26 Mayıs 2020 Salı
22 Mayıs 2020 Cuma
AĞRI DAĞI'NIN ZİRVESİNDEKİ BUZULUN ALTINDA ATATÜRK' ÜN BÜSTÜ YATIYOR
Büyük Ağrı ve Küçük Ağrı adlı volkanik kütle, iki koni şeklindedir. Büyük Ağrı 5137 m., Küçük Ağrı ise 3896 m. yüksekliktedir (bk. Türkiye İstatistik Yıllığı, s. 11). Bu iki koni, 2700 m. yükseklikteki Serdarbulak beli ile birbirine bağlanır. Ağrı'nın 4000 metreden yukarılarda olan kesimi sürekli kar ile örtülüdür. Dağın zirvesinde ayrıca 12 km2 genişliğinde bir buzul bulunur ki bu buzul Türkiye'de mevcut az sayıdaki buzullar arasında en büyük olanıdır. Andezit ve bazalt lavlarından oluşan Ağrı dağı, günümüzde ormandan mahrumdur. Ancak bazı kesimlerinde ardıç çalılıkları ile bodur huş ağaçları görülür.
Yakındoğu kültürlerinde Ağrı dağıyla ilgili pek çok efsane geliştirilmiştir. Ermeniler'in, buranın kendi ülkelerinin merkezi olduğu iddiası, yahudi kutsal metinlerinde ve Hıristiyanlık'ta Nûh'un gemisinin bu dağa indiği inancı, Ağrı dağının hem siyasî hem de dinî yönden önemini artırmıştır.
Ağrı dağı, çeşitli geleneklerde farklı şekillerde adlandırılmıştır. Yakut dilinde "Ağr", Selçuklu Türkleri'nde "Eğri dağ", bazan da "Ağır dağ", İranlılar'da "Kûh-ı Nûh", Araplar'da Büyük Ağrı'ya "Cebelülhâris", Küçük Ağrı'ya ise "Cebelülhuveyris" isimleri verilmiştir. Ermeniler bu dağa "Massis" veya "Masik" derken, sadece Batı coğrafyacıları Ararat demektedirler. Ağrı dağına Ararat denmesi, Ahd-i Atîk'te (bk. Tekvîn, 8/4), Nûh'un gemisinin tûfandan sonra oturduğu dağın "Ararat dağları" diye adlandırılmasından ve Ararat'ın Ağrı dağı ile aynı sayılmasından kaynaklanmıştır. *
Türkiye'nin çatısı Ağrı Dağı'yla ilgili bu coğrafi bilgileri verdikten sonra yeni öğrendiğim ve çok şaşırdığım bir bilgiyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Ağrı Dağı'na ilk tırmanışın yabancılarca yapıldığını biliyordum ama ilk tırmanan Türk dağcıların kim ya da kimler olduğunu merak etmemiştim doğrusu. Ta ki, Yılmaz Özdil'in "ADAM" kitabını okuyuncaya kadar. Rahatlıkla şöyle söyleyebilirim; bu kitabı okudum ve gerçek adamları tanıdım. Bu adamların çoğu tanıdık ve bildikti ama tanımadıklarım da vardı. Onlarla da tanışmış oldum, kitap sayesinde. :)
Bazı kaynaklarda Ağrı dağına tırmanmanın 1700 yıllarına kadar götürülmesine rağmen, dağa ilk çıkanın Alman profesör Frederich von Parrot olduğu ifade edilmektedir. Sonra Rus, İngiliz, Belçikalı çıkmış ama, kendi toprağımızda olmasına rağmen hiç Türk çıkmamış.
1937 yılında, Erzurum'dan yola çıkan, 15 subay ve 50 erden oluşan iki seçkin birlik, Iğdır üzerinden yaklaşarak, Serdarbulak Yaylası'nda buluşur. Mıhtepe rotasını takip ederek, düz duvar buzullarıyla kaplı Ahora göçüğünden geçerek, tarihi tırmanışa başlarlar. Tarihi tırmanıştır, çünkü ilk kez Türkler tırmanacaktır.
