26 Mayıs 2020 Salı



FATİH SULTAN MEHMET HAKKINDA AZ BİLİNENLER




"Bence Osmanlı-Türk tarihinde iki dahi vardır: Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk. Biri, tüm dünyayı ve tarihin akışını etkileyen bir imparatorluk kurmuş, öteki de tarihin akışını değiştirerek yıkılmış, yenilmiş, işgal edilmiş bir din-tarım imparatorluğundan, çağdaş bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmıştır."
(Emre Kongar, Tarihimizle Yüzleşmek. s:49)


II. Mehmet 1432'de Edirne'de doğdu. Osmanlı'nın yedinci padişahı oldu. 1481'de vefat edene kadar 32 sene hüküm sürdü. 21 yaşındayken 29 Mayıs 1453'te Konstantinopolis'i (İstanbul) aldı, Bizans İmparatorluğu'nu fethetti. Bu fetihle bin yıllık Bizans İmparatorluğu'na son verdi ve "Fatih" unvanının aldı.

Fatih Sultan Mehmet'in padişahlığı süresince fethettiği ülkeler, yaptığı işler, savaşlar resmi tarih kitaplarında yazmaktadır. Fetihle ilgili hala az bilinen konulara odaklanmak, yanlış bilinenleri gözden geçirmek ve tarihi gerçekleri, üretilmiş olan hurafeler, rivayetler ve efsanelerden ayıklamak gerekiyor.  İşte bu düşünceyle, bu yazımda, Fatih Sultan Mehmet hakkında az bilinenleri  sizler için yazdım. Beş ayrı kaynaktan yararlandığımı da belirterek keyifli okumalar diliyorum. 

- Henüz 19 yaşındayken Arapça, Farsça, Latince, İtalyanca, Rumca ve Sırpça olmak üzere altı lisan konuşurdu.

- Felsefeye meraklıydı. Milattan önce yaşamış filozofların, Yunanca elyazmalarını okurdu.

- Doğal kaynakları kullanırdı. Örneğin, Limni Adası'nı Tin-i Mahtum, yani "mühürlü toprak" adı verilen kırmızı renkli toprağa sahip olmak için aldı.Bu kırmızı toprak sadece Limni'de bulunuyordu. Toprak ne işe yarıyordu derseniz, şunlara yarıyordu: Zehirlenmeye, yılan sokmalarına karşı deva olduğuna inanılıyor, bezlere sarılıp yıkanıyor, ağaçlara asılıyor, kurutuluyor, toz haline geldiğinde tekrar çamur haline getirilip, bardak yapılıyor. Bu bardağa konulan içecekte zehir varsa, bardak çatlıyor. O yıllarda, hükümdarların genellikle zehirlenerek öldürüldüğünü düşünürsek, çok iyi bir çözüm bence.

- Coğrafyaya düşkündü, astronomiyle ilgiliydi. Özellikle, matematiksel sentez anlamına gelen ve 13 kitaptan oluşan Almagest'in Latince çevirisine bayılırdı. Matematiğe trigonometri seviyesinde hakimdi.

- Bizans'a ait kitapların koleksiyonunu yapardı. Ayasofya'ya dair neredeyse yazılmış tüm orijinal eserleri biriktirmişti. Topkapı Sarayı'nda kütüphane kurmuştu. Bu kütüphanede ilk ciddi araştırma 1929'da Atatürk'ün emriyle yapıldı.

- Balıkçılık gelişsin diye, Pontus'u aldıktan sonra, 60 kadar Rum balıkçıyı aileleriyle birlikte getirtip, Sarıyer'e yerleştirdi.

- İlgi alanı genişti, Hipokrat'ı, Ezop'un fabllarını, lir sanatını, hayvanların özelliklerini, değerli taşları okurdu.

- Şairdi. "Avni" mahlasıyla şiirler yazardı. Kültür adamıydı, sanatçıları kollar ve korurdu.

- Mimariyi çok önemserdi. Yaşadığı mekanları Alla Turchesca, İran, Karaman, Alla Greca tarzında inşa ettirirdi.

- Sofu değildi. Hatta dindar olduğu bile pek söylenemez. Galata'daki San Pietro kilisesine gidip, ayin izlerdi.

