BAFA GÖLÜ, HERAKLIEA ANTİK KENTİ VE LATMOS DAĞI ETAPLARI
"Koş gel diye ötüyor bir masal kuşu, yapraksız bir ağaçta."* Masalları seven ben, masal kuşunun çağrısına kulak vermemezlik edemezdim. Ve üç günlük yürüyüş için düştüm yollara, masal kuşunun ardı sıra. Saat 21'de başlayan yolculuğumuz, sabah 08'de Bafa Gölü'nün kıyısında son buldu. Göl manzarası eşliğinde yaptığımız gözlemeli-çaylı kahvaltı sonrası Herakliea antik kentini, daha doğrusu antik kentten geriye kalanları ve Yediler Manastırı'nı görmek için tarihin sayfalarında gezinmeye başladık. Tarihin sayfaları çok eski, bizler ise acemi okuyuculardık; ama en azından okumaya çabalıyorduk..
Gezip, görmeye başlamadan evvel Bafa Gölü'nün oluşumu ve göl hakkında kısaca bilgi vermeliyim. Zira, çoğumuzun kıyısından geçip gittiği bu göl, sadece bir göl değil. Hem oluşum nedeniyle, hem de gölü çevreleyen yüzey şekillerinin farklılığı nedeniyle farklı bir ambiyansa sahip özel bir göl.
Bafa Gölü (Aydın ve Muğla il sınırları içerisinde yer almaktadır.)
Antik dönemde Ege Denizi'nin bir körfeziyken, Büyük Menderes Nehri'nin taşıdığı alüvyonlarla denizle bağlantısı kesilip, göl şekline dönüşen Bafa Gölü, zengin doğal ve kültürel kaynak değerleri nedeniyle 08.07.1994 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile 12.281 hektarlık alanı kapsayacak şekilde Tabiat Parkı olarak ilan edilmiştir. Alan içerisinde Herakleia ve Latmos antik kentleri yer almaktadır.
Yüzey alanı 6721 hektar olan gölün derinliği 25m'ye ulaşmaktadır. Gölün ana su kaynağı, Büyük Menderes Nehri taşkınları ve etrafındaki dağlardan gelen yeraltı ve yer üstü sularıdır. Bafa Gölü içinde 5 adet ada bulunmaktadır(İkiz Ada, Menet Adası, Kapıkırı Adası, Kahve Asar Adası, Uyuz Ada). Bu adalarda Bizans Dönemine ait manastırlar bulunmaktadır. Gölün dip yapısı bitki türleri açısından zengin olduğundan yılan balıkları ve su yılanlarına cazip gelmektedir. Yani göl kıyısında balık keyfi yapmak isterseniz tek seçeneğiniz yılan balığı yemek olacaktır.
Bafa Gölü kıyısında kurulmuş şirin mi şirin bir köy olan Gölyaka'ya araçla geldik ve toplam 8 kilometre sürecek yürüyüşümüze başladık. Hedefimiz Yediler Manastırı idi. Antik Dönem'den kalma taşlarla döşeli patikalarda, çiçek kokuları ve kuş cıvıltıları eşliğinde yürüdük. Uzaktan Yediler Manastırı göründüğünde bir manastırdan ziyade bir kale gibiydi. Çevreye göz atarken birden hatırladım: Roma İmparatorluğu yöneticileri paganken, ilk Hristiyanlara karşı uyguladıkları eziyet nedeniyle o dönem Hristiyanlarca yapılan şapel ve manastırların gözlerden uzak, dikkat çekmeyen ve kartal yuvası gibi yüksek yerlere korunaklı bir şekilde yapıldıklarını. Yediler Manastırı da uzaktan bakıldığında adeta bir kaleyi andırmaktaydı.
Yediler Manastırı
Bölgede yer alan manastırlardan en büyüğü olan Yediler Manastırı antik kent Herakleia'nın güney doğusunda bulunur. Manastır alanı doğuda büyük ve batıda tamamen kayalarla çevrilmiş birer küçük avludan oluşmaktadır. Küçük avlunun kuzeyinde çevresi duvarlarla çevrilmiş bir yukarı kale, güneyinde tek bir kaya üzerinde mazgallarla savunması güçlendirilmiş küçük bir sığınma kalesi vardır. Yukarı kale, savunma duvarı ve kuleleriyle tahkim edilmiş gerçek bir savunma yapısı niteliğini taşır. Manastırın yapı tarzı, bu yörede sürekli olarak düşman saldırılarının beklendiği dönemde yapıldığını göstermektedir. Manastıra ait bu bilgileri edindiğim tabela yere düşmüştü. Sanırım şiddetli rüzgarlara dayanamamıştı. Ama kaldırıp yerine diken olmamıştı. Ne bir bekçi, ne de koruyucu bir önlem alınmıştı bu tarihi yerde. Şaşırmadım; çünkü artık şaşırmıyorum.