15 subayın başlarında topçu kurmay binbaşı Cevdet Sunay vardır. Sonradan beşinci cumhurbaşkanımız olacak olan Cevdet Sunay. Subayların arasında bir de şair vardır, piyade teğmen Fazıl Hüsnü Dağlarca. Zorlu tırmanışta, subayların sırayla taşıdıkları sırt çantasının içinde, Mustafa Kemal Atatürk'ün büstü vardır. Zirve yaparlar ve Ağrı Dağı'nın doruğuna büstü yerleştirirler, yanına da bayrak dikerler.
Şair teğmen çıkarır kalem kağıdını cebinden, topçu kurmay binbaşı söyler, o yazar. Bir metal şişenin içine konularak, Ağrı Dağı'nın zirvesinde buzların içine gömülen o tarihi tutanakta, şu tarihi cümle yatar:
"Türkiye'nin en büyük adamının büstünü, Türkiye'nin en yüksek dağına armağan ediyoruz."
Fazıl Hüsnü Dağlarca yıllar sonra o günkü duygularını şiire de döker.
Aşağı yer uçurum, yukarı yer uçurum
Tanrı'ya mı varıyorduk, özgürlüğe mi, bilinmez
yaşamımızı bir ululuğa döktük mü, dökmedik mi?
Biz üç piyade teğmeni, solumuzda Türkiyece bir mavi
nöbetleşe aldık sac kutudaki Atatürk büstünü sırtımıza
oralardan evrene baktık mı, bakmadık mı?
Ne demiştik, hala yüreğimdedir, tutanakta
Türkiye'nin en büyük adamının büstünü, Türkiye'nin en yüksek dağına armağan ediyoruz
hey hey Türk olarak yücelere aktık mı, akmadık mı?
Ağrı Dağı'na çıktık mı, çıkmadık mı? **
Bir zamanlar Türkiye'de bir ilki gerçekleştiren dağcı bir Cumhurbaşkanımız varmış. Ona eşlik eden bir de şairimiz. Cumhuriyetin ilk yıllarında, spora ve sporculara değer veren, yaptıklarının önemini bilen bir yönetim varmış. Ya bugün?
Sorunun cevabını Atatürk'ün bir sözüyle vereyim:
"Sporda başarılı olmak için bütün milletçe sporun niteliği ve değeri anlaşılmış olmak ve ona kalpten sevgiyle bağlanmak ve onu vatani görev saymak gerekir."
* Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
** Yılmaz Özdil, ADAM,( Kırmızı Kedi Yayınları, (s: 489-490)
Büyük Ağrı Dağı görseli, ensonhaber.com'dan alınmıştır.
12 Mayıs 2020 Salı
4 Mayıs 2020 Pazartesi
3 Mayıs gecesi ise izlediğim Üç Yol filmi Faysal Soysal'ın ilk uzun metrajlı filmiymiş. Filmin senaristi ve yönetmeni de kendisi. Büyük bir heyecanla oturdum ekran karşısına. Filmin konusu ilgimi çekmişti çünkü. Film bittiğinde ise kafamda cevabı verilmemiş sorular vardı ve kendime şu soruyu sordum; "Bu film neyi anlatmak istemişti?" Cevabım; "hem her şeyi hem de hiçbir şeyi" oldu. Nedenlerini yazacağım ama önce kısaca filmin konusunu yazmalıyım. Filmin konusu şöyle:
Çocukluğunda ağabeyi Yusuf'un babası tarafından çok sevildiğini, kendisinin ise sevilmediğini düşünen Bünyamin içten içe ağabeyini kıskanmaktadır. Bir gün Malabadi Köprüsü'nde ağabeyi Yusuf, Bünyamin ve arkadaşları Zeliha birlikte oynarlarken Bünyamin kazara Zeliha'nın ölümüne neden olur. Zeliha'nın ölümüne neden olduğu için kendisini affetmez ve ailesinden uzaklaşır. Daha sonra Bünyamin, 1990'lı yıllarda Bosna-Hersek'te süren savaş sırasında katledilen Boşnakların gömüldüğü toplu mezarlarda yapılan kazılara katılmak için Saraybosna'ya gider. Orada BM'de çalışan psikolog Zrinka(Züleyha) ile tanışır ve iki genç yakınlaşırlar Züleyha'nın babası Sırp, annesi Boşnaktır. Züleyha ve Bünyamin birbirlerine iyi gelirler; psikolog intihardan vazgeçerken, Bünyamin ailesinden kopma nedeni üzerinde düşünmeye başlar ve ailesini görmek için memleketi Hasnkeyf'e döner. Bir süre Bünyamin'den haber alamayan Züleyha'da onun peşinden Hasankeyf'e gider.