- İtalyan ekolünü beğenirdi. Portresini İtalyan ressam Bellini'ye yaptırdı. ( En ünlü tablosu, National Gallery koleksiyonuna dahildir, Londra'da Victoria Albert Müzesi'nde sergilenir.)

- İlk altın sikke onun için bastırıldı. Üzerinde "izzet sahibi, karaların ve denizlerin hakimi" unvanı bulunuyordu. Bu sikkenin öyküsü de, Fatih'in sanat merakından kaynaklanıyordu. Bizans'ın ganimetlerini incelerken, İmparator  8. Palaeologos'un portresinin madalyon üzerine işlenmiş olduğunu gördü. Kendisi de benzerini yaptırmak istedi, araştırdı. Constanzo di Moysis adlı sanatçıyı Napoli'den İstanbul'a getirtti.Böylece, madalyona işlenen ilk Müslüman hükümdar oldu.

- Tarihte ilk havan topunun çizimlerini, bizzat o yaptı, tarihte ilk havan topu İstanbul'un fethinde kullanıldı.

- Kendisine Roma İmparatoru diyen Fatih Sultan Mehmet, kendi imparatorluğu içinde ve Anadolu'da Müslüman-Türk kökenli ailelerin siyasal gücünü kısıtlamış ve sınırlamıştır. Sadrazamı Müslüman-Türk kökenli Çandarlı Halil Paşa'nın kellesini almış, yerine devşirme Mahmut Paşa'yı sadrazam yapmıştır. Bu kısıtlama ve sınırlamayı Osmanlı ailesine rakip başka bir aile olmaması için yapmıştır. Unutulmamalıdır ki, o dönemde hala Anadolu'da Karamanoğulları, İsfendiyaroğulları, Akkoyunlular gibi başka Müslüman-Türk beylikleri vardır. Fatih Sultan Mehmet yaptığı savaşlarla bu beyliklere son vermiş, Osmanlı İmparatorluğu'nun rakipsiz egemenliğini sağlamıştır.

- Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethettikten sonra yaptığı en önemli işlerden biri de Ortodoks Hristiyanları koruması altına almak olmuştur. Fetih sırasında tutsak edilmiş ve Edirne'ye gönderilmiş ünlü Ortodoks din adamı Georgios Scholarios'u İstanbul'a getirtir ve onu tüm Ortodoksların Patriği ilan ederek koruması altına alır. Böylece, hem Ortodoks tebaanın gönlünü kazanır hem de Hristiyanların mezhep kavgalarından faydalanarak Katoliklere karşı, Ortodokslarla stratejik bir ittifak tesis etmiş olur.

- Fatih Sultan Mehmet'in, İstanbul'un fethinden sonra yaptığı önemli işlerden biri de Doğu-Batı ticaretini elinde bulunduran Cenevizlilere ve Venediklilere, ticari faaliyetlerini sürdürmelerini sağlayacak olan bazı ayrıcalıklar vermesidir. Kapitülasyon denilen bu ticari imtiyazlar (Kanuni Sultan Süleyman'ın verdiği imtiyazlarda), Osmanlıların güçlü olduğu dönemlerde işe yarasa da, gerileme döneminde, imparatorluğun yıkılış nedenlerinden biri haline gelmiştir.

- Çok iyi eğitim aldığı bilinen Fatih Sultan Mehmet, bütün din-tarım imparatorluklarını parçalayan kardeş kavgasını önlemek için Fatih Kanunnamesi'ni çıkararak, öteki akrabaların öldürülmesine yani şehzade katline izin vermiştir. Bu yaptığı çok tartışmalı olsa da bu kanunnamenin örfi hukuk-şeri hukuk sentezine dayalı bir karar olduğu açıktır. (Emre Kongar-Tarihimizle Yüzleşmek, s:52)

- Devlet yapısını kurumlaştırarak, Sadrazamı Osmanlı bürakrasisinin başı yapmış, divanın idaresini sadrazama bırakmıştır. Yeniçeriliği güçlendirerek, merkezi yönetimin egemenliğini pekiştirmiştir.

