OĞUZ ATAY'DAN SEÇTİĞİM 10 ÖZLÜ SÖZ
OĞUZ ATAY'DAN SEÇTİĞİM 10 ÖZLÜ SÖZ
OSMANLI'DA YETİŞTİRİLİRKEN GÜNAH SAYILDIĞI İÇİN AĞAÇLARI YAKILAN AVOKADO MEYVESİNİN HİKAYESİ
Avokadonun anavatanı Meksika'dır ve tarihi MÖ. 10 bin yılına kadar dayanır. Timsah armudu da denilen bu meyve oval şeklindedir ve armuda benzer. Oldukça da besleyici bir meyvedir. Tropikal iklimde yetişen avokado, bugün Türkiye'nin Akdeniz bölgesinde de yetiştirilir. Peki ya çok önceden de yetişiyordu desek?
Evet, yaklaşık 300 yıl önce Osmanlı'da da avokado yetiştiriliyordu. Osmanlı döneminde yaşayan 1688 doğumlu Molla Kamil Efendi, din alimi olmasına rağmen pozitif ilimlerle de ilgilenen biridir. Hatta ailesinin itiraz etmesine karşın eğitim almak için Roma ve Paris'e gitmiştir.
Molla Kamil Efendi, buralarda özellikle nebatiye ve ziraat ilimlerinde eğitim almış ve İstanbul'a geri dönmüş. Ağabeyinin aracılığıyla da sarayda bostancıbaşının yanında çalışmaya başlamış. Çalışkan ve azimli Kamil Efendi'nin dikkatleri üstüne çekmesi 1720 yılında yaşanan bir olaya dayanıyor.
Bu tarihte İstanbul'daki lale bahçelerinde nedeni anlaşılamayan bir hastalık tüm laleleri mahvetmiş. Dönemin sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da bu meseleyi çözmesi için Kamil Efendi'yi görevlendirmiş. Kamil Efendi de öğrendiği bilimsel yöntemlerle lalelerdeki hastalığı tedavi etmiş ve "Halaskaran-ı lalezar" lakabı ile sarayın takdirini kazanmıştır.
Ayrıca Kamil Efendi'ye mükafat olarak da Yalova'da ziraat çalışmalarını yapması için arazi tahsis edilmiştir. Kamil Efendi'nin burada yaptığı en ilginç çalışma ise Fransa'da görüp çok beğendiği avokadoyu Anadolu şartlarında yetiştirmeye çalışması olmuştur.
Uzun uğraşlar sonucunda avokadoyu Yalova'da yetiştirmeyi başarmış ve mahsulünü saraya takdim etmiştir. Kamil Efendi bunu yaparken avokadonun faydalı olduğunu, leziz bir tada sahip olduğunu söylemiş.
Meyvenin tadını beğenen Sadrazam Damat İbrahim Paşa, verdiği davetlerde davetlilere avokadoyu ikram etmeye başlamış ve moda haline gelen bu egzotik meyve kısa zamanda İstanbul seçkinleri tarafından benimsenerek sofralardaki yerini almıştır. Kamil Efendi halkın da istifade etmesini istese de bu meyve halka inememiş, sadece yüksek zümredekiler arasında tüketilmiştir.
Ancak "avokado modası" çok uzun sürmemiştir. Tarih 1730 yılını gösterdiğinde İstanbul'da Patrona Halil ayaklanması çıkar ve isyancılar Damat İbrahim Paşa ve Kamil Efendi'yi zulmederek öldürürler.
Ayaklanmaya katılan bir grup, avokadonun timsah ile ağacın birlikteliğinden olduğu söylentisini yaymıştır. Avokadonun mekruh olduğu, Müslüman memlekette üretilmesinin ve yenilmesinin caiz olmadığı fetvası verilince de Yalova'daki bütün avokado ağaçları yakılarak tahrip edilmiştir.
Türk tarihinde modern bir anlayışla çalışan, bu bilim adamının yaptıkları böylelikle bir grup yobaz tarafından engellenmiştir. Avokadonun faydalı bir meyve olduğunu tekrar keşfetmemiz ve ülkemize geri gelmesi de 250 seneyi bulmuştur.
Kaynak: onedio.com
Fotoğraflarda görülen avokado ağaçları, tarafımdan 13 Haziran 2022'de Kemer'de çekilmiştir.
KİM MİLYONER OLMAK İSTER? (MİLYONLUK SORUYA FARKLI BİR BAKIŞ)
Kenan Işık'ın sunduğu zamanlarda üç kez başvuru yapıp da yarışmaya çağrılmadığımdan beri, "Kim Milyoner Olmak İster?" yarışmasını izlemiyorum. Ya sorularına verdiğim cevapları beğenmediler ya da son okuduğum kitabın adını. Bilemiyorum ama beni çağırmadılar işte. Zaten konu bu değil; içimde ukde olarak kaldığı için yazıyorum..
İki gündür adı geçen yarışmaya katılan ve bir milyonluk soruyu açtıran, 20 yaşındaki Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Batu Alıcı ile ilgili sosyal medyada sıkça paylaşımlar yapılıp, Batu göklere çıkarılınca, okuduklarım ilgimi çekti. Ve videodan bir milyonluk soruyu izledim. Keşke izlemez olaydım. Çünkü son soruya kadar gelmiş olan üniversiteli gencimiz, ne yazık ki kendi kültürüne ne kadar da yabancı diye düşündüm ve üzüldüm.
Bir milyonluk soru şöyle:
Hangisi "Dede Korkut Hikayeleri"ndeki karakterlerden biri değildir?
A: Bala Hatun B: Banu Çiçek
C: Bamsı Beyrek D: Bayındır Han
Düşünceme göre, bir milyonluk soru gerçekten kolay ve makul bir soruydu. Tabii eğer, çocuğunuza dünya masallarının yanında Türk Kültürü'nün temel taşlarından biri kabul edilen Dede Korkut Hikayelerini okuyup ya da anlattıysanız. Bunun yanında da okulda, olmazsa evde kendi tarihimizi ezberletmek yerine doğru düzgün bir şekilde genç nesillere aktarabildiyseniz. O zaman, Bala Hatun'un kim olduğunu bilir, diğer üç şıkkın Dede Korkut Hikayelerinde geçen hayali kişiler olduğunu ayırt edebilirdi.
Dede Korkut hikayelerinin önemine binaen kısa bir bilgi vermeliyim, ki neden tepki koyduğum anlaşılabilsin.