Yediler Mağarası
Manastırın kuzey doğusunda pek uzakta olmayan Yediler Mağarası'nın içindeki fresklere (tabii fresklerden geriye kalanlara) bayıldım. Burası tek başına duran ve üstte şemsiye şeklinde sarkan kubbesi fresk ile donatılmış bir kayadır.
Mağara içerisindeki freskler İsa peygamberin yaşamına, yaptıklarına ve ölümüne ilişkin sahnelerdir. Tapınak, vaftiz ve dönüşüm sahnesiyle başlayan freskte, mağaranın dar kenarında Lazarus'un dirilişi yer alırken, arka kısım uzun kenarda İsa peygamberin çarmıha gerilişi, mezar konusu ve anastasis sahnesi yer alır.
Yediler Manastırı, Yediler Mağarası'nı gezdikten ve papatyalarla, gelinciklerle fotoğraflar çektirdikten sonra geldiğimiz yoldan geriye döndük. Yolun sonuna varmak üzereyken yolda karşılaştığımız fotoğrafçı gruptan bir kadın yanıma gelerek bana: "Bu sıcakta yukarı çıkmaya değecek bir şey var mı?" diye sordu. Ben de: "Kesinlikle. Çıkılıp görülmesi gereken çok şey var; ama bakış açısına göre değişir." diye cevapladım. Soruyu cevapladım; ama bu sorunun sorulmasına çok şaşırdığımı da itiraf etmeliyim.
Herakleia Antik Kenti
Beşparmak Dağları'nın(Latmos) göle dik uzanan eteklerindeki Kapıkırı Köyü içerisinde kalan antik Herakleia kenti de, Bafa Gölü kıyısındadır. Kent adını ünlü mitoloji kahramanı Herakles'ten almaktadır ve içerisinde kurulduğu dönemi karakterize eden, Athena ve Endymion Tapınağı ile Agora, Konsey Binası, Hamam, Tiyatro ve Çeşme vardır. Gölün kıyısında ve adacıklarda kaya mezarları bulunmaktadır. Bu kaya mezarları Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde görmeye alıştığımız kayalara oyulan süslü kaya mezarlarından çok farklı. Herakleia Nekropolü olarak adlandırılan alanda yüzlerce mezar bulunmaktadır. Mezarlar genellikle kayaya oyulmuş sanduka biçiminde ve yan yana, birbirine bitişik şekilde oyulmuştur. Her mezarın üzerinde veya yanında yine kayalardan yapılmış kapaklar vardır. Bazı mezarlar göl kıyısına çok yakın, bazıları ise göl içerisindeki adacıklarda bulunmaktadır. Hatta bazı mezarlar göl sularının altında kalmışlardır. Gölde ilginç bir görünüm oluşturmaktadır bu kaya mezarları.
Herakleia antik kentindeki Athena Tapınağı, Agora, tiyatro ve Kent Konseyi Binası'nı gezdikten sonra, göl kıyısında oturup ayaklarımızı tatlı-tuzlu suyu olan göle sokarak dinlendirdik, çay ve kahve içtik, dinlendik. Daha sonra, aracımıza binerek Selimiye'ye vardık. Buradan iki günlük kamp için gerekli olan yiyecek ve içeçeklerimizi aldıktan sonra Aydın'ın Koçarlı İlçesi'ne bağlı Bağarcık Köyü'ne doğru yola koyulduk. Yol boyunca fıstık çamı ormanları ve daha önce hiçbir yerde görmediğim coğrafi yapı -- adeta gökten düşmüş gibi duran çeşitli büyüklükteki kayaları izleyerek bir dağ ve yörük köyü olan Bağarcık'a vardık. Akşam olmak üzereydi ve çok yorgunduk. Çadırlar kuruldu ve isteyenler akşam yemeğini çadırda kendileri hazırladılar. Ben ve birçok arkadaşım, köylülerin hazırladığı menüden faydalandık. Yemekler çok lezzetliydi. Hava üşütecek kadar serindi; ama dağ havasını solumak bile yorgunluğumu unutturmaya yetmişti. Köyün güzelliği birkaç kare fotoğrafla anlatılacak gibi değil. Bu nedenle kısa bir video buldum ve paylaşıyorum.