- Merkezi yapıyı güçlendirmek ve genişletmek için gereken mali finansmanı sağlamak üzere Osmanlı tarihinin ilk devalüasyonunu yapmış, yani paranın değerini düşürmüştür. Osmanlı'nın paranın değerini düşürme yöntemine tağşiş deniyor. Mağşuş yani tağşiş edilmiş sikke, ya küçültülmüş ya da içine bakır karıştırılarak gümüş gramajı düşürülmüş akçedir. 

- "Resmi Tarih", genellikle Fatih Sultan Mehmet'in portresini yaptırmak üzere ressam Bellini'yi İtalya'dan getirttiğini yazar. Oysa Fatih Sultan Mehmet, ondan başka daha birçok sanatçı, haritacı ve benzeri insanları getirterek, İstanbul'da İslam kültürü açısından gerçek bir Rönesans başlatmıştır. Örneğin, Constanza da Ferrara, Fatih'in resimlerini madalyonlar üzerine çizen başka bir ressamdır.

- "Resmi Tarih" tarafından, Fatih'in İstanbul'u fethettikten sonra kenti yağmalattırmadığı, tümüyle koruduğu öne sürülür. Kenti olanaklı olduğu ölçüde koruduğu doğrudur ama yağmalattırmadığı doğru değildir, zaten olamazdı da; çünkü bütün din-tarım imparatorluklarının fetihlerinde, galip gelenlerin zenginleşmesi, askerlerin canla başla dövüşmelerinin sağlanması amacıyla yağma yapılır. Yenilenlerin canı, malı, ırzı yenenlerindir. Nitekim Fatih Sultan Mehmet de, İstanbul'u fethettikten sonra üç gün üç gece kente girmemiş, askerlerin yağmalaması için beklemiştir.

-- Stefan Zweig'in "İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar" kitabında yazdığı On İki Tarihsel Minyatür arasında Fatih Sultan Mehmet'e yer vermiş ve İstanbul'un fethini anlatmıştır. Zweig, Fatih Sultan Mehmet'i şöyle tanımlamıştır:

21 yaşındaki Manisa Sancak Beyi Mehmet'in zeki olduğu kadar hırslı, hırçın, şöhret düşkünü olduğunu belirttikten sonra, tahta çıkan şehzadenin Bizans'ı dehşete düşürdüğünü yazıyor. Çünkü Bizanslılar, yüzlerce casusu aracılığı ile bilmektedirler ki zafer ihtirasıyla yanıp tutuşan bu genç adam, dünyanın bir zaman ki başkenti İstanbul'u ele geçirmek için ant içmiştir. Yeni padişahın askeri ve politik konulardaki engin bir bilgi birikimi ve yeteneği olduğunu Bizanslılar çok iyi bilseler de Mehmet'in hem dindar, hem de acımasız, hırslı ve gaddar, yaman bir asker ve başarılı bir diplomat olduğunda hemfikirdirler.

--Kuşatma başladığında dev toplar Bizans surlarını dövüyor, bir taraftan da donanma karadan yürütülüyor. İmparator'un kendisi surlara gelerek, halkına moral veriyor. İşte tam bu sırada Bizans'ın yazgısını kesin olarak belirleyen, hiç akla gelmeyen, çok tuhaf bir şey olmuştur. Dış surlarda açılan ve asıl saldırı yerinin hemen yanında bulunan bir gedikten, içeriye birkaç Türk askeri sokuluyor. Bunlar iç surlardan içeriye girmeyi göze alamıyorlar. Fakat iki sur arasında şaşkın şaşkın dolaşarak çevreyi seyrederlerken, Kerkaporta denilen küçük bir kapının anlaşılmaz bir tedbirsizlik yüzünden açık kalmış olduğunu görüyorlar. Aslında bu büyük kapıların henüz açılmadığı saatlerde ve barışta yayalara ayrılmış bir sürü küçük kapıdan biridir. Askeri bakımdan hiçbir önemi bulunmadığı için de, varlığı son gecenin büyük telaşı içinde unutulmuş olmalıydı. Sonrası malum; yeniçeriler içeriye giriyorlar ve halk "kent ele geçirildi" feryadı ile bütün direncini kaybediyor. İmparator Konstantin çatışmada ölüyor. Ancak ertesi gün, ceset yığınları arasında, altın kartallarla işlenmiş bir çift erguvan renkli ayakkabının fark edilmesiyle, son Doğu Roma İmparatoru'nun öldüğü anlaşılıyor.