Dede Korkut hikayeleri, giriş ile birlikte 12 hikayeden oluşmakta ve hikayeler çeşitlilik göstermektedir. Çocukluğumda büyüklerimden dinlediğim, Tepegöz ve Deli Dumrul hikayelerini asla unutmadım. Bu hikayeler, Türk kültürüne ve hayat tarzına ışık tutan ve sözlü olarak nesilden nesile aktarılan tarihi belge niteliğindedir. Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, savaşlardaki yiğitliklerini arı bir Türkçe ile dile getirir. Dede Korkut'un kahramanları iyiliği ve doğruluğu öğütler. Türk milletinin birlik ve beraberliğini, dayanışmasını öne çıkarır.
Dede Korkut'un Türk boyları arasında dilden dile dolaşan hikayeleri XV. yüzyılda Akkoyunlular devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür.
Kültürümüz açısından bu kadar önemli olan Dede Korkut Hikayelerinin bilinmemesini hoş karşılamıyorum. Dolayısıyla, yarışmada bir milyonluk soruyu açtıran ama sorunun cevabını bilemeyen Batu Alıcı adlı gencimizin başarısının abartılacak bir yanı olmadığını düşünüyorum. Bu bağlamda, eğitim sistemimizin nereden nereye geldiğini ya da gelmediğini sorgulamanın tam zamanı diyorum..
Eserlerini Bengal dilinde veren Hintli şair, yazar, ressam ve mistik Hindistan'ın önde gelen yaratıcı sanatçılarından biri olan Rabindranath Tagore için eğitim, kurtuluşun mayasıydı, ama eğitim milleti kökünden uzaklaştırmamalıydı. Batı'nın teknolojisi, tıbbı, fenni alınmalıydı, kültürü değil. Her millet kendi kültürünü yaşamalıydı. Dışarıdan gelen unsur milleti ancak taklitçi yapardı. Bir mektubunda oğluna diyordu ki: "İyilik ve kötülük kavramlarını aklından çıkarma. Başkalarının sözleri, eylemleri seni etkilemesin. Modern dünyanın göz alıcı yapaylıkları seni bozmasın, yalın ve düz bir yaşam sür, zengin sarayına da, yoksulun kulübesine de gönül rahatlığıyla, açık alınla gir. Hindistan'ın dışı yoksul, içi zengindir, ona göre yaşa."
Güzel ülkemizin ise hem dışı hem de içi zengindir. Bu zenginliği bilip, farkında olarak yaşamamız gerekmez mi?
Not: Bir milyonluk, yukarıdaki sorunun doğru cevabı, Bala Hatun'dur. Bala Hatun, Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi'nin eşi ve Şeyh Edebali'nin kızıdır.
BÜYÜK ARAP İSYANINI BAŞLATAN ŞERİF HÜSEYİN KİMDİR?
Osmanlı'da bir seferde kaybedilen en büyük toprak kaybı Birinci Dünya Savaşı sürerken, Haziran 1916'da Şerif Hüseyin'in öncülüğünü ve liderliğini yaptığı Arap İsyanı ile gerçekleşmiştir. İngilizlerle işbirliği yapıp yüzyıllardır tebaası olduğu Osmanlı Devleti'ne karşı isyanın başını çeken Şerif Hüseyin ve dört oğlu, isyanın amacına ulaşması için canla başla çalışmışlardır.
Bu ön bilgiden sonra, okuduğum İsmail Köse'nin "ŞERİF HÜSEYİN-BÜYÜK OYUNUN KÜÇÜK AKTÖRÜ" kitabından yararlanarak isyanın elebaşı Şerif Hüseyin kimdir, neler yapmıştır sorularına cevap arayanlar için kısa bir özet yazacağım. Belki o zaman, aziz milletimiz tarafından unutulmayan ve tekrarlanan Birinci Dünya Savaşı'nda "Araplar, Türkleri arkadan vurdu" söyleminin nedeni daha iyi anlaşılır diye umuyorum.
Şerif Hüseyin Hicaz'da emirlik için karışıklık çıkarmaması için padişah II.Abdülhamid tarafından 1883-1908 yılları arasında İstanbul'da ikamete mecbur tutulmuştur. 1908'de II.Meşrutiyetin ilanıyla II.Abdülhamid tahttan indirilip, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin iktidarı ele geçirmesiyle de Şerif Hüseyin Hicaz Emiri olarak atanmıştır. Osmanlı Sultanları tarafından Hz. Muhammed'in soyundan gelenler, Hicaz'a emir olarak atanıyorlardı. Hicaz'a vali(Emir) atama kuralı, Yavuz Sultan Selim zamanından 1916'ya kadar dört yüz yıl yürürlükte kalacaktır.
Hicaz'a emir ataması, Hz.Ali'nin iki oğlu Hz. Hüseyin soyundan seyyidler ya da Hz. Hasan soyundan şerifler arasından yapılmakta ise de Osmanlı dönemi dahil emirlik görevini şerifler üstlenmiş, seyyidler bu göreve getirilmemiştir. İlk Mekke Emiri Hz. Hasan soyundan Şerif Musa bin Abdullah olup emirlik babadan oğula geçerek devam ediyordu.
Şerif Hüseyin'in; özünde kurnaz, ihtiraslı, sert, gaddar, acımasız ve güvenilmez bir kişiliğe sahip olduğunu belirten yazar, şöyle devam eder: "Şerif Hüseyin'in güvenilmez, düalist karakterini, açığa çıkmadan önce tespit edebilen kişilerin başında II.Abdülhamid ve İngiliz istihbarat elemanları gelir. Bunun da etkisiyle İngilizler, savaş sonrasında Arap Yarımadası'nın idaresine Şerif Hüseyin'i değil; kendilerine daha sadık olan Suudları getirmeyi yeğlemişlerdir. Şerif Hüseyin yıkılması için büyük bir şevkle çalıştığı Osmanlı İmparatorluğu'nun enkazı altında kalarak her şeyini kaybetmiştir. Bundan sonra da katkıda bulunduğu enkaza değil kaybettiklerine hayıflanarak ömrünü tamamlamıştır."
İttihat ve Terakki'nin 1908'de iktidara gelmesinden sonra "Paşalık" payesi vererek Mekke Emirliği'ne atadığı Şerif Hüseyin'in 1908-1916 yılları arasındaki faaliyetleri sonucunda on binlerce Osmanlı askerinin katline sebep olmuş ve Irak, Filistin, Suriye ve Hicaz'ın İngilizler tarafından kolaylıkla işgalinin yolunu açmıştır.