Bağarcık Köyü
Ben ve iki arkadaşım, bizi güler yüzleriyle karşılayan ev sahiplerinin köy evinde kalmak üzere eve doğru yola koyulduk. Köyde doğmuş, büyümüş biri olarak köy evinde kalacak olmam çocukluk anılarımı canlandırdı, duygulandım. Ve farkettim ki nasılda yabancılaşmışım köy yaşamına. Kendi adıma önümdeki üç günde benliğimi saran bu yabancılaşmadan kurtulmaya çalışacaktım. Kokularıyla, havasıyla, yaşam biçimiyle, yemekleriyle, insanlarıyla kısacası köye dair ne varsa onu doyasıya yaşayacaktım. Öyle de yaptım. Uzaktan uzağa; "Orda bir köy var,uzakta / O köy bizim köyümüzdür / Gezmesek de, tozmasak da / O köy bizim köyümüzdür" ** demekle olmuyor. Gidip, görüp, gezip, köylülerin dertlerini dinleyip dertlerine çare bulmak gerekiyor, ki ancak o zaman "o köy bizim köyümüzdür" diyebilelim.
Uyumadan önce dağların çağrısını duydum galiba:
Oda karanlık
Odadan dışarı çık
Şehir karanlık
Şehirden dışarı çık
Korkma
Yürü bir hayli yürü
Gördün mü
Dağlar başladı artık.
Korkun dağılır rüzgarda
Bekle biraz
Dağlarda ateşler yandıkça
Karanlıktan korkulmaz. ***
Ertesi günü(20.05.2017) Latmos Dağı'na tırmanacağımızdan erken yatıp erken kalktık. Güzergahta su kaynağı bulunmadığından ve normal şartlarda yürüyüş toplam 11-12 saat süreceğinden yanımıza bol su aldık. Kahvaltı sonrası yerel rehberimiz eşliğinde köyden yürümeye başladık. Yükselmeye başladığımızda çevredeki kayaların şekilleri ve kayaların arasından fırlamış gibi duran fıstık çamlarının görünümüyle birleşen muhteşem görüntü "Jurassic Park" filmini aratmıyordu. Kayaların doğal aşınmaları nedeniyle dünyada az görünen bir coğrafya parkı niteliği taşıyan bu kayaların oluşum şekilleri hayal gücünüzü zorluyor ve zihninizde artık neye benzetirseniz kaya o şekle bürünüyordu. Sanki dinozorların yaşadığı 65 Milyon yıl öncesine gitmiştim de her an kayaların arkasından bir dinozor fırlayıp önüme çıkacaktı. Abartmıyorum; gerçekten masal ülkesindeydim, hissettiklerim buydu. Eğer Hollywood film yapımcıları bu coğrafyayı bilselerdi, Jurassic Park film stüdyolarını oluşturmak için harcama yapmazlardı. Filmi burada çekerlerdi. :)
Tarih Öncesi Kaya Resimleri
Epey yükselmiştik ki rehber bizi bir kayanın önünde durdurdu ve kayanın içindeki resimleri göstererek bilgi verdi. Bu resimlerin varlığını bilmeyen biri, kayaların önünden geçip gidebilir. Bu kaya resimleri, insanlık tarihi açısından uzmanlara çok önemli bilgiler vermekte.
"Latmos kaya resimleri benzersiz betim dilleri ve kendi içinde bir bütünlük oluşturan repertuvarı sayesinde yerleşik düzene geçmiş erken dönem topluluklarının dini düşün dünyalarının anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Kutsal Latmos Dağı'ndaki kaya resimlerinin hayat dolu betim dili ve sembolik içeriğinde, Karia'nın Hava tanrısı ile Eski Anadolu'nun Dağ tanrısının çok eski söylenceleriyle doludur. Ege kıyısı yakınındaki, Batı Anadolu'nun erken dönemlerine ait bu betim dünyası, tüm dünyada örnekleri bulunan kaya resim sanatı içerisinde benzersizdir. Kaya resimlerinin zirvenin çevresinde kümeleşmesi ve Latmos kayalıklarına özgü niş biçimli doğal oyukların içine yerleştirilmeleri bile başlı başına, bu resimler ile bölgenin doğası ve tanrıları, özellikle de zirvenin hakimi Hava tanrısı ve yerel Dağ tanrısı arasında direk bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Kaya resimlerinin buluntu yerleri göl kıyısının hemen yanından başlayıp 930 metre yüksekliğe kadar devam etmektedir." Yazının devamı için tıklayınız :
http://www.ekodosd.org/index.php/beparmak-dalar
