre üç milyon insanın açlıktan öldüğünü bilmeyecektim. Çinli yönetmen Feng, tarihe Çin kıtlığı(1942 - 1943) olarak geçen Henan'daki kıtlığı filme çekerek hem tüm dünyaya duyurmuş hem de "doğal afet" nedeniyle oluşan kıtlığın, insan eliyle çıkarılan savaşla birleştiğinde insanlar için iki kat daha ölümcül olduğunu gözler önüne sermiş. 

Filmin konusu şöyle: Film bir radyo konuşmasıyla Çin Cumhuriyeti'nin Eksen Devletler (Japonya, Almanya, İtalya) karşısında Müttefik Devletlerin safında yer aldığını bildirmesiyle başlıyor. Savaş sırasında Çin'i ikinci kez işgal eden Japonlar, Çin'in Henan Eyaleti'ne kadar ilerlemişlerdir. 1942 yılında çekirge sürüleri tarafından yenilen tahıllar ve kuraklık nedeniyle Henan'da halk açlık çekmektedir. Bu nedenle  yerlerini, yurtlarını bırakıp sırf karınlarını doyurmak ve açlıktan ölmemek için mülteci olmayı kabullenerek göç etmektedirler. Henan Eyaleti'nde zengin bir derebeyi olan Fan, bu kıtlıktan etkilenmemiştir. Ambarları tahıl ve yiyecek doludur. Ancak bir gün yiyecek bulmak üzere yola düşen eşkıyalar Fan'ın evini basar ve oğlunu öldürürler. Evini de yakarlar. Evsiz kalan Fan yanına uşağını, eşini, ölen oğlunun hamile karısını ve de kızını alarak diğerleri gibi yola düşer. Uyanık Fan, tedbir olarak sakladığı yiyecek ve paralarını da yanına almıştır ancak yolda soyulur ve zengin derebeyinin, yoksullardan hiçbir farkı kalmaz. Artık yoksullar gibi açlıkla mücadele etmek zorundadır. Filmin ilerleyen bölümlerindeki açlık sahneleri insanın içini çok acıtmakta diyebilirim. Bir kilo darı için karısını, çocuğunu satanların yanında, Fan'ın da16 yaşındaki kızını darı karşılığı geneleve satış sahnesi, "açlığın" ne menem bir şey olduğunu yönetmen, kafamıza balyozla indiriyor sanki. Savaş sırasında ve açlıkla mücadele ederek hayatta kalma savaşı veren mültecilerin göçü esnasında orada bulunan Times muhabiri Amerikalı gazeteci bölgenin içler acısı haline yakından tanıklık eder ve durumu bir rapor halinde gazetesine gönderir.

Filmi izledikten sonra, II. Dünya Savaşı süresince başka kıtlık çeken ülkeler var mı diye kısa bir araştırma yaptım. Bu vesileyle o ülkelerden de bahsetmek istiyorum. Belki o ülkelerde yaşanan açlıkla ilgili de filmler çekilir. Kim bilir?

- II. Dünya Savaşı'nın henüz başladığı 1Ekim 1940'da Yunanistan İtalyan ordusu tarafından işgal edilir. Almanların desteğini alan İtalyan Faşist Diktatör Mussolini, Alman ordusuna gereken erzakı temin edebilmek için depolar, mandıralar, çiftliklere el koyarak yağmalatır. Güç durumda kalan Yunan halkı açlığa mahkum edilir. Birkaç ay sonra da açlıktan ölümler başlar. Sokaklarda açlıktan ölenler kamyonlarla toplanıp toplu mezarlara gömülür. Pire ve Atina'da yaşanan açlıktan dolayı yetmiş bin kişi ölür. Ölümlere seyirci kalamayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 2400 tonluk kuru yük gemisi olan Kurtuluş adlı gemiyle üç kez Atina limanına yardım gönderir. Dördüncü seferinde çok eski bir gemi olan Kurtuluş, yüküyle birlikte batar. Ama başka gemilerle Yunanistan'a birkaç kez daha yardım gönderilir.

- II. Dünya Savaşı'nda (1943 yılında) yankı uyandıran bir başka kıtlık, Britanya Hindistan'ında bulunan Bengal'de yaşanmış. Altmış milyonluk Bengal nüfusunun dört milyona yakın kısmı açlık, sıtma, sağlıksız koşullar, yetersiz beslenme ve nüfusun yer değiştirme gibi nedenlerden artan bir kıtlık ile karşı karşıya kalmış. 