Hicaz Bölgesi Osmanlı Devleti'ne tarih boyunca ne asker ne de vergi vermiştir. Buna karşın hazineden sürekli finanse edilmiş, kutsiyetine saygıdan kaynaklanan imtiyazlı bir statüde yönetilmiştir. Hicaz halkı kendisine sağlanan ayrıcalıklardan fazlasıyla istifade etmiştir. Buna rağmen İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı'nın en zor döneminde (1916) isyan ateşleri yakarak, Osmanlı askerlerini arkadan vurmuşlardır.
Şerif Hüseyin isyan ederken bütün Arapların kendi hanedan yönetimi altında toplandığı bir Arap Krallığı hayal ediyordu. Oysa İngilizler, diğer Arap kabile şefleriyle de anlaştıkları için, Şerif Hüseyin 1918 yılında sadece Hicaz bölgesinin idarecisi(Hicaz Cep Krallığı) olarak kabul edilmiştir. 10 Ağustos 1920'de Osmanlı Devleti'nin ve Türk varlığının idam fermanı olan Sevr Belgesi imzalanırken Şerif Hüseyin yönetimindeki Hicaz Krallığı İtilaf Devletleri yanında taraftı. Sevr'in imzalanmasından sonra Hicaz Krallığı resmen Milletler Cemiyeti'nin bir üyesi oldu.
Sevr Antlaşması'nı kabul etmeyen Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları Kurtuluş Savaşı'nı başlatıp zafer kazanınca 1 Kasım 1922'de TBMM'nin kabul ettiği kanunla Saltanat kaldırıldı ve son padişah Vahdettin bir İngiliz gemisiyle ülkeden kaçtı. Amacı Halifelik makamını elde etmek olan Şerif Hüseyin, Malta'da bulunan Vahdettin'i Hicaz'a davet etti ve Halifeliğin kendisine devredilmesini istedi. Halifelik Makamını elde ederse İngilizlere karşı elinde güçlü bir koz olacak ve her istediğini kabul ettirebilecekti. Şerif Hüseyin, Halifeliği devralmadan Vahdettin'i Hicaz'dan göndermemeye kararlıydı. Ancak TBMM tarafından 19 Kasım 1922'de Abdülmecid Efendi Halife seçilince bu kez Halife Abdülmecid Efendi hakkında ressam ve müzisyen olması nedeniyle kara propaganda yapmaya başladı.
TBMM'nin 3 Mart 1924'te Halifeliği kaldırarak son halife Abdülmecid Efendi'yi yurtdışına sürgüne göndermesiyle birlikte Şerif Hüseyin'in Halifelik hayalleri de suya düştü. Buna rağmen Şerif Hüseyin 5 Mart'ta Hicaz'da kendi kendisini Halife ilan etti. Halifelik törenleri sırasında Şerif Hüseyin ile Suudlar arasındaki anlaşmazlık son raddeye vardı. İngilizler artık işlerine daha çok yarayacak olan Suudları desteklemekteydi.
Altı ay önce Halifeliğini ilan eden Şerif Hüseyin, Hicaz Bölgesi'ne çok yaklaşan Suudların baskısı üzerine istifa etti ve yerine oğlu Ali'yi bırakarak Hicaz'ı terk etmek zorunda kaldı. Hicaz halkı Ali'yi sadece kral olarak kabul etti, halife olarak kabul etmediler. Suudlar Hicaz'a egemen oldular. Böylece 10 Haziran 1916 yılında, sabaha karşı sarayının penceresinden bir el ateş etmek suretiyle memuru olduğu Osmanlı Devleti'ne isyan eden Şerif Hüseyin'in ilan ettiği krallığı sekiz yıl sonra, 4 Ekim 1924'te hazin bir şekilde sona erdi. İngilizler Şerif Hüseyin'in istediği yerde ikamet etmesine ya da oğullarının yanına (Amman-Bağdat) gitmesine izin vermediler. 13 Haziran 1925'te Kıbrıs'a gitmesine ve burada mecburi ikamet etmesine izin verdiler.
Şerif Hüseyin 4 Haziran 1931 tarihinde Amman'da oğlunun yanında 79 yaşında öldü. Ölmeden önce Mekke'de gömülmeyi vasiyet etmişti. Bu dileği yerine getirilemeyerek Kudüs'te Harem-i Şerif'e (Mescid-i Aksa) defnedilmesine karar verildi.
Şerif Hüseyin'in Oğulları
Arap Yarımadası'ndaki 400 yıllık Osmanlı varlığını bitirecek Arap İsyanı'nın fitili, İngilizlerle işbirliği yapan Şerif Hüseyin ve dört oğlu; Ali, Abdullah, Faysal ve Zeyd tarafından ateşlenmiştir.
Şerif'in en büyük oğlu Ali, 1919 yılının Ocak ayında Osmanlı Ordusu'nun kumandanı Fahrettin Paşa'nın teslim olması sonrasında, Medine düşüp Şerif Hüseyin kuvvetleri tarafından işgal edilmesinin ardından babası tarafından Medine Emiri olarak atanmıştır. Fahrettin Paşa'yı teslim alan asi birliğini Ali komuta etmişti.
Ali 1924 yılının Ekim ayında babasının yerine Hicaz Kralı olarak tahta geçmiş, bir yıl sonra Cidde'nin Suudlar tarafından işgal edilmesi sonrasında 1925 yılının Aralık ayında Hicaz'dan kovulmuştur. Arap Yarımadası Vahhabi Suudların eline geçince, burada barınma olanağı kalmayan Ali, mecburen kardeşi Faysal'a sığınmıştır. Ali, 13 Şubat 1935 tarihinde 56 yaşında Bağdat'ta kalp krizi geçirerek ölmüştür.
Şerif Hüseyin'in Ali'den sonraki oğlu Abdullah, Arap İsyanı süresince, İngiliz ajanı Lawrence'ın yakın adamı ve arkadaşıydı. Abdullah yaşamı süresince İngiliz çıkarlarına sadakatle hizmet etmiştir. Bu sadakatinin ödülünü 1921 yılında İngilizler tarafından Filistin'deki Yahudi yerleşimini korumak için oluşturulan tampon Mavera-yı Ürdün Devleti'nin önce Emiri daha sonra da Kralı yapılarak almıştır. Abdullah, 20 Temmuz 1951 Cuma günü Kudüs'te Mescid-i Aksa'nın merdivenlerini çıkarken 21 yaşındaki Filistinli bir genç tarafından Filistin davasına ihanet ettiği için 69 yaşında öldürülmüştür.