Latmos kaya resimleri M.Ö. 6 bin yıla tarihlenmekte olup, son yıllarda Anadolu arkeolojisinin en önemli keşifleri arasında yer alıyor. Latmos, 8 bin yıllık bir dönemi kapsayan bir açıkhava müzesi konumunda. Beşparmak Dağları'nda, uzun zamandır çıkarılan 'Feldspat minerali' nedeniyle ekolojik ve arkeolojik tahribat yaşandığını t24.com'a bildiren Ekosistemi Koruma ve Doğa Sevenler Derneği Başkanı Bahattin Sürücü, arkeolojik kalıntıların yoğun olarak yer aldığı çekirdek bölgenin madencilikten korunması için acilen milli park ilan edilmesi gerektiğini belirtti. Daha fazla bilgi için tıklayınız:
http://t24.com.tr/haber/besparmak-daglari-milli-park-olmali-kampanyasi,334503
Oldukça sarp ve engebeli arazide altı saat sürecek tırmanışımıza devam ettik. Ve nihayet dağcılar arasında "baca" denilen geçite vardık. Bu dar geçitin girişinde şehir trafiğine benzer insan trafiğiyle karşılaştık. Biz zirveye doğru çıkarken İzmirli dağcılar iniyordu. Sırt çantalarımızı aşağıda bırakmıştık, çünkü bacadan sürünerek çıkacaktık. Sıranın bana gelmesini beklerken bayağı heyecanlıydım. Sıra geldiğinde bacaya giriş yaptım. Baca keskin sayılabilecek yekpare bir kayanın üzerinde ancak bir kişinin geçebileceği genişlikteydi. İçerisi loştu. Ufak tefek bir yapınız varsa emekleyerek, uzun boylu ve iri-yarıysanız sürünerek bacanın çıkışına ulaşabilirsiniz. Klostrofobisi olanların bacaya girmesini önermem. Ben kayanın üzerinde sürünürken aklıma Joe Simpson geldi. Hani şu Boşluğa Dokunmak(Touching The Void) filmindeki İngiliz dağcı ve onun buzul bacadan geçişi. Yaklaşık üç metre sonra gün ışığına kavuştum. Yukarıda sert bir rüzgar karşıladı beni. Hazırlıklıydım; hemen anorağımı giydim. Manzara çok güzeldi. Biraz dinlendikten sonra zirveye çıkacaktık. Köylülerin "Tekerlek Dağ/Tepe" dedikleri zirveye. Dağın zirvesi tamamı kayadan oluşmuş bir küreydi sanki. Vibram taban ayakkabı olmadan tırmanılması zor bir diklikte ve biraz da ürkütücüydü. Ürkütücü olması normaldi bana göre: çünkü Ay Tanrıçası Selene ile çoban Endymion'un aşklarını yaşadıkları yerdi burası. Dolayısıyla ölümlü insanoğlu kolayca ulaşmamalıydı tepeye. Çünkü onların aşkı zordu ve ancak bu zorluğu göze alabilenler çıkmalıydı zirveye.
Ay tanrıçası ve çoban Endymion'un sonsuz uykuyu dileten aşk hikayesini merak edenler, okumak için arkeolog arkadaşımın aşağıdaki linkini tıklayabilirler:
http://www.arkeorehberim.com/2015/10/sonsuz-uykuyu-dileten-ask-selene-ve.html
Rehberimiz, Asım Bey ve Furkan Bey zirveye tırmanmak için kolay bir yer bulmak amacıyla(tabii ki bizler için) kayaya çıktılar. Ben, bu arada uzaktan onları izlerken, bir yandan da orada bulunan İstanbullu dağcılarla sohbet ediyordum. Kayaya tırmanan bu üçlünün kaya yüzeyinde asfaltta yürür gibi yürüdüklerini görünce, cesaretlendim ve tırmanmaya başladım. Korku gibi, cesaret de bulaşıcıdır. Bizi gören İstanbullu dağcılar da tırmanışa geçtiler. Kaya tırmanışını çok seven ben, zorlanmadan zirveye ulaşıp, Selene'yle buluştum. Gerçi gündüz olduğu ve rüzgarın sert esmesi nedeniyle Selene'yi hayal meyal gördüm. Asıl gördüğüm, çok uzaklardaki Didim, Kuşadası ve Söke Ovası'ydı. 6 saat boyunca 1150 metre yükselerek, 1400 metre yükseklikteki Tekerlek Tepe'deydim artık. Mutluydum, hem de çok. Fotoğraf çektirip, aynı yoldan inişe geçtik. Mor çiçekler açmış, harika kokulu karabaş otlarının ve kır çiçeklerinin eşliğinde 11 saat sonra Bağarcık Köyü'ne vardık.
Tırmanışa katılmayanlar Bağarcık Köyü'nde bulunan Baskı Kale'ye yürümüşler. Orası da çok güzelmiş.
Ertesi günü sabah erkenden kalkıp, çadırları topladıktan ve kahvaltımızı yaptıktan sonra Yatağan'a doğru yola koyulduk. Yatağan Termik Santralından çıkan cürufların döküldüğü alanlara ağaç dikildiğini ve orman oluştuğunu görmek sevindiriciydi.
Aracımızla Stratonikeia antik kentine doğru yol aldık. Kentin girişinde asılı tabelada şöyle yazıyordu: "Ölümüne aşkın ve gladyatörlerin kenti Stratonikeia'ya hoş geldiniz."