--Stefan Zweig, "İşte bir toz zerreciği kadar küçücük bir rastlantı, herkesin unuttuğu kapı Kerkaporta dünya tarihinin akışını kesin bir biçimde değiştirmiştir"diye yazıyor.

--İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Feridun Emecen'in "Türklerin Serüveni" kitabında, S. Zweig'in yazdığı açık kapı söylencesi hakkında şöyle yazıyor: " Bu söylenti Dukas'ta geçer. Daha önceki Arap kuşatmasında  da anlatılan bir efsanedir bu açık kapı mevzuu. Eskiden kalma bir hikayedir yani. Bunlar güncellenmiştir. Ben böyle bir şey olmadığını düşünüyorum. Nereden girildiği, kesindir. Biraz da fethi küçümsemek için böyle hikayeler uydurulmuştur. Yani 'Bizans zaten güçsüzdü, kapıyı da açık unutmuşlardı' demek için.

--Papa Fatih Sultan Mehmet'i Hristiyanlığa davet etti. Etti fakat mektubun yollanmadığı düşünülüyor. Latince yazılan bir mektuptur. Fatih'in nihai amacı Roma'yı almaktı. Papa da bunu önlemek için böyle bir mektup kaleme almış olabilir.

--Batılılar İstanbul'un fethini pek öyle, bizim gördüğümüz gibi görmüyorlar. Yani çağ açıp kapatma olarak görmüyorlar. Zaten modern dönem tarihçiliğinde artık çağ açıp kapatma gibi bir kavram yok. Hristiyan aleminde İstanbul'un düşüşü bir kıyamet olarak algılanıyor, korkutucu bir durum. Çağ açma kapama olmasının o kadar önemi yok. İslam dünyası için de farklı bir yeri var.

BONUS:
"....Fatih Sultan Mehmet, vefat etmeden önce sonseferine hazırlanırken, Roma'dan bir mektup almış. Mektupta Hristiyan bir kardinal, 'Efendim, ömrümün son zamanını kendi vatanımda geçirmek isterim. Beni, İstanbul'da bir kiliseye almanız mümkün mü? diye ricada bulunmuş. Sultan Fatih çok sinirlenmiş, kardinale emir göndermiş:
'Görevimiz tamam olmadan asla!'

Mektubu yazan Fatih'in çocukluk arkadaşı Sadık'tır. Sultan Mehmet, İstanbul'u fethederken Sadık'ı Hristiyan kimliğine büründürmüş, kiliseye yerleştirmiş. Sadık yükselmiş, yükselmiş, kardinalliğe kadar ilerlemiş. Derler ki, Fatih zehirlenmeseydi de, son seferinde Roma'yı fethedecekti; Sadık'ı Hristiyan dünyasına Papa yapacaktı!..." 
(Siyah Sancak arka kapak tanıtım yazısından)

Not: Fatih Sultan Mehmet, yukarıdaki gül koklayan resmi çizdirirken ince düşünmüş olmalı. Sultanın başparmağında bir yüzük var. Bu yüzüğün adı, "zihgir" dir. Zihgir, Türklerin yayı başparmak ile germelerine ve bu sayede ok atmalarına yarayan bir yüzüktür. Savaşçı olan Türkler, bu okçu yüzüğünü başparmaklarından hiç çıkarmazlar; savaş zamanı bu yüzüğün sivri kısmı ok atmaya yarayacak şekilde aşağı doğru bakar, barış zamanı ise sultanın resminde gördüğünüz gibi ters çevrilerek yukarı doğru bakar. Kısacası Fatih Sultan Mehmet bu resimde şu mesajı veriyor; "Ben sanatkarım, ince ruhluyum, entelektüelim ama aynı zamanda savaşçıyım da."



YAZIYI HAZIRLARKEN YARARLANDIĞIM KAYNAKLAR:

1- Emre KONGAR, Tarihimizle Yüzleşmek (Remzi Kitabevi, 11. Basım).

2- Yılmaz ÖZDİL, ADAM (Kırmızı Kedi Yayınevi).