Üçüncü oğul Faysal, isyancı komitelerine elebaşılık yaptığı Suriye'de kral olmayı denemişse de Sykes-Picot Antlaşması ile Suriye Fransızlara verildiği için, Fransızlar tarafından Suriye'den kovulmuştur. İngilizlere yaranabilmek amacıyla hiç tereddüt etmeden Siyonistlerle Yahudilerin Filistin'de ulusal bir yurt elde edebilmesi için anlaşmış, 1921 yılında İngilizler tarafından Irak Kralı yapılmıştır. Faysal 1933 yılında 48 yaşında tedavi gördüğü İsviçre'nin Bern şehrinde ölmüştür. Yerine oğlu Gazi geçmiştir.
Şerif'in küçük oğlu Zeyd, ihanet sonrası dağıtılan iktidardan pay alamayan fakat uzun süre hayatta kalıp, normal şartlarda ölen tek aile üyesidir. Zeyd, 1900 yılında İstanbul'da doğmuştur. Annesi Sadrazam Reşit Paşa'nın torunu olup, Arap isyanı başladığında 16 yaşındadır. Bir dönem, ağabeyi Irak Kralı Faysal'ın Ankara Elçisi, daha sonra da Berlin Elçisi görevlerinde bulunmuştur. Zeyd, 1970 yılında 72 yaşında eceliyle ölmüştür.
Şerif Hüseyin soyundan Ürdün'deki krallık hanedanı halen devam etmektedir. Irak Krallığı ise 14 Temmuz 1958 tarihinde yaşanan darbe ile çocuklar dahil bütün hanedan üyelerinin katledilmesiyle son bulmuştur.
Şerif Hüseyin sonrasında Arap coğrafyası bir kaostan diğerine savruldu. Kendisi ve oğullarının iş birlikçi diğer kabile şef ve milliyetçilik akımlarının büyüsüne kapılmış şahıslarla birlikte sebebiyet verdikleri yıkımın etkileri halen devam etmektedir.
SARI ÇİÇEKLERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Doğadaki ana renkler kırmızı, sarı ve mavidir. Bu üç renk doğanın renkleridir ve diğer renkler bu üç rengin karışmasıyla elde edilir. Doğada gözümüzün gördüğü her şeyde bir renk vardır. Öyle ki bu renkler ruhsal durumumuzu da etkiler. Ünlü ressam ve sanat kuramcısı Vasily Kandinsky; "Renk, ruhu doğrudan etkileyen bir güçtür" diyerek, renklerin tinsel yaşantımızdaki etkisine dikkat çeker. Analitik Psikolojinin kurucusu, İsviçreli Psikiyatr Carl Gustav Jung da "Renkler, insanın temel psişik işlevlerini ifade eder" der ve renklerin ruhsal durumumuzla ilgili işlevselliğinin altını çizer. Moraliniz mi bozuk, kendinizi kötü mü hissediyorsunuz, sevdiğiniz güzel ve canlı renkleri giymeyi deneyin. Sonuca inanamayacaksınız, kendimden biliyorum çünkü. Yani renk deyip geçmemek gerek, renkler hayat demektir!
"En saf ve en düşünceli zihinler, rengi en çok sevenlerdir"* sözünü doğrularcasına, kendimi bildim bileli renklere karşı büyük bir hayranlığım vardır. Renksiz, siyah-beyaz bir dünyayı düşünemiyorum bile.. Onca yıldır yağmur, çamur, kar, tipi demeden doğa yürüyüşü yaparım. Bu yürüyüşlerde dikkatimi çeken şey şu oldu: hava koşulları nasıl olursa olsun, dört mevsim dağda, bayırda, çayırda gördüğüm çiçekler hep sarı renkli olanlardı. Kentte de durum değişmiyordu; kar altında bile sarı çiçekleri görmek mümkündü.
Dağda, ovada ve kentte yapmış olduğum gözlemlerimle şu sonuca vardım: Sarı renkli çiçekler doğanın her türlü koşullarına dayanıklıydılar. Kah sert esen rüzgarlı dağ başlarında, kah yazın bunaltan sıcaklarıyla ovalarda, kah insanı canından bezdiren nemli bölgelerde, kah kar altında, kısacası kah orada, kah burada sarı renklerini fütursuzca sergiliyorlardı.
Aslında doğada çok fazla sarı renkli çiçek bulunduğundan, sarı çiçekler pek ilgimi çekmiyordu. Fazla olan/bulunan değerini kaybeder, ender bulunan, sıra dışı olan değer kazanır misali, her ölümlü gibi, ben de az bulunanın peşindeydim çünkü. Bazen uçurumun kenarında açan bir çiçeği fotoğraflamak için tehlikelere bile aldırmadığım oldu. Ama sarı çiçeklerin, "değişime ayak uydurup güçlü olanlar hayatta kalır" dercesine, sessizce bana verdikleri dersi iyi anladım ve onlara hayranlık duymaya başladım. Bu anlayışla da gördüğüm her bir sarı çiçeğe teşekkürlerimi sunarım hala. :)
Sarı çiçekleri gözlemlerken aklıma Vincent van Gogh'un adıyla özdeşleşen sarı rengi ve tablolarındaki günebakanları gelir nedense. Acaba derim kendi kendime; "Bipolar bozukluğu olan van Gogh, tablolarında yoğun olarak sarı rengi kullanarak ve sarı çiçekleri resmederek onlar gibi güçlü olmak istediğini mi anlatmaya çalışmış ya da ima etmişti?" Kim bilir?
Ve son olarak, 15. Yüzyılda Emir Sultan döneminde yaşayan Bursalı Aşık Yunus'un ilahisinde, varoluşa ilişkin tüm sorularını neden "sarı çiçeğe" sorduğu oldukça düşündürücü değil midir?
Sordum sarı çiçeğe
Anan, baban var mıdır?
Çiçek eydür derviş baba
Annem, babam topraktır.
İşte sıradan bir sarı çiçeğin bana düşündürdükleri bunlar oldu. Çiçekleri sadece güzel renkleri ve mis kokuları için değil, bana düşündürdükleri ve hayata dair verdikleri dersler için de çok seviyorum. Ve çiçeksiz bir dünya düşleyemiyorum...
Not: İngiliz fizikçi Newton, 1670 yılında, güneş ışığını elmas bir prizmadan geçirerek renkleri ayırt etmeyi başarmış ve böylece renk bilimi bir bilim dalı olarak kabul edilmiş.