Bengal'de öncelikli konumda yer alanlara mal ve hizmetlere erişim kolaylığı sağlanmış, böylece tahıllara erişim yasağı gelmişti. Bunun yanında uluslararası ithalata erişim, Churchill'in savaş kabinesi tarafından reddedilmişti. Bengal'de her geçen gün insanlar açlıktan ölmeye devam ederken, eyalet hükümeti kıtlığın olduğunu kabul etmiyormuş. Yani kıtlık yok, yardım da yok.

Savaş zamanlarında kıtlık ve açlık insanları öldürürken, barış zamanlarında durum farklı mı peki? Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu'nun (UNICEF) 13 Temmuz 2020'de Roma'da yaptığı toplantı sonrasında hazırladığı rapora göre, "2019 yılında açlık çeken kişi sayısı 690 milyona ulaşmış. Açlık çeken kesime en çok Asya'da rastlanmakla birlikte, açlık en hızlı Afrika'da yayılmaktadır" denilmekte olup açlık sorununun pandemi ile birlikte artarak devam edeceği de vurgulanmaktadır. 


-Film afişi Sinema Türk'ten alındı.




15 Eylül 2023 Cuma

 


TUVALETİN BİLİNMEYEN TARİHİ



Photo: Public Toilets ancient Rome (Antik Roma'da umumi tuvaletler). Italy - Italia Grubu'ndan alındı.


Sabah yataktan kalkar kalkmaz ilk nereye gidilir? Hemen herkesin cevabı aynıdır; tuvalete gidilir, diye. Adı ister WC olsun, ister yüznumara, ister hela, ister klozet,  isterse Türk işi tuvalet, yeme-içme kadar biyolojik bir gereksinim olan boşaltım ihtiyacını karşılarken, hiç kimse tuvaletin tarihini düşünmez. Sanırım, bir tarihinin olduğunun da farkında değildir. Ama tuvaletin çok eskilere dayanan bir tarihi vardır. İlk insanın doğayı kullanarak giderdiği def-i hacet sorunu, insanların avcı-toplayıcılıktan, yerleşik düzene geçtikten sonra nasıl bir değişikliğe uğramıştır? Bugün kullandığımız tuvaletler ne zaman son halini almıştır? Tuvalet kağıdını ilk kimler kullanmıştır? Bu soruların cevaplarını merak ediyorsanız eğer, tuvaletin tarihine kısaca bir göz atmaya ne dersiniz?

NEOLİTİK ÇAĞ

Konya'da bulunan Çatalhöyük Neolitik (yeni taş devri) kenti yaklaşık 9.500 yaşındadır. İnsanlığın gelişiminde önemli bir evre olan yerleşik  toplumsal hayata geçişle birlikte tarımın başlangıcı gibi sosyal değişim ve gelişmelere tanıklık eden Çatalhöyük Neolitik kentinde arkeologların yaptığı çalışmalara göre, Çatalhöyük'te pisliklerin istiflendiği ve evlerin arka bahçelerinde oluşturulan çöplüklere konulduğu kanıtlanmıştı. O dönemde Çatalhöyük nüfusunun 10.000 olduğu düşünülecek olursa bu üst üste yığılan pislik tepelerinin kent sağlığını tehdit ettiği ve salgın hastalıklara neden olduğu söylenebilir.

Tarım devrimiyle M.Ö. 3100 yıllarında İskoçya'nın Orkney adasında yaşayan 100 kadar adalı dışkılarını uzağa götürmeye üşendikleri için biriken dışkı tepeciklerini organik kozalar haline getirerek yeni yaptıkları evlerin yalıtımında kullandılar. Bu insanlar, sonradan evin içine yaptıkları küçük ama uzak odaları tuvalet olarak kullanmışlardı. Odaların bağlandığı ortak bir kanalizasyon sistemi de kazılarda ortaya çıkmıştı. Tuvaletlerin yanında çeşme ya da su kaynağı gibi bir ize rastlanmaması, burada yaşamış olan insanların yıkamaktan çok silmekle temizlendiklerini gösteriyordu. Birçok arkeolojist teorilerinde temizliğin yosun, deniz yosunu ya da etraftaki yapraklarla yapıldığını düşünüyordu.

Kısaca Neolitik Çağ şehir hayatının pilot programıydı; yeni nesillerin örnek alarak geliştirebileceği ilk modellerdendi. Gerçekten de Bronz Çağı beklentileri karşılamıştı.