3- Stefan ZWEIG, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar ( Can Yayınları, 11. Baskı).

4- Cansu Canan Özgen, TÜRKLERİN SERÜVENİ, Metehan'dan Attila'ya-Fatih'ten Atatürk'e (Kronik Kitap)

BONUS:
5- Ali KUZU, Siyah Sancak ( Kariyer Yayıncılık, 2014)

--Fatih'in portresi, Nakkaş Sinan Bey tarafından yapılmıştır.




22 Mayıs 2020 Cuma



AĞRI DAĞI'NIN ZİRVESİNDEKİ BUZULUN ALTINDA ATATÜRK' ÜN BÜSTÜ YATIYOR



Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı adlı volkanik kütle, iki koni şeklindedir. Büyük Ağrı 5137 m., Küçük Ağrı ise 3896 m. yüksekliktedir (bk. Türkiye İstatistik Yıllığı, s. 11). Bu iki koni, 2700 m. yükseklikteki Serdarbulak beli ile birbirine bağlanır. Ağrı'nın 4000 metreden yukarılarda olan kesimi sürekli kar ile örtülüdür. Dağın zirvesinde ayrıca 12 km2 genişliğinde bir buzul bulunur ki bu buzul Türkiye'de mevcut az sayıdaki buzullar arasında en büyük olanıdır. Andezit ve bazalt lavlarından oluşan Ağrı dağı, günümüzde ormandan mahrumdur. Ancak bazı kesimlerinde ardıç çalılıkları ile bodur huş ağaçları görülür.

Yakındoğu kültürlerinde Ağrı dağıyla ilgili pek çok efsane geliştirilmiştir. Ermeniler'in, buranın kendi ülkelerinin merkezi olduğu iddiası, yahudi kutsal metinlerinde ve Hıristiyanlık'ta Nûh'un gemisinin bu dağa indiği inancı, Ağrı dağının hem siyasî hem de dinî yönden önemini artırmıştır.

Ağrı dağı, çeşitli geleneklerde farklı şekillerde adlandırılmıştır. Yakut dilinde "Ağr", Selçuklu Türkleri'nde "Eğri dağ", bazan da "Ağır dağ", İranlılar'da "Kûh-ı Nûh", Araplar'da Büyük Ağrı'ya "Cebelülhâris", Küçük Ağrı'ya ise "Cebelülhuveyris" isimleri verilmiştir. Ermeniler bu dağa "Massis" veya "Masik" derken, sadece Batı coğrafyacıları Ararat demektedirler. Ağrı dağına Ararat denmesi, Ahd-i Atîk'te (bk. Tekvîn, 8/4), Nûh'un gemisinin tûfandan sonra oturduğu dağın "Ararat dağları" diye adlandırılmasından ve Ararat'ın Ağrı dağı ile aynı sayılmasından kaynaklanmıştır. *


Türkiye'nin çatısı Ağrı Dağı'yla ilgili bu coğrafi bilgileri verdikten sonra yeni öğrendiğim ve çok şaşırdığım bir bilgiyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Ağrı Dağı'na ilk tırmanışın yabancılarca yapıldığını biliyordum ama ilk tırmanan Türk dağcıların kim ya da kimler olduğunu merak etmemiştim doğrusu. Ta ki, Yılmaz Özdil'in "ADAM" kitabını okuyuncaya kadar. Rahatlıkla şöyle söyleyebilirim; bu kitabı okudum ve gerçek adamları tanıdım. Bu adamların çoğu tanıdık ve bildikti ama tanımadıklarım da vardı. Onlarla da tanışmış oldum, kitap sayesinde. :)


Bazı kaynaklarda Ağrı dağına tırmanmanın 1700 yıllarına kadar götürülmesine rağmen, dağa ilk çıkanın Alman profesör Frederich von  Parrot olduğu ifade edilmektedir. Sonra Rus, İngiliz, Belçikalı çıkmış ama, kendi toprağımızda olmasına rağmen hiç Türk çıkmamış. 