* Söz John Ruskin'e aittir.
Tüm fotoğraflar tarafımdan çekilmiş olup, izinsiz kullanılamaz.
RUS İMPARATORLUĞU'NUN SON ÇARI II.NİKOLAY VE AİLESİ NASIL VE NEREDE ÖLDÜRÜLDÜ?
Adını 1723'te II.Yekaterina'dan alan, Ural Dağları'nın gölgesine yayılan Yekaterinburg, kurt ve ayı dolu sık ormanlarla çevriliydi ve başkentten çok uzaktaydı. Romanovların mahpus tutuldukları İpatiev Evi, kentin yerlilerince "Ölü Ruhlar Evi" olarak anılırdı. Oysa Kızıllar o kadar çok insan öldürmüş, cesetlerini Yekaterinburg dışındaki maden galerilerine, ormanda işaretsiz kitlesel mezarlara atmışlardı ki, halk Yekaterinburg'a "Ölü Ruhlar Kenti" adını takmıştı.
Tarihte hiçbir ev İpatiev Evi kadar kanla yıkanmamış ve bununla üne kavuşmamıştır. Bu nedenle evden kısaca bahsetmek gerek. İpatiev Evi, 1880 yılında Rusya'daki madencilik sektörünün önde gelen isimlerinden birisi olan İvan Redikortsev tarafından inşa ettirildi. Daha sonra ev, 1908 yılında Nikolai İpatiev isimli bir mühendis tarafından satın alındı ve onun adıyla anılmaya başlandı. Bolşevik İhtilali'nden sonra ise ev boşalttırılarak "özel amaçlı ev" olarak adlandırıldı. Ve gerçekten de özel bir amaç için kullanıldı.
Bolşevikler İpatiev Evi'ni gerçek anlamda bir hapishaneye dönüştürdüler. Evin çevresini yüksek çitlerle kapattılar, aile üyelerinin dışarıdan haber almamaları için sıkı güvenlik önlemleri aldılar. Perdeler sürekli kapalı tutulmak zorundaydı. Hanedan ailesinin günde sadece on beş dakikalığına bahçeye çıkmalarına izin vardı. Evin üst katında hanedan üyeleri(Devrik hükümdar II.Nikolay, eşi ve beş çocuğu), alt katta ise hanedanın yardımcıları( hizmetçileri, aşçıları ve doktorları) yaşıyordu.
1918 yılının Temmuz ayında, İpatiev Evi'nin idaresi Yakov Yurovsky adlı bir devrimciye teslim edildi. Aslında Yurovsky, Romanov hanedanın infazından sorumlu kişi olarak seçilmişti. Yurovsky 17 Temmuz 1918 gecesi evdeki tutsakları yataklarından kaldırdı ve en kısa sürede bir yolculuk için hazırlanmalarını istedi. Hanedan üyelerine Beyaz Ordu kuvvetlerinin şehre yaklaştığını, bu nedenle şehri terk etmeleri gerektiğini söyledi. Romanov hanedanı ile birlikte yardımcılarının da İpatiev Evi'nin bodrumunda toplanmalarını emretti. O ana kadar eski Çar II. Nikolay, birinci dereceden kuzeni olan, dönemin İngiltere Kralı V.George'un kendisini ve ailesini kurtarma girişiminde bulunacağını umut ediyordu. Toplandıkları bodrum katında onlara kısa bir konuşma yapan Yurovsky, şöyle der ve II.Nikolay'ın tüm umutlarını yıkar; "Akrabalarınız sizi kurtarmak için girişimde bulundu ancak bu girişimler sonuçsuz kaldı." Gerçekten de V.George, tutsak haldeki Romanovları kurtarmak için harekete geçmişse de daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı hanedanın İngiltere'ye getirilmesinden vazgeçildi.
Hanedan üyeleri ve beraberindekiler bodrum katında bekletiliyordu. II.Nikolay, eşi ve 14 yaşındaki kan hastalığı bulunan oğlu için birer sandalye istedi. Diğerleri ise ayakta bekliyordu. Daha sonra Yukovsky komutasında bir grup silahlı adam içeriye girdi. Hanedan üyeleri ve beraberindekiler Yukovsky komutasındaki infaz mangası tarafından kurşuna dizilerek öldürüldü. Böylece 304 yıl süren Romanov yönetimi sona erdi. Rus İmparatorluğu'nun son hükümdar ailesi, İpatiev Evi'nin bodrumunda hayata veda etti.
İnfazın ardından hanedan üyelerinin cesetleri ormanlık bir alana gömüldü. Mezarların yerleri yıllar boyunca Sovyetler Birliği tarafından sır olarak saklandı. Hanedan üyelerinin mezarları ancak 1991 yılında, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıktı. Ancak bulunan cesetler arasında hanedanın en küçük kızı Anastasia'nın cesedi yoktu. Bu durum kızın infazdan kurtulduğuna dair birtakım iddiaların ortaya atılmasına neden olmuştu. Fakat ceset 2007 yılında diğer hanedan mensuplarının gömüldüğü ormanlık alanda bulundu. Romanov hanedanının 65 üyesinin hayatta kalan 47'si ise yurtdışına sürgüne gönderildi.
Anastasia adının, "dirilen" ya da "yeniden canlanan" anlamına gelmesi, talihin tuhaf bir cilvesi değil de nedir? Anastasia'nın infazdan kurtulduğuna dair çeşitli söylentiler olsa da bunlardan en ilgincinin öyküsünü yazmadan geçemeyeceğim. Öykü şöyle:
"1920 yılında Berlin'de bir kanaldan kurtarılan, kimliğini kanıtlayacak hiçbir belge gösteremeyen ve bir psikiyatri kliniğine yatırılan dengesiz bir kadındı Anna Anderson. Kim olduğunu söylememekte ısrar ediyordu ama Rus Çar ailesiyle ilgili o kadar mahrem bilgilere sahip görünüyordu ki, destekçileri Çar'ın küçük kızı, ailesinin katledilesinden kurtulan Anastasia olduğunu iddia ettiler."
Anastasia'nın bu öyküsü filmlere, bir Brodway müzikaline ve sayısız kitaba da esin kaynağı oldu. Anastasia'nın varlığıyla cevapladığından çok soru yaratan gizemli, büyüleyici bir kadın olduğu söylenir. O soruların hala geçerli olduğunu iddia edenler var.