Bu antik kentin kuruluş öyküsünü bilmeden gezerseniz, gördüğünüz sadece antik bir kentten kalan mermer sütunlar taşlar ve kalıntılar olacaktır. İşte bu antik kentin kuruluş öyküsü.
Ölümüne Aşkın Ve Gladyatörlerin Kenti Stratonikeia
Gezip, görmeye başlamadan evvel Bafa Gölü'nün oluşumu ve göl hakkında kısaca bilgi vermeliyim. Zira, çoğumuzun kıyısından geçip gittiği bu göl, sadece bir göl değil. Hem oluşum nedeniyle, hem de gölü çevreleyen yüzey şekillerinin farklılığı nedeniyle farklı bir ambiyansa sahip özel bir göl.
Bafa Gölü (Aydın ve Muğla il sınırları içerisinde yer almaktadır.)
Antik dönemde Ege Denizi'nin bir körfeziyken, Büyük Menderes Nehri'nin taşıdığı alüvyonlarla denizle bağlantısı kesilip, göl şekline dönüşen Bafa Gölü, zengin doğal ve kültürel kaynak değerleri nedeniyle 08.07.1994 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile 12.281 hektarlık alanı kapsayacak şekilde Tabiat Parkı olarak ilan edilmiştir. Alan içerisinde Herakleia ve Latmos antik kentleri yer almaktadır.
Yüzey alanı 6721 hektar olan gölün derinliği 25m'ye ulaşmaktadır. Gölün ana su kaynağı, Büyük Menderes Nehri taşkınları ve etrafındaki dağlardan gelen yeraltı ve yer üstü sularıdır. Bafa Gölü içinde 5 adet ada bulunmaktadır(İkiz Ada, Menet Adası, Kapıkırı Adası, Kahve Asar Adası, Uyuz Ada). Bu adalarda Bizans Dönemine ait manastırlar bulunmaktadır. Gölün dip yapısı bitki türleri açısından zengin olduğundan yılan balıkları ve su yılanlarına cazip gelmektedir. Yani göl kıyısında balık keyfi yapmak isterseniz tek seçeneğiniz yılan balığı yemek olacaktır.
Yediler Manastırı
Bölgede yer alan manastırlardan en büyüğü olan Yediler Manastırı antik kent Herakleia'nın güney doğusunda bulunur. Manastır alanı doğuda büyük ve batıda tamamen kayalarla çevrilmiş birer küçük avludan oluşmaktadır. Küçük avlunun kuzeyinde çevresi duvarlarla çevrilmiş bir yukarı kale, güneyinde tek bir kaya üzerinde mazgallarla savunması güçlendirilmiş küçük bir sığınma kalesi vardır. Yukarı kale, savunma duvarı ve kuleleriyle tahkim edilmiş gerçek bir savunma yapısı niteliğini taşır. Manastırın yapı tarzı, bu yörede sürekli olarak düşman saldırılarının beklendiği dönemde yapıldığını göstermektedir. Manastıra ait bu bilgileri edindiğim tabela yere düşmüştü. Sanırım şiddetli rüzgarlara dayanamamıştı. Ama kaldırıp yerine diken olmamıştı. Ne bir bekçi, ne de koruyucu bir önlem alınmıştı bu tarihi yerde. Şaşırmadım; çünkü artık şaşırmıyorum.
Yediler Mağarası
Manastırın kuzey doğusunda pek uzakta olmayan Yediler Mağarası'nın içindeki fresklere (tabii fresklerden geriye kalanlara) bayıldım. Burası tek başına duran ve üstte şemsiye şeklinde sarkan kubbesi fresk ile donatılmış bir kayadır.
Mağara içerisindeki freskler İsa peygamberin yaşamına, yaptıklarına ve ölümüne ilişkin sahnelerdir. Tapınak, vaftiz ve dönüşüm sahnesiyle başlayan freskte, mağaranın dar kenarında Lazarus'un dirilişi yer alırken, arka kısım uzun kenarda İsa peygamberin çarmıha gerilişi, mezar konusu ve anastasis sahnesi yer alır.
Yediler Manastırı, Yediler Mağarası'nı gezdikten ve papatyalarla, gelinciklerle fotoğraflar çektirdikten sonra geldiğimiz yoldan geriye döndük. Yolun sonuna varmak üzereyken yolda karşılaştığımız fotoğrafçı gruptan bir kadın yanıma gelerek bana: "Bu sıcakta yukarı çıkmaya değecek bir şey var mı?" diye sordu. Ben de: "Kesinlikle. Çıkılıp görülmesi gereken çok şey var; ama bakış açısına göre değişir." diye cevapladım. Soruyu cevapladım; ama bu sorunun sorulmasına çok şaşırdığımı da itiraf etmeliyim.