1937 yılında, Erzurum'dan yola çıkan, 15 subay ve 50 erden oluşan iki seçkin birlik, Iğdır üzerinden yaklaşarak, Serdarbulak Yaylası'nda buluşur. Mıhtepe rotasını takip ederek, düz duvar buzullarıyla kaplı Ahora göçüğünden geçerek, tarihi tırmanışa başlarlar. Tarihi tırmanıştır, çünkü ilk kez Türkler tırmanacaktır.


15 subayın başlarında topçu kurmay binbaşı Cevdet Sunay vardır. Sonradan beşinci cumhurbaşkanımız olacak olan Cevdet Sunay. Subayların arasında bir de şair vardır, piyade teğmen Fazıl Hüsnü Dağlarca. Zorlu tırmanışta, subayların sırayla taşıdıkları  sırt çantasının içinde, Mustafa Kemal Atatürk'ün büstü vardır. Zirve yaparlar ve Ağrı Dağı'nın doruğuna büstü yerleştirirler, yanına da bayrak dikerler.


Şair teğmen çıkarır kalem kağıdını cebinden, topçu kurmay binbaşı söyler, o yazar. Bir metal şişenin içine konularak, Ağrı Dağı'nın zirvesinde buzların içine gömülen o tarihi tutanakta, şu tarihi cümle yatar:

"Türkiye'nin en büyük adamının büstünü, Türkiye'nin en yüksek dağına armağan ediyoruz."


Fazıl Hüsnü Dağlarca yıllar sonra o günkü duygularını şiire de döker.


Aşağı yer uçurum, yukarı yer uçurum

Tanrı'ya mı varıyorduk, özgürlüğe mi, bilinmez

yaşamımızı bir ululuğa döktük mü, dökmedik mi?

Biz üç piyade teğmeni, solumuzda Türkiyece bir mavi

nöbetleşe aldık sac kutudaki Atatürk büstünü sırtımıza

oralardan evrene baktık mı, bakmadık mı?

Ne demiştik, hala yüreğimdedir, tutanakta

Türkiye'nin en büyük adamının büstünü, Türkiye'nin en yüksek dağına armağan ediyoruz

hey hey Türk olarak yücelere aktık mı, akmadık mı?

Ağrı Dağı'na çıktık mı, çıkmadık mı? **


Bir zamanlar Türkiye'de bir ilki gerçekleştiren dağcı bir Cumhurbaşkanımız varmış. Ona eşlik eden bir de şairimiz. Cumhuriyetin ilk yıllarında, spora ve sporculara değer veren,  yaptıklarının önemini bilen bir yönetim varmış. Ya bugün?

Sorunun cevabını Atatürk'ün bir sözüyle vereyim:

"Sporda başarılı olmak için bütün milletçe sporun niteliği ve değeri anlaşılmış olmak ve ona kalpten sevgiyle bağlanmak ve onu vatani görev saymak gerekir."



* Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

** Yılmaz Özdil, ADAM,( Kırmızı Kedi Yayınları, (s: 489-490)

Büyük Ağrı Dağı görseli, ensonhaber.com'dan alınmıştır.



12 Mayıs 2020 Salı




YAZILI KANYON VE EPİKTETOS



1989 yılında tabiat parkı olarak tescil edilen Yazılı Kanyon Tabiat Parkı, Isparta'nın Sütçüler İlçesi'ne 20 km uzaklıktadır. Kanyonun yan duvarlarında Bizans dönemine ait ibadet yapılan bölümler, sunak yerleri ve yazılar bulunmaktadır. Bu yazıtlar nedeniyle kanyona "Yazılı Kanyon" denilmiştir.

Yazılı Kanyon Tabiat Parkı, antik çağın efsanevi Kral Yolu'nun geçtiği yerlerden biridir. Aziz Paulus'un da kullandığı yol, bu yazıtların hemen önünden geçmektedir. Yazıtlarda yer alan köle Epiktetos'un şiiri, günümüz toplumuna özgürlüğün önemini hatırlatması bakımından son derece önemlidir. İşte Epiktetos'un o şiiri:

Hür İnsan Üzerine Şiir

Ey yolcu, yol hazırlığını yap ve koyul yola; şunu bilerek:

Hür kişi sadece karakterinde hür olan kişidir

Kişi hürriyetinin ölçüsü bizzat kendi doğasında bulunur

Ve kararında içtenlikliyse hür kişi,

Yüreğinde ise dürüstlüğü, işte bunlar asil yapar kişiyi

Ve bununla yücelir hür kişi, hatalarla değil.