Tarihi infazın ardından ev yıllar boyunca farklı amaçlar için kullanıldı. Bazen bir üniversitenin yönetim binası haline getirildi, bazen de Sovyet sanat eserlerinin saklandığı bir depo olarak değerlendirildi. Bununla birlikte ev, yıllar içerisinde Romanov hanedanının hatırasını yaşatmak isteyen Ruslar için son derece önemli bir merkez haline geldi.
İşte bu nedenle Komünist Parti evin herhangi bir tarihsel önemi olmadığını belirterek yıkılmasını emretti. Ve İpatiev Evi, 1977 yılında yerle bir edilerek yıkıldı. 2003 yılına gelindiğinde ise İpatiev Evi'nin arazisi üzerine "Kanlı Kilise" olarak da anılan bir kilise inşa edildi..
Kaynak:
- Glenn MEADE, ROMANOV KOMPLOSU. KIRMIZIKEDİ, 8.Basım.
-listelist.com
TÜRK KÜLTÜRÜNDE KAVAK AĞACI VE KAVAKLI TÜRKÜLERİMİZ
Türk kültüründe ağaç, sadece bitki olarak değerlendirilmemektedir. Ağaç kökleri ile yeraltında, gövdesi ile yeryüzünde olan, dalları ile de gökyüzüne uzanan ve bilinen üç alemi temsil eden bir varlık olarak tasavvur edilir. Öyle ki, ölümden sonra yaşam olduğuna inanılan topluluklarda ağaç, yeraltından yeryüzüne açılan bir kapı olarak değerlendirilir. Ve ataların yaşayan insanlarla haberleşmesinde, Tanrı'nın insanlarla iletişime geçmesinde ağacın etkili bir rolü olduğuna inanılır. Özellikle rüzgarlı havalarda ağacın yapraklarının çıkardığı sesler, atalar ya da Tanrı'yla iletişime geçmenin dili olarak kabul edilmektedir. Bu sesler bazen ataların bazen de Tanrı'nın sesi olarak değerlendirilmektedir.
"Türk boylarındaki destanlar incelendiğinde, her boyun ağaca yüklediği anlam farklılık göstermektedir; ancak kutsal sayılan ağaçlar her boy için geçerlidir. Türklerde kutsal kabul edilen ağaçlar; kayın, çam, kavak, ardıç, çınar, dağ servisi-sedir, servi-selvi, meşe-imen-emen, dut, söğüt ve elma ağaçlarıdır." (1)
Türkülerimizde sıkça geçtiği ve üstüne türkü yakılan ağaçlardan biri olduğu için bu yazımı kültürümüzde kutsal kabul edilen "kavak" ağacına ayırdım.
KAVAK
Kavak ağacı, Orta Asya Türk Kültüründe önemli bir yere sahiptir. Yer ve gök arasında bir köprü olan kavak ağacı kutsaldır. Eski Türklerde önemli kararların kavak ağacı altında alındığı biliniyor. Kavak ağacının Orta Asya'daki ismi"direk" kelimesinin kaynağı olan "bay tirek" veya "bay terek"tir. Bugün hala "baba" için kullanılan "evin direği" kelimesi buradan gelir. Çünkü önemli kararlar babanın yanında, baba ile birlikte alınır. Türk Mitolojisinde ölümden sonraki yaşam ile bağlantı kuran kavak ağacı Yunan Mitolojisinde de ölüler diyarı ile bu dünya arasında geçen birçok efsaneye konu olmuştur. (2)
"Kavak, ölüm ve dirilme sembolüdür. Kavağın kuruması, devrilmesi, kutun gitmesi ve ölümün; tekrar yeşermesi ise giden kutun geri gelmesi ve yeniden dirilmenin sembolüdür." (3)
Kavak ağacı ayrıca bağımsızlığın ve bayrağın sembolü olarak görülür. Ağaçların bulunduğu yerler, Tanrı'ya yakarış yerleridir. Kavak ağacının yerle göğü birbirine bağlamasıyla ilgili inanışlar da fazladır. Bundan dolayı Hayat Ağacı olarak da karşımıza çıkmaktadır. (4)
"Uygurlar, Yakutlar gibi, yer ile göğü birleştiren bu ağacın hayat verdiğine inanırlar." (5)
Not: "Kaynaklarda Kozmik ağaç, dünya ağacı, evren ağacı ve hayat ağacı aynı özelliklerdeki ağacı ifade eden ağaçlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramlar toplumdan topluma, kültürden kültüre farklı şekillerde ifade edilmektedir. Fakat bu ağaçlar aynı ağaçtır ve kullanımdaki farklılıkların sebebi ise farklı toplumlarda bu ağacın farklı mitolojik özelliklerinin ön planına çıkmasıdır. Hayat ağacı da kozmik ağaç da kozmolojik düzenin , yani hayatın devamlılığını, gerçekliğini , bir düzen içinde devam etmesini ve sürekli olarak yenilenmesini sağlamaktadır. Bu bağlamda kozmik ağaç, dünya ağacı, evren ağacı ve hayat ağacı özellikleri itibarıyla birbirleriyle örtüşür ve sıkı bir ilişki içindedirler. Kozmik ağaç dünyanın kutsallığını, doğurganlığını ve sürekliliğini, yaradılış, sırra erme, verimlilik, mutlak gerçeklik ve ölümsüzlük özelliklerini kendisinde barındırarak hayat ve ölümsüzlük ağacı yerine geçer."(7)
Kavak ağacı hakkında bu bilgilerden sonra kavak için yazılmış türküleri dinlemeye ne dersiniz?
1-İzmir'in Kavakları
https://www.youtube.com/watch?v=fCm5x9GGiqU
2-Uzun Kavak Ne Gidersin Engine
https://www.youtube.com/watch?v=O7fyKFAAdAM
3- Kavak Kavağa Yaslanır
https://www.youtube.com/watch?v=SFO4t6V57ew
4- Kavak Uzanır Gider
https://www.youtube.com/watch?v=x-tbDtaYhZg
5- Dere Boyu Kavaklar
https://www.youtube.com/watch?v=3dSn7DM43Po
6- Şebge'nin Kavakları
https://www.youtube.com/watch?v=GjMHz9Q2-hA
7- Eklemedir Koca Kavak
https://www.youtube.com/watch?v=XgtxzrHdKac
8- Ben Bir Kavak Yol Üstünde Biterem
https://www.youtube.com/watch?v=s1h823znXfc
9- Susuz Derelerde Kavak Biter mi?