Filmin görüntüleri çok güzeldi. Hele şimdi sular altında kalan Hasankeyf'in tarihi kalıntılarını son kez gördüğüm için de sevindim. Bir zaman sonra gitsem de artık filmdeki görüntüleri göremeyeceğimi biliyorum. Belki de senarist özellikle Hasankeyfi seçmiştir; bari geri kalanı koruyabilelim diye.
Faysal Soysal, filminde kullandığı sembollerle, birçok mesaj vermeye çalışmış. Ancak, etkilendiği farklı disiplinleri ve çok fazla konuyu tek bir filmde vermeye çalıştığı için, izlerken film beni yordu açıkçası. Örneğin; Bünyamin'in ağabeyi Yusuf'u kıskanması, Mostar'daki kuyudan çıkarılan cesetler, Bünyamin ve Yusuf'un gördükleri rüyalar ve bu rüyaların tabirleri, bana Yusuf Peygamber ve kardeşi Bünyamin'in dini hikayesini hatırlattı, filmin başında. Filmin bu çerçevede akıp gideceğini düşünürken psikolog Züleyha'nın(Zrinka) sahneye çıkması ise, ünlü "Yusuf ile Züleyha" mesnevisini aklıma getirdi. Yusuf ile Züleyha'nın aşkı işlenecek galiba derken, Batman'daki kadın intiharlarının "aşk" nedeniyle olduğunu gündeme getirdi, ki bu tesbit tamamıyla saçmaydı. Çünkü o intiharların nedenini bilmeyen yoktur.
Şimdi gelelim, film bittikten sonra, aklıma takılan ama filmde cevabını bulamadığım sorulara:
--Yusuf, medrese eğitimi aldığını söyledi. Hat sanatını icra ediyordu ve güzel kaligrafileri vardı. Unutulmaya yüz tutmuş geleneksel el sanatlarımızdan "hat"tı hatırlatması bakımından bu sahne güzeldi. Ancak, Batman'da medrese eğitimi var mıydı, vardı da benim mi haberim yoktu? Yoksa Yusuf, başka bir ülkede mi medrese eğitimi almıştı?
--Hasankeyf'e dönen Bünyamin, ağabeyi Yusuf'un kendisini affettiğini öğrenir ama yine de suçluluk hissettiğinden babasının koyunlarına çobanlık yapmak üzere dağlara gider. Kuş uçmaz, kervan geçmez bu dağlarda bir mayına basarak ağır yaralanır. Suriye ve Irak sınırlarımızda bulunan tüm mayınlar temizlenmişken bu ıssız dağda mayın neden vardı? Yönetmen bize hangi mesajı vermek istemişti?
--Bosna Savaşı'nın nedenleri anlatılmadan, sadece sonuçları üstünde durulmuş. Yönetmen bunu da, bazı sahnelerde toplu mezarlarda yapılan kazıları ve mezarlıkları göstererek yapmış. Dolayısıyla Srebrenitsa katliamını iyi aktaramamış. Bosna-Hersek, Sırbistan-Hırvatistan neden savaşmışlardı? 1990 ve sonrasında doğanlar bu savaşı ve nedenlerini bilmezler, anlatmak gerekmez miydi?
Kısacası filmde ne ararsan bulursun misali; Savaşta kaybedilenler, mezarlar, toplu mezarlar, şiir, psikoloji, halk hikayesi, dini hikaye, Hasankeyf, Batman'daki kadın intiharları, imgeler, rüyalar, dağdaki mayınlar v.s. vardı. Anladık, senarist ve yönetmen zengin bir bilgi birikimi ve kültüre sahip. İyi de tüm bunları tek bir filmde vermeye, anlatmaya mecbur muydu? Keşke tek bir hikaye anlatsaydı. Böylece kafa karışıklığını gidermiş olurdu.
Filmde çok hoşuma giden ve üstünde düşündüğüm şu repliği paylaşmak istiyor ve filmi izlemeyenlere keyifli seyirler diliyorum.
"Dünyayı hayallerle mi değiştirmek istersin, rüyalarla mı?"