Gölyaka köyüne döndüğümüzde bizi bekleyen aracımızla Kapıkırı köyüne doğru hareket ettik. 4 km sonra antik Herakleia kentinin kapısındaydık.
Herakleia Antik Kenti
Beşparmak Dağları'nın(Latmos) göle dik uzanan eteklerindeki Kapıkırı Köyü içerisinde kalan antik Herakleia kenti de, Bafa Gölü kıyısındadır. Kent adını ünlü mitoloji kahramanı Herakles'ten almaktadır ve içerisinde kurulduğu dönemi karakterize eden, Athena ve Endymion Tapınağı ile Agora, Konsey Binası, Hamam, Tiyatro ve Çeşme vardır. Gölün kıyısında ve adacıklarda kaya mezarları bulunmaktadır. Bu kaya mezarları Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde görmeye alıştığımız kayalara oyulan süslü kaya mezarlarından çok farklı. Herakleia Nekropolü olarak adlandırılan alanda yüzlerce mezar bulunmaktadır. Mezarlar genellikle kayaya oyulmuş sanduka biçiminde ve yan yana, birbirine bitişik şekilde oyulmuştur. Her mezarın üzerinde veya yanında yine kayalardan yapılmış kapaklar vardır. Bazı mezarlar göl kıyısına çok yakın, bazıları ise göl içerisindeki adacıklarda bulunmaktadır. Hatta bazı mezarlar göl sularının altında kalmışlardır. Gölde ilginç bir görünüm oluşturmaktadır bu kaya mezarları.
Bağarcık Köyü
Uyumadan önce dağların çağrısını duydum galiba:
Oda karanlık
Odadan dışarı çık
Şehir karanlık
Şehirden dışarı çık
Korkma
Yürü bir hayli yürü
Gördün mü
Dağlar başladı artık.
Korkun dağılır rüzgarda
Bekle biraz
Dağlarda ateşler yandıkça
Karanlıktan korkulmaz. ***
Ertesi günü(20.05.2017) Latmos Dağı'na tırmanacağımızdan erken yatıp erken kalktık. Güzergahta su kaynağı bulunmadığından ve normal şartlarda yürüyüş toplam 11-12 saat süreceğinden yanımıza bol su aldık. Kahvaltı sonrası yerel rehberimiz eşliğinde köyden yürümeye başladık. Yükselmeye başladığımızda çevredeki kayaların şekilleri ve kayaların arasından fırlamış gibi duran fıstık çamlarının görünümüyle birleşen muhteşem görüntü "Jurassic Park" filmini aratmıyordu. Kayaların doğal aşınmaları nedeniyle dünyada az görünen bir coğrafya parkı niteliği taşıyan bu kayaların oluşum şekilleri hayal gücünüzü zorluyor ve zihninizde artık neye benzetirseniz kaya o şekle bürünüyordu. Sanki dinozorların yaşadığı 65 Milyon yıl öncesine gitmiştim de her an kayaların arkasından bir dinozor fırlayıp önüme çıkacaktı. Abartmıyorum; gerçekten masal ülkesindeydim, hissettiklerim buydu. Eğer Hollywood film yapımcıları bu coğrafyayı bilselerdi, Jurassic Park film stüdyolarını oluşturmak için harcama yapmazlardı. Filmi burada çekerlerdi. :)
Tarih Öncesi Kaya Resimleri
Epey yükselmiştik ki rehber bizi bir kayanın önünde durdurdu ve kayanın içindeki resimleri göstererek bilgi verdi. Bu resimlerin varlığını bilmeyen biri, kayaların önünden geçip gidebilir. Bu kaya resimleri, insanlık tarihi açısından uzmanlara çok önemli bilgiler vermekte.