https://www.youtube.com/watch?v=28MjmmNSn8s
10- Evlerinin Önü Kavak(Uzun Hava)
https://www.youtube.com/watch?v=5bu3ZeSh-8E
11- Ya Ha Ulu Kavak
https://www.youtube.com/watch?v=8s8U4zYVOUs
Yararlandığım Kaynaklar:
(1), (3), (4), (5), (7) dergipark.org.tr/Hayat Ağacı Ve Kutsal Ağaçlar: Türk Ve Çin Mitolojisi Üzerine Bir Karşılaştırma/Salih Işık
(2) dogadabuan.com/mitolojik ağaçlar/kavak
PELİN OTU VE ABSİNTHE
Otları araştırırken rastladım pelin otuna. Doğa yürüyüşlerinde rastlamışımdır ama dikkatimi çekmemiş olmalı ki hakkında bir şey bilmiyordum. Eğer Latince adını biliyor olsaydım, gözümden kaçmazdı. :) Araştırınca, "sen neymişsin meğer pelinciğim" dedim. Kız çocuklarına senin adını veren ebeveynler seni gerçekten tanıyorlar mı diye de merak ettim doğrusu. :)
Pelin otu, papatyagiller familyasından Anadolu'da kendiliğinden yabani olarak yetişen bir bitki türüdür. Latince adı Artemisia Absinthium olan pelin otu, özellikle Marmara, Ege ve Akdeniz bölgesinde sık görülür. Pelin otu binlerce yıldır tıbbi olarak kullanılan şifalı bir bitkidir. Benim dikkatimi çeken şifalı olmasından ziyade, adını duyduğum ama hiç tatmadığım bir içki olan "absent"in pelin otundan yapılmasıydı. Üstelik bu içkinin, standart olarak alkol oranının %70 oranıyla çok yüksek oluşuydu. Bunun tadına nasıl dayanılırdı ki?
Absinthe (absent), diğer adıyla yeşil peri; pelin otu bitkisinden üretilen çok yüksek alkollü bir içki. Bu içki adına şiirler yazılmış, ünlü ressamlar tablolar yapmış. Kimisine göre körlüğe neden olan, hatta insanı deliliğe sürüklediği öne sürülen absent, 19. ve 20. yüzyılda birçok ünlü sanatçıya ilham kaynağı olmuş.
20. yüzyılın başında gelişen alkol karşıtı eylemlerin baskısıyla önce Fransa'da, daha sonra Avrupa ülkelerinin çoğunda yasaklanmasına rağmen popülaritesi hiç azalmadan bugüne ulaşmış. 2005 yılında, İsviçre yüzyıl sonra ilk kez absent üretimine tekrar izin vermiş.
Pelin otundan içki üretimine ilk kez 1792'de İsviçre'de Fransız bir doktor tarafından başlanmış. Bugün onlarca farklı yapım şekilleri olan absinthe likörlerinin ortak özellikleri anasonla elde edilen hafif acı ve serinletici tadıyla %80'e varan yüksek alkol oranıdır. Fransa'da her yıl özel izinle yerel Absinthe Festivalleri düzenlenmektedir.
Kimilerine göre İsviçre, kimilerine göre de Fransa kökenli olan absentin, bugün en büyük en iyi üreticisi Çek Cumhuriyeti imiş.
Oscar Wilde, Pablo Picasso, Boudalaire, Ernest Hemingway, Henri De Toulouse-Lautrec, Edouard Manet, Edgar Degas, Guy De Maupassant, Arthur Rimbaud ve Vincent Van Gogh gibi sanatçılar, bazı eserlerini absent etkisi altında vermiştir. Hatta bazıları, direkt olarak absinthe konulu eserler vermiştir.
Kaynak olarak, seyler.eksisozluk.com'dan yararlanıldı.
Görsel netten alıntıdır.
JOHANN WOLFGANG VON GOETHE'NİN VE GENÇ WERTHER'İN ACILARI
Aşk acısı çektiğinizi mi düşünüyorsunuz? Öyleyse siz, Genç Werther'in çektiği acıları ve ızdırabı bilmiyorsunuz demektir. Varsa aşk acınız, onun çektiği acılar sizi teselli etsin diye yazıyorum. :)
Goethe Genç Werther'in acılarını yazdığında 25 yaşındaydı. Kitabı yazmadan önce, Charlotte adlı genç bir kadınla mutsuz bir ilişki yaşamıştı. Kitabı yazarken bu mutsuz ilişkisinden yola çıkmıştı. Bu kitabı elime her alışımda Charlotte ile aşk yaşamasaydı, Goethe bu kitabı böylesine etkili yazabilir miydi, diye düşünmeden edemiyorum.
Goethe'nin bu kitabında, çok yakın bir arkadaşının sevgilisi olan Charlotte Buff'a duyduğu aşkı ve bu imkansız aşk nedeniyle çektiği acıları çok içten anlattığı için gençleri bu kadar etkilediği söyleniyordu.
Genç Werther'in Acıları kitabı Almanya'da yayımlandığında, o dönemin gençliğini etkisi altına almış; gençler, Werther gibi konuşmaya ve onun gibi ölmeye başlamışlardı (kitabı okuyan birçok genç onun gibi intihar etmişti). Hatta Genç Werther'in kıyafetleri yeni bir moda yaratmış, gençler onun giydiği altın düğmeli mavi frak, sarı pantolon ve fırfırlı beyaz gömlek giyinmeye başlamışlardı. Denilir ki, Napolyon bile bu kitabı sürekli yanında taşırmış.
O büyük aşkından sonra rastlamıştı bir başka Charlotte'a. Bu kadın Charlotte von Stein adında soylu bir kadındı. Zarafeti ve etkileyici kültürüyle bağlamıştı genç yazarı kendisine. Goethe'den yedi yaş büyük olan, evli ve dört çocuk sahibi bu kadınla zor bir ilişkileri vardı. Sık sık kavga ediyorlardı. Goethe, Frau von Stein'e (Charlotte) yazdığı bir ayrılık mektubunda şöyle demişti: " Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık, ama her şeyi olduk."
İlişkileri, Goethe'nin çok daha genç, ama çok daha basit bir kıza aşık olup evlenene ve von Stein'ı "cenazemi onun evinin önünden geçirmeyin" dedirtecek ölçüde kızdırana kadar uzun yıllar sürdü.