BRONZ ÇAĞ

İndus Nehri'nin vadisinde yer alan Harappan medeniyetinin şehirleri M.Ö. 2600 yılında kurulmuştu. Harappan halkı temizlik konusuna titizlik göstermiş ve pisliklerini evlerin birbirine bağlı olduğu bir boru şebekesinden geçirerek evlerinden uzaklaştırmışlardı. Borularla gelen pislikler ise derin kazılan çukurlarda toplanmıştı. Evin uzak bir köşesinde tuvalet için ayrılan küçük bir odada oturakların altına açılan bir delik sayesinde tüm akıntı ve pislik direk borulardan kanala akıyordu. Ayrıca kirli banyo sularının bu kanala dökülmesi sifon görevini yapıyordu. Zengin evlerinde görülen bu sistem, fakirlerin evlerinde yoktu ama onlar da çanak şeklinde bir kaba yaptıkları tuvaletlerini arada sırada bu çukurlara boşaltıyorlardı.

Bronz Çağında Mısır'daki yoksul insanlar evlerindeki pislikleri kapılarının önüne yığarak Sahra sıcağında yanmasını beklerlerdi. Tezek diye bildiğimiz bu yığınlar tuğla yapımında ve farklı maddelerle karıştırılarak ısıtma ve yakacak olarak kullanılmıştı. Bugün ormandan yoksun Orta Anadolu köylerinde hayvan gübresinin biriktirilip, güneşte kurutulduktan sonra (tezek) yakacak olarak kullanılması ve evlerin duvarlarının sıvanması işleminin kökeninin Bronz Çağına dayandığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen, kültürel miras aktarımı düşünüldüğünde, tek değişikliğin insan pisliği yerine hayvan pisliğinin kullanılmasının şaşırtıcı bir yanı olmasa gerek.

Antik Yunanlar tuvaletlerini yapmak için bahçeye çıkarlardı. Hatta Aristophanes'in yazdığı "Kadınlar İş Üstünde" oyununda bahçede yapılan tuvaletin şakası yapılmaktaydı. Peki acil durumlarda Yunanlar dışkılama ihtiyacını nasıl karşılıyorlardı? Antik Yunanistan'da umumi tuvaletler bulunmadığı için, dışarıda ihtiyaç gidermek hem ayıptı hem de hoş karşılanmazdı. Tuvaletlerini yapmak için eve gidene kadar tutmak zorundaydılar. M.Ö. 7. yüzyılda yaşayan şair Hesiod, dış mekanlarda tuvalet yapmanın kötü bir durum olduğunu ve tanrıları aşağıladığını söylemiş ve yol kenarlarına, güneşe bakarak ya da gece tüm tanrıların uyanık olduğu anlarda tuvalet yapmanın büyük bir ayıp olduğunu da eklemişti. Tuvalet yapmanın en uygun saatleri şafak vakti ya da alacakaranlık zamanıydı. 

Romalılar ise umumi tuvaletler konusunda Yunanlara göre daha hoşgörülüydüler.  Roma halk tuvaletleri (forica) insanların ihtiyaç gidermek için oturdukları uzun banklardan oluşuyordu. Banklardaki deliklerden aşağıdaki kanala akan pislikler toplu yerleşimden uzağa taşınıyordu. O dönemde Roma'da 144 adet halk tuvaleti bulunuyordu.

Antik Roma'da lavabolar ve çeşmeler tuvalet olarak kullanılan odaların köşelerine yapılıyordu, atık kanalları da zeminin en kenarından giderek hijyenik koşulları oluşturuyordu. Ancak kanaldan yükselen pis kokuyu gidermek için kimsenin yapabileceği bir şey yoktu.

Antik kanalizasyonların arkeolojik keşifleri neticesinde, kanallarda birçok kirli bezle karşılaşılmıştı. Tarihi kaynaklara göre bu bezler bir çubuğun üzerinde duruyordu. Tarihçilerin yaptığı açıklamaya göre muhtemelen bu bezler, odanın kenarlarından akan suda yıkanıyordu ve sirke dolu bir kase içinde bekletilip kokusu en aza indirilmeye çalışılıyordu. Ama sağlıklı olması imkansızdı.

Kanalizasyonlar Roma mühendisliği için muazzam örnek teşkil etse de bu teknoloji tüm halka açık değildi. Kullanım izni ancak ücretini ödeyenlere tanınıyordu. Romalı zenginlerin evinde tuvalet için ayrı bir oda vardı. Yunanlar gibi Romalılarda da ev içi tuvaletler statü göstergesiydi. Bu nedenle tuvaletler som altından yapıldığı gibi elmas taşlarla da süsleniyordu. Gariban Romalılar ise hacetlerini kaselere yapıp pencereden dışarı boşaltıyorlardı. 