"Latmos kaya resimleri benzersiz betim dilleri ve kendi içinde bir bütünlük oluşturan repertuvarı sayesinde yerleşik düzene geçmiş erken dönem topluluklarının dini düşün dünyalarının anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Kutsal Latmos Dağı'ndaki kaya resimlerinin hayat dolu betim dili ve sembolik içeriğinde, Karia'nın Hava tanrısı ile Eski Anadolu'nun Dağ tanrısının çok eski söylenceleriyle doludur. Ege kıyısı yakınındaki, Batı Anadolu'nun erken dönemlerine ait bu betim dünyası, tüm dünyada örnekleri bulunan kaya resim sanatı içerisinde benzersizdir. Kaya resimlerinin zirvenin çevresinde kümeleşmesi ve Latmos kayalıklarına özgü niş biçimli doğal oyukların içine yerleştirilmeleri bile başlı başına, bu resimler ile bölgenin doğası ve tanrıları, özellikle de zirvenin hakimi Hava tanrısı ve yerel Dağ tanrısı arasında direk bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Kaya resimlerinin buluntu yerleri göl kıyısının hemen yanından başlayıp 930 metre yüksekliğe kadar devam etmektedir." Yazının devamı için tıklayınız :
http://www.ekodosd.org/index.php/beparmak-dalar
http://t24.com.tr/haber/besparmak-daglari-milli-park-olmali-kampanyasi,334503
Oldukça sarp ve engebeli arazide altı saat sürecek tırmanışımıza devam ettik. Ve nihayet dağcılar arasında "baca" denilen geçite vardık. Bu dar geçitin girişinde şehir trafiğine benzer insan trafiğiyle karşılaştık. Biz zirveye doğru çıkarken İzmirli dağcılar iniyordu. Sırt çantalarımızı aşağıda bırakmıştık, çünkü bacadan sürünerek çıkacaktık. Sıranın bana gelmesini beklerken bayağı heyecanlıydım. Sıra geldiğinde bacaya giriş yaptım. Baca keskin sayılabilecek yekpare bir kayanın üzerinde ancak bir kişinin geçebileceği genişlikteydi. İçerisi loştu. Ufak tefek bir yapınız varsa emekleyerek, uzun boylu ve iri-yarıysanız sürünerek bacanın çıkışına ulaşabilirsiniz. Klostrofobisi olanların bacaya girmesini önermem. Ben kayanın üzerinde sürünürken aklıma Joe Simpson geldi. Hani şu Boşluğa Dokunmak(Touching The Void) filmindeki İngiliz dağcı ve onun buzul bacadan geçişi. Yaklaşık üç metre sonra gün ışığına kavuştum. Yukarıda sert bir rüzgar karşıladı beni. Hazırlıklıydım; hemen anorağımı giydim. Manzara çok güzeldi. Biraz dinlendikten sonra zirveye çıkacaktık. Köylülerin "Tekerlek Dağ/Tepe" dedikleri zirveye. Dağın zirvesi tamamı kayadan oluşmuş bir küreydi sanki. Vibram taban ayakkabı olmadan tırmanılması zor bir diklikte ve biraz da ürkütücüydü. Ürkütücü olması normaldi bana göre: çünkü Ay Tanrıçası Selene ile çoban Endymion'un aşklarını yaşadıkları yerdi burası. Dolayısıyla ölümlü insanoğlu kolayca ulaşmamalıydı tepeye. Çünkü onların aşkı zordu ve ancak bu zorluğu göze alabilenler çıkmalıydı zirveye.
Ay tanrıçası ve çoban Endymion'un sonsuz uykuyu dileten aşk hikayesini merak edenler, okumak için arkeolog arkadaşımın aşağıdaki linkini tıklayabilirler:
http://www.arkeorehberim.com/2015/10/sonsuz-uykuyu-dileten-ask-selene-ve.html
Rehberimiz, Asım Bey ve Furkan Bey zirveye tırmanmak için kolay bir yer bulmak amacıyla(tabii ki bizler için) kayaya çıktılar. Ben, bu arada uzaktan onları izlerken, bir yandan da orada bulunan İstanbullu dağcılarla sohbet ediyordum. Kayaya tırmanan bu üçlünün kaya yüzeyinde asfaltta yürür gibi yürüdüklerini görünce, cesaretlendim ve tırmanmaya başladım. Korku gibi, cesaret de bulaşıcıdır. Bizi gören İstanbullu dağcılar da tırmanışa geçtiler. Kaya tırmanışını çok seven ben, zorlanmadan zirveye ulaşıp, Selene'yle buluştum. Gerçi gündüz olduğu ve rüzgarın sert esmesi nedeniyle Selene'yi hayal meyal gördüm. Asıl gördüğüm, çok uzaklardaki Didim, Kuşadası ve Söke Ovası'ydı. 6 saat boyunca 1150 metre yükselerek, 1400 metre yükseklikteki Tekerlek Tepe'deydim artık. Mutluydum, hem de çok. Fotoğraf çektirip, aynı yoldan inişe geçtik. Mor çiçekler açmış, harika kokulu karabaş otlarının ve kır çiçeklerinin eşliğinde 11 saat sonra Bağarcık Köyü'ne vardık.
Tırmanışa katılmayanlar Bağarcık Köyü'nde bulunan Baskı Kale'ye yürümüşler. Orası da çok güzelmiş.
Ertesi günü sabah erkenden kalkıp, çadırları topladıktan ve kahvaltımızı yaptıktan sonra Yatağan'a doğru yola koyulduk. Yatağan Termik Santralından çıkan cürufların döküldüğü alanlara ağaç dikildiğini ve orman oluştuğunu görmek sevindiriciydi.