5 Eylül 1823 günü bir yolcu arabasıyla, Saksonya-Weimar büyük dükalığı danışmanı olarak yola çıkan Goethe, bütün hayatını geçireceği ve "Ben Weimarlı bir dünya vatandaşıyım" diyeceği Weimar'a geldi. Goethe, arabayla yolculuk yaparken de yol boyunca şiirler yazdı. Bir konuşmasında şiirleri için, "duygularımın anı defteri" demişti.
Goethe, 74 yaşındayken ağır bir hastalık geçirdi. Ateş nöbetleriyle beraber, ara sıra bilincini de kaybediyordu. Hastalığına tanı koyamayan doktorlar şaşkındır. Ama bir süre sonra hastalık birdenbire geçip gitmişti. Goethe iyileşmiş ve tamamen değişmiş bir insan olarak Marienbad'a gitmek üzere yola çıkmıştı. O ünlü "MARIENBAD ŞİİRLERİ"nin yazıldığı yere. Burada 19 yaşındaki Ulrike von Levetzow'a aşık olan Goethe, doktoruyla konuştuktan sonra dostu büyük düke açıldı ve ondan Ulrike'yi kendisi için annesinden istemesini rica etti. İçten içe Goethe'nin düştüğü duruma gülen büyük dük kızı annesinden ister. Kızın annesinin verdiği cevap tam olarak bilinmese de, bunun oyalayıcı bir cevap olduğu anlaşılıyor. Ulrike'nin Goethe'ye söylediği tatlı sözler ve kaçamak öpücükleri bu cevabı doğrular niteliktedir. Yaşlı Goethe bu ufacık sevgi gösterileriyle avunuyor. Gittikçe daha da artan bir tutkuyla, bu genç ve güzel kızla bir kez daha gençliğini yaşama isteği, ruhunu altüst ediyor. Aşkının belirsizliği canını yaksa da tam bir bağlılıkla sevgilisini izliyor, o nereye gitse oraya gidiyor. Yaz bitip de Ulrike, Marienbad'dan ayrılınca, büyük şair teselliyi yine şiir yazmakta buluyor. Bu son lütfu (aşık olmasını kastediyor) kendisine bağışladığı için Tanrı'ya şükran duyuyor ve şükran borcunu ödemek üzere şu satırları yazıyor:
Acı içinde kıvranıp susmaya mahkum olduğumda,
Tanrı bana çektiğim acıları dile getirme gücü verdi.
Yine de Ulrike'yi düşünmeden edemiyor: Ulrike onu sevebilecek miydi? Sevse bile babası gibi mi sevecekti? Büyük bir mirasa konmayı sabırsızlıkla bekleyen oğlu ve gelini, babalarının evlenmelerine razı olacaklar mıydı? Dünya, bu davranışı nedeniyle kendisiyle alay etmeyecek miydi? Bir yıl sonra Ulrike'nin yanında iyice çökmüş bir ihtiyar olmayacak mıydı? Bu ve benzer sorular birbirini izliyor ve onun tedirginliğini artırıyordu. Sonrasında ise bu soruların cevapları şiire dönüşüyordu. Sanki Tanrı bu esini ona, "çektiği acıları dile getirmesi" için vermişti. Ve bu coşku seli doğrudan doğruya şiirine yansıyordu:
Yeniden buluşmaktan artık ne umabilirim,
Bugünün henüz açılmamış çiçeğinden?
Cennet mi? O artık senin için cehennem,
Ruhum ne kadar da kararsızlık içinde!
Marienbard şiirleri için Goethe'nin kendisi de bu şiirlerin çok gizemli, kaderin az rastlanır bir lütfu olduğunu söylüyor. Weimar'a döner dönmez büyük bir gizlilik içinde bu şiirleri kağıda geçirip, kendi elleriyle ciltliyor. Evdeki en yakınlarından, en güvendiği dostlarından bile bunu bir sır gibi saklıyor.
Günleri berbat ve sıkıcı geçen 81 yaşındaki şair, yedi yıl önce başladığı "Faust"u tamamlayarak büyük bir deha örneği olduğunu sergiledi. 22 Mart 1832'de seksen üç yaşında yaşama veda eden Goethe'nin son sözleri "daha fazla ışık" oldu.
Goethe'nin çektiği aşk acıları, onu güçlendirmiş ve üretken kılmıştı. Oysa yazdığı romanda yarattığı karakter Genç Werther, aşk acısına dayanamayıp intihar etmiş, gerçek hayatta birçok genci de peşinden sürüklemişti. Bu nasıl bir çelişkiydi? "Çelişki evrenin özüdür" diyen Fernando Pessoa haklı mıydı yoksa?
Yazımı Genç Werther'in Acıları kitabından bugünde üstünde düşünülmesi gereken sevdiğim bir alıntıyla bitirmek istiyorum:
"Ancak bu küçük sorunu çözerken, sevgili dostum, dünyadaki karışıklıklara yol açan şeyin, kurnazlık ve kötü niyetten öte, belki de yanlış anlamalar ve atalet olduğunu bir kez daha saptadım. En azından ilk ikisine daha az rastlanıyor."
BU YAZIYI HAZIRLARKEN YARARLANDIĞIM KAYNAKLAR:
- Johann Wolfgang von Goethe, GENÇ WERTHER'İN ACILARI. Çeviri: Nihat Ülner. CAN Yayınları.
- Stefan Zweig, İNSANLIĞIN YILDIZININ PARLADIĞI ANLAR - ON İKİ TARİHSEL MİNYATÜR. Çeviri: Kasım Eğit. CAN Yayınları.
- Ahmet Altan, Kristal Denizaltı. Alkım Yayınevi.
ÜLKELERİ TEMSİL EDEN ŞANSLI ÇİÇEKLER
Ülkeleri temsil eden semboller farklı farklı olsa da, çiçekler bu sembollerin ortak noktası olmuş gibiler. Öyle ki bazı çiçekler sanki paylaşılamamış ve birkaç ülkeyi birden temsil etmişler. İşte bu ülkelerin temsilci çiçeklerinin listesi. Ben bu çiçeklere şanslı çiçekler diyorum. :)
Ülkelerin adı ve temsili çiçeklerini kendi çektiğim çiçek fotoğraflarına göre sıralayacağım. Yani görsellerin tümü bana ait olacak.
1- Ülkeler: Türkiye, Hollanda ve Macaristan. Temsili çiçek: LALE
3- Ülke: Rusya Federasyonu. Temsili çiçek: Papatya.
4- Ülke: Estonya. Temsili çiçek: Centaurea cyanus (Peygamber çiçeği).
5- Ülke adı: Sri Lanka. Temsili çiçek: Nilüfer.