Ana-babadan gelen uydurma bir asaletten tad almaz o

Zira ana-baba değildir hür insanı doğuran

Zeus'tur herkese ata olan ve de tek kök insanoğluna

Herkesin tek şansı vardır. O alır kader icabı beden güzelliğini

Budur soy güzelliği ve hür olma hali gerçek anlamda.

Ruhen köle olan ise sakınmaz kötü sözden, katmerli köle de olsa

Aşırılıktır şiarı bu kişinin, yüreğinde soysuzluk vardır

Ey yolcu, Epiktetos köle bir anadan doğmuştu, ama

Yüceydi herkesten, bir kartal gibi: bilgelikte ise takdire şayandı ruhu

Söylemem gerekirse, tanrısal bir varlık doğurdu onu. Keşke şimdi de (bu mümkün olsa)

Böylesine yararlı ve sevinç kaynağı bir insan

Tüm ünlü kişiler arasında köle bir anadan dünyaya geldi.




Şiiri Kaya Yazıtı'ndan aldım. Ne yazık ki, yazıtın bir bölümü tahrip edilmişti. :(
Peki köle olmasına rağmen, hür insan üzerine şiir yazabilecek kadar hürriyete aşık Epiktotes kimdir?

MS. 55-135 yılları arasında yaşamış Stoacı ünlü bir filozof ve ahlakçıdır.. Hierapolis'te doğmuş, Yunanistan'ın Epirus bölgesinde ölmüştür. Bir köle olarak Küçük Asya'dan(Anadolu),  Roma'ya götürülmüş, orada azat edilmiştir.

Epiktetos'un sevdiğim bir sözünü paylaşmak istiyorum, üzerinde düşünülmesi gereken, "Hümanizm ölümden sonra ödül ya da ceza beklentisi olmaksızın iyi olmaya çalışmaktır."
Kendisinin Efendisi Olmayan Hiç Kimse Özgür Değildir, Epiktetos



                                                

                         









Fotoğrafların tümü tarafıma aittir. İzinsiz kullanılamaz.



4 Mayıs 2020 Pazartesi




ÜÇ YOL FİLMİ ÜZERİNE



3 Mayıs gecesi ise izlediğim Üç Yol filmi Faysal Soysal'ın ilk uzun metrajlı filmiymiş. Filmin senaristi ve yönetmeni de kendisi. Büyük bir heyecanla oturdum ekran karşısına. Filmin konusu ilgimi çekmişti çünkü. Film bittiğinde ise kafamda cevabı verilmemiş sorular vardı ve kendime şu soruyu sordum; "Bu film neyi anlatmak istemişti?" Cevabım; "hem her şeyi hem de  hiçbir şeyi" oldu. Nedenlerini yazacağım ama önce kısaca filmin konusunu yazmalıyım. Filmin konusu şöyle:

Çocukluğunda ağabeyi Yusuf'un babası tarafından çok sevildiğini, kendisinin ise sevilmediğini düşünen Bünyamin içten içe ağabeyini kıskanmaktadır. Bir gün Malabadi Köprüsü'nde ağabeyi Yusuf, Bünyamin ve arkadaşları Zeliha birlikte oynarlarken Bünyamin kazara Zeliha'nın ölümüne neden olur. Zeliha'nın ölümüne neden olduğu için kendisini affetmez ve ailesinden uzaklaşır. Daha sonra Bünyamin, 1990'lı yıllarda Bosna-Hersek'te süren savaş sırasında katledilen  Boşnakların gömüldüğü toplu mezarlarda yapılan kazılara katılmak için Saraybosna'ya gider. Orada BM'de  çalışan psikolog Zrinka(Züleyha) ile tanışır ve iki genç  yakınlaşırlar Züleyha'nın babası Sırp, annesi Boşnaktır. Züleyha ve Bünyamin birbirlerine iyi gelirler; psikolog intihardan vazgeçerken, Bünyamin ailesinden kopma nedeni üzerinde düşünmeye başlar ve ailesini görmek için memleketi Hasnkeyf'e döner. Bir süre Bünyamin'den haber alamayan Züleyha'da onun peşinden Hasankeyf'e gider.