Aracımızla Stratonikeia antik kentine doğru yol aldık. Kentin girişinde asılı tabelada şöyle yazıyordu: "Ölümüne aşkın ve gladyatörlerin kenti Stratonikeia'ya hoş geldiniz."
Bu antik kentin kuruluş öyküsünü bilmeden gezerseniz, gördüğünüz sadece antik bir kentten kalan mermer sütunlar taşlar ve kalıntılar olacaktır. İşte bu antik kentin kuruluş öyküsü.
Ölümüne Aşkın Ve Gladyatörlerin Kenti Stratonikeia
"Stratonikeia acı ile başlayan; ama mutlu sonla biten bir aşk hikayesinin başkahramanı. Dünyalar güzeli Stratonikeia gücün hükümdarı I. Selevkos ile evlenir ve kraliçe olur. Ancak Selevkos'un oğlu prens I. Antiochos bir süre sonra üvey annesine aşık olur ve bu aşk onu hasta eder. Ressamın aşağıdaki tabloda resmettiği şekilde hekimler hastalığını iyileştirmeye çalışırken içeri Stratonikeia girer ve Antiochos'un kalbi delice çarpmaya başlar. Hekimler durumu anlar ve bin bir güçlükle krala durumdan bahsederler. Kral artık oldukça yaşlı olduğundan ve ilerleyen zamanlarda ülkeyi oğluna emanet edeceği için bir an önce iyileşmesini ister. Eşinden boşanarak oğlu ile evlendirir. I. Antiochios kral olduktan sonra delicesine sevdiği eşi için bu güzel şehri inşa ettirir. " ****
Tarih İçin Stratonikeia'nın Önemi
--Yapıları beyaz mermerden olan bir kenttir.
--Dünyada ölümsüz iki aşkın yaşandığının bilindiği tek kenttir.
--Hekate(Ay ve gece tanrıçası) ve Zeus'a(Baş tanrı) ithaf edilmiş iki büyük kutsal alana sahip tek şehir devletidir.
--Bütün Karialıların mülkiyeti olan, antik dönemde önemli dini tören ve görüşmelerin yapıldığı dini merkez Zeus Khrysaereon Tapınağı buradadır.
--Antik Dönem ile Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi yapı ve kent dokusunun birlikte görülebileceği nadir yerlerden birisidir.
--Taş döşeli ve kaldırımlı Osmanlı sokaklarında yürüyerek bir antik kentin gezildiği örnek bir ören yeridir.
--Gladyatörlerin pek çok dövüşten sonra hayatta kalmayı başarıp emeklilik yaşadıkları bir kenttir.
--Antik Döneme ait en büyük Gymnasion'un (okul) olduğu kenttir. *****
Stratonikeia'daki Amfitiyatro.
Antik kentte bulunan kafede çay ve kahveler içildikten sonra,
Baba Ocağı ve Güzel Köylü dizileri ile Sürgün İnek komedi filminin çekildiği Bozüyük köyüne geldik. Bir saatlik molada öğle yemeği yedik ve çevreyi gezdik. Bozüyük'e gidenler kültür evini mutlaka gezmeliler. Köy meydanına 100 metre uzaklıktaki 400 yıllık Menengeç Ağacını da unutmamak gerek. Bu ağaç bir dilek ağacı. Varsa bir dileğiniz, bir bez de siz bağlayabilirsiniz.
Belen ve Gevenez Köyü'ne uğramak istediysek de yolun darlığı ve bu dar yolda otobüsün manevra yapamaması nedeniyle riske girmedik. Buraları gezmek ise bir başka bahara kaldı. :)
Aracımıza binip yorgun; ama ülkemizin tarih, kültür ve doğal güzelliklerini görmenin ve onları duyumsamanın verdiği keyifle yola koyulduk. Kendi adıma, tarih ve doğadan aldığım enerjiyle uzun bir süre idare edebilirdim. Yolculuk öncesi biliyordum; ama bu yolculukta bir kez daha anladım ki; "İyiye ve güzele ulaşabilenler, zorlu yolları aşabilenlerdir."
Zorlu yolları aşıp güzele ulaşmıştım, ta ki, bir sonraki yolculuğa kadar. İyiye ulaşmak içinse manevi yolculuğum devam ediyor, edecek de...
Bu güzel yürüyüşü düzenleyen ankarahiking yönetici ve rehberlerine teşekkürler.
Kaynaklar:
* Cevat Çapan - Dağın Eteğinde şiiri.
** Ahmet Kutsi Tecer - Orda Bir Köy Var şiiri.
*** Behçet Necatigil - Dağlarda Ateşler Yandıkça şiiri.
**** (blog.jollytur.com)
***** (blog.jollytur.com)
Herakleia Nekropolü'ndeki iki kaya mezarı fotoğrafı (zekeriyaipek.blogspot.com) dan alındı.