ORTAÇAĞ

Tuvalet konusunda insanoğlu çok kısa sürede zirveye ulaşmıştı. Roma İmparatorluğu çökünce, kendisiyle beraber tuvalet ve temizlik alışkanlıklarını da alıp götürmüştü. Atık su akan tepecikler, umumi tuvaletler ya da çubuklara bağlı bezler yoktu.

İslam dini hijyeni çok ciddiye alıyordu ve tuvalete gittikten sonra mutlak temizlenerek oradan çıkmak zorunluluğu vardı. Hz. Muhammed'in hadislerinden birinde eğer gerekirse çakıl taşlarıyla bile taharet yapılabileceğini söylüyordu. Yani ilk olarak Araplar küçük taşları tuvalet kağıdı olarak kullanmışlardı. Ortaçağda tuvalette temizlenmek için Mısırlılar papirus, Romalılar parşömen kullanırken Uzakdoğu'da Çinliler ucuz kalitede kağıt kullanıyorlardı. 

Japonlar nehir kıyısına yaptıkları evlerinden tuvaletlerini direk suya yapıyorlardı. Antik Japon dilinde kawa-ya(nehir evi), tuvaletlerin su kenarlarına inşa edildiklerini gösteriyordu.

Ortaçağda suya atık bırakan sadece Japonlar değildi. İngiltere'deki Londra köprüsünün üzerine boylu boyunca umumi tuvaletler yapılmıştı. Ve bütün dışkılar ve idrar köprünün altından akan Thames Nehri'ne dökülüyordu. Atıklar nehre düştüğü için köprü her zaman temiz gözüküyordu. Böylece ne kanalizasyona ne de çukura gerek yoktu. Nehir pisliği şehirden alıp uzaklaştırıyordu.

SOYLULAR

VIII. Henry, tuvaletini temizlemek için tuttuğu çalışanına "Kakanın Dadısı" ismini vermişti. Çalışanın tek görevi kralın soylu atığını temizlemekten ziyade, çıkardığı gazı koklayarak ve kakayı inceleyerek herhangi bir hastalık olup olmadığını bulmaktı. Maaşı çok yüksek olan bu dadılık o zamanın İngiltere'sinde son derece prestijliydi. Çünkü krala en yakın olan kişi, "kakanın dadısı"ydı. :)

Kral VIII. Henry'nin kızı I. Elizabeth'in torunu olan Sir John Harrington 1590'lı yıllarda sifonlu tuvaleti icat etmişti. Torununun zekasıyla büyülenen I.Elizabeth, bu soylu icadı hemen Richmond Sarayı'na yaptırmıştı. Sir John Harrington tuvalette zaman geçirirken okumak için tuvaletin yanına bir de gazete ve dergilik eklemişti. Yani bugün klozette otururken dergi ya da gazete okuyorsanız bunu Sir Harrington'a borçlusunuz. :)

Fikirleriyle Protestanlığın ilk adımlarını atan Alman Keşiş Martin Luther, rahatsızlığı nedeniyle tuvalette saatlerce ıkınmak durumunda kaldığı için ofisinin içine kalıcı bir tuvalet yaptırmıştı. Arkadaşlarına yazdığı mektuplarda, tuvalette verdiği savaşı  anlatıyor, bok üzerinden şeytana suçlamalar yapıyordu.

Fransa'da durum ise içler acısıydı. Kral XIV. Louis kendisini ziyaret etmek için Versay Sarayı'na gelen soyluları tuvalet odasında ve oturak üstünde karşılardı. Ve devlet işlerini burada konuşurdu. 1684 yılına kadar bu durum devam etti. XIV. Louis nereye gitse yanında seyyar bir tuvaletçisi her zaman vardı. Yani kral herkesin ortasında rahatça tuvaletini yapıyordu. 

XIV. Louis'in öldüğü günlerde bir yasayla saray koridorlarında haftada bir atık temizliği yapılacaktı. Saray koridorlarına atık bırakanlar sadece saraya gelen yabancılar değillerdi. Bir defasında kralın annesinin de bir resmi binanın bahçesine tuvaletini yaparken görülmüştü. O nedenle insanların merdiven altı gibi yerlere tuvaletini yapması genel bir olaydı. 