Filmin görüntüleri çok güzeldi. Hele şimdi sular altında kalan Hasankeyf'in tarihi kalıntılarını son kez gördüğüm için de sevindim. Bir zaman sonra gitsem de artık filmdeki görüntüleri göremeyeceğimi biliyorum. Belki de senarist özellikle Hasankeyfi seçmiştir; bari geri kalanı koruyabilelim diye.

Faysal Soysal, filminde kullandığı sembollerle, birçok mesaj vermeye çalışmış. Ancak, etkilendiği farklı disiplinleri ve çok fazla konuyu tek bir filmde vermeye çalıştığı için, izlerken film beni yordu açıkçası. Örneğin; Bünyamin'in ağabeyi Yusuf'u kıskanması, Mostar'daki kuyudan çıkarılan cesetler, Bünyamin ve Yusuf'un gördükleri rüyalar ve bu rüyaların tabirleri, bana Yusuf Peygamber ve kardeşi Bünyamin'in dini hikayesini hatırlattı, filmin başında. Filmin bu çerçevede akıp gideceğini düşünürken psikolog Züleyha'nın(Zrinka) sahneye çıkması ise, ünlü "Yusuf ile Züleyha" mesnevisini aklıma getirdi. Yusuf ile Züleyha'nın aşkı işlenecek galiba derken, Batman'daki kadın intiharlarının "aşk" nedeniyle olduğunu gündeme getirdi, ki bu tesbit tamamıyla saçmaydı. Çünkü o intiharların nedenini bilmeyen yoktur.

Şimdi gelelim, film bittikten sonra, aklıma takılan ama filmde  cevabını bulamadığım sorulara: 

--Yusuf, medrese eğitimi aldığını söyledi. Hat sanatını icra ediyordu ve güzel kaligrafileri vardı. Unutulmaya yüz tutmuş geleneksel el sanatlarımızdan "hat"tı hatırlatması bakımından bu sahne güzeldi. Ancak, Batman'da medrese eğitimi var mıydı, vardı  da benim mi haberim yoktu? Yoksa Yusuf, başka bir ülkede mi medrese eğitimi almıştı? 

--Hasankeyf'e dönen Bünyamin, ağabeyi Yusuf'un kendisini affettiğini öğrenir ama yine de suçluluk hissettiğinden babasının koyunlarına çobanlık yapmak üzere dağlara gider. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu dağlarda bir mayına basarak ağır yaralanır. Suriye ve Irak sınırlarımızda bulunan tüm mayınlar temizlenmişken bu ıssız dağda mayın neden vardı? Yönetmen bize hangi mesajı vermek istemişti? 

--Bosna Savaşı'nın nedenleri anlatılmadan, sadece sonuçları üstünde durulmuş. Yönetmen bunu da, bazı sahnelerde toplu mezarlarda yapılan kazıları ve mezarlıkları göstererek yapmış. Dolayısıyla Srebrenitsa katliamını iyi aktaramamış. Bosna-Hersek, Sırbistan-Hırvatistan neden savaşmışlardı? 1990 ve sonrasında doğanlar bu savaşı ve nedenlerini  bilmezler, anlatmak gerekmez miydi?

Kısacası filmde ne ararsan bulursun misali; Savaşta kaybedilenler, mezarlar, toplu mezarlar, şiir, psikoloji, halk hikayesi, dini hikaye, Hasankeyf, Batman'daki kadın intiharları, imgeler, rüyalar, dağdaki mayınlar v.s. vardı. Anladık, senarist ve yönetmen zengin bir bilgi birikimi ve kültüre sahip. İyi de tüm bunları tek bir filmde vermeye, anlatmaya mecbur muydu? Keşke tek bir hikaye anlatsaydı. Böylece kafa karışıklığını gidermiş olurdu. 


Filmde çok hoşuma giden ve üstünde düşündüğüm şu repliği paylaşmak istiyor ve  filmi izlemeyenlere keyifli seyirler diliyorum.

"Dünyayı hayallerle mi değiştirmek istersin, rüyalarla mı?"