Kralla birlikte Fontainebleau sarayına gidenler, tuvaletlerin sadece dış mekanlara yapılabildiğini göreceklerdi. Yani lortlar ve leydiler sokaklara ve bahçelere tuvaletlerini yapıyorlardı. Bir rivayete göre, kanalizasyon çalışması yapılmadan önce, Paris sokakları insan dışkısından oluşan derelerden geçilmiyordu. Bu dışkı ve pislikler pantolon paçalarına bulaşmasın diye ilk topuklu ayakkabıları erkekler giymişti. Daha sonra bacakları güzel ve boyu uzun gösterdiği için kadınlar da topuklu ayakkabı giymeye başlamıştı.

16. ve 17. yüzyıllarda orta sınıf evlerde Jerry adı verilen koyu renkli lazımlıklar bulunuyordu. Jerry'nin portatif olması 18. yüzyıl salonlarında bile işe yarıyordu. Yemek yiyen soylular sıkıştıklarında hizmetçileri lazımlıklarını getiriyor ve odanın bir köşesinde soylular sıkıntılarını atıyordu. Tuvalete gitmiyordunuz, tuvalet size geliyordu. Bir tarafta yemek yiyenler, diğer tarafta def-i hacette bulunanlar aynı odada bulunmaktan hiç rahatsızlık duymuyorlardı.

18. yüzyıldan itibaren ayrı bir tuvalet fikri hızlıca yayılmıştı. Özellikle evlerin arka bahçesine konulan ve dış oda denilen tuvaletlerin altına çukur kazıyorlardı. Atıklar bu çukurda toplanıyordu. Ez kaza çukura düşen (ki sıkça düşen oluyordu) olursa, çıkabilsinler diye tuvalete halat koyuyorlardı.

Sir John Harrington'un 16. yüzyılda icat ettiği sifonlu tuvaleti sadece büyükannesi I. Elizabeth'i şaşırtmak için yapmıştı ve sadece iki adet üretmişti. Dolayısıyla buluşu dünyaya yayılmamıştı. Ama sifonlu tuvaletler yine Britanyalılar tarafından icat edilmişti. 1775 yılında Alexander Cumming, sifonlu tuvaleti icat etmesinin yanı sıra deliğe bağlı boruları S şekline getirip kokuyu da yok etmeyi başarmıştı. İşte bugün kullanılan klozetlerin babası  Alexander Cumming idi. Artık ev sahipleri hacetlerini tencerelere ve kaselere yapmak zorunda kalmıyorlardı. Bu yeni WC'ler sessizdi, temiz ve kokusuzdu. Daha sonraları yapılan modern tasarımlı evlere su tesisatları döşendikçe, sifonlu tuvaletler de yeraltına yapılan kanalizasyon borularıyla kokusuz bir şekilde şehir dışına çıkarılmaya başlandı.  20. yüzyılda  ise sifonlu tuvaletlere yapılan küçük uyarlamalarla hem su tasarrufu sağlanmış hem de hijyeni artırmıştı.

Tuvalet kağıdının tarihi, tuvaletin tarihinden ayrı düşünülemez. Çinlilerin 9. yüzyılda tuvalet kağıdı kullandığı biliniyor. Fakat tuvalet kağıdı ancak 1857 yılında New York'lu Joseph Gayetty'nin seri üretimi sonrasında yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Tuvalet kağıtlarındaki ferforje kesikler 1870 yılında, çift kat kağıtlar ise 1940'ta üretilmeye başlanmıştı. 

Tuvalet kağıdı üretimi için yoğun ağaç kesimi yapılıyordu. Bunu önlemek adına 1980 yılında Japonlar elektronik ve akıllı tuvalet kağıdı üreterek ağaçları kurtardılar. Bu elektronik tuvalet kağıdı önce spreyi ile temizlik yapıyor ardından üflediği havayla nemi yok ediyordu. Bu yüksek teknoloji aleti, tam anlamıyla kıçlardan elleri çekmiş ve kağıt kullanımını azaltmıştı. Ülkemizde bu son teknoloji tuvalet kağıdı kullanımı var mı, varsa nerelerde kullanılıyor herhangi bir bilgim yok. Bilgisi olan varsa yorum yazabilir ve katkı sağlayabilir.

Not: WC (Su klozeti, Water Closet)

 

Yazıyı hazırlarken yararlandığım kaynak: Greg Jenner - BİR GÜNDE BİR MİLYON YIL, Taş Devrinden Telefon Çağına Gündelik Yaşamın Merak Edilen  Tarihi. Çeviren: Kerem Efendioğlu. indigo kitap.